31 Mayıs 2016 Salı

 03/06/2016


                                           
                                     EĞİTİMİN BAŞI SEVGİ


Bir haftadır geçmeyen nezlenin ardından oğlum  Salı akşamı birden ağır ağır nefes almaya başlayınca doktoruna götürdüm ve tabi her zamanki gibi buhar tedavisine başladık.. Okula gidemeyişinin ikinci gününde öğretmeni aradı " Gal nasıl ?,  Durumu anlattım.  Dün sabah öğretmeni bu kez sınıf arkadaşlarıyla beraber tekrar telefon açıp Gal'e " Bir an önce iyileş " mesajlarını ilettiler. Telefonu kapattıktan sonra oğlum bana  gülümseyerek " Anne hasta olmanın iyi bir tarafı var biliyormusun " dedi;  " Öğretmenin ve arkadaşların seni arayıp bu şekilde sevindiriyor...Peki seni de ararlarmıydı hasta olduğun zaman?

" 'Hayır oğlum beni aramazlardı!"...

Bizde  hasta olduğumuzda kimse aramazdı... Öyle bir gereksinim duyulmazdı. Çünkü eğitim ve öğretim anlayışı bugün burada şahit olduğum anlayıştan çok uzaktı. Hiç bir yönden mukayese kabul etmeyecek kadar değişikti.

Okulu sevmeyi çok istedim aslında.  Hayat boyu içimde, yüreğimin derinliklerinde bir yerlerde okul ve öğrenim sevdası olmasaydı belki daha ortaokulda iken okulu terketmiştim..

İlkokul sıralarından talihsiz başlayan okul maceram sonuna kadar ağır aksak gitti. Sebepleri zaman zaman kişisel de olsa Türkiye geneli açısından  öğrenim sürecinin çocuklar için neyi ifade ettiğine baktığımda, en azından benim dönemimde bu yoldan geçenlerin içinden bir çoğunun okula güle oynaya gitmediklerinden eminim..

Sevgiden, destekten ve özveriden uzak bir eğitim sistemi içinde yetişmiş olmak bence ben ve benden önceki nesillerden gelenler için çoğu zaman bir sorundu.

Oysaki bir toplumu ileri seviyelere götürmenin ilk şartlarından biri çocuklara doğru temeller üzerinden bir hayat yolu çizmek değil mi?

Peki bu temeller nedir?

Bence bir nesil yetiştirmenin ilk temel şartlarından en önemlisi " sevgi" dir.

Çocuklar çiçektir deyip  korku toplumu yaratanların sonradan acaba biz neden ilerlemedik diye sormaya hakları yoktur bence..

Türkiye'de insanlar ilk çocukluk yıllarından itibaren sindirilirler.  Bu en azından yirmi yıl evveline kadar böyleydi. Hoş bugünkü Erdoğan Hükümetiyle Türkiye'de bazı şeylerin daha iyiye gitmiş olacağını düşünmek komik olur sanırım.

Toplumun her alanında korku ve sindirmek hakimdi..

Bu en temel eğitim olan ilkokuldan başlayıp eğitimin tüm kademelerinde bu şekilde devam ederken, sistemin tümüne yansıyan şahsiyetsiz bir toplum yaratılır. Kişiliği gelişmemiş ezik insanlar. Hiyerarşik yapıya göre bir üste söz söylemeye hakkı olmayanlarla , müdür olunca kompleksli geçmişinin acısını kendi altındaki memurlardan çıkaranlardan oluşan bir toplum yaratılır..

Benim ilkokul öğretmenim her fırsatta çocukların tepesine şaplak atmaktan adeta haz alırdı .
Nedenini anlamadığım bir çok kez kafama var gücüyle vurduğunu hatırlarım. Bir kez kalemim yere düşmüştü arkamdaki çocuk ta nedense kalemime sahiplenme gereği duyarak yerden alıp vermemeye karar verince elinden çekip geri almak istemiştim . Birden saniyeler içinde bir kuvvet kulağımdan beni önüme doğru çevirdi.. Kulağım çok acırken ne olduğumu şaşırdığımı ve küçük düştüğümü hissettiğimi hatırlıyorum..

Ortaokulu ve liseyi Türkiye'nin en seçkin okullarından ikisinde okumuş olmama rağmen bir çok şey bu okullarda bile çok farklı değildi..

Ortam çocuğa ve insana dost olmaktan kanaatimce bir hayli uzakti.  Sahsım adına o soğuk hapishane izlenimi yaratan gri duvarların arkasında eğitmen olarak çalışan bir çok öğretmenden çok hayalkırıklığı yaşadım. Oncelikle insancıllık açısından..  ( Bu arada sevgiyle hatırladığım hocaların da olduğunu söylemeden geçmem mümkün değil...)

Dersleri mükemmel, performansları doksan yüz olan bir avuç arkadaşım ya da ortanın üzeri notlar  almayı başarıp sınıfı rahatlıkla geçen bir diğerleri belki karşı çıkarlar bu sözlerime.
 Fakat bir eğitmen bir sınıfa girdiği zaman sadece mükemmel ya da başarı oranı iyinin üstünde olan talebelerle performansını ölçemez..  Sorunlar yaşayan ya da kapasitelerinin altında başarı gösteren çocuklara yardım etmek bir öğretmenin ilk ödevlerinden biri olmalı ve olmalıydı her zaman.

Her sınıfta böyle çocuklar mevcuttur.  Eğer ileri bir toplumda yaşıyorsunuz tanık olacağınız şey  okulun ve öğretmenlerin böyle çocuklara yardım etmek için harcadıkları çabadır.. Çünkü her çocuğun içinde mutlaka bir cevher mevcuttur.  Türkiye'de ise bırakın zorlanan çocuklara destek olmayı öğretmenin öğrencilerle bir olup bir tekmeyi de kendisinin attığını şahsen bilirim.

Ortaokulumdaki  Psikolog Danışmanın okulun popüler kızlarıyla olan karşılıklı sempatisi dışında gerçek sorunlarla boğuşan ve yardıma ihtiyacı olan talebelere ne kadar yetiştiğinden emin değilim

Sevgi ve ihtimam bir çocuğu yoktan var edebilir oysa..

Topluma kazandıracağınız her insan bir ülkenin geleceğinin güvencesidir

Buna karşılık korkuya dayanan öğretim sistemi ezberci zihniyetle birleşince üretken bir toplum yaratmak nasıl mümkün?

Öğretmen korkusuyla bildiğini de unutan,  her sene tekrar tekrar önüne getirilen  şiirleri çok kez  anlamadan bağıra çağıra okuyan , Atatürk söylevlerini  hafız gibi ezberleyen öğrencilerin laikliğin ve modern Türkiye'nin aydınlık  geleceğinin teminatı olamadıkları bugün açıkça ortadadır.

Bir ülkeyi gerçekten kurtaracak olan çocuklar kişiliğini ve düşüncesini ortaya koymaktan çekinmeyen çocuklardır.  Böyle çocuklarsa demokratik ve liberal bir eğitim ortamı içinde yetişebilirler.

Disiplinin korku sınırlarını zorladığı,  tek tip insan modeli yetiştirmek için kalıpların dışına çıkmayan, model seçilen sistemin bir fabrikasyona döndüğü, eleştiri ve serbest düşüncenin her şekilde ket vurulduğu bir ülkede gelişmiş bir nesil yetiştirmek nasıl mümkün ?

Ya da bir diğer deyişle kendileri olmalarına izin verilmeyen çocukların ileride mutlu insanlar olmalarını beklemek ne mümkün?

Okulu bitirdikten sonra yaşadıkları travmaları atlatmak için yıllarını psikolojik tedavilerle geçirmek zorunda kalmayacak nesiller için, yüzleri gülen insanlar yaratmak için , düşündüğünü söyleyen, hayallerini gerçeğe çeviren bir toplum için eğitim demek " sevgi " demek olmalı herşeyden önce....

Sevgiyle kalın!!


Batya R. Galanti

23 Mayıs 2016 Pazartesi


                                            HERŞEYE RAĞMEN



Pencereden okulun bahçesinde oynayan üç çocuk gördüm.  Uç küçük yaramaz, diğer talebeler neredeydi,  neden tek başlarına avludaydılar bilmiyorum. Bu üç yaramaz olabildiğince bağırıyor,  oraya buraya koşuşturuyorlardı. Saat tam 10:00'u gösterdiğinde uzun ve kuvvetli bir siren çalmaya başladı ve çocuklar birden oldukları yerde kalakaldılar. Her biri dimdik duruyordu. Bedenleri güçlü ama başları eğikti...Sekiz ya da dokuz  yaşlarında olan bu çocuklar Ortadoğu'nun daha bahar ayları olmasına rağmen kızgın olan güneşinin altında oynarken doğdukları ülkenin gerçekleri ile büyüyorlardı.. geçmişle bugün arasında hiç bitmeyen  hüzünle günlük yaşamda hiç bir şey olmamışçasına devam eden bir hayatın olduğu bu ülkede .. Normal şartlarda susturmanın ve sakinleştirmenin mümkün olmadığı bu yaramazlar  kimsenin onlara bir uyarıda bulunmasına gerek olmadan saygı duruşuna geçmişlerdi ...

 O an 23 477 şehidin anısına iki dakika için hayat durdu.. Bir nefeste bu küçücük vatan toprağı için ölen gençler, terörün en beklenmedik anda aldığı canlar için iki dakika.... İnsan hayatının bir hiç değerinde olduğu Ortadoğunun kaderini paylaşmak böyle bir şey işte.. Yaşamak ve yaşatabilmek için savaşmak zorunda kalmak . Bu ülkenin kurulduğu ilk günden bugüne değişmeyen gerçeği...

Siren bitince çocuklar tekrardan oyunlarına devam ettiler . Hayatımız gibi her savaş sonu sarılan yaraların ardından yaşamın olduğu yerden devam etmesi gibi.. Bu ülkenin ayakta kalabilmesinin tek kuralı tüm acılara  rağmen dimdik ayakta durmaya devam etmek. Bu milletin asırlar boyu geçirdikleri karşısında hayati hala göğüsleyebilmesinin,  hala daha varolabilmesinin sırrı gibi.. Diğer yandan ölümün yaşamdan daha çok değer kazandığı bir bölgede varolmak hayatınızı kaderine terk edemeyecek kadar tehlikelerle kuşatabiliyor insan için..

Farklı coğrafyalarda yaşayanların neyi anlatmak istediğimi anlamaları eğer mümkün olsaydı bugünkü Israel gerçeklerine belki bir derece farklı bir noktadan bakmayı başarabilirlerdi..

Aslında Israel'de çocuk olmak bambaşka bir özgürlüktür  ama  bu özgürlük onlara  bu topraklarda bu vatanın varlığını sürdürebilmesi  için ödeyecekleri bedel üzerinden verilmiş bir şeydir .

1800'lerden bu yana  kurulan ilk moshavlarla geri dönmeye başladıkları bu topraklar yahudiler için yüzyıllar boyu arayıp bulamadıkları bir " özgürlüğe "  kaçıştı aslında, Tanah'ta Tanrı'nın onlara vaadettiği bu topraklardan başka hiç bir yerde bulamadıkları özgürlüğe....

Gerçek anlamda yaşam demek özgür olmak demek değil mi? ;  hayatını istediğin gibi yönetebilmek, korkmadan yaşamak hakkı, üreterek, gelişerek,  büyüyerek,  hep ileriye giderek... Bu yüzden her insan kendi yuvasında yaşamalı değil mi? Her ulusun, her milletin iyisiyle kötüsüyle kendine ait bir devleti olması gerektiği gibi.. Karşınızda size quenelle işareti yapanlara karşı duracak bir hükümetin olacağı, demokrasi adına sizi hedef alan kitlelere ses getirecek bir kuvvetin olduğu bir yerde yaşamak.. Sizin siz olarak görüldüğünüz ve kimliğimizin kaderinizi değiştirmediği gerçek bir yuva..

Israele gelen ilk göçmenler Ruslardı. Pogromlardan kaçan ilk göçmenler Rusya'da hiç bir zaman yapamamış oldukları işi yapmak için bu yarı çorak ülkeye geldiler, tarım yapmak, bu çorak toprakları işlemek için, özgür olmak için..

Toprağı işlemek özgürlüktür, bir yere ait olmaktır, o toprağın ürününü toplamak ve tüketmek ve yeniden ekmek, ürününüzü satmak ve sahip olmak, özgürlüğünüzü sonuna kadar yaşamak için size ait olanı işlemek.....Yahudiler uzun zaman ne Avrupa'da ne de Rusya'da toprak sahibi olamamışlardı çünkü yaşadıkları yerlere ait değillerdi..

1800'lerin sonunda Filistine geldiklerinde burada yaşayan sadece 250.000 kadar nüfus mevcuttu, Osmanlı idaresindeki bu yerler büyük oranda çöldü ve medeni tüm unsurlardan çok uzaktı o zamanlar kutsal topraklar.. İlk siyonist akımın göçmenleri Araplardan satın aldıkları topraklarda tarım yapmaya başladılar buralarda çiftlikler kurdular toprağı ektiler ve hayvancılığa başladılar...

Bu millet buraya yoktan var etmeye geldi.

Filistin diye anılan bu yerlerde yaşayan yahudilere  Filistinliler dendi, bu topraklarda Filistinli Araplar,  Filistinli Hıristiyanlar ve yine Filistinli  Yahudiler vardı o zaman.. Kendi elleriyle topraklarını satan Araplar bir süre sonra Yahudilerin çiftliklerine saldırmaya başladılar, hayvanlarını çaldılar, yuva çocuklarını katlettiler ..Neden? O güne dek bu yerlerde bedevi hayatı süren bu insanlar kendi elleriyle sattıkları topraklarda birden yeşeren, ürün veren  bir vaha keşfettiler, bu adeta bir mucizeydi ..

Yahudiler bu topraklara geri dönmeye başladıkları günden itibaren Araplar için  o güne dek pek bir anlam taşımayan bu yerler,  ağızlarına bile  almadıkları Yerushalayım ( Kudüs ) ve tüm Israel toprakları birden  herşeyin ötesinde bir anlam kazandı..

Bu şekilde 1948'e gelene dek önce Osmanlı  daha sonra da İngiliz mandası yıllarında hiç bitmeyen Arap ayaklanmaları Yahudilerden de  çok Arapların kendi canlarına mal oldu.
Tarihin hiç bir safhasından ders çıkarmayı beceremeyen bu halk Israel Devletinin yanında kurulacak bir Filistin Devletine ise karşı çıktı, daha önce hiç sahip olmadıkları bir devleti ellerinin tersiyle geri çevirdiler; birlikten ve gerçek ulus olmak için gereken özelliklerden uzak olan Arap halkı daha iyi, daha insanca bir gelecek yolunda yapıcı adımlar atmak yerine savaşı tercih etti..

Ben  bahçede oynayan çocuklara baktım yeniden;  " Şehitleri Anma " günü için üzerilerinde her biri beyaz T-shirtleriyle okula gelen ufaklıklar içeriye girmişlerdi.

Bu ülkede çocuklar için ne kadar emek sarfedildiğini düşündüm, ve bu emeğin sonunda kimi çocuklar sadece 20 yasına geldiklerinde  gençliklerini, hayallerini ve sevdiklerini bırakarak ebediyete gidiyorlar..Onlara o güne dek verilen kucak dolusu sevgi, ihtimam bir anda anlamsızlaşıveriyor; bitmeyen bir savaşın arkasında kaybedilen her can bir hayatın sonsuza dek sönüşü , bir ailenin geriye dönülmez yıkımı....

Çocuklar bir toplumun geleceğidir; gelişmiş ülkelerde her çocuk bir hazine gibi görülür; her bir çocuğun mutluluğu ve başarısı için aile ve toplum elbirliği içinde çalışır. Devlet çocukların başarısı için elinden gelen desteği verir. Amaç önce mutlu ve daha sonra başarılı bir toplum yaratmaktır.

Israel'de çocuk son derece serbest bir ortam içinde yetiştirilir. Kararlı, ne istediğini bilen ve sözünü sakınmayan yırtık çocuklar.. Küçücük yaştan tüm serbestliğin ve her tür imkanın sunulduğu çocuklar , tüm bunlara rağmen çok küçük yaştan kendi kendilerine yetmeyi öğrenirler. Çalışan anne babaları onların omuzlarına daha ilkokul çağlarında yavaş yavaş bir çok sorumlulukları yüklemeye başlarlar..
15  16 yasına gelen gençlerse okuldan sonra belli işlerde  günde bir kaç saat çalışmaya başlarlar, Amaç anne babaya bağımlı olmadan yaşamak , istediklerini elde etmek için kendi ayaklarının üzerinde durmaya başlamak.. En orta gelirli çocuktan en zenginine bu kural değişmezdir. Burada çocuklar anne babaları gibi azimli ve çalışkandırlar.. Bitmeyen bu koşturmadan yorulmayan bu toplum arı gibi çalışır.. Yaz tatilinde küçükler yaz kamplarına giderken gençler tatillerini aylak aylak geçirmezler. Ilk yardım kuruluşu , hayvan barınakları ve bilimum toplumsal kurumlarda  gönüllü hizmet vermenin dışında hepsi yazın cep harçlığı için çalışır...

Israeli bu bölgedeki diğer toplumlardan ayıran en büyük nitelik te bu değil mi? Başarısındaki sır.. bu küçük ülkenin sadece son 10 yıl içinde kazandığı 7 Nobel ödülü, bu toplumun eğitime verdiği önem, insanların bitmek tükenmek bilmeyen azminin simgesi...

17 yasındaki kızım  gece gündüz sadece dersleri için, sınavları için didiniyor,  sınıfındaki tüm çocuklar gibi. Fakat bir yerlerde kimileri için bazı şeyler çok farklı...  Geçenlerde  TV'de Gazze'deki çocukları izledim. Ana okulu çocukları Gazze'de tiyatro sergiliyordu. Bu tiyatro bildiğimiz çocuk tiyatrosundan çok farklıydı. Bu tiyatroda üç dört yaşındaki çocuklar kafalarında kefiyeler ellerinde oyuncak bıçaklarla Yahudileri bıçaklıyorlardı. Yerlerde ölü taklidi yapan minicik kızlar ve oğlanlar... bebek yaşta insan katletmeyi öğreten büyüklerinin  onlara layık gördükleri gelecek umudu değil ölümü çağrıştırıyor daha çok..  Bu çocuklara gelecekte ne olacaksın diye soranlara onlar bir kerede " Shahid! " diye cevap veriyorlar..

Hamas Lideri  " Sizler hayatı kutsal sayıyorsunuz bizlerse ölümü!!" derken  Gazze'nin geleceğinin nasıl bir şekilde çizildiğini kısaca anlatıyor aslında..

" Yahudileri ve Hıristiyanları kendinize dost edinmeyin, onlar ancak birbirlerinin dostudur diye başlayan her vaaz bu insanların beyinlerindeki parlak geleceği yok etmektedir.

Sorun sadece toprak alıp toprak vermek olsaydı, sonunda mutlaka bu iki halk bir gün barışmak şansına sahip olabilirdi, fakat sorun bağnazlık ve eğitimsizlik, sorun körpe beyinlerin karanlıkta kalması, sorun hayata gözlerini açtıkları ilk günden  Gazze'de , Sana'da,  Bağdad'ta, Kahire'de doğan çocukların onların sorumluluklarını olgunlukla üstlenecek insanların ellerinde büyümemeleri;  işte bu yüzden barış için umut beslemek çok daha zor.

Israel'de aylardır devam eden, cafelerde, otobüslerde caddelerde insanları hedef alan bıçaklı saldırıların bir çoğunu yapanlar daha ergenlik çağındaki küçükler; Yerushalayım 'deki tramvay'da etrafına bir anda saldırmaya başlayan 12 yasındaki çocuk , yine Yerushalayım'de  şekerleme satın alan  çocuğu komaya sokanlar sadece 13 yasındaki körpecikler..

Elindeki bıçakla  başkalarına da saldırmak için koşmaya devam eden 13 yasındaki ufaklığın saflığını, çocukluğunu çalanlar kimler? Ölümlerinin arkasından " Onunla gurur duyuyorum " diye övünen anne babaların çocuklarına olan sevgileri onların  ölümlerini arzu edecek kadar mı ?

Ortadoğu, dünyanın geriye kalan tüm coğrafyalarından farklı bir yapıya sahip. Dünyanın hangi bölgesine bakarsanız bakın insanlık başkalarına timsal olacak örneklerle ortaya çıkar, Güney Amerika bile, Asya ülkeleri , Avrupa ve Kuzey Amerika icin söz söylemeye bile gerek yok.
Dünyada geriliğin ve barbarlığın en korkunç şekline  tanıklık eden tek yer Ortadoğu. Yüzyıllardır değişmeyen kavramlar, aydınlığa karşı olan direniş insanı ürpertiyor.

Beş yıl önce başlayan Arap baharı çok kısa zamanda büyük fırtınalar kopararak  kara kışa döneli bu bölge kana doymuyor..

İsveç Dışişleri Bakanı Margot Wallstrom  bundan iki ay kadar evvel , Avrupa'da yaşanan Mülteci sorununu hiç süpriz olmayacak bir şekilde Filistin-Israel sorununa bağladı..

14. yüzyılda kedileri imha eden Avrupayı sıçanlar basınca iyice yayılan veba salgınında yahudileri suçlu gösteren Avrupa'nın 21. yüzyıldaki Ortadoğu  Radikalizminin   yansımalarından Israeli sorumlu tutması çok şaşırtıcı değildir. Avrupa her sıkıştığında Israeli suçlarken ortadaki gerçek problemi göz ardı etmeye devam ediyor..

Bu arada akşam oldu, " Şehitler Günü"'yle birlikte her yıl olduğu gibi büyük hüzünle anılan çoğu genç insanın ardından Israel'de " Cumhuriyet Bayramı " başladı. Havai fişekler ve muhteşem gösterilerle birlikte ..  Yirmidört saat süren hüzün yerini coşkuya bıraktı. Dedim ya Israel böyle bir ülke hüzün ve sevincin birbirinin içinde varolduğu belki de tek yer...
Tüm yaşanılanlara rağmen hayata olan bağlılığın kimsenin tahmin edemeyeceği kadar güçlü olduğu bu halk hayatı göğüslemeye  ve sevmeye devam ediyor, yaşamak için, ileriye gitmek için  ve özgürlük için...


Batya R. Galanti.





4 Mayıs 2016 Çarşamba


                              SOYKIRIMIN BANA DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ




Israel'de Holocaust Haftası bu hafta....

Bu akşam her yıl olduğu gibi hüzünlü bir törenle başlayacak  ve yirmidört saatlik bir anma gününün ardından bütün hafta bu konu  gündemdeki yerini koruyacak; toplantılar, konuşmalar, dokümanterler ve filmler; okullarda çocuklara yaşananları anlatacaklar  Holocaust'un ardından sağ kalmayı başaran insanlardan geriye hala hayatta kalan son tanıklar...

Israel'de Shoah'nin bize kaybettirdiklerini andığımız şu günlerde İngiltere'de İşçi Partisi üyesi Ken Livingstone İngiliz siyasetinde ardı arkası kesilmeyen antisemitik çıkışlara bir yenisini ekledi..
Ken Livingstone'a göre " Hitler bir Siyonistti "!!. Bu sözler  yaşadığımız onca korkunç şeyin ardından geçen yıllar içinde  hiç bir şeyin asla değişmediğini sadece bir kez daha hatırlattı.

Yıl 2016, hala sokaktaki küçük insandan  dünya politikasına imza atan liderlere , ünlü gazetecilere kadar kimi zaman  belli belirsiz bir mesafeli duruştan bazen azılı düşmanlığa varan bu tanıdık duyguları taşıyan kitleler her yerde kendini göstermeye devam ediyor....

Israel'de, biz Yahudiler II. Dünya savaşında bir hiç uğruna kaybettiğimiz canları anarken dünyada kalan 7.4 milyar insanın  büyük bir bölümü ne 1939-45 yıllarında bir milletin yok edilişi hakkında  en ufak bir fikri olmadan ne de insanlığın yaşadıkça çevresine ve diğer tüm varlıklara ne kadar zarar vermeye devam ettiğinin bilincine varmadan günlük hayatına devam edecek...

Bundan  bir kaç yıl evvel Sainte-Pulcherie yıllarında bana en yakın arkadaşlarımdan biri Facebook sayfasında " Schindler'in Listesi"  filminin müziğini paylaşmıştı. Paylaşımının  üzerine ısrarla iliştirdiği banal duyguları beni istemeden şaşırtmıştı:  " Bu filmi seyrettiğim zaman bende en ufak bir etki yaratmadı, sadece müziğini sevdiğim için paylaşıyorum  derken arkasından  " bu arada bu melodi bana üniversite yıllarımdaki bir hocamın o zamanlar söylediği sözleri hatırlattı; bunlar Holywood'da bir kaç yılda bir  bu mezalimi anımsatan filmleri yapmadan duramazlar" .......

Bu arkadaşım Notre Dame de Sion'u bitirmiş ve sonunda avukat olmuş, sonuçta  eğitim görmüş biri... Çocukken okumuş insanların, iyi aile çocuklarının daha ılımlı daha az ırkçı, daha az antisemit olmaları gerektiği şeklinde bir yanılgıya kapılırdım.. Çocukça bir saflık işte!!

O gün arkadaşıma dün Yahudilere yapılanlardan ders almayan insanlığın yarın Almanya'da Türkleri yakabileceğini yazdığım zaman da tepkisizliğini korudu..

Onunla aynı gün uzun senelere dayanan arkadaşlığım  bu şekilde son buldu; sadece Yahudi olduğum için...

İnsanlık kendinden olmayana yapılanlara tepki vermedikçe ya da bir başka deyişle kendinden olmayanı sevmedikçe ne ırkçılık ne de savaşlar biter..

Bu yüzden binlerce yıldır savaşlar bitmiyor. Eğer bir kez yapılan bir hata insan için ders olsaydı uzun zaman önce yeryüzü bir cennet bahçesine dönebilirdi..

 Tevrat'ın Tekvin bölümünde  Kayin ve Hevel örneğine baktığımızda kötülüğün insanoğlunun ilk tohumlarıyla yere düştüğünü görürüz.  Tekvin'de yeryüzündeki ilk aile örneği Adam ve Hava'nın iki oğlundan Kayin kardeşi Heveli,  Tanrı tarafından daha çok kabul gördüğüne inandığı için kıskanarak öldürdüğü anlatılır.  Tevratta yazılanlar belki bir masal veya mitoloji de olabilir; fakat 3500 yıllık bu kitap bize herşeye rağmen kötülüğün ve kıskançlığın insanlık için ne kadar eski bir olgu olduğunu hatırlatmaya yetiyor.

Karşındakini kendin gibi seveceksin kuralı sadece kutsal kitaplarda kaldıkça ayırımcılık ve ırkçılığın her türü varolmaya devam edecek...

İnsan doğasının iyilikten çok kötülüğe meyilli olduğu tarihin her döneminde yaşanmış ve hala yaşanmaya devam eden olaylarla tescillidir.

İnsan ayrımcılığı en primitif şekliyle temel fiziksel özelliklerden başlayarak, kültürel, dini , ekonomik farklılıklar üzerinden kendine hep bir yol bulur..

Bencillik ve çıkarcılığın ırkçı yapısıyla birleştiği insan kendisinden görmediği her şeyi yok etmekte.. Bunda kimi aktif bir rol alırken kötülüklere ses çıkarmayan  çoğunluksa dünyadaki yıkıcı güce pasif bir onay vermektedir.

Bu yüzden üçüncü dünya ülkelerinde din, ırk, çıkar uğruna insanlar kitleler halinde katledilirken dünyanın ekonomik gücünü elinde tutan refah ülkelerinde yaşayan insanlar sabah kahvaltılarında  kahve ile kruasan yemeğe devam ediyorlar..

Bağdad'ta  patlayan bombada parçalanan bedenlerin haberi insanin yanından geçip gidiyor. 
Afrika'da , Ortadoğu'da ölenlerin başlarına biçilen değer basında üçüncü dördüncü haber kadardır .. Daash'in kuzey Irak'ta başlarını kesttiği Yezidiler ya da Şiiler ise kimin umurunda?
Günlük yaşamında en yakınındakinin acısına duyarsız kalan insanın uzak diyarlarda yaşanılan felaketlere tepki göstereceğine inanmak saflık olur sanırım.

Yıllar öncesinde Aushwitz'de  her gün binlerce insanın cansız bedenleri sistematik olarak yok edilirken kampın  bitişiğindeki Solahütte adı verdikleri rezidanslarında Nazi subayları aileleriyle hoş vakit geçiriyorlardı. Küçük nazi çocukları bacalardan çıkan ölüm kokusunu babalarının sevgi dolu kucaklarındayken solurken her saniyesi binlerce insanın dehşet dolu sonlarına tanıklık eden bu yerler onların en güzel anılarıyla bütünleşiyordu.

Sevgi ve caniliğin bu derece içiçe geçişi insanı dehşete düşürüyor.

Yaşamla ölümün, sevgiyle nefretin içiçe geçtiği bu denge içinde insanın geçirdiği tarih şeytanla meleğin kavgası gibi. İnsan yaşadıkça yok etmeye devam ediyor; bunun farklı olmasını hayal etmek bir çeşit ütopia gibi..

İnsan katlettikçe içindeki Tanrıyı bir kez ve bir kez daha yok ediyor...



Batya R. Galanti




  Vahid Beheshti @Vahid_Beheshti In spite of all the propaganda by the regime of the Islamic Republic, the people of Iran continue to risk t...