22 Kasım 2018 Perşembe


                                 HEDEF



15 Kasım 2003 yılında İstanbul'daki  sinagoglara yapılan bombalı saldırılarda 28 kişi hayatını kaybetmiş yüzlerce insan da yaralanmıştı. Türkiye'deki Yahudi Cemiyetine karşı yapılan  üçüncü saldırı idi bu.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye'de hala ikamet eden sayılı miktardaki cemiyetimiz üyeleri o gün katledilen vatandaşlarımızı tekrardan hatırladılar.  Bu mel'un olayın bana anımsattığı ilk şey 1986 yılında bizi ilk kez hedef aldıkları günkü yaşadığım büyük şaşkınlık ve elemdir.. O sabahı hiç unutmadım . Yıllar geçse de..... Politikayla, Filistinle hiç bir ilişkileri olmayan , kendi hallerinde , bir çoğu yaşlı insanlarımızın dua ederken kurşuna dizildikleri bir Cumartesi sabahı. İstanbul sonbaharları yağmurlu olsa da genelde o gün güneşli bir gündü.. Öğlen haberlerinde duyuldu ilk kez Neve Şalom'da olanlar .  Kendi içimizdeyse çalan telefonlarla haber bir kişiden diğerine iletilmişti sabah saatlerinde daha basına yansımadan .
Neden dedim?? Neden saldırsınlar ki bize?? Kime ne yaptık biz??
O zaman 17 yasındaydım. Terörün adresinin her yer ve herkes olduğu gerçeğinden haberim yoktu.. Ertesi günkü gazetenin ilk sayfasında Neve Şalom'un resimlerini görmek ne tuhaftı.. Toplumdan o kadar uzak yaşamaya alışmıştık ki. Kendi içimizde süren bir hayat..  Kendimden dinimden, bizden Türklere bahsetmeye hiç alışık değildim. Boynumdan düşmeyen Magen David'ime rağmen.. Hiç bahsetmezdim , Biz konuşmazdık.  Öyle içimize kapanık bir toplum olarak yaşamaya alışmıştık. Göze batmayan, hiç bir şeye karışmayan.  İşte bu şekilde bir sabah Neve Şalom'un isminin radyo'da geçmesi, ertesi gün gazetelerin baş sayfalarında yine bizden bahsetmeleri benim için çok tuhaf duygular yaratan şeylerdi..
Pazar sabahki gazetede hiç bir sansür yapılmadan basılan resimlerin bende yarattığı şoku anımsıyorum.. Ceset resimlerini hatırlıyorum. Üzerlerinde kanlar bulanmış tallitleriyle yerde yatan erkekler.. Resimlerin birinde gördüğüm adam koridorda idi.. O resme ne kadar süre baktığımı bilmiyorum. Tek bildiğim kaçmaya çalışırken son anda vurulup öldüğüne kanaat getirmiş olduğumdu. .Bu da beni  çok  çok üzmüştü. Abu Nidal Örgütü üstlenmişti saldırıyı. Al-Fatah Örgütünün bir uzantısı olan Abu -Nidal Terör Örgütü..
Abu Nidal'ın saldırılarında öldürülen kişi sayısı dünya genelinde 300 imiş..
İşte o saldırının ardından cemiyet hayatımız bir anda değişmişti.  O güne dek sinagoglara, sosyal toplantılara elimizi kolumuzu sallayarak rahatça girip çıkan bizler artık tehlikenin çok içlerinde bir yerlerde olduğumuz hissiyle yaşamaya başlamıştık birden. Demek  Hedeftik..
1986 yılındaki bu saldırının ardından Neve Şalom çok geniş çaplı bir onarımdan geçti. Son derece büyük güvenlik önlemleri alındı. Artık sinagoglara elini kolunu sallayarak girmek bir kenara dua saatleri dışında bir zamanda gelen kişinin kapıdan içeri adım atması mümkün bile değildi. Çelik kapıların ardında saklanan düğünler , cenazeler  ve ayinler.  Kapıda insanların birikmelerine bir an bile müsade etmeyen güvenlik görevlileri cemiyet yaşantımızın en doğal şeyleri oluverdi o tarihten sonra.  Tüm bu önlemler tekrar  yapılan saldırıları engellemedi fakat olası insan kaybını çok büyük oranda azalttı..
2003'teki saldırıda eğer  bu kadar büyük bir güvenlik çemberi içinde olmasaydı cemiyetimiz verilecek kayıpların sayısı mutlaka çok daha büyük olacaktı,, Seçilen, gün, saat , herşey zaiyatın maksimum olması için planlanmıştı..  .. Yine bir cumartesi sabah dokuzu 13 gece  Neve Salom Sinagonunun önünde patlayan bombaların yarattığı cehennem..  Neve Şalom'daki patlamadan sadece iki dakika sonra Şişli'deki  Beth-Israel Sinagog'una bomba yüklü bir aracın  girmesiyle yaşananlar unutulacak gibi değil .
O gün 28 kişi öldü. Bu kez ölenlerin çoğu çevredeki Müslümanlardı. Bizim Cemiyetimizden ise Şişli'deki sinagogta 6 insanımızı kaybettik.
 Neve Şalom'da o sabah  bir kutlama için toplanan 300 kişinin yara almadan kurtulmaları ise kesinlikle mucize olarak nitelendirilemez.
Bu olayların ertesindeki günlerde kimi yaşananlar, Şişhane Semti sakinleri ve esnafları tarafından  cemiyetimize yönelik kimi inanılmaz çıkışlar Türkiye'deki insan profilini kimi açılardan ortaya çıkarmak adına çok önemli işaretler vermişti.
Şişhane'deki esnaf Türk Yahudi Cemaatine davacıydı . Sizin yüzünüzden bizler öldük ve malımıza,mülkümüze zarar geldi . Bu yüzden zararımızı sizin  tazmin etmenizi bekliyoruz diyenler bile olmuştu.
Kendi  toplumları içinden çıkan radikal İslamın dıştan aldığı destekle gerçekleştirdiği bir saldırı için saldıran taraf yerine saldırıya uğrayan 'mağdur' 'u suçlamak sanırım onların bu küçük azınlığa karşı ne kadar tahammülsüz olduklarının bir göstergesidir.


Batya R. Galanti

12 Kasım 2018 Pazartesi

  BİR ANI DEFTERİ


Genç bir kızken evimizin bir köşesinde bir hatıra defteri bulmuştum.. Kırmızı deri kaplı ve üzerinde bir de kilidi olanlardan. Hani eskilerde neredeyse tüm hatıra defterlerinde olduğu gibi .. Belkide o kilidi yüzünden içinizde çok daha fazla merak uyanırdı. Bilmediğiniz bir dünyayı keşfedecekmişmişiniz gibi olursunuz bir an ! Gerçi sonunda bu defter pek öyle özenle saklanmış da sayılmazdı. Diğer kitapların arasında duruyordu.

Okuduğum ilk Hatıra defteri tüm dünyada herkesin tanıdığı, bildiği; " Anne Frankin Hatıra defteri"idi. . 14 yaşında, gelişme çağındaki bir genç kızın II. Dünya Savaşının korkunç gerçekleriyle kendi duygusal gelişiminin karmaşaları içinde geçen iki korku dolu yılı anlatan defter. En sonunda ölümden kaçmayı başaramayan bir çocuğun yazdığı en samimi duyguları ölümünden yıllar sonra tüm dünyaya ulaşan Anne Frank'in anı defteri ilk okuduğum hatıra defteriydi benim de..


Evde bulduğum defter belki Anne Frank'ın hatıraları gibi yankı uyandırmasa da beni çok etkilemişti. Annemin kaleminden çıkan satırlarda o güne kadar bilmediğim kimi şeyler vardı. Türkiye'nin 1940'larda geçtiği yokluk içindeki seneleri kıyısından köşesinden kimi satırlarda görebilmiş olduğum anılarında en çok dikkati çeken şey ergenlik çağındaki bir kızın annesiyle arasında yaşadığı çatışmaları ve birbirleriyle çok yakın olduğu kardeşini kısacık bir zaman zarfında kaybetmiş olmasının acısıydı. Kendisinden sadece bir yaş küçük olan Elio'nun ölümünü anlattığı satırlarda tanık olduğum ızdırabı o güne dek annemden öyle çok teferruatlı duymamış olduğum anlarla birlikte dafterin sayfalarında not düşmüştü..

Çocuklukları aynı yıllara tesadüf edenlerin karşı karşıya kaldıkları şeylerden biri de çok çocuklu ailelerde dünyaya gelmiş olmanın yanısıra çoğu kez ölen bir kardeşin acıklı hikayesinin hayatlarının vaz geçilmez bir başka gerçeği olmasıydı sanki. Açlığın, sefaletin, acımasız bir savaşın içinde geçen yılların getirdiği bin bir farklı sebebin neden olduğu zamansız ve olmaması gereken ölümler ne kadar da sıktı o zamanlar .

Türkiye II. Dünya savaşına  her ne kadar iştirak etmemiş olsa da bu derece geniş çaplı bir harbin getirdiği sıkıntıları onlar da yaşamışlardı. Zaten çökmüş bir imparatorluğun yıkıntıları arasından bin bir güçlükle ortaya çıkan yepyeni bir cumhuriyet olan Türkiye'nin kendi içindeki sıkıntıları az değilken yeniden başlayan ikinci bir dünya savaşının getirdiği  ekonomik bunalım  halkın büyük bir çoğunluğunu etkilemişti.

Annemin hikayesi aslında belki bir çoklarınınkinden çok farklı değildi.
Ortaköy'de Portokal Yokuşu üzerindeki evlerinde mütevazi bir hayat yaşayan bir Yahudi ailesi. İki katlı taştan bir evde, beş çocuk ve bir de yaşlı teyzeleri ile birlikte ikamet eden dedem ve anneannem.  Anneannemin adı Viktorya idi.. Zamanın insanlarına özgü beceriklikliliği ile " her işin altından kalkmayı bilen" cesur bir insandı demek bu kadını en yalın şekilde anlatmaya yeten kelimelerdi sanırım .
O zamanki insanlar yaşadıkları hayat şartlarında öyle beceriler geliştirmişlerdi ki, gerektiğinde bir komşunun hayatını dahi rahatça kurtarmayı bilecek kadar büyük tecrübelere sahiptiler. İşte bu şekilde evini ve ailesini çekip çeviren kuvvetli bir anne ve  bir fabrikada ustabaşı olarak çalışan  marangoz bir baba.  Dedemin  adı Avraam'di.. Birbirlerine gösterdikleri saygı ve aralarında hiç bitmeyen sonsuz sevgiyle çıktıkları yolda sadece çocukları için nefes alan bu iki insan için hayat bir noktada başlıyor ve aynı noktada bitiyordu. Gelenekler!  Sabat günününün çevresinde dönüyor gibiydi herşey. Tüm hafta çalışılır ve çarşamba'dan itibaren Sabat'a hazırlık başlardı.

Annem günlüğünde her ne kadar çok çocuklu bir aile olmanın getirdiği sorunlar yüzünden annesiyle girdiği tartışmalardan, bir çeşit mücadeleye dönen ilişkilerinden duyduğu huzursuzlukları da anlatmış olsa da  genel hatlarıyla yaşamları yine de  sakin ve huzurlu idi . Çünkü  manevi değerleri esas alan ailelerde hayat daha farklı bir boyutta şekillenir her zaman. Eskiden ve bugün.. Hep aynı.
Maddi yönlerin daha zayıf olduğu yerde maneviyat nedense daha bir güç kazanıyor. Dindar insanlar sayılmamalarına rağmen gelenekler bu tip ailelerin hayatlarında çok önemli bir yer tutuyor her zaman .

Bütün bir hafta karneye bağlı satılan küçücük bir ekmeği her gün çocukları arasında bölüştürürlerken Sabat günü , haftada sadece bir gün sofrada sınırsız yemek mümkündü der annem. İşte o zaman da inadına ağzına peşi sıra soktuğu ekmekler boğazına dizilirlermiş.. Her akşam yemek sonrası babalarının onlara okuduğu İspanyolca hikayelerle sevinen çocukların gülen yüreklerinde aile kavramı dışında tanıdıkları farklı dünyalar yoktu o zaman.

Bu şekilde iyi kötü devam eden hayatları ona en yakın olan kardeşinin aniden hastalandığı bir gün ters düz olmuş. Ondan hiç ayrılmayan kardeşi Elio.. Bnei Brit'te yani Yahudi Okulunda okuyan ve mükemmel bir talebe olmasının dışında boş vakitlerinde daha küçücük yaşından kendine cep harçlığı çıkarmayı beceren  akıllı mı akıllı , dünya iyisi  ve kocaman yaprak rengi gözlerini hiç unutamayan annemin gözünde belki de tüm çocukların içinde en güzeli olan Elio... Okula birlikte giden,  sürekli birlikte oynayan iki çocuk.  Ortaköy çarşısında annemin yaptığı muzipliklere gülen , ona çikolatalar satın alan, ondan küçük olmasına rağmen kazandığı paradan annesine ve ona ayıran kardeşi..  Hatıralarında annem öyle bir hüzünle anlatmıştı ki onu. Elio hastalanmadan iki hafta evvel bir gün okuldan ağlayarak dönmüş .. En iyi arkadaşı apandisit krizi yüzünden aniden ölünce çocuk nasıl da allak bullak olmuş.. " Anne inanamıyorum Kemal oldu!!"  En yakın arkadaşının ani ölüm haberiyle alt üst olan Elio bu olaydan sadece günler sonra, bir öğlen okul sonrası eve hasta dönmüş ..Daha bir kaç gün evvel Bar Mitzva yapmış olan çocuk aniden ateşlenmiş. Yüksek ateş ve kötü bir baş ağrısıyla başlayan rahatsızlığının ciddi olduğunu anlayınca aile hemen eve doktor çağırmış. Doktor çocuğun tifo'ya yakalandığını zannetmiş. Yanlış teşhis yüzünden boşa geçen günlerle kötüleşen durumu ve Balat Hastanesine yatırıldıktan sonra Menenjit'e yakalanmış olduğu ortaya çıkınca gereken tedavi için koşturan bir baba.  Savaş yeni son bulduğu  için devam eden ekonomik darlık yüzünden ihtiyaç duyulan ilacı satın almak herkes için mümkün değildi o zaman diye anlatmış annem.  . Durum ne kadar acil olsa bile en hayatı ilaçların ancak karaborsa'da yüksek ücretler karşılığında elde edilebilindiği seneler bunlar...Dedem ne yapıp ne edip en sonunda ilacı satın almış .

Günlüğünde rüyasında kardeşini gördüğü geceyi anlatmıştı annem. Karanlık bir denizde boğulurken görmüş onu.. Elio dalgaların arasında kaybolurken onu çağırıyormuş.. Ertesi sabah doktor sormuş Süzi kimdir ? diye,  Son nefesini vermeden onun ismini söylemiş . (Filmlerdeki gibi )

Annemin günlüğünü okuduğum gün ben de yazmak istedim. Kendimi anlatmak..Bugün geçmişten bu yana aralıklarla tam 30 yıldır günlük tutmaya devam ediyorum.    Annemin  hatıra defteri ise yıllardan  sonra Israel'e göç ederken bir şekilde kayboldu .

Sanırım bitmeyen göçlerimizle bir klasik olan Yahudi hayatının diğer bir özelliği de keşfettiğimiz yeni topraklara ya da en sonunda döndüğümüz gerçek evimize varana dek elimizden kayıp gidebilen kimi belgelerin, kimi hatıraların istemeden de olsa bazen  tarihe karışması..


Batya R, Galantı

  Vahid Beheshti @Vahid_Beheshti In spite of all the propaganda by the regime of the Islamic Republic, the people of Iran continue to risk t...