TÜRKİYE'DE BİR YÜKSEK ÖĞRENİM KURUMU
1988 Yılının yazında bir lise arkadaşımla birlikte kaydımı yapmak üzere gittiğim Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu binasını Harbiye Sokaklarının arkalarında bir yerlerde aradığım günü hiç unutmam.
Öncelikle ilk tercihim olan Psikolojiyi matematik puanım yetmediği için kazanamadığım halde Gazetecilik okumanın benim için hiç te kötü bir fikir olmadığından emindim; çünkü çocukluğumdan beri bazı şeyleri öğrenme merakım yüzünden sık sık ansiklopedileri karıştıran biri
olduğum için sanırım ayrıca haber ve habercilik gibi alanlara ilgim yeterince fazla olduğu için . " Aslında hiç te kötü olmamış ! " diye düşünüyordum o gün...
Notre Dame de Sion'un bir arka sokağından aşağıya doğru ilerlerken ;
" Şu daracık sokak arasında nasıl üniversite olabilir ki ! " diye düşünüyordum
Etrafta gördüğümüz bitişik evlerin çoğu iki üç katlı iken o dar sokaklara bir yüksek eğitim kurumunu nasıl sokmuş olacaklarını kafam almıyordu..
Ölçek Sokağın sonundaki merdivenlerden aşağı indikten sonra etrafıma şaşkın şaşkın bakarken arkadaşım, işte bak burada diye parmağıyla okulu işaret etmişti. Arkamda kalan dört katlı , gri duvarları ve büyük pis camları olan fabrika bozması binaya bakarken , " Hani nerede? " dedim? Arkadaşım baksana şu bina ! Üzerinde Marmara Basın Yayın Yüksek Okulu yazıyor.
Ben binaya şaşkın şaşkın bakarken , Ben şimdi gazetecilik mesleğini, bu ciddi mesleğin eğitimini bu çarpık binada mı alacağım diye düşünmeye başlamıştım bile.
Türkiye'de hiç bir zaman bir kamu binasının , bir devlet okulunun göze hitap etmediğini, modern ve çağdaş bir görüntü sergilemediğini çok iyi bildiğim halde bu kadarı yine de beni şoke etmişti..
İlkokuldan sonra hep özel okullarda okumuştum. Bu okullar paralı olmakla birlikte belki bugünkü lükse ve donanıma sahip değillerdi o zamanlar ama o tarihi değeri yüksek binalar en azından temiz ve insan gibi bir ortam sunuyorlardı öğrenciye.
Bir an ilkokulumu anımsadım; o okulun içindeki tualetler aklıma geldi, her taraf su içinde olurdu ve dehşet kokardı..
Neden Türkiye'de insan gibi yaşamak için ya da insan gibi hizmet görmek ya da doğru dürüst bir eğitim için hep paranın getirdiği imkanlara sahip olmak gerekiyordu?
Bina'nın kapısından içeri girdiğim zaman iyice bunalıma girmiştim..
O güne dek bir kaç kez İstanbul Üniversitesinin Beyazıt Kampüsünden geçmişliğim olmuştu.
Bu kampüs te insana yaşam sevinci veren cıvıl cıvıl bir bina olmamakla beraber tarihi yapısıyla görkemli durusuyla en azından bir üniversite karakteri çiziyordu..
O an kapısından girdiğim bina ise hiç bir yakıştırmaya uymayan kişiliksiz , bakımsız, tüm hijyen şartlarından uzak bir haldeydi. Bu çağdışı, köhne binada yüksek eğitim görecektim..
Herşeyi anlıyordum, belki yer sıkıntıları vardı, şimdilik bu binada eğitime devam ediyorlardı, peki ya en temel şey " temizlik ", neden bu da yoktu?
Toz toprak kaplı tuğlaları olan giriş katının hemen solunda dar merdivenlerden bir üst kata çıktık, sekreterliği arıyordum, yıllardır boya görmemiş olduğu belli olan duvarlar ayakkabı tabanlarının izleriyle kaplıydı. Resmen korkunçtu..
Gerçekten moralim bozulmuştu. İnsanı kendine davet eden en ufak bir şey yoktu bu binada..
Belki içinde verilen eğitim önemli diye düşünsede insan imkanlar belliydi..
Ezberciliğin tek düze devam ettiği bir eğitim tekrardan beni bekliyordu, uygulamanın sıfıra yakın olduğu bir öğrenim kurumu daha.. Gazetecilik eğitimi veren bir yüksek öğrenim kurumunda olması gereken en temel imkanların dahi bulunmadığı bir okuldu burası.
Buna verilecek en basit örnek, öğrencilerin basabilecekleri bir gazetenin basım imkanlarının bile bulunmaması idi.
İkinci kata çıktım, sekreterlik orada da değildi ama tualetlerin orada olduğu açıktı, çünkü bütün katı saran leş gibi koku sayesinde tualetlerin yerini sormaya gerek bile yoktu.
Üçüncü kattaki sekreterliğe girdiğimde karşıma çıkan sekreterler görevlerini yapmaktan hiç te memnuniyet duymayan bir havadaydılar..
O gün orada o suratsız kadınlar okula kaydımı yaptılar..
Üniversitenin ilk günü kocaman tozlu sınıflarından birinde başlayacak ders için bir tarafında küçük masası olan tahta sandalyelerden birine iliştim. İlk gün hangi derse girdiğimi anımsamıyorum.
Etrafıma bakarken öğrenciler arasında toplumun çok farklı kesimlerinden kişiler gözlemledim. Anadolunun çeşitli yerlerinden gelen farklı insan manzaralarıyla karşılaşmak mümkündü.
Kızların çoğu modern görünümlüydü. İşte o ilk gün o ilk dersin ortalarında birden bire binanın sallanmaya başladığını hissettim. Cok tuhaftı. Yanımda oturan kişiye " Deprem mi oluyor ? " anlıyamadım derken, çocuk " Yok dedi, binanın Dolapdere girişi olan ilk iki katı fabrikadır bu yüzden makineler çalıştıkça bina biraz sallanıyor sanırım " demişti.
İlk günler derslere tüm bunaltıcı duygularıma rağmen girmeye özen gösteriyordum; en sıkıldığım derslerden biri yıllardır lisede okuduğumuz İnkılap Tarihi idi . Fakat onun dışında Siyasal Bilimler, Toplum Bilim gibi ilginç dersler de vardı.
Zaten bir süre sonra günde bir ya da iki saat okula gitmeye başlamıştım..
Bundan fazlasını psikolojim kaldırmazken benim için üniversite hayatı haftada girdiğim beş on saatlik dersler dışında sınavlara yakın toparladığım ders notlarıyla birlikte kitaplara gömülmenin dışına çıkmıyordu.
Okulun yanındaki sigara dumanıyla kaplı küçük bir kafeteria dışında ise sosyal hiç bir faaliyet mümkün değildi..
Fakat o izbe binada çok yakın arkadaşlıklar kurdum.
Etrafına dikkatli bakan biri olmadığım hatta gören kör cinsi biri olduğum için insanlar beni tanırken ben kolay kolay simaları hatırlamam.. Bir gün ufak tefek, kumral güler yüzlü bir genç kız yanıma geldi, " Afedersiniz siz Saint-Benoit'lisiniz değil mi diye sorarken ben o kişiyi ilk kez gördüğümden emindim O gün o konuşmamızın ardından bir daha hiç ayrılmadığım arkadaşlarımdan biriydi Hale .. Ders araları yavaş yavaş kaynaştığım Aynil, Emine ve Tuna bugüne dek çok sevdiğim dostlarım..
Üniversite yıllarında Aynil sayesinde girdiğim Turizm acentesinde başladığım günlük şehir turlarıyla değişen hayatım Üniversite eğitimiyle birlikte daha renkli bir yaşamın başlangıcı olmuştu benim için..
Batya R. Galanti