31 Ocak 2021 Pazar

Hayata başlarken herşeyden önemlisi kendinize güvenmektir.


19-20 yaşları insan için  hayatın en civcivli, en güzel, en heyecanlı, en macera dolu olan dönemidir.

Ancak tüm bu güzellikleriyle bir o kadar zorlukları da beraberinde getirir bu yaşlar.. Geleceğiniz için önemli kararları almanız gereken bir dönemdir bu dönem.  Bir taraftan maceralar yaşamak isterken diğer taraftan aklınızı başınıza alıp yolunuzu çizmenin de zamanıdır.

Geçtiğimiz günlerde Danielle'le arkadaşı birlikte salondaki masada oturmuş gelecek yıl başlamayı planladıkları yüksek öğrenimleri üzerinde tartışıyorlardı.  Hangi branşın onlara istedikleri gibi bir geleceğin güvencesi olabileceği  sorusuna kesin bir cevap arıyorlardı. Şimdiki zamanda,  bugün seçtikleri bir branşın yakın bir gelecekte hala daha geçerli olup olmayacağı belli değilse de !!

Bu sorun belki her zaman vardı ancak enformasyon çağı'yla o kadar hızlı bir tempoyla hayatımız değişiyor ki artık resmen her an bir mesleğin daha tarih olduğunu gördüğümüz bir dönemde yaşıyoruz. Ve bu duruma eklenen bugünkü sağlık ve ekonomik krizin getirdiği durgunluk ve belirsizlik te  birleşince gençlerin geleceğe yönelik kaygıları da ister istemez daha da artmaya başladı. 

Geşmişte de yaşanan kararsızlıklar şimdi tam bir depresyona dönüşmüş gibi.. Bugün 21-22 yaşlarında olan bu iki genç kızın yerinde olmak istermiydim bilmiyorum.

Yıllar evvel Danielle'e matematikte verdiğimiz desteğin  meyvelerini ne derece toplayacağımızı bilmiyorduk ancak liseyi sonunda gerçekten başarıyla bitirdiğinde bir nebze de olsa derin  bir nefes aldığımı hissetmiştim.. Ancak  Israel'de hemen lise sonrası başlayan askerlik ve hiç beklenmeyen korona kriziyle bir yıl daha ertelediği  üniversite eğitimi için ancak şimdi tam bir karar vermesinin zamanı geliyor.

Sonuçta okulda gösterdiği başarı onun neredeyse istediği her branşı okuyabilmesinin yolunu açmış  görünüyorsa da  önemli olan doğru seçim yapması . Onları masada bu konuları tartışırken gördüğümde 20 yaşım  dün gibi gözümde  canlanıdı .

İstanbul'un en prestijli liselerinden birini bitirmeye yakın,  yaşım neredeyse 20'ye yaklaştığı  günlerde aklım yeterince karışıktı. Hayata doğru bir yelken açtığınız bu dönem aslında eminim ki çoğu insan için bir çok zorlukları hatırlatır.

O  senelerime dönüp baktığımda bugün değiştirebilseydim dediğim çok şey vardır.  Sanırım her şeyden önce o zaman başkalarına verdiğim değerden daha fazlasını kendime vermem gerektiğini anlatırdım kendime !! Belki o zaman başarımın en çok kendim için önemli olduğu idrakına varsaydım yapabilirliklerime de daha çok inanırdım..

Bazen genç olduğunuzda bunları göremiyebiliyorsunuz Zaten kendimi birisine ispatlamam gerektiğine inandığım andan itibaren bazı şeyler iyice tepetaklak gitmişti. Halbuki, kimi şeyleri  daha az umursasaydım çok daha farklı olabilirdi.

Korkular herşeyin üstüne çıkınca başarıya ulaşmak çok daha zordur. Böylece gençliğin en verimli dönemi  en fazla bocaladığınız zamanlara dönüşebiliyor. Bu arada o sene bizim okulun son sınıf öğrencilerine göstediği tufah bir politikaları vardı sanki . Bizleri kendi halimize bırakıvermişlerdi.  Ki bunun nedenini tam  anlayabilmiş değildim.  Halbuki çok daha yoğun bir çalışmanın orta yerinde olunması gereken bir dönem değilmiydi bu?! Belki Üniversite sınavları yüzünden gençlere  daha rahat bir ortam sağlamayı uygun görmüşlerdi.  Kendilerini toparlayabilmeleri ve daha az baskı içinde sınava çalışabilmeleri için yeterli zamanları  olması  içindi bu tutumları sanırım.  Öğrenilecek çok şey varken, kaçırılan ve boşa giden saatler kime yarıyordu emin değilim!  Bunun yerine çoğu ders hiç bir şey yapmadan bomboş geçiyordu. ( Özel olan bu okula verilen yüklü  ücrete rağmen) Öğretmenler öğrencileri derste kendi hallerine bırakırlarken, çocuklar çoğu zaman test  çözmekle meşguldüler.Sadece matematik, tarih, sosyoloji ve felsefe dersleri neredeyse normal seyrlerinde devam ediyordu..

O seneyi hala daha biraz ciddi kılan tek tük öğretmenlerdi bunlar.

Ne tuhaf ki arada bir kendi düşüncelerime dalsam da çoğu zaman  takip ettiğim iki derstı yine de, Sosyoloji ve Felsefe.  Tarih dersindense ( o zamanlar ) son derece nefret ederken o iki dersi aslında seviyordum. Çünkü ikisi de ilginçtir  . Önemlidirler bence! Hayat, toplum, yaşam ve insanlarla ilgili çok şey  öğretirler bu ikisi.  Öncelikle düşünmeyi öğretirler.

Ama ben ilginç olduğunu söylediğim bu iki dersten,  sosyloji'den nasılsa ikmale kalmayı becerirken diğerinden de sadece deftere ders boyunca notları yazdığım için yani dersi takip ettiğim için paçayı kurtarmıştım. Aslında biliyordum ki, kendimi biraz daha iyi verebilseydim, ne birinden ne de diğerinden başarısız olmam için  bir sebep yoktu..  Sonuçta bize bu derslerden verilen bilgi kocaman bir okyanusta  sadece iki damlaydı...

Buna rağmen siz başaramayıncaysa kimi insanlar sizden ümidi keser. Ve siz bunu bilirsiniz. Belki de bütün sorununuz da budur!!

Üniversite'de bana en uygun branşlardan birine girdikten sonra arkamda bıraktığım lisede aptal olduğuma kanaat getiren hocanın söylediği söz ise hep hafızamda kalmıştı..

Ben bunun doğru olmadığını bilsem de, kendimi ıspatlayamamış olmanın üzüntüsü ve hayalkırıklığı içimde bir yerlerde kalakalmıştı!!


Batya R. GALANTI

  


 

     Yardımlarını kesin de görelim hala kuduracaklar mı?!!!



Yerushalayim , Bnei Brak ya da Beth Shemesh'e gittiğinizde kendinizi birden bambaka bir dünya'da bulursunuz.  Bu dünya bizim Ultra-Ortodoks'ların dünyasıdır.

Israel'in yüzde yirmisini temsil eden, kendi içlerinde bir çok farklı gruplara ayrılan.Kimi biraz daha mantıklı,  kimi daha bağnaz.. Cins cins tiplerdir bir çokları.

Normal dindarlığın sınırlarını aşmış, fanatizmin içinde kendilerini kaybetmiş  insanların güdümüne girmiş bir çok zavallının oluşturduğu bir kayıplar ordusudur bunlar.

Ravlarının söylediklerinin dışında hiç bir şeyi kabul etmeyenlerdir bunlar. Devlet içinde devlet kurmuş gibi davranırlar. Güdümlerinde salaklaşan inananlarını kullanarak yaşadıkları topluma  verdikleri zararları umursamayan Ravlar sorun yaratmaya devam edenlerdir çoğu kez!

Aptallaştırdıkları inananlarının zihinlerini saçmalıklarla doldururlar. Kendi menfaatleri için zombileştirdikleri grupların beyinlerini yıkarlar.  Böylece kurdukları hegemonya içinde büyürler, yücelirler ve menfaat sağlamaya devam ederler.

Televizyon seyretmeyen, normal gazeteleri takip etmeyen, smartphone yerine aptal telefonları kaşerdiye kullanan, dünyadan bihaber gezen zombilere emirleri bir tek yüce makam verir!

Bu insanların çoğunluk olduğu şehirlerde bir an hangi gezegendeyim, kaçıncı yüzyıldayım diye sormayakalksanız kendinize etrafta gezinen  kimi daha normal görünümlü insanlar size hala daha dünya  sınırları içinde, hatta hala 2021  yılında   olduğunuzu hatırlartirlar.

Çıplak gözle baktığınızda genel olarak hepsi aynı gibi görünürler. Çünkü neredeyse hepsi  aynı giyinirler. Özellikler erkekler.  Ancak bağlı oldukları cemiyet ve Rav'a göre kıyafetlerindenki kimi ufak tefek farklılıklar onları birbirlerinden ayırır.

Kendi kaşer (!)  dünyalarında herşey kimi kriteryonlara göre belirlenmiş olan bu insanlar için onlar gibi davranmayan  başka herkes günahkardır.


Çünkü Tora'da Tanrının emrettiği Mitzvotları onlar gibi 

kelimesi kelimesini yerine getirmiyorlardır.

Nasıl giyinecen, nasıl içeçen. nasıl ve ne ne zaman seks 

yapacan.. Bunları onlar bilirler, siz değil!

Onların kafalarındaki dünya bambaşkadır.

Aslında içlerindeki çoğu  insan da kurbandırlar. İleri gelen büyüklerinin kurbanları olan zavallılardır,

Herşey için izin isterler.  Rav onlara yok derse yoktur.

Ve böylece o çok kutsal ravlar bu aptalları sömürür ve sömürür.

Bu insanlar Israel'in demokratik yapısı içinde yaşayan bir teokratik toplumdur. Aptallaştırıldıkları kadar üzerlerinde nasıl bir baskı uygulandığını anlayamazlar.

Bu son zamanlarda gittikçe artan bir başkaldırı içindeler Harediler! Onların devlet içindeki devlet başkanları Israel Hükümetinin Korona için çıkardığı kısıtlamaları kabul etmiyorlar.

Okullar tüm Israel'de kapalıyken bu insanlar Yeşiva'ları açıyorlar. Tüm Israel evde otururken, bunlar bilmem hangi büyük Rav'ın oğlunun yüzlerce kişilik düğününe katılıyorlar.

Onlar Hükümet'in koyduğu hiç bir yasayı tanımıyorlar. Ama aynı Harediler, devletten kitzba yani yardım almaya devam ediyorlar. Aynı Harediler kişi başına 10 çocuk yaparken  her çocuk için devletten para almaya devam ediyor. Ama diğerleri gibi askere gitmiyorlar.  Çünkü dini eğitim onlar için önde geliyor!

Bu insanlar çocukluklarından beri, böyle yapmazsan, Rav'ın söylediklerini yerine getirmezsen Tanrı'nın seni cezalandıracağını bilmelisin kafasıyla büyütülenlerdir. Bu dünya'da kime, neye ve ne şekilde zararlar verdiklerinin hiç bir önemi yokken tek düşündükleri onları inandırdıkları görünmez bir kuvvetin sözde onlardan neler beklediğini bildiklerini düşünmeleridir.

Gelecek dünya'da korktukları cezalar yüzünden burada başkalarını cezalandıran aptallar bunlar. Biz evdeyken, sokaklarda polislerle çatışmaya girecek kadar beyinleri yıkanmış insansılar bunlar.

Öldürmeyeceksin emrini unutup sokak ortasında  hiç düşünmeden bir otobüsü ateş topuna çevirmeyekalkana kadar vahşileşebildiklerine tanıklık ettik bu hafta!!

Bunlara yüz verdikçe astarını istiyorlar.  Tembelleşmiş, kafaları örümcek ağı kaplamış parazitlerle uğraşmaya nereye kadar devam edecek  Israel'in başına gelen her Hükümet.

İnsanlar artık kendi dindarlarından nefret eder oldular. Bunlar zaten normal inançlı insanlardan çok ama çok uzaktalar. Bunlar kendilerini bambaşka bir faza sokmuş yaratıklar artık.

Bunca çabaya, bunca kapanışa rağmen Israel'de hala düşmeyen ağır hasta sayısının en büyüksebeplerinden biridirler.

Kendi disiplinlerinden başkasını kabul etmedikleri için kafalarına göre yaşamalarına izin verildiği için.Gerekli cezayı almadıkları için. Bu yüzyılda bu mantaliteyle yaşamalarına izin verildiği için onlar gibi düşünmeyen çoğunluğa da zarar verenlerdir bu kara kıyafetli, karanlık fikirli insanlar.

Bugün artık bunları adam etmenin zamanı gelmedi mi?

Yardımlarını kesin de görelim hala kuduracaklar mı?!!



Batya R. GALANTI






30 Ocak 2021 Cumartesi

Okul'da bir Cumartesi gecesi


Fonda çalan şarkı It's a sin . 1987' ye giden bu şarkı bir akşam üstünü hatırlatıyor bana 

İstanbul'un soğuk ve karanlık kış gecelerinden birinde okulda ilk kez farklı bir aktivite'de bulmuştuk kendimizi.

Bir kaç saatlik bir eğlence, son sınıfların tertipleyip. organize ettikleri müzikli bir toplantıydı bu . 

O güne dek sadece hesaplar, kitaplar ve defterlerle uğraştığım duvarların arkasında, tam takım ışıklandırma ve hiç bir şeyin eksik bırakılmadığı müzikli, farklı bir atmosfer olacaktı bu defa.

Okulu sadece eğitim çerçevesinde tanıyan biri olarak bana o gece orası diğerlerinden çok ama çok farklı görünmüştü.

Ben genelde okuldaki faaliyetlere  katılan biri olmamıştım. Ne tiyatro, ne şiirler, ne törenler ne de gösteriler..  Son derece düz bir öğrencilik hayatım olmuştu.. Çekingen bir yapım olduğu için beni ön plana çıkaracak  aktiviteleri seçmemiştim hiç. 

Bir tek 10. sınıftayken,  erkek tarafının en üst katlarında kapalı bir eski basket salonu vardı. Haftada bir,  okulun iki tarafında da dersler bitip tüm bina talebelerden boşaldıktan sonra ben kız tarafından erkek tarafına geçerek. üzerimi değiştirdikten sonra  o salonda basket antremanlarına katılırdım.

Okulun kız basket takımına katılmıştım.

Okulun diğer tarafına geçtiğim zaman,  yerin büyüklüğü ve karışıklığı bana adeta ürkütücü gelirdi..Her defasında erkek tarafına geçtiğimde o koskoca binanın içinde insanın kolayca kaybolabileceğini düşünürdüm. 

Uzun bir tarihi olan okulda,  geçen senelerle yan yana eklenen irili ufaklı binalardan bu kocaman kompleks oluşmuştu. ( Öyle gibiydi!)

Partinin tertiplendiği geceyse  oraya o zamanlar benim en iyi dostum olan Rejin'le buluşup gelmiştik. Lisemiz hakkında ayrıca bir sürü hikaye anlatılırdı.. O gün içinde bulunduğumuz binanın  bir bölümü 1700'lerden beri ayakta duruyordu. En azından erkek tarafının tarihi 1700'lere dayanıyordu. ( Okulun hikayesi ise taa 1300'lerde Galata'nın bir Ceneviz kolonisi olduğu tarihlere kadar uzanıyor diye yazıyor ) Girişindeki kilisesinin altlarından bir yerlerden Taksim'e kadar uzanan bir tünel bulunduğu hikayesi gerçekmiydi bilmem.

Bina'da o zamanlar hala kimi rahip ve rahibeler ikamet ediyorlardıVe ben burada yaşayan o bir kaç insanın kocaman koridorlarıyla,  yüksek tavanları olan bu devasa kompleksin içinde kendilerine ayrılmış odalarında gece uyumaktan nasıl korkmadıklarını düşünürdüm.

Biz ise ilk defa bir Cumartesi akşamı oradaydık. Binayı çocuklar terk etmişken orada o gün sadece biz vardık ve belki saklı olan bir şeyler daha 

Etraftaki her küçük ses kocaman  yankı yaparken ben ve arkadaşım okulun içinde gezinir bulmuştukendimizi çünkü daha parti başlamamıştı ...

O anlar bir an dün gibi gözlerimdeler...

Girişin oralarda dolanırken ben sağ tarafta ilk kez bir kapı olduğunu farkettim  Binanın girişinde, hemen içeride küçük bir kapıydı bu. İlk kez  görüyordum, ya da ilk kez o kapı açıktı. Yanımda arkadaşımdan başka biri daha vardı. Yüzünü şu an hiç  hatırlamadığım bir kız daha. Kapıdan içeri kafamı sokar gibi olunca daracık bir merdiven oldugunu gördüm. 

Döne döne yukarı çıkan küçücük  basamaklardı bunlar. Bir çok şeye cesareti olmayan ben, hiç olmadık yerde merakıma kapılıp  cesaretlenirdim birden.  " Yukarı çıkalım mı derken heyecanla, " Rejin'in  ; " Saçmalama " demesine kalmadan yanımızdaki diğer kızı  arkamdan çekerek, bir adım ötede karşıma nelerin ya da kimlerin çıkacabileceğini düşünmeden basamakları tırmanmaya başladım. Ve saniyeler icinde kendimi  giriş katının bir üstünde buldum. 

Pırıl pırıl olan yerler ve her adım başı yerleştirilmiş kocaman saksılarla burası bambaşka bir havadaydi. 

Sanki bir otelde gibiydik o an.  Bir iki dakika  içinde okulumuzda  son  kalan  üç Fransız din adamının  yaşadığı alanda  bulmuştuk kendimizi.

Ve hemen yanımda  masalımsı bir  başka kapı gördüm. Küçük,  ahşap, yukarı kısmı camdan bir kapıydı bu. Hiç işim yokmuş gibi onu da  açtım.  Dedim ya okulun  gizemini keşfediyordum birden. Bu kez karşıma çok sevimli, güzel ve mini  mini bir şapel çıktı. Ya peki  o anda o insanlar orada dua ediyor olsa idiler. Ne diyecektim ben?? Ama  boştu. Her şey o kadar  düzgün, o kadar temiz, o kadar estetikti ki.  Kırmızı bir halıyla kaplı olan iki  basamakla inilen küçük  oda yine aynı halıyla örtülmüştü.  Sol tarafta  ahşap bir iskemle ve yine ahşap  altar , daha ileride de yine  karşı yöne doğru yerleştirilmiş yan yana iki iskemle daha vardı. Ben ağzım  açık bakarken  arkadan, koridorun sonundan bir yerden birden bir kapı kuvvetle vuruldu. Bir an öyle korktum ki. Ya karşıma o an müdür çıksaydı ne derdim bilmem. 

Belki bizi gören görmüştü bile. Neyse korkuyla aynı merdivenlerden hızla aşağıya indik yeniden.. 

İki saat sonra tüm 11'lerin  doldurduğu salonda parti son hızıyla devam ederken ben bu kez tualete gitmek istemiştim. Kalabalığın  ortasında kendime geçecek yol bulmak için insanları yararak çıktığım bahçeye göz attığımda artık hava  kararmıştı.  Arkamda ise o an  bulunduğum ortamı adeta tamamlayan şarkı çalmaya başlamıştı.. It's a  sin!  Kiliseyi, manastırları..kafamdaki tüm gizemli şeyleri uyandıran  bir  melodiydi bu.  Arada çok  sıkışmıştım  ama o saatte okulun hangi tualetine tek başıma gidecek cesaretim vardı ki? Kocaman  avluda  durdum..şarkının sözleri bana Umberto Eco'nun aynı adlı romanından uyarlanmış olan  "Gülün  Adı" filminin içindeymişim gibi bir his yarattı. Ortaçağ'da geçen,  bir manastırdaki faili meçhul cinayetleri araştırmaya gelen Sean Connery.. Kocaman avlunun karşısındaki gri duvarlardaki  pencerelere yansıyan kimi gölgelerle birlikte , ellerinde mumlarla geçen keşişler canlandı gözlerimde.. Ve içerideki kalabalığın arasına geri döndüm. 

Kendi başıma kalınca avlunun orta yerinde bir an o koca binanın karanlığındaki bilinmezlerden korktum. Ve eve gidene kadar o gün ihtiyacımı tutmak zorunda kaldım..

Ve o şarkıyı ne zaman duysam  bana o günü hatırlattı .. 

Her  şarkının bir anısı vardır. Hayatın farklı bir dönemine aittirler. Kimi çocukluğumuzu, kimi çocuklarımızı hatırlatır. Kimi  yarım kalmış bir  roman gibidir, kimi yaşanmamış bir aşk, kimiyse başlamadan biten bir maceradır...


Batya 




29 Ocak 2021 Cuma

Geri kalansa bazen tek bir kadeh içkide aradığınız hikayeden öteye geçmiyor ....

Bir kadeh içkide kalan geçmiş...


İlk kez alkollü bir içeceğin tadına baktığımda o kadar küçüktüm ki tam olarak yaşımı anımsamıyorum bile. Teyzemin evinde olduğumuzu hatırlıyorum. Çocuklar hep birlikte aynı masada yediğimiz o gün  daha belki iki üç yaşlarında idim..  O anlarda diğerlerinden farklı yaşanmış ne vardı bilmem bugünlere dek net net aklımda kalmışlar.. O günden en iyi anımsadığım şey teyzemin  kızarttığı patateslerdir.. Ağbim gibi ben de ille o çok sevdiğim kızartmalara özel bir isim takmak istemiştim..Hani sevdiğiniz insanları özel bir isimle çağırırsınız ya onun gibiydi bu da.. Her gün yenmeyen bir yemek olduğu için özeldi.. Ve de çok lezzetliydi.. Hatta belki de en lezzetlisi! Kim sevmez ki zaten? Daha zahmetli olduğu için sık yapmazlardı.  E tabi bir de kızartma olduğu için sağlıklı olmadığını da düşünürlerdi bizimkiler. Yapıldığındaysa ortadaki büyük kasedeki kızartmalar öyle tonlarca değildi. Herkesin tabağına biraz konulurdu. Bu yüzden yavaş yavaş yemek gerekiyordu ki çabuk bitmesinler.. Ağbim onlara kayık diyordu.  Bense başka bir isim bulmalıyım diye düşündüm. Sanki onunla yarışıyordum o an. Birden kendimce ben de "Patatikas Fritas adam geliyor!" diye bağırdığımı hatırlıyorum... Heyecanla..

Hep birlikte olmamız,  hem de en sevdiğim yemeğin sofraya getirilişiydi bir anda beni sevindiren. 

Ve o gün o masada duran bir şey daha ilgimi çekmişti.  Masadaki rakı şişesini hatırlıyorum! Ve o şişeden etrafa yayılan kokuyu.. Hoşuma gittiğini anımsıyorum.. Anoson kokusu güzeldi.

Rakı'nın pek çocuklara ait bir içecek olmadığını o zamandan biliyordum sanırım. Ama ben yine de  o gün  annemin bardağından bir yudum rakı içmistim.. Yani tam keyif yapmışım ben haha! Ama yok yok!! Çok keskindi bu içki.... hele bu kadar küçük bir kız çocuğu için.. Bir de annem genelde sek içerdi.  Hani Türklerin o aslan sütü dedikleri şekliyle içmezdi o..  Su ile karıştırılınca biraz hafifleten, yudumlamayı kolaylaştıran haliyle değil. Babamsa ağzına hiç içki koymazdı. Bizim evde işler biraz tersti . Bizim evin erkekleri pek içkici değillerdi. Babam sanırım büyükbabamın çok içki içmesinden ters etkilenmişti.

................................

Kaç yaşımdan itibaren gerçekten içki içmeye başladığımı anımsamıyorum. Kendimi bildim bileli yetiştiğim topluma nazaran içkiyi seven bir bayan oldum hep. ( Türk Toplumu'nda genelde kadınlar alkol daha az kullanırlardı ) Annemle bu konuda kafadardık biz..

Geçtiğimiz günlerde süpermarkette içki reyonuna daldım.. Kendi kafama göre takılmayı severim bazen..Bırakırım herkesi başka bir yerde..kendi kendime aklıma eseni yaparım. Hahaha ne yapıyorsam!!!! Hele karantinalar, koronalar başladığından beri süpermarketler sadece eşimin en ideal gezinti alanı  olmaktan çıktı, hepimiz için değişiklik, atraksyon yerini aldı.. Yapacak işimiz olmadıkça. açık kalan tek yere yani süpere gitip alışveriş yapıyoruz. Neyse ben içkilere bakıyordum.. Nasıl da çekici görünüyorlar, cinler, vodkalar, likörler .. Çoktan beri hiç bu raflara uğramamışım. Aklıma tek gelen şey o an bir kaç dostla keyifli bir akşam düzenleyebilmek olsa da!! ..Birazıcık içmek ve gülmek ne iyi gelirdi halbuki..

Aslında ben tum içkilerden en basitini severim ...Soğuk, buz gibi bir biranın yerini ne alabilir diye düşünürüm çoğu zaman. Hele Israel'deki sıcak iklimle de bira sanki en iyi giden şeydir..  Mesela kumsaldaki  şemsiyelerin birinin altındaki rengarenk koltuklarda masmavi denize karşı içilen bir  bardak soğuk  bira ve yanında bir tabak patates kızartması gel keyfim gel demek değilmidir?! Yeter ki yanınızda kafadar, size uygun bir dost olsun!!!!

Ama benim son günlerde aklıma gelen başka bir şişe var. Üzerinde palmiye ağacı resmi olan bir şişe bu. Genç kızken gece bir pub ya da bara gittiğimizde bir  zamanlar hep Malibu içerdim.

Karayip'lerden İstanbul'a taşınan o tropik içkiyi hatırladım bu aralar! Canım istedi birden. Özlemişim tadını.. Çok hafif bir Rum'dur bu.. Hindistan cevizli.. Bunu başka meyve suları ve buzla karıştırıp tropik bir cocktail hazırlarlardı. Sarhoş olmak için içilecek bir içki değildi bu. Sadece keyif almak için.. Tam bayanlara göre.. Malibu deyince aklıma geldi.. Yatla çıktığımız boğaz akşamları'nda içtiğim bir iki kadehle keyiflendiğim akşamlar aklıma geldi bu kez... Işim gereği çok çıkardım Boğaz turlarına... Hoştu,  rehber arkadaşlarım, ve bir grup turistle boğazín iki yakasının ortalarında bir yerlerde seyreden  yatın güvertesinde şehrin ışıklarını seyredalmak.. Gerçek bir romantizmin doruğuna ulaşabilmek için hayalimde yaşayan biriyle birlikte olmak belki çok daha ideal olabilirdi ama yine de keyifliydi o zamanlar..Yine de güzeldi o büyülü yaz akşamlarında güverte'de bir kadeh şarapla bir kaç dostla muhabbet etmek.

Kimi  defalar bir iki kadehten biraz fazlasını denememe rağmen sonunda hayatımda bir kez bile sarhoş olmadım.. Ne tuhaf, kadınlar halbuki erkeklere göre içkiye genelde daha az dayanıklıdırlar.

İstanbul'u İstanbul yapan kimi özel restoranları'nda yenmiş akşam yemeklerini de unutmam. Ulus 29,  Sunset ve  yine yanlış hatırlamıyorsam Çubuklu 29' un eşsiz ortamı'nda hafif bir Jazz müziği. Geceyle gelen egzotizmi en iyi tamamlayan şey bence hafif  bir Jazz'dir...Güzel bir müzik eşliğinde içilen bir kaç kadehin bulundugunuz ortamın sihrini nasıl  pekiştirdiğini reddedemez kimse. 

Bugüne dek o özel mekanları unutmak mümkün değil. Fakat bulunulan ortam her ne kadar özel olursa olsun, o anları paylaştığınız  insanların sizin için olan anlamı  sanırım herşeyi çok daha farklı boyutlara taşıyan esas etkendir..  

Yolunuz bir çok kişiyle kesişmiş olsa da eğer sizin kalbinizde ideal bir insanın hayali kalırsa bu sizin kaderinizi bile değiştiribilir 

Tüm yaşanmış ve de yaşanmamışların ardından  elinizde kalan tek gerçek şey yuvanızda huzurlu bir hayat sürmekten ibaret oluyor. Kendiniz ve sizi gerçekten sevenler için neler yaptığınızın ötesinde hiç bir şeyin önemi kalmıyor..

Geri kalansa bazen bir kadeh içkide aradığınız hikayeden öteye geçmiyor ....


Batya R. GALANTI

28 Ocak 2021 Perşembe

Mutlu olmak için ne yaptığınız değil, yaptığınız şeyin size neler ifade ettiği önemlidir.. Hele bir çocuk için!!

 Çocukları gerçekten sevmek  


Çocukken bebekleri çok severdim ben.. Bebekleri kim sevmez ki diye düşünebilir normal bir insan..

 Ama hiç te öyle değil. Her insan bebekleri sevmeyebiliyor. Ortaokul'da yakın olduğum arkadaşlarımdan biriyle bir gün İstiklal Caddesinde yürüyorduk. Okul' dan çıkmış konuşa konuşa gidiyorduk. Ben genç kızken sanırım saftım . İnsanların hep kendim gibi düşündüklerini zannederdim. Bir çok konuda kafamdaki fikirleri genele yayar, herkesin böyle olması gerektiğini düşünürdüm. Bu yüzden eğer ben çocukları seviyorsam herkes çocukları seviyor demekti, ( Öyle olmadığını görünce bendeki hayal kırıklığını hiç sormayın )

Ya da ben eğer birisine içten duygular besliyorsam o insan da bana aynı şeyleri duyuyor olmalıydı. Çok tuhaf bir şekilde insanların bazen göründüklerinden farklı olabileceklerini aklım  belki de aslında   yüreğim kabul etmiyordu . İnanmak istediğim insan  kendi kalbimdeki dünyamla eş değerdi.

Mesela çocuklar benim için bu dünyadaki  en sevimli yaratıklardı. Bebek gördüğümde öyle heyecanlanırdım ki.. Hele 15-16 yaşlarımdayken bende adeta bir tutkuydu bu. Anneme sürekli gördüğüm her bebek için , "Anne ne tatlı değil mi? "diye sorardım. Ben  kendim daha  çocukken bile bu böyleydi..

İşte o gün arkadaşımla İstiklal'de yürürken bebeklerden söz açıldığında ben her zamanki heyecanımla,  "Dünya' da bebekten daha sevimli bir şey var mı ? diye sorduğumda ? " Arkadaşım durup birden,; "Ben bebek sevmem"demiştiDuyduğum şeye inanamamıştım. Minicik bir varlığı nasıl sevmezdi ki genç bir kız? Çocuk sevmeyen insan nasıl bir insan olabilirdi?

O arkadaşım sonunda anne olmadı. Tahminim bu kendi seçimiydi. Genç bir bayan olduğumda bebekleri ya da küçük çocukları hala çok seviyordum ama etrafımda  çocukları olan daha yoktu .. Okul dönüşlerinde ya da  sonraları iş dönüşlerimde  Siracevizler' den yürüdüğümde apartmanların kapıcılarının çocuklarına rastlardım. Hepsini tanıyordum.. Benim ismimi sorduklarında onlara Betül derdim. Onlar da beni Betül abla diye çağırırlardı.. Eve yürürken arkamdan gelirlerdi. Onlara hep bir şeyler verirdim. Bizim kapıcının çocukları da beni severlerdi. Onlarla sohbet eder, onları yakından tanımak isterdim. Bazen camdan  bizim arka taraftaki vahşi otların olduğu bahçenin aşağısındaki düzlükte oynadıklarını görürdüm. Herşeye rağmen onların mutlu olduklarına inanıyordum. Apartmanın bodrumundaki kömürlüğünün arkasında, son derece karanlık, havasız izbe bir odada büyümelerine, tüm fakirliklerine ve yokluğa rağmen belki de bir çok çocuktan çok daha mutluydular. Büyük kız akıllimi akıllı ve iyi bir talebe , diğer iki ufaklık ta yine cin gibiydiler. Anneleri biraz fazla yabaniyse de babaları daha akıllıydı. Onlara iyi bakıyordu. Anadolu' nun uzak bucaklarından geldiği köyü gerilerde bırakmıştı. Kendini yeni şeylere açmasını bilen birine benziyordu Rıza. Elinden geldiğince şehir kültürüne alışmaya çalışır gibiydi. Kadınsa sadece islam ve kurallarının peşindeydi! Nereden mi biliyorum? ..Onunla da konuşmuşluğum olmuştu bir kaç kez... Kafasını örttüğü o beyaz kumaş  sadece burnunu ortada bırakırdı. Daha bağnazdı! Akşamları küçük kızları babasıyla apartmandaki dairelerinden tek tek çöp toplardı. Ne tuhaf ki çöpünüzü siz indirmez  kapınızdan kapıcınız alırdı İstanbul' da. Akşam sekiz gibi kapıyı vurduklarında,; " Kim o ? " diye sorduğumda .. Küçücük bir kız çocuğunun incecik sesi gelirdi kapının öbür tarafından . Çöööp diye bağırırdı. Kapıyı açtığımda yerden bitme bir şey bana gülümserken ikinci kez çöp derdi. Nasıl da keyifli görünürdü o an. Küçük kızla babası çöpü almaya geldiklerinde çocuğun yüzündeki gülüş ve gözlerindeki parıltılar görülmeye değerdi.

Halbuki sadece yaşadıkları binanın ayak işlerinden mesul olan babasıyla milletin pis kokulu çöpünü topluyordu o an. Ama onun için bunun çok ötesinde bir şeyler vardı. Bir işe yarıyor olmanın verdiği kıvanç dışında, babasıyla  bir anı paylaşmanın keyfiydi bu. Çoğu zaman insanların anlam vermekte zorlanabilecekleri bir mutluluk ölçüsüydü bu. Mutlu olmak için ne yaptığınız değil, yaptığınız şeyin size neler ifade ettiği önemlidir. Hele bir çocuk için!! Özellikle çocuklarını maddi şeylerle mutlu etmeye alışkın kimi ebeveynlerin anlamadığı bir sırdır bu. Hayatta esas önemli olan çocuğunuzla birlikte zaman geçirmenin ne demek olduğunu farkedebilmenizdir. İşte çöp toplayan kapıcımızın çocuğunun mutlu olmasının  sebebi ,ona ilgi göstermesini, onunla iletişim kurmasını bilen babasıydı!

Sadece pahalı hediyelerle çocuklarını memnun etmeye çalışan anne babaların amaçlarına ne kadar ulaşabildiklerinden emin değilim. Çoğu kez sadece bir sömürüye dönüşen,  karşılıklı bir doyumsuzluk ve hatta çatışmalar getiren bir sistemdir bu. Sevginin yerini almayan bir boşluk doldurma gayretidir bu. Bugün ne yazık ki bu boşluğu dolduramayan insanlarla dolu dünya..


Batya R. GALANTI











27 Ocak 2021 Çarşamba

İnsanların değiştiklerine inandığımı söylüyorum bazen. İçimde hala bir yerlerde yaşayan o küçük saf kız başını kaldırıyor kimi zaman beni kandırmaya çalışır gibi oluyor. Hayat değişti, insanlar aynı değiller diyorum bazen. Sonra yeniden kendime geliyorum. Herşey sadece bir rolden ibaret diyorum.. Hiç bir şey değişmedi ve değişmeyecek !

 


1 MAYIS 2019 Tarihli Yazım


6 Milyon ANISINA! 🙏


 

                        Bu akşam Soykırım'ı anıyoruz.




Yad Vashem'e ilk ziyaretimi dokuz yaşımda iken yapmıştım. 

Holocaust müzesini gezdiğim o günle ilgili  bir an hep aklımda kalmıştır.  Annemlerle beraber müzeyi gezerken girdiğimiz odalardan birinde bir vitrinin arkasında  koyu krem renginde hatırladığım bir iki kalıp sabun duruyordu. 

Annem bana  gayet sakin  " Bunları insan derilerinden yaptılar !" demişti.

Anlamamıştım. Nasıl yani? İnsan derisinden sabun yapmak ne demek? 

Neden ? Niye?  Nasıl yapmışlar?  Bu sorular kafamda dönmüşsede de sanırım şaşkınlığımdan o an kimseye sonuçta bu soruları yöneltmemiştim. Kafamın içinde kalmış sorular...

Hiç cevaplanmamış...

Seneler sonra 27 yaşımda idim, Yad Vashem'e yeniden gittiğimde. İnsandan sabun nasıl yapmışlar sorusunun cevabını aramamıştım hala ama bir insanı sabun yapacak kadar zalim nasıl olunur sorusunun yanıtını yine insanoğlunun kendisinden öğrenecek kadar büyümüştüm artık.
Ben Holocaust'un pek konuşulmadığı bir ülkede büyüdüm. Çocukken Holocaust'u sadece kendi büyüklerimden duymuştum. Annemden , babamdan..
Yaşadığim ülke ve insanının bu konuyla uzaktan yakından pek ilgileri yoktu. Zaman zaman televizyonda ya da sinemada yayınlanan bir filmin içinden bir kesit olarak karşımıza çıkabilse de Holocaust bir müslümanı neden ilgilendirsindi ki?
Peki tarih bilgisi olarak ta mı okutulmamıştı bu olay? ..diye doğal bir soru sorsak onun da cevabı bellidir. Türkiye'de içinde Türkler'in adı geçmeyen tarih'in yeri yoktu.
Hani Türklerin dedikleri gibi " Ateş düştüğü yeri yakar ".
Yad Vashem'i ikinci ziyaretimde beni en çok etkileyen şey, hani o çizgili pijamaların içinde bir deri bir kemiğe dönmüş, açlıktan avurtları çökmüş yüzleri korkunç bir hal almış insan resimlerinden başka, yüzlercesi bir yığın halinde bir vitrinin içinde duran ayakkabılardı.  Holocaust sonrası toplanmış ayakkabılardı bunlar; ölenlerden geriye kalan, bir çoğunun tabanı yok olup gitmiş.... geçirilen eziyetlerden kalan parçalar gibi... Katledilen insanlar gibi onlar da bir yığın olarak duruyorlardı vitrinde...
Orada sergilenen her resim, her nesne, her şey insan yüreği taşıyan her normal kişiyi etkileyecek kadar büyük bir acıyı yansıtıyorlardı
Tek tek büyük bir dikkatle baktığım sergilerin ardından, geçtiğim son koridorun sol tarafında, tüm duvarı kaplayan kocaman bir fotoğrafsa bir anda yerimde kalakalmama neden olmuştu.
O güne dek hiç görmediğim bir resimdi bu. Halbuki ne kadar da ünlüymüş! Daha sonra öğrendim bunu. Eh, söyledim ya Soykırımı neredeyse tanımayan bir ülkede büyüyen bir Yahudi o zamanlar yaşanılanları ne kadar öğrenmek ve tanımak istese de bu konuda eline geçecek yazı ve kitaplar ya da filmler çok azdı.

Resimde karşılaştığım bir çift göz. sekiz yaşlarında bir çocuğun korku dolu bakışları idi...Herşeyi bir anda özetleyen bakışlar.... Arkasındaki Nazi askerinin doğrulttuğu silahtan her an çıkacak kurşunun dehşetiyle ellerini havaya kaldırmış, çaresizlik içindeki bir Yahudi çocuğu.. 

Milyonlarca insanın yaşadığı kaderin bakışlarıydı bu.  

Dünyaya sayılı yıllar evvelinde gelmiş, kendisine yapılanları kavrayamayacak kadar küçük bir varlığın masumiyetinde gizlenen dehşeti anlatan fotoğraf.



O gün o fotoğrafın önünde dakikalarca durdum.

Ne tuhaf.. 74 yıl evvel Avrupa'da altı milyon insanı sistematik bir şekilde yok ettiler. Ve bugün bize yapılanları andıkça Yahudilere daha da sinir oluyorlar. Yeter diyenler çok var!! .Yalan söylemeyin o kadar kişi ölmedi diyenler yığınla. Hatta gittikçe daha fazla insan  şimdiden Soykırım'ın  yaşanmamis oldugunu iddia ediyorlar. Onca belgeye, kanıtlara, dokümanterlere, ve hala hayatta olan şahitlere rağmen...

Holocaust'tan kurtulmayı başaran ve hala hayatta olan insanların kollarındaki numaralar çok şeyi anlatsa da dünyanın dört bir tarafına yayılmış antisetizmin gözü kör olmaya devam ediyor.. .

Bu dehşetten kurtulanların torunlarına kadar yansıyan psikolojik sorunlar ise toplumumuzun içinde bugüne dek var olan bir problemi teşkil ediyor.. 

1939-45 yılları arası yaşananların izleri Yahudi toplumunun özünde kendini hissettiren bir olgudur hala 

Bir çok soru işaretinin cevabıdır Holocaust.

Soykırım çoğu zaman sadece Yahudileri ilgilendiren bir konu olsa da  bir milleti kökünden temizleyecek kadar vahşileşebilen sözümona dünyanın en gelişmiş toplumlarının bile içlerindeki katıksız nefretin sonucu kendilerini ne kadar kaybedebileceklerinin açık bir kanıtıdır Holocaust.

Bir hiç yere milyonlarca kişiyi gözlerini kırpmadan ortadan kaldıracak kadar korkunçlaşabilen Avrupa'nın gerçek yüzüdür Holocaust!!

Bu yüzden o şık giyimlerinin arkasında, o entel ve ileri görüşlü, o güzel görünümlü insanlar
ın , o lafta demokrat ve hümanistlerin aslında  Ortadoğudaki vahşi görünümlü,  simsiyah sakallarının arasından Allahuakbar diyerek kafa kesen barbarlardan hiç farklı olmadıklarını hatırlatıyor bana tarih!! 

Içlerindeki  gercekleri ifade etmek icin  ağızlarını açmaktan çekinmeyenler dolu ...Açıkça ifade ediyorlar bugün her yerde, her zaman.

İnsanların değiştiklerine inandığımı söylüyorum bazen. İçimde hala bir yerlerde yaşayan o küçük saf kız başını kaldırıyor kimi zaman beni kandırmaya çalışır gibi oluyor. Hayat değişti, insanlar aynı değiller diyorum bazen.  Sonra yeniden kendime geliyorum. Herşey sadece bir rolden ibaret diyorum.. Hiç bir şey deği
şmedi ve değişmeyecek !

Her yerde iyi insanların  olduğunu hic unutmasam da masif kitlelere baktığımda, ya da Antisemitizm'in kalkan burnunu yere sürtecek neredeyse kimsecikler olmadığını hissettiğim anlarda yeniden moralim bozuluyor. 

Bir yerlerde biri kalkıp beyaz ırkın üstünlüğünden bahsederek sinagog'da dua eden  60 yaşındaki kadına kurşun sıkarak katlettiği an nasıl bir dünyada yaşadığımı tekrardan hatırlıyorum!





Batya R. Galanti

26 Ocak 2021 Salı

Uluslararası Yahudi Soykırımı Anma Günü-27 Ocak 2021






YAD VASHEM-JERUSALEM  

 



 




 

En büyük sorunsa yaşadıkları topraklarda onlara yer olmadığında karar kılan kocaman uluslararası cemiyetin karşısında olmaları..

Şomron'daki cinayet ne ilki ne de sonuncusu


Geçtiğimiz ay Şomron 'un  Kuzeyi'nde Tal Menaşe  ismindeki Yahudi Yerleşim yeri'nde  ( Uluslararası Hukuka göre, işgal topraklarında )  faili meçhul bir cinayet işlendi.

Yehuda ve Şomron 'da bu tip bir cinayet ilk kez işlenmiyor.

Tüm güvenlik önlemlerine rağmen bu bölge'de yaşayan insanlar her an bu tip saldırıların hedefinde  olduklarının farkındalar.

Bu insanlar bir yerde kendi kaderlerini kendileri çizerlerken hayatlarını riske atmanın o çok inandıkları Tora' ya göre nasıl bir anlam taşıdığını da bilirler mi acaba? 

Bu ayrıca tartışılacak bir mevzudur mutlaka!

Bu cinayet bana bundan bir kaç yıl evvel üst üste, bu bölgede acımasızca öldürülen çocukları da anımsattı.

2016'da  13 yaşındaki Hallel Yaffa Ariel ( Z"L ) yatağında uyurken,  evine pencere'den giren teröristin sayısız bıçak darbeleriyle katledilmişti.


Israel merkezini Yehuda ve Şomron' a bağlayan yollarda sık sık Israel arabalarını hedef alanların sebep oldukları cinayetlerde çok çocuk öldü bugüne dek...

Geçen ayki cinayet te ilk haber  olduğunda.."faili meçhul"dendi fakat bu cinayetin de sebebi ilk başından belliydi.


Çok zaman geçmeden  milliyetçi akımların etkisinde yapılmış bir eylem olduğu ( Israel'de bu tip teror eylemlerini bu şekilde tabir ediyorlar genelde ) ortaya çıktı.

Altı çocuk annesi, dindar bir kadın Esther Horgen..

Bu bölge'de ikamet eden bir çok Yahudi gibi.

Resimleri yayınlandı media'da.

Hayatı seven, insanlara yardıma koşan, dürüst ve iyi bir kadındı diye nitelediler onu.

Zaman zaman kendi kendine doğaya çekilmeyi severdi diye anlattı birileri.

Ormanlık alanda yürüyüş yaparmış..

Meditasyon ve yoga gibi şeylerden hoşlanıyormuş..

Bu bölge her ne kadar, doğal ortamı ve sakinliğiyle insanı kendine çekse de aynı çevrede Yahudi Yerleşimcilerin varlığına karşı olan bir halk  olduğunu unutmak mümkün mü?

Böylece Esther'in gezindiği orman yerine yakın bir köyden ( Tura Al Gharbiya'dan ) gelen bir Arap,  kadını tek başına gördüğü an hiç düşünmeden saldırıya geçmiş.

Yerdeki kayalardan birini eline aldığı gibi kadının başına defalarca vurarak öldürmüş onu.

Günler sonra Shin Beth'in aramaları sonunda, Muhammad Muhr Kabha ele geçirildi.

Daha evvel yine güvenlik birimleri tarafından tutuklanmış bir eski suçluymuş Muhammad.


Bu defaki cinayetinin sebebi, geçtiğimiz aylarda yine Israel Güvenlik birimleri tarafından yakalanmış başka bir terör zanlısı , Filistinli  Kamel Abu Waer'in Israel hapishanesi'nde kanserden ölümünün intikamı imiş.

Israelín merkezinde yaşamaktansa bu yerleri kendilerine yuva seçenlerin çoğu "idealist" ( Tabi kimine göre idealist olan başkasına göre birer işgalci )

Kimileriyse bazı açılardan daha rahat, daha huzurlu bir yaşam arayışındaki insanlar. 

Bazılarının Tanrı'ya yaklaşım biçimleriyse  bizlerden değişik.

Kendi seçimleri her ne olursa Kutsal gücün onları koruyacağına inanan kişiler bir çoğu...

Kendilerini uçurumdan atarken o kuvvetin hala onları koruyacağına inanacak kadar büyük bir teslimiyet içindeki insanlar bunlar

Onlar için Israel'in 3000 yıllık rüyasını gerçekleştirmenin tek yolu buralara yerleşecek Yahudilerle gelişip büyüyecek bir yaşam.. Tora'da, tarihte nasıl yazılıysa..

Yeniden başlamak!

Maşiah'ın  gelmesi için tamamlanması gereken koşullardan biri de bu..

Bu topraklara dönüş!

İnsan bir şeye inanmaya görsün! Kimse, hiç bir kural, hiç bir yasa hiç bir Uluslararası güç önlerinde duramaz. Kimsenin!!

Diğer taraftan Israel Hükümetinin, tabii ki sağ ve orta sağ tüm hükümetlerin desteklediği bir "Yerleşim Politikası "bu.

Sadece Tanah, din, Tanrı, Maşiah ve gerisi değil..

Bugün yaşayan Israel'in güvenliği için Israel'in sınırlarını kalkan gibi koruyacak yerleşimler bunlar..

Barışı isteyenlerin hayallerini yıkan yerleşimler.'

Uluslararası Arena'da zayıfın yanında olduğuna inananlara karşı duran yerleşimler..

Bir tarafta birileri diğer taraftan bir diğerleri.

Bu insanların bu manevi ruhu,  bir yerde bu şartsız  koşulsuz inanç Israel'in kalkanı aslında.

Bu manevi güçle bu ülkeye farkında olmadan siper olanların kendilerini feda etmeleridir sanki.

Bu insanlar bu topraklarda yaşayan bir diğerlerinin koruyucu melekleri gibiler bir yerde..

Çoğunun  büyük, kocaman aileleri, bir sürü çocukları var.

Çocuklarını  Yahudi mistisizminin ışığında büyüten, bambaşka bir felsefe ile hayata bakan tipler.

Bağlarda, bahçelerde çoğu zaman yalınayak gezen çocuklarının diğer komşularla aralarında hiç bir ayrım olmayan büyük bir aile niteliğinde, ortak bir yaşamı paylaşan yerleşimciler..

Kendi sebzelerini yetiştiren, kendi iş yerlerinde çalışan ve din ve geleneklerin dışında çok fazla şeye yer bırakmayan sessiz bir hayat süren insanlar.

En büyük sorunsa bunu yaşadıkları topraklarda onlara yer olmadığında karar kılan kocaman uluslararası cemiyetin karşısında olmaları..

Tüm bu sükunet, kocaman bir karşı duruşla çatışma halinde..

Tüm bu sessizlik ve huzur arayışı, Tanah'ın peşinde inancını yaşamak isteyenlerin karşısında başka insanların da aynı topraklarda kendilerine bir yaşam arayışında olmaları...

Koca bir dünya'da iki millet küçücük bir toprakta bitmeyen bir kavgada

---------------------

Muhammad Abu Waer'in tutuklanmasının ardından Mahmud Abbas, bir kadın katilinin ailesine, her zamanki gibi maaş bağlamayı ihmal etmemiş..

Her ay onun gibi Yahudi katillerinin ailelerine binlerce şekel aylık ücret veriyor Batı Şeria'daki Hükümet.

Uluslararası Yardımları doğru yerlerde kullanmak her zaman önemli (!)

Bu arada Strasburg'da BDS son günlerde yeniden Israel mallarını boykot için görev başındaymış...



Batya R. GALANTI 








22 Ocak 2021 Cuma

Karşılıklı tolerans!!


Nerede olursa olsun karşıma çıkıyorlar,  farklı düşündükleri için birbirlerini düşman görenler ve kavgaya tutuşanlar.  Israel'de, Türkiye'de, Amerika'da! Tüm dünya'da!!

Her yerde insanlar farklı düşünenlerle anlaşmakta zorlanıyorlar. Özellikle de politika'da!

Doğru, bizim gibi olmayanı anlamak kolay değildir ama yine de onları en başından düşman ilan etmek ne kadar doğrudur? Kimi Amerikalı arkadaşlarım var.. Son günlerde onların aralarında bu seçim sonrası ne kadar da büyük bir gerilim içinde olduklarını görüyorum Sadece Capitol'ü basanlar değil Amerika'liların hepsi birbirleriyle sürtüşme içinde bu son senelerde.. Aralarındaki kedi fare misali düşmanlıklar açıkça sezilebiliyor.

Neden insanlar birbirlerini anlamak yerine hemen kavga ediyorlar diye düşünüyorum. Politik duruşlar neden insanları bu derece ayrıştırıyor?  Çünkü sanırım politik duruşumuz tüm hayatımızın hatlarını şekillendiren standartları içeriyor. Nasıl bir toplumsal hayat istediğimizi, nasıl bir ülke ve dünya hayal ettiğimizi sectigimiz politik çizgimiz belli ediyor.  Geleceğimizi, hedeflerimizi gerçekleştirebilmemizin yolu kendi duruşumuzu belirleyen politik partiye vereceğimiz desteğimiz oluyor. Mesela daha kapalı bir toplum hayallerimiz varsa eğer Muhafazakar Partiye oyumuzu verirken liberalleri tüm değerlerimizi yıkmakla tehtid eden düşmanlar olarak algılayabiliyoruz.

Halbuki her insan kendi yolunun en doğrusu olduğunu iddia ederken kimse özde başkasına kötülük yapmayı amaçlamıyor. Her insan sadece kendi değerlerine uyan yolu en doğrusu olarak görüyor. (Problem de burada başlıyor. 

Demokrasi ne zaman tehlikeye düşüyor? İdeallerimizde gözümüz körleştiğinde başkalarına olan toleransımızı kaybediyoruz. İşte o zaman tehlikeli sınırlara gelmiş olabiliyoruz. Mesela senelerdir sosyal media'dan tanıdığım kimi ultra liberal arkadaşlarım var. Onların tüm politik görüşlerini ben açıkça biliyorum çünkü onlar liberal duruşlarını saklamıyorlar.  Onlarsa benim daha konservatif fikirlerimi daha az bilirler. Çünkü ben politik tartışmaları böyle yerlere taşımayı çok sevmem. Ancak ben onları oldukları gibi kabul ederim. Çünkü bir çok farklı konularda onlarla aynı düşündüğümü görürüm. Sonuçta sadece belli şeylerde ayrı düştüğüm için onları reddetmek bana mantıklı gelmiyor. Ancak buna karşın kimi liberallerin kendileri gibi düşünmeyenleri  farkettiklerinde nasıl tepki verdiklerine şahit oldum. Tırnaklarını çıkarıp kükremeye başladılar bir anda!! Böyle durumlarda  ben büyük bir ikilem görüyorum. Eğer onlar bu kadar liberallerse o zaman neden  kendilerinden daha muhafazakar fikirlere karşı bu kadar büyük tepki veriyorlar? O zaman nerede bu insanların liberalizmi? Kısmen daha muhafazakar olup liberal insanları oldukları gibi kabul edenler mi yoksa karşılarındakinin kendileri gibi olmadıklarını keşfettiklerinde bir çırpıda düşmanlaşanlar mı daha toleranslılar? Demek hiç bir şey tam olduğu gibi. ya da olması gerektiği gibi değil.

Israel'de de sağ ve sol'un birbirleriyle elektrikli günlerden geçtiğimiz bu dönemde, işimize gelse de gelmese de demokrasinin bize getirdiği sonuçları yeri geldiğinde kabullenmek zorundayız.Seçimlerden çıkacak sonuçlar bizi tatmin eder ya da etmez. Çoğunluğun sözü geçecek. Bunu kabul etmeyenlerin toplumu kaos'a itecek davranışlarıysa kimseye iyilik getirmeyecek.

Hep birlikte yaşamamızın birinci kuralı başka insanların farklı düşünmelerine alışmaktan geçiyor.Farklı düşünmelerine, farklı şeylere inanmalarına.. Hayatı belli bir denge içinde yaşmaya devam edebilmemizin tek yolu ayni toplumda değişik renklerin varolduklari gerçeğiyle yaşamaktan geçiyor. Dilerim bu uyumu korumayı sonunda başarırız.. Israel'de , Türkiye'de , Amerika'da ve tüm dünya'da...


Batya R. GALANTI










21 Ocak 2021 Perşembe

Bu ülkeye gelenler sıfirdan başlamak zorundaydılar.






Geçenlerde anneme sordum,  " Anne, Tant Ceni Israel'den  Türkiye'ye neden geri dönmüştü bir ara?'

1986 senesinde daha 63 yaşında iken Karaciğer Kanseri yüzünden vefaat eden büyük teyzemi öyle çok yakından tanıma fırsatım olmadığı halde onu çok severdim. 

Kimi yazlar bizi ziyarete gelirdi.

Her gelişinde bizimle yaklaşık bir aylık bir zaman geçirirdi. Büyük bir özlem duyduğu kardeşlerini görmek için gelirdi ama esasen Türkiye'ye pek bir bağlılık hissetmezdi o . 

Benimse  ona karşı büyük bir hayranlığım vardı. Sanırım onun kendine özgü o saygınlık yaratan  karakteriydi beni ona bu kadar çeken.  Kocaman, yemyeşil ve hafif çekik olan gözlerindeki sevgi dolu bakışlarındaki zeka pırıltılarımıydı bu bilmem.

O da annemin babası gibi uzun boyluydu. Epey toplu bir insan olmakla birlikte her zaman kendinden emin bir duruşu vardı. Fransızcayı Alliance okulunu bitirdiği için iyi bilirdi ve bazen ona yazıdğım mektuplarıma Fransızca cevaplar yazardı .. 

Israel'i çok seven teyzem Türkiye'de kalan Yahudi Cemiyetinin anti Israel duruşundan nefret ederdi.... Büyükada'da yaşayan Yahudilerin lüks hayat peşinde koşmalarını hiç durmadan yererken haklıydı. Türkiye'de kalmış bir kaç bin Yahudinin birbirlerine kendilerini ıspatlamak için yarattıkları o yüzeysel ve maddi değerlerin  çok öne çıktığı ortam yeterince yorucuydu.   

Teyzemin  Israel'den Türkiye'ye ilk etaptaki geri dönüşünün sebepleri ise yaşadıkları olağanüstü güçlüklerdi.

Israel'in kuruluşunun hemen ardından, 1950'de yeni evli bir çift olarak vapurla vardığı bu yerde yaşam sandığından çok daha zor olacaktı teyzem için..

Ben 14-15 yaşıma gelip ilk kez arkadaşlarımla gezmeye ve kimi gruplarda çıkmaya başladığımda Israel sevgimin bir çoğunda hiç olmadığını farkedip her defasında şaşırıyor hayal kırıklığına uğruyordum. .. Israel'de çok zor bir hayat olduğunu söyleyen ufaklıkların, daha o yaşlarında Israel'in  hayatını nereden bildiklerini bile bilmiyordum..

Cemiyetimizde Israel, insanların mecburiyetten göç ettikleri, hayatın çok zor olduğu,  boğaz'ın ve adanın olmadığı, savaşlarınsa hiç bitmediği  yabani insanların memleketi olarak sembolleşmişti zihinlerinde. Artık bir klasiğe  müşsdönmüş olan sözle belirtirlerdi çoğu fikirlerini; Orada hayat yok!

Kısacası, "Başka seçeneği olmayanların ülkesiydi Israel!."

Halbuki  teyzem eşiyle sahip oldukları işlerine ve diğerlerinden pek farklı olmayan hayatına rağmen gitmişti Israel'e... Her göç edenin sebepleri aynı değildi ama insanlar bunu Türkiye'de pek bilmiyordu. 

Türk Yahudileri'nde " siyonizm " olgusu mevcut değildi .

Teyzemse tam bir idealistti. Sanırım onu diğerlerinden farklı kılan şey de buydu.. Kimi insanlar bulundukları duruma en basit şekilde kendilerini adapte eder ve toplumun kendilerinden beklediği neyse o şekilde davranır ve yaşarlar.. Bir diğerleri, kendi ideallerinin arkasında koşarlar ve işte o kişilerse bir şeyleri değiştirmek için dünyaya gelenlerdir..

Teyzem her daim okuyan, bilen bir insandı ve bazı şeylerin değişmesi gerektiğine inanmışsa eğer, kaldığı yerden devam etmek istemeyecek kadar azimli ve cesurdu.. Hiç bilinmedik maceralara atılmakta sanırım bunun içindeydi onun için..

Sene 1950'de Ceni eşi Anri ile beraber göç etmişler Israel'e . Sıfırdan başlayacakları bir yere.. Kurulduğu ilk günden yedi devlete karşı savaşmak zorunda kalan 800.000 nüfuslu bir ülkeye gelmişlerdi. 2000 yıl aradan sonra yaşanan yepyeni mucizelerin başıydı sanırım bu savaş!! Kendinden kat kat üstün bir nüfusa karşı verilen savunmanın dışında , uluslararası cemiyetin onlar için tayin ettiği toprakları katlayarak büyüten cesur savaşçılar olmalıydılar buraya ilk göç edenler. Bir daha kimsenin onları yok etmesine izin vermeyeceklerine and içmişlerdi ..

Belkide Türkiye'deki o zamanlar yeterince küçülen cemiyetimizi diğer Yahudilerden farklı kılan şey Türk Yahudilerinin soykırımı yaşamamış olmalarıydı. Türkiyenin II. Dünya Savaşı'nda tarafsız kalmış olması , bizimkileri mucizevi olarak hayatta bırakmıştı. Ama bu Türkiye'de bizi gerçekten korumak istedikleri ve bizleri çok sevdikleri anlamına gelmiyordu. Nefret yeterince vardı ve eğer bir savaş olsaydı İstanbul'da fırınların çoktan hazır olduğunu herkes iyi biliyordu..

Teyzemi Israel'den bir dönem için geri getiren şey yaşadıkları  çadırların sellere kapılıp gidişiydi...

Yahudilerin arapların evlerini ellerinden aldıklarını iddia edenlere anlatmak gerekir buraya ilk gelenlerin nerelerde ve hangi koşullarda yaşamak zorunda kaldıklarını... ilk seneler buralarda geçirilen hayatın nasıl  fedakarlıklar gerektirdiğini.

Israel'in ilk yıllarında, Arap ülkelerinden bir çırpıda her şeylerine el konularak,  kapı dışarı edilen Yahudileri, Soykırımdan kurtulup, yeni bir yaşam amacıyla yine hiç bir varlıkları olmadan  sığınanları karşılaması gerekiyordu...  Güney Tel Aviv'de, Yafo'da çadırlarda yaşıyordu bir çok göçmenler..Teyzemler de İstanbul'da bıraktıkları işleri ve evleri yerine bir çadıra yerleşmişlerdi, Shunat HaTikva'da, ( Güney Tel Aviv'de ) . Daha yolların ve kanalizasyon sisteminin bile olmadığı topraklar üzerinde yaşadıkları yıllardı bu yıllar...

                                     Israel'de maaborot denilen  çadır kentlerdeki yaşam

Annem çocukluğunda teyzeme ne kadar bağlı olduğunu anımsar. Ceni gece çıktığı zaman, geri geldiğini duymadan uykuya dalamazdım bir türlü der.. Her an ahşap merdivenlerin gıcırtısına kulağımı verirdim.. Onun adımlarını artık çok iyi tanıyordum. O döndüğü zaman yüreğim rahatlardı ve ancak o zaman uykuya dalardım diye anlatır.

Peki 1955'te ne oldu ?..

Bir gün yaşanan bir sel her şeyi  bir anda silip süpürmüş. Işte o zaman en baştan başlamak gerekiyormuş.. Bir an tüm ümitlerini kaybedince Ceni'nin ilk düşündüğü şey ailesine yeniden geri dönmek olmuş...

Ve böylece babasının da yardımıyla, Ortaköy'de  Portokal yokuşu üzerinde , onlara hemen yakın, küçük bir ev bulmuşlar.

Teyzem daha döneli çok zaman geçmeden yaşanan korkunç olaylar,  bir  gece yeniden  bir anda herşeyi değiştirmiş!

Dereboyundaki ahşap evin orta katında biz otururduk diyor annem. Yukarıda bir sürü kedileri olan Şalom ailesi ve bodrum katında da yakın bir komşuluk paylaştıkları iki çocuklu fakir bir Rum aile yaşıyormuş.

Bir gün Yunanistan'ın Selanik şehrinde, Atatürk'ün doğduğu ev olarak bilinen köşke " sözde" bombalı saldırı olduğu haberi bir anda İstanbul'un altını üstüne getirmeye yetmiş. Uydurulumuş bir olay  o sözde modern Türk gençliğinin azılı bekçilerine hemen ellerine sopaları alarak , Beyoğlu'nda , Balat'ta, Kuzguncuk ve Ortaköy'de bildikleri, tanıdıkları ve tanımadıkları azınlıklara ait iş yerlerini ve evleri yağmalamaları için yeşil ışık yakmış!!

O gece dedemin evine de dayanan haydutlar onlar kapıyı açmadan gitmeye niyetli görünmüyorlardı der annem. Ortaköy'deki nasyonalist  gençlik dolduruşa gelmişti yeterince..

Gözlerini diktikleri Rum kızı Eleni'yi arıyorlarmış! Alt komşularının kızları olan Eleni'yi..Brigitte Bardot'ya benzeyen, güzelliğiyle tüm Ortaköy'de ünlenen genç kızı annemler saklamışlar evlerinde.. Sade Eleni değil, tüm aile içerideki odalardan birindeymiş.. Aşağıda zorla girdikleri Rum aileyi evlerinde bulamayınca yukarı çıkmışlar. Aralarında birinin sopasında bir kilot asılı olduğu halde  bağırıyormuş dışarılarda , İşte!  Eleni'nin kilodu diye..

Teyzem  hamile olduğu halde dikilmiş kapıda. Burası onların evi değil, gidin buradan . Dedim ya teyzem cesur kadındı! Dedem bağırışları duyunca gelmiş o an.. Ve kapıya dayanan o haydutlar dedemi farkedince birden şaşırıp geri adım atmışlar;  " Avraham usta , burasının senin evin olduğunu bilmiyorduk, affet!!.. Tüm evinin eşyalarını kendi eliyle yapmış olan marangoz dedem, o civarlarda bir fabrikanın ustabaşısıymış o zamanlar. Ve o an evlerine dayananlarsa hep kendi işyerindeki işçilermiş.. Onu görünce terkedip gitmiş hepsi..

Yine aynı dönemde Tant Ceni'ye" Pis Yahudi !" diye seslenen bir kişinin çirkin sözleri, Türkiye'de bir defa daha Türkten başka kimseye gerçekten rahat bir yaşamın söz konusu olmadığını gösterdiğinde, bu kez Israel'e bir daha hiç geri dönmemek üzere gitmesinin yolu açılmış!

1948 ve sonrasında Israel'de var  olan tek şey, kimi barakalar ve kum tepeleri idi. 

Tel Aviv ya da kimi ufak tefek yerleşim yerlerinde 1800'lerden o günlere göç eden Yahudilerin ellerinden çıkmış evler vardı..Buraya gelenler sıfirdan başlamak zorundaydılar.

Israel sıfırdan başlayanların ülkesiydi.. Israel'e farklı yerlerinden, farklı seviyede, farklı kültürlerde yetişmiş insanlar dört tarafı çöl olan bu yerlerde, yol yapımında, ev inşaatlerinde , toprak sürmede, sebze ve meyve yetiştirmekte çalıştılar. Düne kadar doktor, mühendis ya da kendi işinin patronu olanlar asker oldular, silah tuttular işçi ya da hamal oldular.

Yüz yıllar boyu unuttukları savaş  kanunlarını yeniden hatırladılar.

Bu kez bir daha geri dönmemek üzere..

  Vahid Beheshti @Vahid_Beheshti In spite of all the propaganda by the regime of the Islamic Republic, the people of Iran continue to risk t...