30 Nisan 2022 Cumartesi

Al Aqsa' nin tepesinde kefiyeliler ve ellerindeki Hamas bayrakları!!

Günlerdir devam eden karmaşa, Israel'e karşı sürdürdükleri mücadelenin merkezine oturan, 7. yüzyıldan bugüne ayakta duran, Müslümanlığın üçüncü kutsal yeri olarak kabul edilen, her dönem bir şekilde adından söz edilen,  Jerusalem'in sembollerinden, eski şehri gezmeye gelen bütün turistlerin gözlerini kendisine çeken altın kubbeli mabet son dönem bir davanın birinci derece oyuncusuna dönüştürülen yer oldu artık!!
Israel'le her defasında yeni bir çatışmayı hedef alanların, olay çıkardıkları ilk yer artık burası.
Aşağıdaki resim dün çekilmiş...
Al Aqsa'nın tepesine çıkarak, ellerinde Hamas bayrakları tutanlar, suratları örtülü saldırganlar. kanımca kendi mabetlerini, müslümanlığı yüceltir gibi durmuyorlar!! Sözde Filistin'in özgürlüğü için savaştıklarını iddia eden bu tipler yine de Israel'e karşı çoğunluğun empatisini topluyorlar. Üzerlerinde duran ya da suratlarına sardıkları kefiyelerini sevenler çok!!!
Avrupalılar, Amerikalılar...kısaca "dünyalılar" arasında bu kefiyeleri taşıyanlara çok rastlar olduk.  Filistin sorununun sembollerinden birine dönen bu kefiyeleri kaşkol yerine takanlar var.
Bu bezi takanların ana amaçları çoğu kez Filistin'e verdikleri destekle birlikte zaman zaman da direk Israel karşıtlığıdır!!
Bana  bu kefiyeler Israeli tanımayı reddedenlerle bize karşı terörü destekleyenleri, kendi inançlarını kendi ayaklarının altında paçavraya çevirenleri, kendi dinlerini bir araç olarak kullananları...özellikle de masum insanları hedef alanların yüzlerini gizledikleri üç paralık bir bez parçasını anımsatıyor.
Hamas son iki gündür yine buradaki agresif eylemlere destek verirken, dün bir sitenin girişinde yine filistinlilerin öldürdükleri bir güvenlik görevlisinin ardından Hamas kutlama  mesajları çekerek mücadelelerinin Ramazan sonrasında da devam edeceğini bildirdi.


 

28 Nisan 2022 Perşembe

               

                  Yom Ha Shoah ... ve bir kurtuluş hikayesi......


 

Dün gece, Yom Ha Shoah Ve LaGevourah; " Soykırım'da kaybedilen 6 Milyon insanımızı anma gününün" gecesiydi... Ve bugün bir kez daha anılarına sirenler çalacak ülkede... 

Dün karanlık çökmeden tüm iş yerlerinin kepenklerini indirmeleriyle başladı anma günü... 

Kafeler, restoranlar, sinemalar senede üç gün çalışmazlar. Biri Kipur..biri Şehitler Günü, biri de Yom Ha Shoah!! Her şehirde, her merkezde ayrı ayrı törenler olur.

İnsanlığın, yaşadıklarından, yaşanmışlardan ve yaptıklarından ders almakta ne kadar zorlandığını düşündüren günlerden geçerken, her birinin hayatı bir kitaba, bir filme konu olabilecek 165.800 Holocaust kahramanını barındırmaya devam ediyor Israel. Bir çoğunun kollarında, yaşadıklarını hiç unutturmayan numaraları ve her birinin zihinlerinden, ömürlerinin sonuna kadar silemeyecekleri hatıraları mevcut.

Yaşadıklarını hatırlamaktan ya da hatırlatmaktan kaçan insanlar çok aralarında. Yaraları deşmek çok zor!!

Gece, evime 500 metre uzaklıktaki anıtın yanından geçerken, tören çoktan sona ermişti. Anıtın içinde bütün sene yanan meşale dün gece üç kocaman aleve dönüşmüştü.

Eve döndüğümde Danielle, onun çok ilgisini çeken bir anma toplantısından dönmüştü tam. Israel'de, modern müziğin öncü şarkıcılarından,  çok sevdiği sanatçılardan biri olan İvri Lider'in, annesinin, ( Daliah Lider'in )  Varşova'dan Arjantin'e, başından geçenleri dinleme fırsatını buldu.

.................................

Bu geçtiğimiz Kipur'da, uzun senelerden sonra ilk kez tuttuğum orucun sonlarına yaklaştığımda, gittikçe kuvvetimin azaldığını hissettiğimde salondaki kanapeye bırakmıştım kendimi. Gözlerimi kapatarak, orucun sonuna doğru artık dakikaları saydığımı farkettiğimde, açlığın zorluğunu bir kez daha anlarken, bu cefanın bir saat sonra biteceğini bilmenin rahatlatıcı duygusu içinde, birazdan üzerine sadece  yağ ve biraz tuz ekerek yiyeceğim ekmeği ne derece sevdiğimi düşünmüştüm.

Yemek yemeden durmak dışında hiç bir şey yapmak zorunda olmadığım her Kipur, günde bir çanak çorbayla bir parça ekmek verilen insanların köpek gibi çalıştırılmış oldukları ölüm kamplarını düşünürüm.

Son geçirdiğimiz serin kış günlerinde bir türlü ısınamayan bedenimin içinde zorlandığım gecelerde, Polonya'nın o son derece soğuk ikliminde yarı çıplak bekletilen insanların ölümün kokusu ve korkusuyla yüz yüze geldiklerinde o anları nasıl kaldırabildiklerini düşündüm bir kez. Bir çokları, uzun bir yolculuk sonunda vardıkları noktadan çırılçıplak soyunmak üzere direk ölüme giderlerken, hayatta bırakılarak çalışmak zorunda kalanlar,  üzerlerinde incecik bir kumaş parçası olmak üzere, karda, ayazda, buz gibi rüzgarların estiği kampın avlusunda dikilmek zorunda olduklarında..aralarından bazıları herşeye rağmen nasıl da hayatta kalmayı başarabilmişlerdi??  Milyonlar içinden tek tükleri bütün imkansızlıkları yenerek kurtulabilmişlerdi o cehennemden..

Geçen senelerde, bir kez içinde bulunduğum asansör birden bire iki kat arasında durup kaldığında, sönen ışıkla beraber, sadece saniyeler içinde girdiğim korkuyla birlikte nefesimin adeta durduğunu hissettiğim anlarda, sadece bir ya da iki dakikanın ertesinde de o insanlar gelmişti aklıma. Hayvan vagonlarına sıkıştırılanlar, günlerce karanlık ve soluksuz bir kalabalığın ortasında gece gündüz devan eden o  yolculuğa da, susuz ve nefessiz nasıl dayanmışlardı??

Daliah Lider 'in macerası ( İvri Lider'in annesinin)  ise yine bambaşka bir heyecanla yüklü. Savaşın başladığı günlerde, babasının hala elinde kalan belli bir paranın sayesinde, kızını samanla dolu bir kamyonun içinde sakladığı gün başlayan hikayesi, soluk soluğa devam eden bir yolun başıydı.

O saman yüklü arabaya konulduğunda, Daliah sadece üç yaşında küçücük bir çocuktu. Babası ona, hiç sesini çıkarmamasını, ağlamadan, gülmeden, konuşmadan beklemesini tembihlediğinde aklından kim bilir neler geçmişti, neler hissetmişti. Aradan ne kadar zaman geçince bilinmez, o saman yığınının içinden bir çift el çocuğu çıkarıp almıştı.

Varşova yakınlarında, Hıristiyan bir Polonyalı kadının kucağına teslim edilene dek,  bir kaç insanın ellerinden geçen çocuğu bu kadın en az 3 sene evinin bodrum katında saklayacaktı.

Oynamasını, evin içinde gezinmesini, hatta konuşmasını bile yasaklayan kadının tek amacı ele geçirilmemekti. Taa kendisinin bir yerlere gidip küçük kızı bir kaç saatliğine evde yalnız bıraktığı güne dek.

Yalnız kalan çocuk sonunda dayanamayarak bodrum katından dışarı çıkarak salonda duran piyanonun başında bulmuştu kendini. Piyanonun kapağını yavaştan açtıktan sonra, küçücük parmaklarını tuşlarda gezdirmeye başlamıştı. Komşulardan biri, kadının evde olmadığı halde içeride piyanoyu çalan birisi olduğunu anladığı an durumu bir diğer komşusuna yetiştirmişti. Yakınlardaki insanlar, kadının evinde birisini sakladığını anlamışlar ancak seslerini çıkarmamaya karar vermişlerdi.

Bir gün Polonyalı kadın yeniden gittiğinde bu kez köy bir anda ateşe verilmişti ve kadın bu defa eve dönememişti. Evin ateş aldığını gören komşularsa  çocuğu kilitli bulunduğu odadan çıkarmayı başararak Daliah'yı güvendikleri bir adamın ellerine teslim etmişlerdi.

Bu adam onu başka bir köye götürdüğünde bu yerde bir çok insanla beraber saklanılmıştı. Son derece az bir yemekle savaşın sonuna kadar elden ele yer değiştiren kızı en son Polonyalı bir aile himaye etmişti.

Savaşın sonunda, bir sene boyunca kendisini arayan annesi tarafından bulunduğunda babasının öldüğünü öğrenmişti.

Ve Polonya'dan Arjantine göç ettikten seneler sonra Israel'e aliyah yapan Daliah'nin müziğe olan eğilimi. oğlunda devam etmiş. Çok küçüklüğünden piyano çalan İvri bugün Israel'in en sevilen müzisyenleri içindedir.

Milyonlarca insanın arkalarından gelecek  nesillerin insanlığa hediye edebilecekleri çok şeyleri olacaktı mutlaka.

Katledilenlerin içinde doktorlar,  eğitmenler  ya da müzisyenler vardı. Bir çokları da sade insanlardı...Tek kusurlarıysa başkalarından farklı bir din ve bir etnik kimliğe sahip olmaktı.


26 Nisan 2022 Salı

Al Aqsa'yı ayakkabılarıyla, ellerindeki taşlarla çiğneyen Araplar


Aşağıda, Fransa'da yaşayan, aklı başında bir imamın,  kendi diniyle başka inançlara vermesi gereken saygıyı anlatan Müslüman bir din adamının i24 kanalındaki kısa röportajını paylaşıyorum. (Imam Hassan Chalghoumi- Drancy) 

Bu Müslüman din insanı gibi,  Jerusalem ya da onlardaki adıyla Kudüs denen bu kutsal şehrin, sadece İslam için değil diğer iki din için de çok büyük bir değeri olduğunu kabul etselerdi, bu din adam gibi düşünenlerin, ılımlı dini liderlerin bu toplum içinde liderlik yapmalarına,  Filistinlilerin akıllarını yerine getirmelerine izin verilseydi onlarla barış yapmak daha kolay olabilirdi.

Bunun yerine Arap ülkelerinde, Türkiye'de ve genel olarak dünyada, Israel polisinin Al Aqsa'ya ayakkabılarla girdiklerini, Al Aqsa'daki Filistinlilere ateş açtıklarını ( neden ateş açılıyor acaba?)  anlatıyorlar.

Ancak, Filistinlilerin önce kendilerinin kendi değerlerini nasıl çiğnediklerini, caminin içinde neler yaptıklarını göstermiyorlar. Arapların kendi inançlarını başkalarına karşı nasıl bir alet olarak gördüklerini kolayca ispatlayan bu görüntüleri kaç kişi seyretmiştir acaba??

Doğru, aslında burada olan olaylar dünyayı esasen en az ilgilendiren şeyler arasındadır. Ne Filistin ne de Israel kimseyi ilgilendirmiyor pek. Ancak buna rağmen ve yine de Filistin konusu üzerinden Israel düşmanlığı artmaya devam ediyor...yine Filistinlilerin haklarını çiğneyen, camilerde dua edenlere ateş eden askerler herkesin kafasındaki Israel.

Bir taraftan kimse çok fazla ilgilenmese de, kulaklarına ve gözlerine iliştirilen görüntüler hep Israel karşıtı.

Bu şekilde, son bir yılda dünya genelinde Yahudilere karşı antisemitik saldırılar yüzde 30 artış göstermiş.

Doğrular sonuna kadar konuşulmadıkça, BDS media'yı Israel hakkında düşman propaganda için kullanmaya devam ettikçe, yanlız Israel değil tüm Yahudiler nefret kazanmaya devam edeceklerdir.

Basında göze sokulan başlıklarla insanları aynı yalanlara inandırmaya devam ettikleri sürece, üçüncü satırdaki nefret birinci sıradan kanlarına girmeye devam ederken, bizim  anlattıklarımızı yine sadece bizler ( Yahudiler )  dinleyeceğiz...  sadece kendimizi ikna etmekle kalacağız.

Bizi dinleyen  sadece bizleriz... geri kalan aynı yolda, aynı bakış açısıyla, aynı nefretle devam ediyor... Bu sorunun sadece  Filistinliyi değil, buradaki tüm halkları etkilediğini bilmiyorlar. Burada doğan, büyüyen nesillerin  Araplara eziyet etmek için yaşadıklarını zannedenlerle dolu bir dünyada yaşıyoruz.  Halbuki bu savaş bir şekilde iki tarafı da etkiliyor.

Aramızdaki tek farksa karşımızdaki insanları kullananlar bu durumun sona ermesini istemiyorlar. Çünkü bu savaşın bitmesi onların işine gelmiyor. Onları besleyen şey buradaki karmaşa...

Bu savaşın bitmesi için, Arapların, doğru kişiler tarafından yönetilmeleri gerekiyor. ( onlar nerede onu da bilmiyorum!!!)

Yolsuzlukla, sömürüyle, dini fanatizmİe, kendi içlerinde akılca,  maddi ve manevi  en aşağıda bırakılan bir toplumu kullanmak çok daha kolay. Bunlar düzelmedikçe, aklı başında insanlar  Arap toplumunun kendisi tarafından susturuldukça bu yerlere barış gelemeyecek!!!


25 Nisan 2022 Pazartesi

Sessizliği bozanlar

 

Geçen hafta yazdığım bir yazıda geceleri rahatlıkla sokaklarda gezen gençlerden, bayanlardan bahsettim. İsrael'e ilk geldiğim günlerden bugüne, gece bir çok defa sahile tek başıma indiğimi anlattım.

Liberal, demokrat, serbest ve belli bir aile kavramı üzerine kurulan bu ülkede, 1950'ler ve 60'larda insanların kapılarını kilitlemek alışkanlıkları bile yokmuş. Sanki herkesin evi herkese açık gibi bir alışkanlık çok yaygınken, kimsenin kimseden bir çekingesi yoktu o dönemler.

İlk seneler suç oranı neredeyse sıfırken, 60'ların başında başbakan olan David Ben Gurion'un bilindik bir sözü şuydu, "Israel'deki hapishane dolduğu gün bizim de diğerleri gibi bir ülke olduğumuzu göreceğiz!"

Bu genel güven kavramı aslında bizim kendi açımızdan hala geçerlidir. Tel Aviv'de, Rishon'da, Hertzeliya'da ya da Yeud'da gençler gecenin geç vakitlerine kadar sokaktadırlar.  Değişen şey yanımızda ya da kimi içimizde yaşayanların gittikçe artan huzursuzluğudur.

Bir seneden diğerine daha da yoğunlaşarak devam eden milliyetçi saldırılar,  yinelenen terör dalgaları, birbirinin arkasından gelen çatışmalar ve savaşlar bu rahatlığı gittikçe bozuyor.

Normal bir yaşam sürmek isterken, çözülemeyen Filistin sorunu bu sukuneti etkilemeye devam edeceğe benziyor.

Bu sabah, bu defa kuzey'de Lübnan'dan roket atıldı. Sirenlerin çalmadığı İsrael tarafında, roket açık alana düştü. Topçu birlikleri, roketin atıldığı noktaya karşılık verdiler.

Geçen gece de, yine Gazze tarafından Shderot şehrine üç roket atıldı.

Gazze'deki İslami Cihad grubu üyelerinin, Israel'e hafiften dokundurmalarına izin veren Hamas, şimdilik hafif bir çatışma ortamıyla yetiniyor. Olayın büyümesine izin vermese de, kendi bünyesinde bulunan diğer ekstrem grupların buralara ikide bir roket atmalarına göz yumuyor.

Ve son roketlerden biri, kendi sınırları içine düşerken, Gazze'de bir evin isabet alması sonucu aynı aileden 4 kişi yaralanmış.

Ramazan'ın başında, tüm gerginliğe rağmen Israel Hükümeti, Gazze'den buraya girişleri açarak, binlerce Filistinlinin Israel tarafında çalışmaya gelmelerini onaylamıştı. Fakat buna rağmen gerginlik durmadığı için, son roket saldırısının ardından Erez Çıkış kapısı 12.000 Filistinin girişine kapatıldı.

Buraya Filistinlilerin girememesi, Gazze için milyonlarca sekellik bir kayıp demek. Israel'in Filistin tarafının saldırılarına ekonomik darbeyle karşılık vermesi ya olayları teskin etmeye ya da herşeyi iyice alevlendirmeye yarayacak. Şimdilik, sessizliğe aynı şekilde cevap vereceklerini söyleyen Israel Hükümeti, roket atmadıkları sürece burada çalışabileceklerine dair işaret verdi.

Her Ramazan beklenen gerginlik aslında kimseyi şaşırtmıyor. Sanki sadece hükümet şaşırmış gibi!!! Ne yapacaklarını bilemez gibiler. Duruma pek hakim bir halleri yok!!

Polisi hedef alanlara plastik mermilerle cevap veren güvenlik görevlilerine molotov kokteylleri atan gençlerin amaçları bölgede huzursuzluğu alevlendirmek. Israeli içte ve dışta zor duruma düşürmek. Zaten, her zaman Ramazan ayının, çatışmalar için seçilmesi tesadüf değil.

Arada, içimizde yaşayan azınlık grupların çatışmaları da devam ediyor. 

Negev'de, Ra'at Bedevi Şehrinde,  geçtiğimiz gün güpegündüz iki düşman ailenin üyeleri şehrin merkezinde, ellerinde makineli tüfekler olmak üzere çatışmaya girdiler. Görüntüler korkutucu. İster Arap, ister Bedevi olsunlar, bu insanlar bu ülke sınırları içinde nasıl kendi yasalarıyla  etraftaki insanların hayatlarını tehlikeye atmaya devam edebiliyorlar??

İki gün evvel yine bu şehirde, yine bir silahlı çatışma sırasında genç bir kız yaralandı.

Israel Polisinin, Filistin Sorunu yetmezmiş gibi, bu tip mafia gruplarının saldırganlığına karşı da kararlı bir savaş vermesi gerekiyor.

Bugün Galil'de ya da Negev Çölünün ortasında birbirlerini öldüren serseriler yarın içimizde bize karşı  bir diğerlerine silah yetiştirecekler olabilirler. Çünkü meydana gelen son olaylarda bu insanların parmakları olduğu biliniyor.



 

24 Nisan 2022 Pazar

İnsan hafızası

Bundan bir kaç yıl evvel, 8-10 yaşlarındaki bir Amerikalı çocuğun ilginç hikayesini okumuştum. Bu hikaye, haber sitelerinde yayınlanmıştı.  İlkokulun ilk iki sınıfında mükemmel bir öğrenciyken, bir kaza sonrasi çocuğun tüm mental performansının nasıl değiştiği anlatılıyordu. Yaşadığı hafif bir kafa travmasinin sonucunda çocuk birdenbire. belirgin bir hafıza sorunuyla birlikte dikkat bozukluğu benzeri bir durum  geliştirmişti.  Mükemmel bir talebelikten okuduklarını zor hatırlayan, öğrenme güçlüğü çeken bir insan olmuştu birden

Bu haberi okuduğumda beynimde bir flaş çakmıştı o an. Çocukluğumda yaşadığım bazı zorlukların sebebinin  yaşadığım kuvvetli bir iki düşüşe ilgili olup olmadığı sorularına cevap bulamasam da aynı durum bende de meydana gelmiş olması mümkündü diye düşündüm yine de..

Beş buçuk yaşımda iken, adada koşarken hızla ağaca çarparak bayılmıştım. Yarı sersem, sürekli bir uyuklama halinde  geçirdiğim 24 saatin sonunda yavaş yavaş kendime gelmiştim. Sonuçta, benim kendime geldiğimi zannetmişlerse de belki bir şeyler aslında tamamen değişmişti beynimde.

"Post Concussion Syndrome" yani, Sarsıntı Sonrası Sendromu, genelde en fazla haftalar ve bazen bir kaç sene içinde düzelmesi beklenen bir problemse de, Tel Aviv Üniversitesinden Profesör Shai Efrati farklı bir şey anlatıyor,  son yaptıkları bir araştırmayla ilgili çıkardıkları makalede. Prof. Shai Efrati, Post Concussion Syndrome, olarak adlandırılan sorunun bazen kronik bir probleme dönüşebildiğini anlatıyor. Tel Aviv Üniversitesi  bünyesinde, hafif beyin travması geçirmiş 200 çocuk üzerinde yapılan araştırmalarda, dört çocuktan birinin, geçirdikleri travmadan seneler sonra hala sorunlar yaşamaya devam ettiklerini teşhis etmişler. Ve bir çok kez, minimal beyin travmaları yaşayan çocukların, geçirdikleri kazalardan sonra "dikkat sorunu" benzeri semtomlar yüzünden yanlış teşhisle Ritalin kullandırıldıklarını ve travmaya bağlı olan esas problemin gözden kaçırıldığı  ve bu yüzden yanlış tedavi uygulanıldığını söylüyor.

Çoğu kez, acile getirilen hafif travma vakaları daha sonra gözlemlenmeye devam edilmiyorlar. Ve kimi hastalar gelişirdikleri hafıza ve dikkat sorunlarıyla bütün bir yaşam mücadele etmek zorunda kalıyorlar.

https://www.sciencedaily.com/releases/2022/03/220323101226.htm

Aklıma yıllar evvel izlediğim ilginç bir başka olay geldi. Yine dokümanter bir programda,  genç bir kadının günlük jimnastiği sırasında yürüme bandında bir anda kuvvetli bir sırt üstü düşüşün ardından kafasını hızla yere vurması sonucu tüm hafızasının silinmesinin hayatını bir günden diğerine nasıl değiştirdiğini izlemiştim.  Uzun seneler sonra tekrardan görüştükleri bu insanın silinen hafızası yerine gelmemişti.  40'dan sonra yeni, yepyeni bir hafıza kaydıyla hayatına devam etmek zorunda kalan bu kişi, gündelik yaşamında yaşadığı zorlukları anlatmıştı.

Beynimizle ilgili çok fazla bilinmeyen şey mevcut. Bazen küçücük bir düşüşün insana neleri kaybettirdiğini hala daha tam olarak bilimiyoruz.

Geçtiğimiz günlerde, Üniversite'den bir arkadaşımla, uzun süreden sonra konuşurken, bana en son yazdığı kitabın bir kopyasını gönderirken yine de hafıza sorunlarından şikayet ediyordu.

Bu sefer sorun farklı sanırım. 50 yaşlarına gelen kadınların çoğundan duyduğum şey hep aynı. Yavaş yavaş başlayan hormonal değişimlerin en fazla etkilediği yerlerden biri de beynimiz. Bir anda bir çok kadın, Alzheimer geliştirmeye başladığını zannedebiliyor.

Yavaş yavaş başlayan unutkanlıklar, bir andan diğerine, ben bu odaya niye geldim?,  buz dolabından ne alacaktım?, ne diyordum?, bu kelime neydi?, o adamın ismi neydi?? gözlüklerimi nerede bıraktım?!!! soruları bitmedikçe bana bir şeyler oluyor diyenlerin sayısı hiç az değil. Bu konu bir çok ortamda gündeme gelirken, peri-menopoz ve sonrasında görülen klasik şeylerden bir de bunlar!!

Arkadaşıma,  merak etme dedim, tanıdığım bayanların yarısından fazlasından duyduğum şeyler bunlar!!

Ancak, sanırım, bu hafızadaki değişimleri çok olası kabul edip, bu konuyu olduğu gibi bırakmamamızda da fayda var!

Bizim evde, ailece en sevdiğimiz oyunlar, hep birlikte oynadığımız kimi hafıza oyunları oldu hep.

Kızım daha çok küçükken ona, "Rush Hour"diye bir oyun almıştık. En sevdiği oyunlardandı bu. Küçük kırmızı bir arabayı, önünü kapayan diğer arabaları, ileri geri iterek dışarı çıkarmak gerekiyordu. Bu oyunu sadece o değil, hepimiz oynamaya başlamıştık. Her defasında, arabaları farklı pozisyonlarda yerleştirmek kaydıyla yeni yeni durumlardan arabayı kurtarmak gerekiyordu. Daha sonra bilgisayarda da çıkmıştı bu oyun.

Rush Hour,  ilk kez tüm kutu oyunlarından ve tüm Puzzle'lardan nefret eden Gal'ín bile hoşuna gidiyordu. Geçen sene, evde geçirdiğimiz tadilat sonrası çöpe gittikten sonra, geçen gün bir yenisini aldım Gal'e. Yeniden istedi, ve biz de bu oyunla yeniden başladık sırayla oynamaya.

Bense, vakit buldukça zaten her zaman sorun yaşamış olduğum hafızam için sürekli bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Bu ara moda olan yeni bir oyun var. Herkesin ağzında olan "Wordle" diye bir kelime oyunu bu. Çocukluğumuzdaki, "MasterMind"oyununun, renkler yerine, harflerin yerlerini keşfederek, kelimeyi bulma oyunu. Zevkli denebilir. 

Bedenimiz gibi, beynimizdeki kasları da çalıştırmamız son derece önemli. İnsan bedeninde herşey yaşla beraber fonksyonlarını yavaşlatıyor. Kuvvetten düşmemek için, kaslarımızı çalıştırmamız ne derece önemliyse, hafizamızda başlayan düşüşü yavaşlatmak ve belli bir potansiyeli korumayı başarmak için, özellikle yaş ilerledikçe gösterilmesi gereken çaba çok daha fazla oluyor.

Son senelerde ömür uzadıkça, kimi seksen yaş sonrası ortaya daha sık çıkan hastalıklara da daha çok rastlamaya başladık. Bunlardan biri de hafıza kaybı, ya da demensia...

Ben her gün, Fransızca ya da İngilizce kelimeler öğrenmeye ve ertesi günlerde bunları hatırlamaya çalışıyorum. Telefon numaralarını aklımda tutmaya gayret ediyorum. Çocuklarımın ve tanıdıklarımın kimi ( nüfus gibi )  numaralarıyla, doğum günlerini falan zihnimden söylemek için çabalıyorum.

Ve artık yürüyüşlerimi hep farklı yollardan yaptıktan sonra, gittiğim güzergahı daha sonra beynimden yeniden geçiriyorum.

Hayat yaş aldıkça belki de çok daha zor oluyor bazı açılardan. Çocukken bazı şeyler çok daha kolayken en basit şeyler yaşlandıkça daha bir zor olamaya başlıyor. Ve yaşantı bir anlamda tam bir mücadeleye dönüyor. Belki de çoğu savaş azıysa sefa olan hayatın anlamı burada.


Bugün, Anadolu'da 24 Nisan 1915'te başlayan kıyımın yıl dönümü....

 

24 Nisan ve bir soru: “Geri bıraktırılmış”lığımızın tek müsebbibi emperyalizm miydi? – Ayşe Günaysu

Biz Türkiye’nin “geri bıraktırılmışlığı”nı savunurduk. Geri bıraktıran da kim olacak, emperyalizmdi. Soykırımın yok ediciliğinin bu “geri bıraktırılmışlık”ta oynadığı rol ilgi alanımıza girmedi. Üstelik “geri bıraktırılmışlığı” yalnızca ekonomik bir olgu olarak gördük, onun sosyal, kültürel, ahlaki sonuçları “Bağımsız Türkiye” sloganının gölgesinde kaldı.

24 Nisan’da ne oldu?

24 Nisan, Ermeni Soykırımı’nın başlangıcı ve tüm dünyada Ermeni Soykırımı’nı anma günü olarak kabul edilir.

Bundan 106 yıl önce 24 Nisan 1915’de zamanın Osmanlı toplumunun sanat, edebiyat düşünce ve kültür dünyasının en üretken temsilcilerinin de aralarında bulunduğu 220 İstanbullu Ermeni gözaltına alındı.

Önce, merkez cezaevi olarak kullanılan Mehterhane’ye, yani bugün Türk İslam Eserleri Müzesi’nin bulunduğu Merkez Cezaevi’ne, ertesi gün Sarayburnu’na götürülerek orada kendilerini bekleyen bir gemiye bindirilip Haydarpaşa tren istasyonuna götürüldüler. Oradan da Anadolu’nun içlerine doğru yola çıkarıldılar. Bir grup Ayaş’a, bir grup Çankırı’ya götürüldü. Ayaş’a götürülen 70 kişiden 58’i, Çankırı’ya götürülen 150 kişiden 81’i öldürüldü.

Bu vahşet bununla sınırlı kalmadı. Dönemin yöneticileri olan İttihat ve Terakki Partisi ve onun tetikçi örgütü Teşkilat-ı Mahsusa aracılığı ve yerel halkın katılımıyla İzmit’ten Eskişehir’e, Kayseri’den Sivas’a, Erzurum’dan Van’a, tüm Anadolu’daki Ermeni varlığına, bütün tarihsel, kültürel, ekonomik ve sosyal dokusuyla birlikte son verildi.

Ermenilerin sadece canlarına kastedilmedi. Mallarına, mülklerine, paralarına, hatıralarına, tarihlerine el konuldu.

Bir uygarlık, binlerce yıllık anayurdundan tüm izleriyle birlikte silinip yok edildi.

Ancak bu süreçte Yukarı Mezopotamya’nın en eski halklarından Süryaniler ile Pontus ve Küçük Asya Rumları da soykırıma uğramışlardır. Bunun ne demek olduğunu görebilmek için şu kadar basit bir gerçeği görmek gerek: Yirminci yüzyıl başında bugünkü Türkiye’nin bulunduğu topraklarda her beş kişiden biri, yani nüfusun yüzde yirmisi gayrimüslimdi. Soykırım yaşanmamış olsaydı basit bir hesapla bugün 16-17 milyon gayrimüslim halkla birlikte yaşıyor olacaktık.

Osmanlı’nın gayrimüslim nüfusunun uğradığı soykırım, dünyanın en başarılı soykırım inkârı sistemine, kurumsallaşmış, tabana yayılmış inkâr gerçeğine rağmen neyse ki aşağı yukarı son 20 yıldır çok sayıda çalışmanın konusu oldu ve henüz çok dar sınırlar içinde olsa da giderek çoğalan bir kesim tarafından bilinir oldu.

Ama soykırımın iktisat tarihinin konusu olması gereken çok önemli bir yanına ilişkin hatırı sayılır bir çalışma yürütülmedi. Çok önemli dediğim yan, soykırımın başını gayrimüslimlerin çektiği yeni yeni filizlenmekte olan verimli bir ekonomik hayata, canlı bir ithalat ve ihracatı içeren ticari ilişkilere ve gelişmekte olan imalat sanayiine vurduğu ağır darbe, ekonomik gelişim sürecine bıçakla kesilmiş gibi son verilmesi.

Evet, çok büyük bir servetin, mal ve mülkün, paranın el değiştirilmesi hakkında önemli çalışmalar var. Yok edilen gayrimüslim toplumunun gasp edilen zenginliği üzerine yeterli olmasa da araştırmalar yayınlandı. Hacimli, derinlemesine, ayrıntılı iki çalışma ilk aklıma gelenler: Uğur Üngör ve Mehmet Polatel’in, maalesef henüz Türkçeye çevrilmemiş kitabı Confiscation and Destruction: The Young Turk Seizure of Armenian Property (El Koyma ve Yıkım: Jön Türklerin Ermeni Mallarını Gaspetmesi) ve Nevzat Onaran’ın iki kitabı: Osmanlı’da Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1914-1919) Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi -I ile Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1920-1930) Emvâl-i Metrûkenin Tasfiyesi – II (Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2013). Konuyla ilgili elime geçmemiş başka çalışmaların yazarlarından affımı dilerim.

Rum ve Ermenilerin mal varlıklarının devasa boyutlarda el değiştirmesi, soykırım coğrafyasının her yerinde yerel Müslüman eşrafla birlikte sivil ve askeri bürokratik elitlerin büyük bir zenginliğe el koyması elbette ekonomik panoramada büyük bir değişikliğe yol açtı. Örneğin henüz okuyamadığım Ümit Kurt’un İletişim yayınlarından çıkan Antep 1915 Soykırım ve Failler kitabı bu süreci Antep özelinde anlatıyor ve Antep’te mikro düzeyinde nasıl ekonomik, toplumsal, kültürel dönüşüme yol açtığını ortaya koyuyor. (Bkz. https://kronos34.news/tr/tarihci-umit-kurt-abi-ne-ermenisi-yahu-antepte-ermeni-mi-varmis-dedim-gitmisler-dedi/) Ancak ben burada bir ayrım yapıyor, zenginliğin el değiştirmesiyle, işlemekte olan ticaret ve imalat sanayiinin varlığına son verilmesinin, birbiriyle bağlantılı ama sonuçları bakımından farklı süreçler olduğunun altını çizmek istiyorum. Mal ve para el değiştirdi ama aynı anda işleyen çarklar durduruldu ve bu da üretim biçimleri ve üretim ilişkilerinin doğal gelişme süreci kesintiye uğrattı. Soykırım mevcut ekonomik gelişme potansiyeline son verdi.

Geri kalmışlığın, solda sevilen deyişle “geri bıraktırılmışlığın” birincil nedeni soykırım

Konunun bu can alıcı boyutu hâlâ çalışılmayı bekliyor: Prekapitalist üretim ilişkilerinden kapitalizme evrilme, ticaret burjuvazisinin sanayi burjuvazisine dönüşümüne, dolayısıyla hatırı sayılır bir işçi sınıfının oluşumuna giden yolculuğa, bu gelişmenin lokomotif gücü olan gayrimüslim ticaret ve sanayi erbabının yok edilmesi sonucunda bir anda son verilmesi, bürokrasinin hakim olduğu bir toplumsal yapının kuruluşu ve bunun sonuçları yeterli ilgiyi görmedi, görmüyor.

Geç Osmanlı Dönemi’nde yurtiçi ve uluslararası ticaret, hızla gelişen manifaktür üretim biçimi, işlikler, sigortacılık, çeşitli meslekler ve imalat sanayii çok büyük ölçüde gayrimüslimler tarafından yürütülüyordu. Çetin Altan’ın ruhu şâd olsun, “Türkler üretmemişler, hazineden geçinmişlerdir” derdi. Çok büyük bir bürokratik yapı ve bundan geçinen, devlet maaşıyla bürokrasiye bağlanmış bir Türk nüfus. Yeni yeni filizlenen sermaye birikimine bir anda son veren soykırım ülkenin sosyo-ekonomik gelişiminin uğradığı ani kesintinin sonuçları Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına da damgasını vuracaktı.

Burada bir parantez açayım: Gayrimüslim toplumların batıyla yakın ilişkilerinin de rol oynadığı modernleşme, ekonomik canlanmayla birlikte büyük bir aydınlanmayı da beraberinde getirmişti. Bugün taşra olarak görülen Anadolu kentlerinde çok gelişkin bir Ermeni kültür ve sanat hayatı vardı mesela. Okullar, tiyatro salonları, onlarca günlük gazete, haftalık dergi, hatta mizah ve sağlık dergileri, tıkır tıkır işleyen matbaalar, evlerden yükselen piyano sesleri o dönemin Anadolu’sunun göze çarpan özelliğiydi.

İktisadi tarihin görmediği gerçek

Soykırımın kentsel, kırsal ve ulusal ekonomilerin dokusunu parçalaması, piyasa ilişkilerini yok etmesi ve yüzyıllar içinde oluşmuş ekonomik sistemleri kökünden söküp atması, böylece sosyo-ekonomik gelişmenin kesintiye uğraması tarihçilerin ve iktisadi tarihçilerin üzerinde durmadığı bir konu demiştim.

Günümüzün parlak tarihçisi Şevket Pamuk, Osmanlı’nın son döneminde ekonomik gelişmenin çekirdeğini oluşturan ticaret burjuvazisinin ve ticari mal üretiminin çok büyük bir bölümünün gayrimüslimler tarafından oluşturulduğu gerçeğinin tam da belirtilmesinin beklendiği bir zaman dilimini ele alan Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914 kitabını özellikle bu amaçla elime aldım. Ama Pamuk konuya hiç değinmemiş.[1]

Benim rastladığım, bundan ilk kez, ilk baskısı 1989 yılında İletişim Yayınları tarafından yapılmış Çağlar Keyder’in Türkiye’de Devlet ve Sınıflar kitabı bahsetmiş. Çağlar Keyder, ülkenin prekapitalist evreden kapitalizme geçiş ve sanayi burjuvazinin doğuşuna yol açacak gelişim sürecine soykırımla vurulan darbeden, o da geçerken ve soykırım yerine “ülkeden çıkarılması” gibi yumuşacık bir söylemle söz etmiş. Ama yine de belli ki durumun gayet farkında. Kitabında Çağlar Keyder, ilk bölümlerinde Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı arifesinde ticaretin ve ilk imalat işletmelerin başta İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde ama aynı zamanda taşrada gayrimüslimlerin elinde olduğunu kısa geçişler halinde bahsediyor ve sonucu şöyle özetliyordu: “1914-24 arasında Rum ve Ermeniler’in ülkeden ayrılması ve çıkarılmasıyla, Osmanlı burjuvazisi iktisadi, siyasi ve ideolojik kazançlarını kaybetti. Müslüman burjuvazinin güçsüzlüğü, bürokrasinin iktidarını korumasını ve devlet merkezli bir sosyo-ekonomik dönüşümü kontrol etmeye ve yönlendirmeye girişmesini mümkün kıldı.”[2]

Tabii Çağlar Keyder’in 1914-24 arası olan biteni soykırım olarak adlandıramaması, “soykırım”dan vazgeçtim, tehcir ve benzeri bir şiddet yoluyla yok edilmeyi bile ağzına almaması, “ülkeden ayrılması ve çıkarılması” şeklinde formüle etmesi bahsettiğim dünyanın en başarılı soykırım inkârının bir sonucu olarak dönemin atmosferini çok güzel yansıtıyor. Üniversite eğitimini Amerika’da tamamlamış bir iktisat tarihçisi olarak Keyder’in soykırımdan habersiz olması düşünülemez. Bildiği bir gerçeği dile getirmekten bu derece dikkat ve itinayla kaçınması ne kadar çok şey anlatıyor!

Çağlar Keyder, kitabının başka bir yerinde konuya şu sözlerle değiniyor: “Taşra burjuvazisinin büyük kısmının ülkeden çıkarılması, burjuvazinin yarattığı ve desteklediği büyük kültürel kazançları silip süpürmüştü. Doğmakta olan sivil toplum henüz meyve vermeden boğulmuş bir kez daha devletin katı hakimiyetinin her şeyin üstüne çıkması tehlikesi baş göstermişti.[3]Çağlar Keyder’in burada “sivil toplum” derken, kitabını okuyanlar daha iyi anlayacaktır, özel sektörü ve Osmanlı’nın karmaşık, yaygın devlet aygıtı dışındaki sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik yapıları kast ediyor.

Burada bir parantez açmak istiyorum. Gelişip serpilmekte olan ticaret ve imalat burjuvazisinin özellikle Ermeniler ve Rumların elinde olduğu doğru ama Ermeni ve Rum nüfusun en büyük bölümü Küçük Asya ve Yukarı Mezopotamya’nın geniş kırsal alanlarda yaşayan köylülerdi. Ayrıca üretim tesislerinde kitleler halinde Rum ve Ermeni işçi çalışmaktaydı. Yani Türk toplumuna öğretilen zengin gayrimüslimler stereotipi bir yalandan ibarettir. Sınıfsal farklılıklar ve çatışmalar tüm diğer toplumlarda olduğu gibi onlar için de geçerliydi.

Parantezi kapayıp devam edelim. Evet, geç Osmanlı döneminde kırsal kesimde yaygın gayrimüslim nüfusunun yanında ticaret ve yeni gelişmekte olan manifaktür üretim biçimi Ermeni, Rum ve az da olsa, özellikle ithalat ve ihracatta Yahudilerin egemenliğindeydi.

Anadolu kentlerinde sanayi ve ticaret

Stefanos Yerasimos’un Milliyetler ve Sınırlar kitabında şu bilgiye rastlıyoruz: “[…] Toplam 11.000 kişilik nüfusunun 5.000’ini Rumların oluşturduğu Samsun kentinde belediye meclisinin yedi sandalyesinden altısı Rumlara aitti, ticaret odasının yönetim kurulunda 4 Rum, 3 Ermeni ve 1 Türk, ziraat meclisinde de 6 Rum ve 2 Türk üye vardı.”[4]

Soykırımın bir çırpıda yok ettiği, gelişip evrimleşmesine olanak tanımadığı gayrimüslimlerin üstlendiği sanayileşme sürecinin mikro ölçekteki somut bir örneğidir Samsun.

Bugün “taşra” kenti olarak görülen Sivas’a bakalım. Meclis-i Mebusan parlak üyesi, yazar, hukukçu, soykırımda kafası taşla ezilerek öldürülen o olağanüstü Ermeni aydın Krikor Zohrab, Ermeni meselesine dair Avrupa kamuoyunu bilgilendirmek için Marcel Leart müstear ismiyle soykırımdan iki yıl önce 2013’te yazdığı, Paris’te yayınlanan Ermeni Meselesi kitabında Sivas’taki ekonomik panoramayı şöyle anlatıyor. Uzun bir alıntı pahasına okumakta yarar var:

“Ermeni unsurunun Türk Ermenistan’ındaki iktisadi gücü hakkında bir fikir vermesi için, olabildiğince kesin bir şekilde saptayabildiğimiz, Sivas vilayetine ait ticaret ve sanayi istatistiklerini sunuyoruz (Ek M).

Sivas vilayeti, tabir caizse, altı vilayetin en az Ermeni olanıdır; gene de, vilayetin ticari ve sınai faaliyetinin tamamını, neredeyse sadece Ermenilere borçlu olduğu görülmektedir.

Ticaret: İthalatta 166 toptancı tüccarın 141’i Ermeni, 13’ü Türk, 12’si Rum’dur; ihracatta 150 tüccarın 127’si Ermeni, 23’ü Türk’tür. 37 banker ya da sermayedarın 32’si Ermeni, yalnızca 5’i Türk’tür. 9.800 esnaf ve zanaatkârın 6.800’ü Ermeni, yalnızca 2.550’si Türk, 450’si de farklı milletlerdendir.

Sanayi: Yerli sanayi de aynı tabloyu sunar.153 fabrika ve un değirmeninden 130’u Ermenilere, 20’si Türklere, 3’ü (halı fabrikası) yabancı ya da karma şirketlere aittir. Fabrika ve un değirmenlerin tamamının teknik personeli sadece Ermenilerden oluşmaktadır. Buralarda istihdam edilen işçilerin sayısı 17.700’i bulmakta ve bunların yaklaşık 14.000’ini Ermeniler, 3.500’ünü Türkler, 200’ünü de Rumlar ve diğerleri oluşturmaktadır.”[5]

İstanbul ve İzmir gibi ticaret merkezlerinin uzağında olan Sivas’ta serpilip gelişmekte olan ticaret ve sanayi hayatının rakamlarla dökümü böyledir. Böyledir soykırımın bir anda yok ettiği, yok etmeseydi, ülkenin diğer yerleriyle birlikte manifaktür düzeyindeki imalat sanayiini gelişmiş sanayi üretimine dönüştürecek, prekapitalist kalıntıları yok edip sanayi burjuvazisi yaratarak kapitalist gelişmenin ve büyüyen bir işçi sınıfının oluşumunu sağlayacak olan ekonomik çarklar.

Bir başka Anadolu kentine gidelim: Kayseri.

Osman Köker’in editörlüğünde Birzamanlar Yayıncılık tarafından yayımlanan Orlando Calumeno Koleksiyonu’ndan Kartpostallarla 100 Yıl Önce Ermeniler Kitabı şöyle bilgiler veriyor:

20. yüzyıl başında Kayseri şehrinin 50.000’i aşkın nüfusunun üçte biri kadarı Ermeniydi. Doğallıkla çok sayıda kasabası ve köyü olan Kayseri şehir merkezi 17. Yüzyıldan itibaren Amsterdam ve Venedik gibi pazarlarda dahi söz sahibi olan Ermeniler ticaret kadar üretimde de ileriydiler. 1856 gibi erken bir tarihte Hasırcıyan Kardeşler’in kurduğu tekstil fabrikasında 300 dokuma tezgâhı vardı. Dericilik, halıcılık, tekstil, kuyumculuk gibi işlerde ileri giden Kayserili Ermenilerin dokuduğu halı ve kumaşlar dış pazarlarda da alıcı buluyordu.

Kayseri Ermenileri arasından hayırseverliğiyle tanınmış zenginlerin yanı sıra birçok ünlü mimamr, doktor ve aydın yetişmişti. Şehrin kültürel hayatı çok gelişmiş olup Ermeni tiyatro grupları ve basını vardı.[6]

Öldürdüğü Ermenilerin hayat sigortalarına da göz diken devlet

Zamanın metropollerine uzak şehir ve kasabalarda gayrimüslim meslek erbabının lokomotif gücünü oluşturduğu, ne kadar canlı bir ekonomik hayatın olduğunu çok farklı bir yerden de öğreniyoruz: Hayat sigortaları. 20. yüzyılın başlarında batılı büyük sigorta şirketleri, zamanın Elazığ’ında, Merzifon’unda, Amasya’sında, Sivas’ında, Kayseri’sinde on binlerce Ermeniye hayat sigortası yaptırmıştı. Bu tablo kentli Ermeni toplumunun gelişmişlik düzeyinin bir yansıması.

Osmanlı devleti katlettiği Ermenilerin zamanında yaptırdığı değeri çok büyük boyutlara ulaşan bu hayat sigortalarına da göz dikmiş, bu paraların devlete ödenmesi için çeşitli düzeylerde resmi girişimlerde bulunmuştu. Bu tüyler ürpertici gerçek, ilk olarak zamanın İstanbul’daki Amerikan Büyükelçisi Henry Morgenthau’nın anılarında karşımıza çıkıyor. Morgenthau, Talat Paşa’yla arasında geçen konuşmayı şöyle anlatır: “Bir gün Talat belki de o zamana kadar duyduğum en şaşırtıcı istekte bulundu. The New York Life Insurance şirketi  ve Equitable Life of New York yıllardan beri Ermeniler arasında yürüttüğü faaliyet oldukça büyük bir iş hacmine ulaşmıştı. Bu kadar çok insanın hayat sigortası yaptırması bu insanların para yönetimindeki başarılarının bir başka göstergesiydi. ‘Keşke,’ dedi Talat, ‘Amerikan hayat sigortası şirketlerini, Ermeni poliçe sahiplerinin tam listesini bize göndermeye ikna edebilseniz. Bu insanların hemen hepsi şu anda ölmüş durumda ve bu paraları alacak mirasçıları da kalmadı. Dolayısıyla bu paraların devlete intikal etmesi gerek. Şu anda devlet hak sahibi konumunda. Bunu bizim için yapar mısınız?’ Bu kadarı çok fazlaydı. Çileden çıktım. ‘Benden asla böyle bir liste alamazsınız’ diyerek ayağa kalktım ve odayı terk ettim.[7]

Talat Paşa ile Morgenthau arasında böyle bir konuşma geçtiğini, kitabın ilk baskısının yayınlandığı 1918’den bu yana bilen biliyordu da, konunun ayrıntılarının gözler önüne serilmesi için 1990 yılının beklenmesi gerekti.

75 yıl gizli tutulmuş arşivlerin bize anlattıkları

Amerikan Ulusal Arşivleri, bu konuyla ilgili dosyaların üzerindeki gizlilik kısıtlamasını 1990 yılında kaldırdı. 75 yıldır gizli tutulan bu kayıtlara erişim izni verildiğinde çok ilginç belgelerle karşılaşıldı.[8] Daha ilk araştırmada, 1922’de New York Life Insurance şirketinin Lozan’da İtilaf devletleri ile Türkiye arasındaki barış görüşmeleri devam ederken ABD Dışişleri Bakanlığı’na, Fransız La Compagnie L’union şirketinin Fransız Dışişleri Bakanlığına yazdıkları mektuplarda, ölümlerin Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçekleşen kitlesel katliamlardan kaynaklandığını, dolayısıyla sorumluluğun Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu, bu yüzden tazminatların Türkiye’ye ödetilmesi şartının Lozan Anlaşması’na dahil edilmesini talep eden mektuplar ve eklerindeki ayrıntılı belgeler ortaya çıktı. Ama mesela, daha da önemlisi, Osmanlı hükümetinin daha tehcir ve katliamlar sürerken 1916 yılında Dahiliye Nezareti’nin talimatı ve Ticaret ve Ziraat Nezareti’nin girişimiyle, ABD hükümetinden ve batılı sigorta şirketlerinden  poliçe sahiplerinin ölüm tazminatlarının Osmanlı devletine ödenmesini sağlamak amacıyla isim listelerini resmen talep eden mektupları, Morgenthau’nun tanıklığını doğrulayan, aklın zor alacağı bir gerçeğin kanıtlarını  ortaya çıkardı: Kendi vatandaşlarını ölüme gönderen, onların ölümünden sorumlu olan devlet, bir yandan onları yalnızca “tehcir” ettiğini, bir yerden alıp başka bir yere yerleştirdiğini iddia ederken, aynı anda, onların “ölmüş kabul edilmesi gerektiğini ve varislerinin bile kalmadığını” iddia ediyor, bu gerekçeyle ölümlerinden ve varislerine ödenmesi gereken doğan parasal haklarına el koymak istiyordu.

Son söz niyetine

Başa dönelim: Benim neslim iyi bilir. Biz Türkiye’nin “geri bıraktırılmışlığı”nı savunurduk. Geri bıraktıran da kim olacak, emperyalizmdi. Meselenin çok-boyutluluğunu, çok-katmanlılığını göremedik. Soykırımın yok ediciliğinin bu “geri bıraktırılmışlık”ta oynadığı rol ilgi alanımıza girmedi. Üstelik “geri bıraktırılmışlığı” yalnızca ekonomik bir olgu olarak gördük, onun sosyal, kültürel, ahlaki sonuçları “Bağımsız Türkiye” sloganının gölgesinde kaldı. Türk milliyetçiliği, kurumsal ve toplumsal ırkçılık, yabancı düşmanlığı, soyağacımızın gerilerindeki aile büyüklerimizin soykırımın neresinde durduğu kaygısı, üyesi olduğumuz çoğunluk toplumunun soykırımın inkârında oynadığı aktif rol o dönemin biz sosyalistlerinin konusu bile olmadı. Hatta bugün bile sosyalist literatür canlı bir ekonomik yapının, büyümekte olan imalat sanayiinin, sanayi burjuvazisine dönüşme potansiyeli sergileyen ticaret burjuvazinin başını çektiği üretim ilişkilerindeki gelişmeye soykırımla nasıl son verildiğine Çağlar Keyder kadar bile yer vermemeye devam ediyor. Ekonomik boyutun birçok diğer veçhelerinin yanı sıra işin bu yanı da araştırılmayı ve tartışılmayı bekliyor.
[1] Şevket Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadı Tarihi 1500-1914, İletişim Yayınları, 12. Baskı 2019, İstanbul

[2] Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 10.

[3] a.g.e, s. 67.

[4] Hırisanos Samuilidis, Mavri Thalassa, Khroniko Apo tin Traghodia tou Pontos, Atina, 1910, s.10. Aktaran Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar – Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu, Çeviren Şirin Tekeli, İletişim Yayınları Birinci Baskı 1994, İstanbul, s.354

[5] Marcel Léart (Krikor Zohrab), Belgelerin Işığında Ermeni Meselesi, Çev. Renan Akman, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015 , s.55.

[6] Osman Köker (Ed.) Orlando Calumeno Koleksiyonu’ndan Kartpostallarla 100 Yıl Önce Ermeniler, Birzamanlar Yayıncılık, 2. Baskı 2008, İstanbul, s.149.  

[7] Henry Morgenthau, Ambassador Morgenthau’s Story, Gomidas Institute, Londra, 2000, s.225.

[8] Hrayr S. Karagueuzian, Unclaimed Life Insurance Policies in the Aftermath of the Armenian Genocide, Armenian Forum Studies 2, No.2,  s. 1-55, © Gomidas Institute, 2000.  Internetten izini bulup peşine düştüğüm, elektronik ortama aktarılmamış olan bu makaleyi bana ulaştıran Londra’daki Gomidas Enstitüsü’ne teşekkürler.

Kaynak: Siyasihaber

21 Nisan 2022 Perşembe

İsrael'de bugün bayram kutlamak

Bu Pesahta burada yaşanan tüm gerginliğe rağmen bir çok kişi yurt  dışına seyahate çıktı. Dün yolda rastladığım komşum sordu,"Siz çıkmadınız mı bir yerlere? "Biz genelde sakin yaşıyoruz dedim.!" (!)

O an Gal'i arıyordum. Kendi başına çıktığı turdan bana telefon etmişti. Neredesin, beraber gezlim mi anne ?!! Komşum oğlunu buralarda gördüm derken...Gal telefona cevap vermiyordu o anlarda

Etrafta hiç olmadığı kadar gençten aileler, evimin 200 metre ilerisindeki Hayvanat Bahçesinden dönüyorlardı.  Bu bayram,  Harediler ve datiler diğer bayramlarda yapamadıkları bir şeyi yapabiliyorlar. Arabaya binmek. Yani bayramın ortasındaki diğer günlerde gezmek şansları var. Bu yüzden birden bire her tarafta,  hiç alışık olmadığınız kadar ortodoks Yahudiler görüyorsunuz biden. Hayvanat Bahçesi de, onların akın ettikleri yerlerden biri. Çocuklarıyla, bir iki, üç,  on.... kaç çocukları varsa....

Pusetlerle, yürüyerek, yanlarında peşi sıra gelen boy boy çocuklarla bu tip aktiviteleri kaçırmıyorlar Pesah'ta. 

Bizim mahallemiz genelde son derece sakindır ama bu günlerde birden etrafta yoğun bir trafik, gerçek bir bayram havası var. Biraz ilerimizdeki parkın belli noktasındaki, "barbekü" yapmak için ayrılmış alan da insan kaynıyor. Aileler öğlen vakti doldurmuşlar buraları. Pita'siz, sandwich'siz, matsayla yapılan "Barbekü"keyfi mi olur?!! deseniz de, aileleri birarada görmek yeter aslında!.

Ve sonunda oğlumu buldum. Üzerindeki füme rengi kot pantalonu, güzel T-shirt'üne rağmen memnun olmakta zorlanıyorum,  Gal ne bu sakal ya!!!   Her gün, yüzündeki o pis sakalı ( moda olsa ne yazar!!) kesmesi için yalvarmamın bir çaresi yok. Bak  temiz bir görüntün yok öyle, dememin de faydası yok! Otist insanlara toplumsal kaygılar adına da  bir şey yaptırmak mümkün değil. İyi görünmüyorsun, kızlar seni beğenmiyecek, yakışmıyor, hem düzeltilmemiş sakalla olmaz bu iş!!!  gibi sözlerin bir etkisi  yok... Çaresiz!! Boş verdim gitsin!!!

Arada havalar artık süper!! Güneş pırıl pırıl ama hala daha çok sıcak olmaktan uzak!! Geceleri yeterince ayaz olsa da  haziran sonuna kadar en ideal günler önümüzde. Piknik yapmak, denize gitmek, arkadaşlarla parklarda, plajlarda açk hava aktiviteleri organize etmenin mümkün olduğu ayları yakaladık sonunda. Temmuz ayına kadar, her anından faydalanılması gereken zamanlar şimdi.

Gelecek ay bizi bekleyen "Yom Atsmaut"a hazırlıklara da başlamışlar... Hayvanat Bahçesinin bitişiğindeki kocaman yeşillik alanın olduğu mekanda, her seneki gibi yine büyüüüük bir sahne kurulmuş. Yom Atsmaut!! Cumhuriyet Bayramı.

Karşıya geçtik,  sağımızda kalan aparmanların aralığından vizildayan rüzgarın sesi uzaklarda bir yerlerde başlayan sirenleri anımsatıyor bir an!! Kulağımı bu sese verirken ben, bir durum mu var diye  konsantre olmaya çalışıyorum. Gal de aynı şeyi farketmiş olacak ki birden panik halinde, "Ben eve gidiyorum !"derken koşar gibi ilerlemeye başladı birden evin yönünde!! . Anne sirenler duyuyorum bir yerlerden!!! Yok Gal, rüzgarın sesi seni yanıltıyor. Bak telefondan kontrol ettim, bir şey yazmıyor. Hem sonra, ilerideki çocuklara bak ne kadar sakin oynuyorlar!!

Geçen gece, Gazze'den İslami Cihad roket attı yine!!  Gazze çevresindeki kibbutzlarla diğer irili ufaklı yerleşim yerlerini hedef aldı. Tekrar demir kubbe sayesinden bir şey olmadı.

Ve dün gece yeniden sirenler vardı. Güneyimizde...

Gal, onun yanında biz bu haberleri açmasak ta bebek değil artık. Kendisi bir yerlerden takipte olanları. Huzursuz. Korktuğunu biliyorum. Olasılıklara onu nasıl hazırlarım düşünceleri de hep benim beynimde. Geçen çatışmalarda geçirdiklerini biliyorum!!

Sonunda bir şey olmadığına ikna oldu ve yürüyüşe devam etmeyi kabul etti.

Geçen akşam,  Rishon Le Tsion'da bulunan, bize beş dakika uzaklıktaki "Live Park"ta Israel'in en popüler, müzisyenlerinden birinin konserine gittik. Bizler ve bir arkadaşımla birlikte. Onlar da ailece geldiler. 

Kalabalıkta ilerlerken, girişte yapılan sıkı güvenlik kontroilünden geçerken, bu güzel ortamların hep bir şeylerin gölgesinde olduğunu düşündüm.

Konserine gittiğimiz genç adam, 34 yaşında, yedi çocuklu, çok şeker bir genç adam. Son senelerde, çok çok popüler bir şarkının ardından çıkardığı peş peşe şarkılarla kendini hızlı bir tempoda yenileyen bir şarkıcı bu. Israel'de adından en çok söz ettiren, çocukların, gençlerin, herkesin çok sevdiği birisi; Hanan Ben Ari.

Kafasında örgüden bir kipa olduğu halde bir o kadar,  her insana, her kavrama açık oluşu derin bir Tanrı sevgisi ve aile değerlerine bağlılığı, topluma verdiği insancıl ve manevi mesajlarıyla saygı uyandıran bir insan.

Bazı şarkılarını çok iyi bilirken bir çoklarını ilk kez konserde işitmek şansını bulduğum, enerjisi tükenmeyen, coşkulu temposuyla,  iki saat hoş bir zaman geçirmek için çok güzel bir fırsattı diye niteleyen arkadaşıma katılıyorum.

Müziğinde, Rock, pop, kimi hip hop öğelerle yahudi ezgilerini karıştıran bu sanatçının en güzel özelliği seyirciyle bütünleşebilmesi. İlk baştan konserine, sahnede değil, seyircinin orta yerine kurdukları piyanoyla başlamısının ardından, temposu hiç durmayan bir neşe dalgasına sizi çekerken, arada Tanrı'dan, Pesah'tan. çocuklarından, kendi kendinden daha iyisini beklediği babalık görevinden ve ailesinden anlattıklarıyla devam etti.

Ve benim aklımda kalan sözü de şu oldu en çok . "Biz normal bir halk değiliz!! Her normal halk bu geçirdiklerimizle, korkudan kapılarına üç beş kilit atarak evlerinden çıkmazdı, ama siz bir de bize bakın, binlerce insan bu gece beni dinlemeye geliyor. Kalabalık, tıkış tıkış, korkmadan. " Belki de tüm yaşadıklarımıza rağmen hala devam etmemizi sağlayan şey de bu!!

Ve son kez, Pesah Hagadda'sından bir bölümü söyledi. Her sene masanın çevresinde okuduklarımızın içinden bir alıntı der ki Tora'da; "Her nesilde, her dönem sana karşı kalkacaklar olacak ve Göklerdeki, Kutsal babamız bize yetişecek!!! 

וְהִיא שֶׁעָמְדָה לַאֲבוֹתֵינוּ וְלָנוּ
שֶׁלֹּא אֶחָד בִּלְבָד עָמַד עָלֵינוּ לְכַלּוֹתֵנוּ
אֶלָּא שֶׁבְּכָל דּוֹר וָדוֹר עוֹמְדִים עָלֵינוּ לְכַלּוֹתֵנוּ
וְהַקָּדוֹשׁ בָּרוּךְ הוּא מַצִּילֵנוּ מִיָּדָם





( Bunlar, Yahudiler'in Tora'sından  sözler...Tanrının bizim yardımımıza geleceğine inanmak ya da inanmamak..her insanın , her  "Yahudinin" kendi kişisel duygularıyla,  inancıyla ilgilidir. Bu ülkede yaşarken her gün ölenlere baktığımızda, tarihte milyonlarca insanımızın  sebepsiz yere öldürülmüş olduklarına baktığımda aklımdan geçen çok soru olsa da!!!)

Yeniden ve bir kez daha düşmanlarla çevrili olduğumuz coğrafyamızda, yaşadıklarımızı anlamayan dünyaya karşı sürdürdüğümüz mücadeleye çoğunluğun hısımla yaklaştığını görmek zor.

Uzaktan laf yetiştirenlerin,  Yahudi halkına hissettikleri karşıt duygulara karışan, zavallı Filistinli masallarını yutan ve yutmaya hazır olanların içlerinden çıkanlar büyük bir nefrete dönüşüyor.

(Dün gece yine sirenler vardı, güneyde!  Ne Yeruşalayim'de Al Aqsa'da olanları anlayan var.... gerçekleri anlatmak mümkün değil.. Eski şehirde,  otobüslere taşlarla saldıranları da bilmiyorlar!!)   

https://www.facebook.com/hnaftali/videos/522281699363679

https://www.facebook.com/hnaftali/videos/509442273992857









19 Nisan 2022 Salı

Putin (!) Israel'in Al Aqsa'daki hareketlerini kınamış

Geçtiğimiz gün, Putin,  Ramazan ayında Jerusalem'de bulunan Al Aqsa'da namaz kılan (?!)  Filistinlilerin dini vecibelerini yerine getirmelerine engel olan (!) güvenlik görevlilerinin  camiye saldırmalarını (?!) kınadığını açıkladı.

İlginç bir dünya'da yaşıyoruz. Bir kaç haftada, Ukrayna'nın güneydoğusundaki Mariupol şehrini aralıksız bombalayarak, şehir sokaklarını hayalet bir mekana döndüren, Mart Ayı başından bugüne 10.000'den fazla sivili katleden bu adam, gayet sakin Israel'i Al Aqsa'ya saldırmakla suçlayabiliyor.

Türkler ve Araplar, Israel'i Filistinlilerin haklarını çiğnemekle suçlarlarken, Filistinliler, son senelerdeki Ramazan saldırganlıklarının bir yenisini son günlerde bir defa daha tekrarlıyorlar.

Ekranlara yansıyan görüntüleri, zavallı insanların, haklarını ve canlarını korumak için verdikleri savaş olarak yayınlamaya devam edenler,  neden özellikle Ramazan'da buraların birden bire ateş topuna çevrildiğini tartışmayı düşünmüyor?

Kimse caminin içindeki ateşli silahların nereden geldiğini sormuyor?

El bombaları, molotov kokteylleri!! Neden caminin içinde böyle ateşli silahlar olsun diyen yok.

Geçtiğimiz gün Eski Şehirde, kendi hallerinde yürüyen üç Yahudi Ortodoksun üzerlerine saldırarak tekme tokat girişen Filistinlilerin neden korktuklarını sormuyorlar?

Madem bu ülkede Filistinli zulüm içinde yaşıyor. Madem burada bu insanlar kötü muamele görüyorlar, o zaman nasıl olurda, zulüm gördükleri ülkenin insanına bu şekilde rahatlıkla saldırabiliyorlar. Korku içinde yaşayan bir toplum onların yaptıklarını yapabilirler mi acaba?

https://www.facebook.com/hnaftali/videos/509442273992857

Kimse bu soruları sormuyor. Niye sorunlar ki???

Ben Türkiye'de azınlık olarak yaşamış bir insan olarak, haddimi aşacak bir kelimeyi bile ağzımdan çıkarmaktan çekinirdim, çünkü belli bir korkum vardı. Sonuçta yaşadığımız topluma en ufak bir düşmanca harekette bulunmuş olmamamıza rağmen, kendi hakkımızı savunmak adına bile konuşmaktan çekinirdik çünkü o devletin yasaları önünde diğerleriyle aynı özgür haklara sahip olmadığımızı bilirdik.

Eğer Filistinliler bu derece korku içinde yaşıyor olsalardı, hakları tamamen ellerinden alınmış insanlar olsalardı ve  başkalarının anlattıkları şekilde bir zulüm yapan bir devlet olsaydı karşılarında böyle baş kaldırabileceklermiydi???

Böyle davranıyorlar çünkü kolay kolay korkmuyorlar!!!

Son günlerde İsveç'ten dünyaya kimi görüntüler yansıyor. Bazı Müslüman fanatikler, Kuran'ın kopyalarının kimi Neo Nazi gençler tarafından yakılmasına  tepki olarak, onlara kucak açan, onlara maaş veren, onları besleyen, iş veren, sağlık sistemlerinden faydalanmalarını sağlayan dünyanın en büyük refah ülkelerinden birinde yaşamak imkanı verenlere karşı, bu ülkenin dükkanlarını, araçlarını yağmalamaktan çekinmiyorlar. Topraklarına kabul edildikleri ülkedeki özgürlük ve insan hakları adına, bu menfi olayı adam gibi protesto edeceklerine her tarafın altını üstüne getiriyorlar.

İsveç'te olan olaylarda, fanatik müslümanların etrafa saldırılarını kınayacaklarına, Türk Hükümeti, Neo Nazilerin davranışlarının, İslam fobisini tetiklediği şeklinde, İsveç'i suçlamaya getirmiş. 

https://www.aa.com.tr/en/turkey/neo-nazi-movements-lead-to-increased-islamophobia-turkish-foreign-minister/256738

Kutsal bir kitabın yakılışı,  o ülkenin insanlarına karşı vandalizm'le cevap vermelerine vesile oluyor. ( Yakmışlarsa ne olmuş diyemeyecek kadar farklı bir anlayışa sahip bu insanlar!!)

Müslüman radikallerin, onlara din ve konuşma özgürlüğü verilmediği yerlerde, mesela Çin'de aynı şeyleri yapmalarını bekleyebilirmiydik acaba??

Ve Müslüman ülkelerin radikalleri koruyucu tepkileriyse dindaşlarının vandalizmlerine çanak tutmaya devam ediyor. 

Nasıl ki, Ürdün Başbakanı, Israel'de Al Aqsa'yı Israel'e karşı koruyan Müslümanların hareketlerini desteklediğini açıklaması da buna ayrı bir  örnektir!!

Ben de azınlıktım!! Ama  İstanbul'da Neve Şalom sinagoguna taşlar stoklamadım. Bizler molotov kokteylleriyle sinagogun dışına taşmadık, etrafa saldırmadık, kimsenin güvenliğini tehlike altına atacak hareketlerde katiyetle bulunmadık. 500 yıl boyunca sessizce dua ettik. 

Jerusalem'de,  aynı mekanda, Arapların yanında diğerlerinin de kendi dinlerini sükunet içinde yerine getirebilmelerini sağlamak, Al Aqsa'nın hemen bitişiğindeki Ağlama Duvarında, Pesah için duaya gelen binlerce Yahudinin güvenliklerini temin etmek için burada bulunan polislere kocaman taşlarla, molotov kokteylleriyle saldıranları masum göstermek çabalarına kim katılıyorsa kınıyorum.

Aynı yerde kendi inançlarını çerçevesinde dua eden başka dinden insanları hedef alanlara bu yerleri teslim etmemizi isteyen dünya'yı da kınıyorum.

Ramazan Ayını, kendi kutsal günlerini,  kendilerini acındırmak için, provokasyon yapmak için  kullananları kınıyorum.

Bu ülkede barışın gelmesine engel tüm radikal hareketleri kınıyorum.



18 Nisan 2022 Pazartesi

Geçtiğimiz haftalarda yeniden  Negev'de patlayan silahlar vardı.

Son yıllarda Arap çetelerinin aralarındaki hesaplaşmaların dozu gittikçe artarken, Negev'deki Bedevi yerleşim yerlerinden geçen çevre yolları atış alanlarına dönüşürken çoğu kez, bazen de Yaffo'da, Yeffet Ceddesinde gecenin bir yarısı yine gençten bir Arabın yoldan geçen (!)  bir ( başka Arap) motosikletlinin hedefi olduğunu duyuyoruz zaman zaman ve yeniden ve bir defa daha!!

Ülkenin en sancılı bölgelerinden biriyse  Negev. Çölün ortasında, dağınık halde kurulu olan çoğu Bedevi yerleşimleri suçun, mafia'nın, silahların konuştuğu kasabalar, köylerle dolu...

Göçmen ruhlu insanların, kanunlara, yasalara uymakta zorlandıkları yaşam biçimleriyle bugünkü modern hayata adapte etmeye zorlanan Bedeviler hala daha çöl kanunlarıyla yola devam ederlerken, Israel'in ortasında bambaşka bir kültürü oluşturuyorlar.  Kimi Bedeviler, yine Negev'de bulunan yasal yerleşimlerde yaşar ve bu ülkede asker ve polis olurlarken, aralarında bir çokları, kanunsuz büyüyen yerleşim yerlerinden çıkan gençler gasp ve silahların konuştuğu grupların içine çekilmekteler.

Negev'de,  alt yapısı olmayan, yasalara karşı kendi kurallarıyla istedikleri yerde, istedikleri şekilde ( izinsiz ) inşaa ettikleri derme çatma evlerle oluşturdukları kimi düzensiz yapılarda, kendi yasalarıyla yaşayan binlerce insan var. Bu bölgelerden çıkanların tehtid ettiği şehirlerin başındaysa Beer Sheva geliyor. Arap mafiasının tehtid ettiği yerleşimlerdeki insanların huzurları gün geçtikçe daha çok bozulurken, silahlı gasp olayları artık günlük bir rutine dönüşmeye başlarken, Israel Polisinin bugünlere dek nerede olduğunu soruyorsunuz kendinize!! 

Bedevilerin içinde azımsanamayacak bir grup,  Israel'in güneyindeki çöllerde büyük bir problem oluşturuyorlar.

Negevín kendilerine ait olduğunu söyleyen bu gruplar, aynı bölgedeki bir kısım toprakları ağaçlandırmaya açmak isteyen Devletle çatışıyorlar.

Geçtiğimiz haftalarda basına yansıyan son olaylardan biri de, Bedevi Mafiasının, yine kendi yerleşimlerinden birinde bir cafeteria'yı, bünyesinde garson genç bayanlar çalıştırdığı bahanesiyle silahlarla basmaları oldu.

2022' nin başından beri 22 Arap, aralarındaki hesaplaşmalarda öldürülmüşler... (19.04.22 Jerusalem Post'n haberinde yazıyor)

Eğitim seviyesinin düşük olduğu, bulundukları ortamın onlara gelecek temin edebilecek en ufak bir umut vermediği bu toplumun içinden çıkan gençler için en olası şey çetelere katılmak oluyor.

Ve daha da kötüsü, Israel'de, toplam 300.000 yasa dışı silah ve cephaneye sahip olan grupların  kendi aralarındaki çatışmalar bir tarafa, aynı gruplardan çıkan kimi İslamcı Radikallerin yine aynı silahlarla Cihad adına masumları hedef aldıkları bir akımın içinde de olabilirmiyiz acaba?

Geçtiğimiz haftalardaki iki teror saldırısı, Um El Fahem, şehrin bünyesinde büyüyen kişilerin eylemleriydi.

Israel Polisi  bu yasa dışı oluşumlara bu kadar sene göz yummasaydı bugünkü durumlara gelmezdik sanırım.

 

                                                                                                                                            15.04.2022

Ülkemizde ve dünya'da son durumlar...

Bugün Cuma...Bu akşam hem Şabbat, hem de Hag... Yani bayram...

Bu sabah köpeğimi indirdiğimde, sokaklar bir kez daha  sessizlik ve sükunet içindeyken, yaşam hala 20 yıl evvelki gibi geldi bir an.  Dün ve bugün hiç bir şey değişmemiş gibi. Yolumun üstünde, bir kez daha  ağaçlar çiçek açmışken onlarca yıl evvelki güzelliği yansıtıyorlardı.. Bir kez daha köpeklerini gezdirenler ve yeniden hava almaya çıkmış yaşlılar ve alelacele koşturanlar vardı... o an sadece bulunduğum noktaya, mahalleme, o anki atmosfere bakınca dünya ne kadar sakin ve güzel bir yer diyebilirdim ben (?) !!!

                                                                                                          Bu sabah

Halbuki gerçekler ne kadar farklı...sokağımızın tüm sessizliğine rağmen bir yerlerde insanlar hiç durmadan savaşıyorlar. Hatta hemen buralarda, yakınlarda ve uzaklardqa bir yerde,  hatta Avrupa'da!

Son haftalarda Ukrayna'da bombalanan evler, yok olan şehirler var.. 

Savaş tüm dünyayı bir şekilde etkiliyor.  Hatta düne kadar birbiriyle olası bir çözülmeye gidebilecek Avrupa yeniden " birlik"  olmanın önemini anlıyor.

Rusya'nın girdiği şehirlerin arkasında bıraktığı yıkıntılar yürekleri parçalıyor... 

Ne yalan söyliyeyim, kimi şehirlerin isimlerini  bu savaşta öğrendim.  Bu yerlerde yaşayan milyonlar evlerini terk ettiler hep....doğup büyüdükleri mahalleler, marketler, okullar, ofisler, spor salonları,  otobüs istasyonları.... şimdi yoklar!!!. Geriye hayalet şehirler kalmış. Binlerce ölüyle birlikte!!!  Hiç bir suçları olmadığı halde, kimi Rus askerlerinin hışmından kaçamayan masum insanların cesetleriyle dolu caddeler.

Bunca yıkımın getirdiği beklenmedik bir savaşla,  Rus tehlikesini düne kadar hayal bile etmeyenler bir anda  yanlarında kopan fırtınayla ilk kez Nato' nun himayesine girmek için kuyruğa girdiler... Finlandiya, Isveç...

Şu anki durumda dünya bir dönüm noktasında....

Bizim kendi açımızdan da yine karmaşa var buralarda. Üçüncü İntifada' ya doğru mu gidiyoruz soruları tartışılırken, media bazen üzerine düşenden bir adım ötesine giderken,  haber progamları, haber sitelerindeki başlıklar ve öne sürdükleri iddialar bile bazen ortalığı daha fazla ayağa kaldıracak potansiyeldeler. (!!) 

Ama tüm bu sorunlara rağmen, Israel başka yerlerde rahatlarını kaybeden Yahudilerin seçeneği olmaya devam ediyor. 

Buraya duydukları sevgi ve alakalarına rağmen,  bir çokları için son çare olarak düşünülen Yahudi Devleti, en karmaşık günlerde bile yeni göçmenleri toprağına  kabul etmeye hazırlanabiliyor.

Ukrayna'dan  gelecek 10 binlerce yeni göçmen bu ülkenin çehresini değiştiren kültür salatasına yeni eklenecek vatandaşlar olacaklar.

Ve onlara dahil olacak bir başka olası göçmenler de bu defa belki de Fransa' dan...

Geçen Pazar, ilk turu tamamlanan seçimler sonrası ortaya çıkan kısmen belirsiz tablonun, 24 Nisan'da yapılacak ikinci turda nasıl sonuçlanacağını göreceğiz.  Ya Macron ya da Le Pen..

Biri tam bir demokrat ( Israel'e karşıysa her zamanki klasik Fransız dış politikasını devam ettirenlerden !) Le Pen se,  orta sağ ya da sol kanat tarafından,  radikal çıkışları ve aşırı nasyonalist çizgisiyle bugünkü Fransız demokrasisine zarar verebileceğine inanıldığı,  karizmatik, güçlü bir lider! ( Merkez, Orta Sol ve Liberal Emmanuel Macron'un aldığı %27.8 oya karşı %23.1 oy alan Muhafazakar Le Pen) 

Politik hayata babasının partisiyle (FN'le) adım atan, ancak zamanla babasından koparak babasından devraldığı partinin çizgisini kısmen yumuşatarak partisinin popularitesini yeterince arttırsa da, bir çolarına göre hala yeterince tehlikeli. Marine Le Pen babası kadar antisemit olmasa da,  Yahudilere pek yakın olmadığını belli ederken, bazı grupları ülkesinde istemediğini sıkça  takrarlayan  Marine Le Pen' le birlikte,  kendisi de Kuzey Afrika kökenli bir Yahudi olduğu halde yine ekstrem milliyetçi fikirlerle öne çıkan  (?!!)  Eric Zemmour da kampanya boyu kendisinden bir hayli bahsettirdiği halde, bu iki uç partiden RN'yi (Le Pen'i ) seçenler çoğunlukta oldular.

Sonuçta seçimlerde kendilerine yakın olanı seçmeyi tercih edenler çoğunluk olunca  Zemmour %7 oyla yetinmek zorunda kaldı.

Le Pen'in Fransa'nın özüne ve kültürüne sahip çıkmak için elinden geleni yapacağına inananlar ona oylarını verdiler.  Günümüz dünyasının getirdiği yeni şartlarda, diğerlerinin tam tersine, Fransız Demokrasisini esasen onun daha iyi koruyabileceğini düşünenler, toplumun  özünü kaybetmekten korkan ve bunu muhafaza etmek gerektiğine inananlar oylarını Marine Le Pen'e verdiler.  

Dünyanın en büyük üçüncü Yahudi nüfusunu barındıran Fransa'dan bu sefer belki gerçekten göç etmek zorunda kalabileceği günleri görüyor buradaki Yahudi Cemaati.

Le Pen'in seçilme ihtimali, bu liderin, Kaşerut kuralları, sokakta kipa ve benzeri yahudi sembolleri taşınması ve  Brit Mila' ya karşı duruşu, yüzde yetmişi Kuzey Afrika kökenli olan gelenekçi dindar Yahudileri kara kara düşünmeye itiyor.

Eğer yarın Fransa, kendi geleneklerinden olmayan kimi alışkanlıklara dur demeye karar verirse kimi dinlerine çok bağlı Yahudilerin fazla bir seçenekleri kalmayacak!  Fransa sadece "kendi kültürel" mirasını yaşatmaya karar verirse bu karara saygı duyarak (!) valizlerini toplayıp o ülkeyi terketmek zorunda olacaklar.

( Geçmişte benzer durumlarda insanlar ya giyotine giderler ya din değiştirirlerdi.) 

Bugün kimse giyotin uygulamayı düşünmese de eğer sonuç Le Pen'den yana olursa sizden onlara ters düşen geleneklerinize dur diyenlere ya boyun eğmek zorundasınız ya da ülkelerini terk etmek. Yani ya Fransız gibi yaşayacak  ya da belki de gitmek zorunda olacaksınız!

Demek ki demokrasi de sonsuz değil. (!)

Bence geleneklerine çok bağlı bir Yahudinin zaten  Israel dışında yaşamasını anlamak zor!! 

Neyse, bugün de aklımdan geçenleri yazdım...

Dilerim yine beraber kutladığımız bu anlamlı günler herşeye rağmen birbirimizi biraz daha yakından tanımaya çalışmamız için bir yol olsunlar. Pesah ya da  Paskalya... Bayramlar, huzurla ve sevinçle geçsin. Birbirimizi daha iyi anladığımız bir dünya olsun! Nefret bitsin!!!

Yeniden Hag Sameh...ve Mutlu Paskalyalar!!