26 Haziran 2020 Cuma

 Psikiatrik İlaçlar ve yapabilecekleri zararlar! 



Seneler evvel ağbim bir arkadaşının Panik Atak sorununu küçücük bir mucizevi hapla yendiğini anlatmıştı bana.  Bu genç adam yıllardır beyin hücrelerinin kendi aralarındaki iletişimle birlikte diğer sinir hücreleriyle de iletişim kurmalarına olanak tanıyan bir kimyasal olan " serotonin " in eksik olması yüzünden bu sorunu yaşadığına ve ilaçla bunu takviye ederek panik atak problemini yendiğine inanmış daha doğrusu inandırılmıştı..

Banaysa oğlum dört beş yaşlarındayken kuzinim bir ilaçtan bahsetmişti. Oğlumla çok zor günler geçiriyordum ve sinirlerim yeterince yıpranmıştı. Bende misafir olan kuzinim SSRİ denen bir grup ilacın mucizeler yarattığını iddia ediyordu ( tamamen iyi niyetle tabii ) Prozac adını sanırım bugün duymayan yoktur. Bağımlılık (?!)  yapmayan bu ilacı alanların hayatları değişiyordu.. Benim de o zamanlar  duyduğum bir isimdi bu. O an ilaçlardan yana değilim demişsem de daha sonra fikrimi değistirecektim.  Aslında o zamanlar esas ihtiyacım olan şey oğlumun probleminin ne olduğunu bilmek ve bir destek grubunun içinde olmaktı...Bense bir bilinmezlik içinde olmanın kaybolmuşluğu içindeydim. Ve bu çok zordu.  Yutacağım hapların hiç kimseye fayda sağlamayacağı kesindi fakat kendinizi kimi belli durumlarda bulduğunuzda ve desteğe ihtiyacınız olduğunda  size uzatılan dala elinizi uzatmayı denemeniz normal bir tepki aslında ...

Kısaca sonunda ilaç kullanmayı denedim. Önce Prozac, ama olmadı. .bir sürü yan etkiler yaşadım..kendimi daha iyi hissetmenin suni yollarını arıyordum. Her denediğim SSRİ grubu içindeki bir diğer ilaç bana berbat etkiler yapıyordu. Keşke tüm bu açık işaretleri farkedip ilacın iyi bir çözüm olmadığını anlamış olsaydım. Sonunda Cipramil yavaş yavaş etkisini göstermişti. Öyle büyük mucizeler görmeden, sadece daha apatik bir ruh haline girmem bu ilacı anlamsız bir şekilde her gün almam için yetmişti.

Her gün bir Cipramil yuttuğum dönemlerde kafamda bir çeşit bağımlılık gelişmişti. Bu bağımlılık, ilaca karşı duyduğum asılsız güvendi.  Oğluma karşı gösterdiğim  sabrın ve anlayışın arkasında  bu ilacın olduğuna inanıyordum! "

Bir kaç yıl anlamsız bir şekilde her gün bu ilaçtan bir tane aldım.. Elle tutulur bir yardımı olmadığı halde.  Seneler sonra bende tuhaf tuhaf belirtiler ortaya çıkana dek aynı hapı yutup durdum. Taa ki bir zaman sonra kimi unutkanlıklar yaşamaya başlayana dek. Önceleri yorgunluktandır diye düşündüm. Yeterince koşturuyordum ve tabii kafam bin bir şeyle doluydu. Bir andan diğerine bazı şeyleri unuttuğum oluyordu bazen. Daha sonra kimi insanları sokakta gördüğümde simaları karıştırdığım oluyordu. Bunlar çok tuhaf şeylerdi. 

Sonra  bir akşam hatırlıyorum elimde bir sandwich vardı  ve birden ağzımdaki lokmayı yutamamıştım. Bir an yutma O ana dek başka bir çok nörolojik şeylerle birlikte bu son yaşadığım olay en basit tabiriyle ödümü koparmıştı. Aynı gün Nörolog'tan randevu aldığımı anımsıyorum.

Kadın'la görüştüğümüzde , bana yaptığı uzun  muhayene ve sorduğu sorular sonunda, açık ve net bir şekilde: " Aldığın ilaçları bırakmanın zamanı gelmiş ! " demişti.

Bana bu ilaçları yazan doktor ya da ilaçları bırakmamın zamanının geldiğini söyleyen Nörolog, ikiside ılaçları bırakırken ne kadar dikkatli olmam gerektiği hususunda beni uyarmayı gerek görmemişlerdi

Kısacası, bu ilaçların zararlarından doğru dürüst bahsedilmeyen bir dünyada her yıl milyonlarca kişi Psikiatrik haplarla yaşamaya alıştırılıyor.

Benim ilaçları bırakmam, kendi kafama göre haftalar almıştı. Ancak aylar sürmesi gereken bir süreçti bu ve ben bunu bilmiyordum. Çünkü  yıllardır  beni uyarmadan bana reçete yazmaya devam eden doktora karşı tüm güvenimi yitirmiştim artık. Ve ne yazık ki kendi aklımla doğru yaptığımı sandığım yanlışların getirdiği ceza çok uzun süre bir çok semtomlar, rahatsızlıklar hissetmeme neden olacaktı.

Big Pharma olarak anılan , Dünya İlaç Sanayi insanları para için zehirlemeye devam ediyor. Hala daha ilaçların yararlı olduğuna inanan milyonlar kandırılmaya devam ediyorlar. Bu ilaçları kullanmak ve bırakmak ne kadar tehlikeli ; " Acaba kaç kişi biliyor?" Örnek olarak, Xanax gibi Benzodiazepin türü  ilaçları iki haftadan fazla kullanmamaları gerektiğini bilmeyenlerin  bu ilacı birden bıraktıklarında epileptik bir nöbetle komaya bile girebileceklerini, ani ölümle karşı karşıya kalabileceklerini kaç kişi biliyor?

Senelerce kullanılan psikiatrik ilaçların beyinde zararlar yapabileceğini. Kimi insanlar için bu zararların dönüşü olmayacak kadar büyük olduğunu?!!  Ve bu ilaçları bıraktıktan sonra onlardan kurtulmak bir yana seneler boyu günlük hayatlarını sürdürmekte zorlanacak derecede korkunç semtomlar geliştirebileceklerini kim anlatıyor insanlara? Kaç kişi biliyor bunları? 

Evet doğru, kimi insanlar yirmi, otuz yıl bu tip ilaçları sorunsuz kullandıklarını söylüyorlar. Bir diğerleri bu ilaçlara başladıktan sonra tüm zararlarına rağmen onları bırakmayı başaramıyorlar. Ve bir diğerleri seneler boyu cehennemi yaşıyabiliyorlar..

Hele kimi basit sebepler için,  kimi ufak tefek inişler çıkışlar için hemen psikiatriste koşmak bir insanın kendi eliyle hayatını yıkması demek olabilir. Psikiatristin elindeki tek şey ilaçlar. Ve bu ilaçların hiç biri tedavi etmez. Kısacası doktorların  ellerinde sizin için sihirli bir çözüm yok. Serotonin eksikliği gibi bir saçmalığı insanlara yutturan İlaç Sanayi, insan beynine verdiği suni maddeler, suni  serotoninle, beynin kendi sağlıklı işleyişini bozmaktan başka bir şey yapmış olmuyor. Kansızlığı bile tahlillerle belirlerlerken nasıl olur da her hafif bir depresif  durum için doktora giden  insanda  hemen serotonin eksikliği olduğuna karar verip bu ilaçları veriyorlar. 
Peki onca zarar gören insan nerede? insanlar neden susuyorlar?  Birincisi psikiatrik ilaçlar söz konusu olduğu için ön yargılardan çekinebiliyorlar çünkü toplum bu tip ilaçlardan zarar gören kişileri bunalımda zannediyorlar. Bu insanların kimin ve neyin kurbanı olduklarını bilen yok. Bazen kişilerin kendileri bile yaşadıkları cehennemin ilaçlar yüzünden olduğunun farkında olmayabiliyorlar. Yaşadıkları rahatsızlıklar yüzünden bir sürü doktora koşuyorlar,. Ve zaman zaman insanların kendileri de kendilerinin depresyonda olduklarını zannedebiliyorlar. Ve bu bir kısır döngüne dönüşebiliyor. Benim gibi bu konuda daha bilinçli olanların da yapabilecekleri bir şey yok. Sağlığınızı sizden çalan kocaman bir sanayiye karşı durmak bizim gibi küçük insanlar için nasıl mümkün? Amerika'da, İngiltere'de İlaç Bağımlılığı ve Seretonin Sendromu gibi konularda media'da uyarıda bulunan Profesörleri tehtid eden büyük bir mafiadır İlaç Sanayi. Yine de biraz araştırırsanız İnternet üzerinde bu konuda. İngilzce olarak bilgiler mevcut.  Ben yinede bulunduğum kimi ortamlarda ilaç kullanıp çok memnun olduklarını söyleyenlerin karşısında susuyorum. Bu ilacı kullnan bir insanı uyarmak bana düşmez. Tek dilediğim şanslı kitlenin içinde olmaları ve ilaçlardan iddia ettikleri gibi fayda görmeğe devam etmeleri!!

Biliyoruz ki bir çok kez, ilaçların bize etkileri sadece onlara ne kadar inandığımızla ilgilidir.. PLACEBO!!


( Aşağıda ilaçlar hakkında iki link veriyorum )




Batya R. Galanti



https://www.youtube.com/watch?v=TPHTTYUNI_4









                                       Gal karne alıyor bugün!




     Bu sabah Gal okula büyük heyecanla gitti. Karne alacaklardı.. Kısacık bir gün için giyindi, dişlerini fırçaladı, üzerine en sevdiği deodorant'tan koydu..beyaz okul T-Shirt'u, kısa pantalon'u,
ve başlayan yazla birlikte artık iyice yakmaya başlayan  güneşe rağmen buradaki gençlerin ayaklarından hiç düşmeyen Blundstones botlarını da giyerek karşıma geçti ve bana ; " Anne ben karne için hazırım " dedi.. Başımı kaldırıp ona baktığımda, bir gün evvel saçlarını kestirmiş olduğu için gözüme daha bir güzel göründü o an.. Kocaman gözleri, pırıl pırıl parlarken heyecanını gördüm gerçekten...Hahaha haklısın ya bugün karne alıyorsunuz.!!! Gal; " Anne okuldan erken geleceğim biliyorsun,  döndüğümde ne yaparız? " diye sordu her zamanki gibi.. Bense ;' Okuldan bir dön önce ,. belki bir süpriz yaparım sana !" dedim..

Gal gerçi süprizleri genelde pek sevmez . Otist çocuklar için ideal bir gün , yazılı çizili bir programın belli bir düzende ve alıştıkları, sevdikleri şeylerin çevresinde dönmesidir..Fakat bunun yanında otist bir insanın da hayatın her zaman kafamıza göre gitmediğini, kimi zaman son anda bile programların değişebileceğini,  başka insanların da kendilerine göre bir hayatları, istekleri olacağını öğrenmesi ve buna da bir anlamda alışması şarttır..

Her ne kadar karne'nin  onun için  sembolik bir öneme sahip olduğunu bilsem de  !! Yine de gösterdiği çaba, kimi yerde biraz boşladığı şeyleri öğretmeninin  belirtmeden geçmeyeceğini bildiğim için  bende de kısmen bir merak uyandırır elinde döneceği o bir kaç sayfalık özel kağıtlarda tam olarak neler yazılı olacağı..

Ben çocukken karne almaktan nefret ederdim.. Hiç bir zaman kendi gerçek yüzümü bulamamıştım o karnelerde.. Bizde pek açıklamalar da olmazdı.. Nelerde yanlış yaptığımız, hangi beklentilere cevap veremediğimiz, neleri boşladığımız yazılı değildi karnede.. Mesela hakkımda yazılacak olumlu şeyler de vardı ama yine de  hiç biri karnede yoktu... İlkokul birden lise sona kadar sadece kuru kuru notlar vardı bizim karne dediğimiz o tek sayfa basit kağıtlarda.Kimileri için büyük bir onurdu aldıkları yüksek numaralar, ellerinde herkese gösterirlerdi gülümseyerek ( haklıydılar tabii ). Bir diğerleri içinse her defasında yakıp ta küllerini gömmek isteyecekleri aptal bir kağıttı bu..

Galse okulda herkes tarafından ne de çok seviliyor bilemezsiniz.. Öğretmenleri, müdürü, çocuklar.. Bana hep nasıl da çaba harcadığını anlatıyorlar.. Başarmak için, kendini ıspatlamak için. Beni şaşırtıyorlar.. Bense o daha çok küçükken ne de zorlandım..benimle hiç sevmedi bir şeyler yapmayı.. ona hep yardım etmek isterken, oyunları denedim..her yolu denedim ama beni çoğu zaman reddetti.. Ve kendime sık sık sordum..acaba ben  nerede yanlış yaptım da olmadı diye düşündüm.. Ama bunun benim yanlışım olduğu doğru değil sanırım..

Daha otist olduğunu bile bilmediğim yıllarda onu terapilere götürürdüm. Her defasında çığlık çığlığa  terapileri terketmek zorunda kalırdım..Peki eksikliklerini bu şekilde nasıl kapatacağım derdim.. Zayıf taraflarını nasıl güçlendireceğim bu çocuğun,  geri olan bir şeyi ilerletmek bu şekilde nasıl mümkün olacaktı peki?? Çileden çıkıyor, .kendimi yiyordum hep.. Ona yardım etmek için çırpınıyordum o ise sadece ağlıyordu!!!

Bebekken bile ilk fizyoterapi seanslarını unutmuyorum o kadar ağlardı ki terapist durur durur beklerdi. Bana evde onunla neleri çalışmam, ona hangi hareketleri yaptırmam gerektiğini gösterirdi.. Gal ise bana dokunmayın der gibiydi. Belkide gerçekten sorunu buydu.!!!Bedenine dokunan ellerden rahatsız oluyordu büyük ihtimalle . Bende sonunda onu mecburen bırakıyordum. Yerlerde kollarının üzerinde emeklemekten çok yüzer gibi gidiyordu.. Kolları , elleri..tüm vücudu güçsüzdü!

Seneler boyu devam ettiğimiz konuşma terapileri, oyunla terapiler, hepsi laftaydı.. Gal kimseye izin vermiyordu. Onunla nasıl çalışacağını bilemeyenlerin ellerinde harcanan zaman beni çileden çıkarıyordu.. Sonunda Monopol oyunundan  esinlenerek bir oyun hazırladım .

Büyük bir kartona çizdiğim numaralar ve zarlarla hazırladığım özel oyunda, attığı zara göre her geldiği noktada verilen emirleri, o ben ya da Danielle yerine getiriyorduk.. Bu emirler,  onun dengesini geliştirici kimi hareketleri yapmak, yere dizdiğim halkalardan atlamak, dar bir tahtanın üzerinden düşmeden geçmeği başarmak ve trampolina'da mümkün olduğunca yukarıya sıçramaktı.. Ve Gal'in tek reddetmediği şey de işte buydu. Hepimizin birlikte oynadığı bir oyun gibi algılıyordu bunu..

Başka başka şeyler buluyordum her seferinde.. tek amacım onu biraz olsun geliştirmek eğitmekti..

Gal yatmadan ona okuduğum kitapları sabah daha güneş doğmadan yere dizip kapaklarını açarak rampa gibi kullanıp, çoğu itfayiye ya da ambulans gibi araçları üzerlerinde sürerdi.. Her ne kadar her gün duymayı sevdiği kimi hikayeler olmuşsa da onun için kitaplar çoğu zaman rampa hizmeti (!!) görürdü... Bu şekilde ona sayıları öğretmek istediğimde aklıma ilk gelen şey o küçük arabalar olmuştu.. Bu kez kocaman bir kartona büyük bir park yeri çizmiştim.. Yollar, giriş çıkışlar ve numaralarla belirlenmiş park yerleri vardı kartonun üzerinde . Gal bu oyunu tabii ki çok sevmişti.  Bütün gün o numaralara göre arabaları park etmekle meşguldü o.. Sokaktaysa yine çok sevdiği otobüslerin hangi mahalellere , hangi şehirlere  gittiklerini gösterirdim ona . Onunla onun lisanında konuşup , bu şekilde ona hiç olmazsa kimi şeyleri öğretmeyi başarıyordum..

Bir gün birinci sınıfta okula veli toplantısına gittiğimde öğretmen Gal'e toplama ve çıkarmayı nasıl öğrettiğimi duyunca şaşırmıştı.. Gal asansörlere bayılıyordu..( İşte, klasik bir otistik semtom daha ..) Bütün  gün asansörün yukarı aşağı inişlerini seyredebilirdi o.. Bundan yola çıkarak ona sormaya başlamıştım ben, beşinci katta asansöre binen birisi iki kat aşaği inerse kaçıncı kata varır. Sekizinci kattan 12. kata çıkarsan kaç kat çıkmış olursun vs...ancak Gal 'de dyscalculia, yani hesap sorunu olduğundan şüpheleniyordum çünkü bir türlü beceremiyordu..Bilgisayarı daha küçücük yaştan kullanmayı beceren, cep telefonundan kimi fonksyoları yapmayı bizden iyi bilen bir çocuk en küçük toplama ve çıkarmayı bugüne dek yapmakta zorlanır.. Buna rağmen modern matematiğin kimi temel şeylerini öğrenirlerken ona,  hesap makinesini kullanmasına izin veriyorlar..

Gal'in dokuz yaşından bugüne devam eden bir grup toplantısı vardır.. İşte, daha ilk zamanlardan bir kez o toplantıya götürmüş dışarıda bekliyordum..Toplantının sonlarına doğru yanımda yavaş yavaş birikmeye başlayan bir grup genç çocuğa dikkat etmiştim.. Dokuz yaş grubunun ardından onlar da aynı rehber kadınla toplantıya gireceklerdi.. Yaklaşık on kişilik bir gruptu bu.. Yirmili yaşlarda olan bu gençlere dikkat ettiğimde bazı tekrar hareketleri ve kimilerinin seslerindeki vurgu ve mimikleri dışında neredeyse diğer insanlar gibiydiler..Aralarındaki konuşmalar diğer insanlardan çok farklı değildi.  Ama yine de otist olduklarını hemen anlamak mümkündü.. O gün ilk kez böylesi bir grubu bu kadar yakından izleme fırsatı bulduğumda Gal'in geleceğini bir şekilde gözlerimle görür gibi olmuştum.. Kimilerinin kız arkadaşları vardı; el ele geldikleri toplantı için dışarıda beklerken aralarındaki sevgiyi gördüğüm zaman acaba bir gün Gal'in de sevdiği, beraber olacağı bir kız arkadaşı olabilir mi diye ümitlenmiştim..

Gal'in bugün getireceği karnede yazılı olan notların pek bir önemi yok ..

Ben Gal'in mühendis ya da doktor olmayacağını biliyorum. Onun için hayal ettiğim gelecek, bir gün, kendisi gibi  "yüksek fonksoynlu "  kimi otist gençlerle birlikte bir evi,  bir hayatı olması!! Kendine göre , tek düze de olsa  bir işi ve belki de sevdiği bir kızın onunla iyi ve kotu gunlerini paylasmasi!!





Baty Ruso Galanti

24 Haziran 2020 Çarşamba

         
                                 









                            Aşıklar gibiyiz biz, onlarsız yaşayamaz olduk :)))




Şu cep telefonları yok mu ! Hayatımızı ne kadar değiştirdiler değil mi? Her an her durumda istediğimiz her kişiye ulaşma kolaylığı mükemmel bir şey.   Ama aynı cep telefonu sorumluluklarımızdan,  insanlardan ,dünyadan, yani kendimizi hiç bir şeyden soyutlayamayacağımız bir hallere de soktu bizleri... Eskiden, mesela  ofisinizde bulunmadığınız anlarda, evden çıktığınızda ya da dışarıda bir yerlerde bir işiniz olduğunda kendinizi kimi istemediğiniz kişilerden, durumlardan kurtarabilirdiniz! Şimdi kurtulun da göreyim.. Belki çok zorda kalırsanız tel'inizi bir süre kapatarak kapsam alanı dışında bir yerde olduğunuzu iddia edebilirsiniz ama sadece bir süre kurtulsanız da sizi arayan kişiye dönmeniz şarttır.  Kimseye aradığını farketmedim ,  görmedim, duymadım, bilemedim hikayeleri anlatamazsınız bugün, bu mümkün değil.. Yemezler!! (  Ha yemezlerse de farketmez diyorsanız o başka !! :)  )

Hayatımda ilk cep telefonunu çalıştığım iş yerinin o çok havalı patronunun elinde görmüştüm hatırlıyorum,, Avrupa'da bu tip teknolojilerin çoktan zirve yaptığı yıllar olduğunu tahmin ettiğim  90'larda böyle bir iletişim aleti Türkiye'de ortalıkta yeni yeni görülmeye başlanırken, bu alet o zaman iyi bir hava atma aracıydı!!.. Belli bir statü işaretiydi daha..


Şirketin kendi özel teknesinde düzenlenen bir geceyi hatırlarım,. Güzel, mehtaplı bir gece idi. Deniz esen meltemin yosun kokusunu içime çekerken ben boğazın ışıkları denizin orta yerindeki  karanlığı aydınlatıyordu. Işte böylesi bir atmosferde tüm çalışanlar tekneyi doldurmuştuk.. Ve tabii, o kendini kaf dağında gören, Plan Tours'un ünlü patronu Hüseyin Kurtoğulları da oradaydı o gece.. Güvertede elimde bir kadeh içki ,  gecenin tadını çıkarmaya, iş arkadaşlarımla sohbet etmeye devam ettiğim anlarda  Şairlerin Mezarlığı olarak ta bilinen Aşiyan Mezarlığının hemen yakınlarında, sahilde demirli olan tekneye lüks arabasından indiği halde, elinde hayatımda ilk kez gördüğüm, koca bir bataryaya bağlı bir telefonla gelmişti Hüseyin Bey.. Havasından geçilmiyordu.

Bir iki sene sonra Israel'e geldiğimdeyse cep telefonunun neredeyse herkeste olan bir alet olduğunu anlayacaktım... Bu aletin hiç bir özelliği yoktu...

O zamandan bu zamana bu telefonlar her an gelişti de gelişti; en yüksek statüdeki insandan en alelade kişiye kadar herkeste olan, temel bir ihtiyaca döndü cep telefonu. .. İlk zamanlar Türkiye'ye bu tip teknolojilerin girmesi belki biraz daha zaman alırken bugün yeni çıkan her telefon kısa bir süre sonra dünyanın farklı noktalarında satışa sunuluyor.

Bugün bu teknolojinin içinde doğup büyüyen gençlerse kendilerini her yeni çıkan modele kısa sürede adapte ederlerken her an çıkan aplikasyonların ne işe yaradıklarını bizlere öğretenler de onlar oluyor..

Bugün neredeyse herşey aplikasyonlarla yapılıyor. Gençler için böylece hayat son derece kolayken,  geçenlerde bankada sıra bekleyen annemi kaçtır istediği işlem için bankaya kadar gitmesine gerek olmadığını söyleyerek uyardım. Hayat teknolojiyi kullanmayı bilenler için kolay fakat yirmi ya da otuz yıldan fazla bir süredir emekli olan kimi insanlar için hayat bugün kimi anlamda belki de daha bir zor, çünkü bazı yaşlı insanlar kullanamadıkları teknoloji için gençlerden yardım bekliyor ya da işlerini hala daha eskisi gibi yapmaya çalışıyorlar. Aslında ben yaşlı bir insanın  kendi işini uzun yoldan da olsa kendisinin yapmasının çok olumlu tarafları olduğunu da görüyorum..annem gerçekten ilerlemiş yaşına rağmen  yıllardır kendi işini hep kendi hallettiği için sanırım zihinsel ve bedensel olarak kendini korumayı başardı..

Gelelim yeniden bu telefonlara.. Önce sadece telefon yerine geçerken daha sonra mesaj atmak için de kullanılacak bir fonksyona sahip oldular..  Ve zamanla çıkan smartphone'lar tam donanımlı küçücük bilgisayarları cebimize soktular...

Artık tüm işlerimizi sadece cepten halletmemiz mümkün..


Kadınlarınsa bu telefonlarda en sevdiklerini sorsak sanırım fotoğraf çekme özelliği en başta gelenlerden olur.. Haberleşmek, mail göndermek, banka işlemleri, ödemeler, iş kapattığımız mesajlarımız dışında biz kadınlar için bu küçücük aletlerin en popüler özelliği hala daha her an her yerde yapabileceğimiz selfie'ler galiba.. Arkadaşlarımı görüyorum, ne zaman bir yerde bir araya gelsek hemen birisi çıkarıveriyor bu aleti cebinden çantasından..kimi bayanlarsa son senelerde dudaklarını ördek gibi büzmeden poz veremez oldular.. Gençlerse her resimde ille dillerini çıkaracaklar...Her gün, her an resim mi çekilir demeyin, hepimiz biliyoruz ki bayanlar için yok yoktur!!

Her an yenilenen özellikleriyle piyasalara sürülen farklı model telefonların ekranlarının artık ne kadar hassas oldukları da malum.. O kadar hassas ve içliler ki (!!!!) bazen telefonunuzun ne haltlar yiyebileceklerini siz bile bilmiyorsunuz... Geçen sene eşim bana yeni bir telefon almıştı. Daha telefonun ikinci gününde ki bu bir Cuma sabahıydı sabahın altı buçuğunda alelacele kapıdan çıkmaya çalıştığım anlarda telefondan birisini aradığımı anladığım duuut duuut diye sesler duyduğumda;
" Eyvah dedim kendi kendime! Birini aradım!" ve Cuma sabahı, ve sabahın altı buçuğu, ve Cuma'ları Israel'de çoğu insan evdedir ve dolayısıyla yatağından birisini kaldırmak üzereyim ve ekrana bakıyorum ve ekranda hiç bir şey görmüyorum.. Kapatacak ne düğme, hiç bir görüntü yok..ayy panik oldum arada " Alooo diyen uykulu sesin kimin sesi olduğunu tanımaya çalışıyorum. Sonunda tanıdım , yan bloktan tanıdığım bir bayan.. Pardon telefonum daha yeni ve kendi kendine iş becerdi , rahatsız ettiğim için çok özür dilerim derken ne kastettiğimi anlayıp anlamadığını bile bilmeden, karşı taraftan aldığım  önemli değil cevabının ardından elimde tuttuğum telefona bakıp küfrettiğimi hatırlıyorum..

Ayy evet gerçekten bu telefonlar kendi başlarına buyruk, parmağınızın nereye, hangi anda, ne zaman değdiğini bile anlamadan neler neler yapabiliyorsunuz da farketmiyorsunuz bile.. Ben Whatsapp'ta bazen birine atmam gereken bir mesajı bir başkasına da atabiliyorum , tabii bu da benim dalgınlığım..

Bir ara yeni telefonumda gelen mesajların seslerini ayarlıyordum. Kendime göre muzur ve çocuksu taraflarımdan biri olarak telefon'da ayarladığım  sesler  çok çarpıcıydı.. Bu şekilde, ertesi günlerde dışarıda bir yerde otururken benden gelen  kvuak kvuak ( ya da vrrakkk vraakkk mi denir bilmem) diye sesleri duyan bir bayan bir an arkasına dönüp ne oluyor bakışları atarken sanırım çantamda kurbağa olduğunu zannetmişti...

E tabii bu telefonlar sadece bizlerin elinde değiller,  çocuklarımızda da varlar. Ellerinden hiç düşmeyecek şekilde varlar hem de .. Nereye gitseler ellerinde.. Geçenlerde oğlum elinde telefonu bana geldi;  " Anne telefonum tualete düştü "  diyor bana..Ben  ilkte ne tepki vereceğimi bilemez hallerde.... Ayy Gal !! Bir an yıkadın mı bari diyecem, ne yıkaması, telefon bu!! diğer taraftan zaten düşmüş düşeceği yere.. Git banyoya, koy onu lavabonun yanına,  ellerini yıkadın mı sen..git yıka..ben bakacağım ne olmuş!! Tabii telefon gitti tabii..hadi yenisini aldık mecburen.. Zaten bir kaç senede bir bir şekilde değiştirmek zorunda kalıyorsunuz bu aletleri.. Artık hiç bir şeyi seksen sene kullacağınız kalitede yapmıyorlar ki. Amaçları hep yenisini almanız..

Bu aletlerden bir şekilde neredeyse hiç ayrılamadığımız günlere geldik.. Aşıklar gibiyiz sanırım.. Onlarsız yaşayamaz olduk :)))



Batya R. Galanti













20 Haziran 2020 Cumartesi

                                             
                        
                       
                           
                                     Bir dili unutmamak için  o dili kullanmak  gerek!


Sabahın erken saatinde yan komşum Dreyfus karşıma çıktı, yanında o çok tatlı eşi Ruth ve iki genç bayanla birlikte , " Günaydın dediler.... Dreyfus'lar, sanırım son on yıldır taşındılar yanımızdaki daireye . 80'lerinde, çok sevimli bir çift onlar.  Daha evvel aynı daire'de oturan aile de harika insanlardı. Sanırım komşularımızdan yana şanslıyız.

Yan yana oturmamıza rağmen bazen aylarca karşılaşmadığımız olur, bazense aynı hafta içinde bir kaç kez rastlarız birbirimize.

Ruth, meraklıdır hep, sorar Danielle nasıl? Herşey yolunda mı?  Ruth'la kimi zaman bir kaç dakika içinde hayatın problemlerini çözmeğe çalışır bir durumda bile buluruz kendimizi. Hatta bir çok kez, gelin bir akşam der bize Ruth..   Amos, Weizmann Bilim Enstitüsü'nde Endüstri Mühendisliği doktoru..o da şeker gibi bir adam , ama erkek işte, kadınlar gibi geveze değil..bazen sabri taşar, karısına, "  Ruth, ben eve giriyorum artık der: bazense sessizden kaçar..


Amos bu kez asansörde inerken  hep beraber, yanlarındaki iki genç kızla fransızca konuşuyordu .

Danielle hatırlarım, bana orta okuldayken bahsetmişti  bir gün;  Amos onun sınıfına gelmiş ve çok karmaşık ve  hüzünlü  hikayesini çocuklara anlatmış...

1930'ların Paris'inde geçen çocukluğunda yaşadıklarını... Almanların işgaliyle başlayan kıyımdan kurtulmak için sığındıkları Katolik bir ailenin yanında geçen senelerini ve savaş sonunda Israel'e göç edişiyle burada başlayan yeni hayatını..

Amos'un konuşmasında daha önce Fransız aksanını pek farketmemiştim, belki Israel'e geldiğinde yaşının hala daha yeterince genç olmasından dolayıdır..

Asansörde indiğimiz o bir kaç dakikada onların konuşmasını duyarken  adeta kıskanıyordum..keşke onlar gibi konuşabilseydim diye..

Bir de hep unuttuğum o soruyu zamanı geldiğinde sorsam diyorum Amos'a, " O çok ünlü  Alfred Dreyfus'la bir akrabalığı var mı acaba?

Hayat boyu en büyük sorunum Fransızcayı konuşurken hata yapmaktan çekinmek oldu..

Halbuki geçtiğimiz yaz  bir toplantıda Fransa'dan gelen turist bir karı kocanın yanında oturduğum bir yemekte nasıl da çenem düşmüştü ....

Tel Aviv'in sıcacık akşamlarından biriydi. Israeli baştan sona çizen kıyısındaki altın rengindeki kumlarıyla insanı cezbeden kumsallardan birine bakan terasta yediğimiz yemekte , loş ışıkların altında, kimi surf severlerin geçtiği, kimi bisikletlilerin hiç durmadan yollarına devam ettikleri, ve ilerideki meydanda bir yığın insanın  yuvarlaklar halinde klasik Israel danslarını yaptıkları halde geçirdiğimiz saatlerde , Ermeni asıllı çok sempatik profesör bir bayan ve onun Fransız eşiyle son derece samimi bir ortamı paylaşmak şansım olmuştu bir yaz akşamı. Uzun senelerden sonra, Fransızca sohbet etmiştim saatlerce..

O gün beni bu çiftle tanıştıran, ağbimin eşi,  Profesör'ün onun kuzini olduğunu söylediğinde önce , direk türkçe konuşmaya başlamıştım, ardından eşinin Fransız olduğunu anlayınca, bende bir an büyük heyecan.... açmıştım ağzımı.. Tam günümdeydim. Sanki senelerdir Fransızcayı hiç bırakmamışım gibi bir rahatlık hissettmiştim o gün nasılsa..

Bu bende çok ilginç bir huy gibidir, Sankigünümde olmalıymışım gibi. O gün kendi kendimi ikna etmiş gibiydim.. Neredeyse çok minimal hatalarla , gayet iyi götürdüğüm sohbetim bana  moral kaynağı olmuştu. Birbirimizden çok hoşlandığımız o insanlar fransızcam için pek övgüler yağdırmamış olsalar da.

Aslında Fransızlar.bu konuda genelde çok iltifatkar bir millettir,. Kendi dillerini nasıl konuşursanız konuşun bundan çok memnuniyet duyuyorlar ve hemen bunu belirtmeden geçmiyorlar..Bu da güzel bir duygu veriyor insana..

Geçenlerde kızım bana hayıflandı; " Anne neden bana Fransızca konuşmayı kestin diye!"

Kızım doğduğunda ona kendi ana lisanım olan türkçe yerine fransızca konuşmaya karar vermiştim. Ne komik! Hayatımın hiç bir döneminde günlük lisan olarak kullanmadığım ve slang olarak neredeyse hiç tanımadığım bir dili ve yıllardır pratik yapmadığım bu zor lisanı çocuğuma konuşmak ve öğretmek nasıl bir fikirdi bilmem ama bunu kendime bir ödev olarak almıştım..

Bu şekilde iki amacım vardı; Birincisi kendi kendime pratik yaparak  bu dili unutmayacaktım ( en azından bildiğim kadarını ) , ikincisi çocuğuma bildiğim bir şeyi öğretecektim..

Kendi kendimi fransızca konuşur duyarken ne kadar doğal gelmese de kulağıma  , ne kadar kitap gibi konuşsam da , ne kadar hatalarım da olsa yine de bunun iyi bir fikir olduğuna inanmıştım..

Her gece Danielle'e Fransızca hikayeler ve masallar okumakta bunun içindeydi.. Beş sene buna devam ettim.. Ve Danielle ona konuştuğum herşeyi anlıyordu ama İbranice cevap veriyordu.
Taa ki Gal doğana kadar buna devam ettim.. Gal'in doğumuyla gelen karmaşık durumlar, yıpranan sinirlerim tüm sabrımı benden almıştı birden . Zaten bir türlü konuşmuyor da bu lisanı diyerek bir gün Frnasızcayı bıraktım..

İlginç olan Danielle geçenlerde Fransızca bir şarkının sözlerini net net söylüyordu.. Bir çok şeyi bugün hala hatırlıyor, masalları ise hiç unutmamış.. Tekrar onunla Fransızcayı hatırlasam dedim..

Bir de geçtiğimiz günlerde La Terra Santa diye bir Lise var Yaffo'da , önünden geçtik arabayla. İllede ben bu okulu görmek isterdim çok Anne dedi. Yanındaki Kiliseyi de. Sanki benden ona bir şeyler geçmiş gibi. Bir gün gider gezeriz beraber dedim..

Acaba buradaki okulu bitirenler de bizim okulu bitirenler gibi iki kelimeyi biraraya getirmekte zorlanırlar mı diye de düşündüm birden.. Nedense , senelerce eğitimden sonra , talebeler hala daha konuşamazlardı pek.  Pratikleri yoktu ki. Sadece bu dili dinleyip , kısmen Litterature gibi derslerde tekstleri yazarak yorumlamayı biliyordu çocuklar ama günlük konuşulan Fransızcadan pek haberleri yoktu çoğunun.. Ağır türkçe şivelerini düzeltmek içinse bir çaba yoktu hiç.

Bu okullara sayılan onca paraya rağmen , okulu bitirdiğimizde çok daha fazla pratiğimiz olabilirdi gibime gelir hep. Daha fazla konversasyon dersleri olmalıydı. Frnasızca kimi konuları tartışmalıytdık, Fransızca şarkılar söylemeli, filmler izlemeliydik , bir Franasızın günlük kullandığı dili öğrenmeliydik biraz da. Ama belki genel olarak bu dilin temelini  vermişlerdi , bundan sonrası ise bize aitti. Çok fazla okumak ve bu lisanı kullanmak gerekiyordu..

Çalışma hayatları bir Fransız şirkette geçenler,  Fransa'ya göç etmişler ya da bir şekilde bir Fransızla yaşamlarını birleştirmişler dışındakilerin kaçta kaçı bu lisanda kitaplar okumaya ve senelerini verdikleri bu dili unutmamak için çaba göstermeye devam etmişlerdir bilmiyorum..  Ben hayat çarpışmamdan kalan zamanlarımda Fransızca makaleler okuyup  ve kimi programlar izlemeye devam ediyorum zaman zaman ve çok sevdiğim Fransızca şarkıları dinlemekse her zaman ayrı bir keyif...


Keşke bir de, " hata yapmaktan çekinmeyeceğim " bir dostumla pratik yapmak imkanım olsaydı ... derim hep!




Batya, R. Galanti

17 Haziran 2020 Çarşamba








Her yerde hep aynı nefretin susmayan sesi  




 
Son haftalarda Amerika'da yaşanan olaylar, insanlığın tekrardan tarih yazıp yazmayacağını zihinlerimizde soruşturmaya başladığımız kadar genişleyip büyüdü birden..

Geçtiğimiz haftalarda bir çok yerlerde yağmalamaya dönüşen gösteriler , yeniden haklıyı haksızlaştıran bir psikoloji yarattı kimilerinde.. İlk başta üzülenler, zencilerin hakları için konuşanlar ve savunanlar kimi yerde çok çabuk fikir değiştiren beyanlar sunmaya başladılar. Gerçek yüzler bir yerden sonra hep kendini gösterecek şekilde renk mi değiştiriyor acaba?..

Bu tip şeyler aslında her zaman , her yerde yaşanıyor.. Tüm toplumların kalbinde, insan denen varlığın o ayırımcı yüreği çarpıyor ve bir şekilde mutlaka semtomlar dışa vuruyor. .. Israel'de de bu sorun sürekli gündeme geliyor.. Geçen yıl burada da hiç yoktan bir Etyopyalı genci tek kurşunla öldüren polise karşı açılan soruşturma Israelli siyah insanların bu topluma olan kızgınlığını, kırgınlığını aşmalarına pek yardımcı olmadı.. Siyahların haklarını savunmak için burada da gösteriler oldu. Ve kimileri burada da dozu kaçırdı.

Son bir iki gündür zencilere yönelik ayırımcılık karşıtı gösterilerle haberlerde olan azalma olayların yavaş yavaş durulmaya başladığının bir işareti gibi de olsa, belki tarihte ilk kez, ne zencilerin ne de bir çok beyazların aynı şekilde devam eden ayırımcılığı, varolan ırkçılığı kabul etmeye hazır olmadıklarının işaretini veriyor gibi..  Hiç bir şeyin saklı kalmadığı günümüzde... kapalı kapılar ardında örtülü olmayan şeyler eşitliğin, gerçek demokrasi ve özgürlüklerin tarihte hiç olmadığı kadar korunmasının beklentisini de artırıyor. Yapmacık, iki yüzlü özgürlükler değil aranan. Her insanın , rengi, cinsiyeti, yaşı , kökü ve statüsü ne olursa olsun hakkettiği, gerçek özgürlükler için insanlar sokaklara çıktılar. İlk kez bu sadece Amerika'yla sınırlı kalmadı. Amerika'da yaşananlar Norveç'te, Fransa ya da İngiltere'de de ses getirdi. Gösteriler oldu. Korona'ya rağmen!! Virüs'e , hastalık korkusuna rağmen, özellikle gençler sokaklara çıkıp bir başkası için de olsa sözlerini, düşüncelerini esirgemediler..  Daha iyi bir dünya'da yaşamak sadece, beyaz adamın, kimi Avrupalı etnik grupların hakkı değil..

İnsan, bir çok etnik gruba ayrılıyor.. Ve sonuçta bu grupların hepsinin damarlarındaysa yine aynı kırmızı kan akıyor. Tüm insanların temel ihtiyaçları da aslında aynı. Her sabah yatağından kalkan siyah ya da beyaz insanın kaygısı da aynı.. İçimizde var olan  yaşama iç güdüsü, aşk, nefret. çocuklarımız için yaptığımız fedakarlıklar ve bir çok şey renk ya da ırk gözeten şeyler değil.. Duygularımız bire bir aynı.. Aşık olduğumuzda kalbimizin çarpıntısı hep aynı ...

Tüm bunların aynılığı karşısında rengimiz neden bu kadar fark yaratsın ki?.

Bütün bunlar bir yandan düşündürücü, bir diğer taraftan üzücü ve tepkilerin bir bölümüne baktığımızdaysa kimi yanlışlıkların artık değişebileceği  günler belki de artık çok uzak değil dedirtiyor bugünlerde,  Londra'da , Oslo'da ya da Berlin'de ayaklanan insanların dürüstlüğü üzerine düşünüyorum..taa ki İnternette yeni başlıklar görene, video'da bazi seyleri izleyene dek! ; " Paris'teki Anti-Faşist gösterideki binlerin içinden aralardan yükselen kimi tanıdık sloganları duyana dek!"

Aşırı sağcılar, aşırı solcular, radikaller. Anti faşistler, Anti-sionistler ve tüm antilerin olduğu her yerde hep aynı nefretin susmayan sesi  ..... " PİS YAHUDİLER!" ....



Batya R. Galanti
















16 Haziran 2020 Salı









                             
                            Daha iyi bir anne olmak adına kendine daha çok zaman ayırmak...



     Yine bir Cumartesi sabahı daha haftasonu mahmurluğuyla başlayan yepyeni bir gün daha..
Hafta boyunca beni bekleyen sorumluluklarıma doğru altı buçukta yatağımdan hızla fırlarken, bir gün sadece bir gün kendime bir iki saat daha dinlenmeye izin veririrm; Cumartesi!. Israel zaten uykucu değildir..o çoktan kalkmıştır..Onu tanıdığım günden beri, her durumda  en geç  beşte yataktan kalkmaya alışkındır o . Bunu da bilerek Cumartesi sabahın erken saatlerinde ona teslim ederim bazı şeyleri.. Mesela Gal'i...

Onlarsa senelerdir alıştılar... sabahın yedisinden  Yafo'daki Limana giderler baba oğul.. Yaz ya da kış farketmez..

Balıklara bakarlar, birlikte yürüyüş yapıp.. kimi zamanlar da bir kilo çipura alıp eve dönerler..


Bense saat dokuza kadar uyuklarım..Kimi zaman rüyalar görürüm. Hiç tatmadığım diyarlarda bulurum kendimi..hayatın dışına çıkarım..Bazen de yarım yamalak devam eden, parçalı bulutlu bir uykuya rağmen yine de direnir yatakta kalırım..sözde dinlenmek adına..

Bu geçtiğimiz Cumartesi sabahı Gal uzun zamandır ilk kez daha bir geç kalktı yatağından.
O kalkana dek saatler geçince güne hep birlikte yaptığımız kahvaltıyla başladık bu kez.

Israel'in farklı  yönlerinden biri o çok zengin sabah kahvaltısıdır.. Salata, şakşuka ( Tavada  hazırlanan bol domatesli yumurta )  ve ton balığıyla beraber koca bir masa kurarlar buradaki insanlar  Cumartesi sabahları.. Sanki geçmişten gelen yoklukların yerini dolduran kıyasıya bir bolluktur bu..

                                                            Tipik bir Israel kahvaltısı

Haftada bir, bir başka program olmadığı ve güneşin yeterinden fazla yakmadığı zamanlarda en büyük keyfimdir güne güzel bir kahvaltıyla başlamak.. Rengarenk çiçeklerle bezediğim balkonumdaki yuvarlak masada çocuklarla hep beraber olmak .... Gal'le yaşamı elimden geldiğince kolaylaştırmayı öğrendim ben. En çokta elimdekiyle mutlu olmayı..

Kahvaltı sonrası;" Hadi Gal bu Cumartesi hep beraber gidelim mi limana ! " dedim.. Aaaa tamam anne iyi fikir.. Belki balık ta alırız.. Hava güzel!  Sıcaklar da daha bastırmadı pek. Haziran ayının ortasına vardığımız şu günlerde Israel'in havası yeterince rahat.. Yoğun sıcaklar aslında Temmuz'da başlar burada. O çekilmez, boğucu havalara birazıcık daha var..

Hafif bir elbise giyindim üzerime. Gal, anne şapka da al  güneş olur diye uyarıyor.. Gal, bazı şeyleri hepimizden fazla düşünür. Temkinlidir kendileri!!

Yolda ille şarkıları o seçecek, 10 dakika, ya da en fazla 15 dakikalık yolumuz var ama farketmez , hangi müzikleri dinleyeceğimize karar vermek ister . Bazen benim ricalarımı da yapar ama.

Sabahın geç saatleri olmamasına rağmen liman şimdiden hafiften dolmaya başlamış bile.. Yafo'lu balıkçılar her zamanki yerde ..Aralarında kimileri çocuk daha....bağırıyorlar, yaklaşıp ta balık alalım diye,, Hepsi kendi ürünleriyle, dizilmişler limanın en başındaki küçücük balık pazarında.. Karidesler, yengeçler , irili ufaklı balıklar var.  Bana  nedense balıklar çok çekici görünmediler. Sordum eşime bunları ne zaman yakalamışlar, sanki pek te taze değillermiş gibiler. Balık avlamak yasak şimdi dedi, Mısırdan geliyor balıklar . Bense bu koca yaşımda hala soruyorum, o ne balığıdır , bu nedir diye.. .

                                                                    Yafa Limanı

İlerledikçe, göz ucundan Gal'in huzursuzluğunu farketmeye başladım yine.. Onu görmezden gelmek istiyorum. Ne oldu ki şimdi birden derken . Sanki bir şey olmak zorunda dedim kendime.. Hiç.. Gal işte.... Elini her zamanki gibi ısırmaya devam ederken, stereotip hareketleri biraz fazlalaşıyor, farkındayım. Halbuki herşey ne kadar güzel..adeta ruhumu dinlendiriyor etraftaki o sakin ortam.. Kıyıda limanı doldurmuş eski, yeni bir çok tekneler var.. Kimileri bakımlı, kimilerine yıllardır el değmemiş belli.. Bazı restoranlarda sabahtan oturup yemek yiyenler var.. Genelde aileler gelmiş, Yanımızdan geçenlere bakıyorum ; yüzlerinde maskeler.. Bir çoklarının maskesi yine aşağıda.. Yüzlerinde ne maske ne bir şey takmamış olanlar da bağıra bağıra konuşarak gidiyorlar  herkesin yanından. Umurlarında mı dünya.. Ya Korona??  Sorumsuzluk diz boyu!

Galse durup birden, ben buraya gelmek istememiştim ki diyor.. O hep böyle yapar zaten. Neden istemedin Gal? Hani dedik ya hep beraber gelelim diye, sen de seversin buraları..

Huzursuzluğunun sebebini anlamak çoğu kez zordur.. Onun kafasını çelmek için sevdiği konulara girip espriler patlatmaya başladım yine ben. Geçirmek istiyorum o tatsız, huzursuz saniyelerini. Bizi etkilemesine izin vermeden. Hemencecik geri dönmeden. Kenarda minicik  oyuncak gibi bir araba gördüm.. Ondan girdim konuya, başka yerlerden çıktım.. Israel'le aramdaki konuşmalarımız onu ilgilendirmediği için onun sevdiği şeylerden bahsetmek zorundayım.

Gal çoğu zaman arabalardan konuşur. Arabalar hakkında ne konuşulabilir ki?  Ne bileyim..bir sürü şey..ama çoğu sadece onu ilgilendiren şeyler.. Ama çaresiz iştirak ederim ben de ya da biz de desem ...Neyse sonunda onu sakinleştirmeyi becerdim sanırım.

Bir süre yürüdük, orta yerde Gal esprilerime gülerken..benim aklımda hep başka şeyler vardı. Bir şeyin , küçücük bir şeyin tadına varmak için verdiğim mücadeleyi düşündüm bir an.  Ama sonra düşünmeyi kestim hemen! Çarem var mı?   Zaten ben buna alıştım..

Birazdan, denizin kenarındaki Ortodoks manastırının hemen karşısına düşen  iskelenin üzerinden Tel Aviv'in yüksek binalarına doğru seyredalarken , gözümü hemen ayaklarımın altındaki denizin sakinliğine kaptırdım bir an,   Akdenizin o kapalı koyundaki küçücük akıntısında çocukluğumu  anımsadım yine ben . Marmara denizinin o çoğu durağan, sakin sularını hatırladım.  Adada Seferoğlundaki iskeleden hiç durmadan denize atlayıp çıktığım anlara döndüm.  O zamanlar hissettiklerimi, hayat boyu bir daha yaşadım mı bilmiyorum. İskelenin son basamağından kendimi serin sulara bıraktığım andan itibaren uzaklaşırdım uzaklaşabildiğimce, herşey ufukta kalana dek .... Dala, çıka, suda hiç durmadan oynayarak, saatlerce  yüzebilirdim... Yafo'daki deniz Cumartesi günü bana çocukluğumdaki o denizi hatırlattı  ve ben aynı şeyi yapmak istedim yeniden !

Tam da  karşıda küçük bir kayıkta ileride çocuklarını almış, onlarla  keyif yapan adama baktım bir an. O çocukların,  " girilmesinin yasak olup olmadığından emin olmadığım"  liman sularında yüzerlerken ben de yeniden çocuk olmak istedim.

Ve birden çalan telefonum hayallerden gerçeklere geri getirdi beni .. Arkadaşım arıyordu.. İki saat sonra Tel Aviv'de, Yarkon'da pikniğe gelmek istermiyiz diye . Tabii dedim..geliriz..

İki saat sonra , uzun zamandan sonra ilk kez Gal'e pikniğe yanlız gideceğimizi, onun evde kalmasının daha iyi olacağını söylediğimde önce suçluluk hissettim. Halbuki Gal halinden memnun görünüyordu. Tamam anne dedi.. Bense onsuz bir şeyler yapmaya hala sadece " kısmen " alışkınım. Bu son sene, zaman zaman Gal'i bir kaç saatliğine evde yanlız bırakmaya başladık. Gal aslında bunu yapabilecek bir çocuk. idrakı iyi onun ama korkuları daha önce izin vermiyordu ona ve bize. Bir an bile yanlız kalmasına..

Cumartesi öğleden sonra, arkadaşlarımla sohbet ederken, Tel Aviv'de, ortadan geçen nehrin yanındaki  kocaman parktaki ağaçların altında ilk kez, uzun zamandır ilk defa konuşmaya daldım..hiç bir şeyi düşünmeden sadece o anı yaşadım. Gal her an bana anne ben sıkıldım ne zaman gidiyoruz demek için yanımda değildi. Bir ara Israel yanıma geldi,  Gal onun telefonuna Pitzi'nin balkonda uyurken çektiği resmini göndermiş.. Gal kendi kendini bir şekilde oyalarken memnundu galiba. Şikayet mesajları da göndermedi bize...

Dün Gal'in psikoloğuna anlattım Cumartesi gününü. Suçluluk değil memnuniyet duymam gerektiğini biliyorum. Gal'in bazen tek başına evde kalması hepimiz için iyi..  Onun kendi kendine yetmeyi öğrenmesi için iyi!  Benimse kendime göre herkes gibi bir hayatım olması ise son derece olumlu.

Sadece çocuğu için kendini yıpratan bir insanın mutlu bir birey olması , hele hele iyi bir anne olması çok daha zor. Bunu düşündüğümde kendime ayırdığım her türlü zamanın tadını çıkarmaktan daha güzel bir şey olmayacağını bir kez daha idrak ediyorum..



Batya R. Galanti

8 Haziran 2020 Pazartesi





                                                   Korona bitmedi!



Bir buçuk ay devam eden karantinanın ardından salgında görülen hafifleme, hasta sayısında gözlenen önemli düşüşle birlikte ekonominin girdiği açmaza bir son vermek için insanların hareketliliğine konulan kısıtlamalar geçtiğimiz haftalarda yavaş yavaş kaldırıldı..

Önce sokağa çıkma yasağına son verildi,  sonra kimi iş sahalarının yeniden açılması gündeme geldi.  okulların yeniden normale yakın bir şekilde eğitime geri döndürülmeleri ( ki bunlar bildiğimiz, mesafeyi koruma, hijyen ve maske gibi şartlarla geldi ) yavaş yavaş mümkün oldu..

Tanıdığım insanların çoğunun moralleri bu son dönem çok bozuktu.. Kimse böylesi dinamik bir toplumda , bugünün herşeye full gaz yetişme çabası içinde yaşayan insanının bir buçuk ay boyunca, hatta kimileri için iki hatta üç aya yakın bir zaman süresince normal hayatlarından tamamen men edilecekleri  tahmin edemezdi..

Evet, resmen men edildik!! Demokratik, toplumsal haklar falan bir anda palavra oldu..Resmen despot rejimlerde olduğu gibi, mecburen insanlara sokağa çıkmak , işe gitmek, eğlenmek, her şey neredeyse her şey yasak dendi.  İlk zamanlar birilerinin aldıkları tedbirlere karşı çıkanlar oldu.. Bütün bunlar demokrasiye aykırı diyenler vardı. Korona bile insanların özgürlüklerini ellerinden alamazdı!!!

Kimi tedbirlerse bir çok akıl almaz komplo teorileri üretilmesine sebebiyet verdi.. ..


Hayatın kimi anlamda bir bilim kurgu'ya dönüştüğü, ilk büyük yasakların, geniş kısıtlamaların ardından insanlar evleriden yeniden  çıkılabileceğini duydukları an özgürlüğe salınmış vahşi hayvanlar gibi davranmaya başladılar.. Yasaklar bitti, kurallar son buldu...Bir anda zincirlerinden kurtulmuş arslanlar gibi vahşi ormanda dilediklerince koşabileceklerine zannettiler.! Kurtulduk hissine kapılanların sayısı o kadar çok ki!

Korona'nın getirdiği sosyal sonuçlar araştırılmaya değecek toplumsal bir hareketlilik, davranış kalıpları ortaya çıkardı. Biraz etrafta olanları gözlemleyen herkesin farkedebileceği bir psikoloji oluştu insanlarda..

Bense herşeyden evvel, insanların aslında hiç büyümeyen çocuklar olduklarını farkettim bu son dönemde..

En eğitimli, en zeki insanların orada burada, sosyal medya'da karantina'nın son bulduğu ilk günlerde söyledikleri şeyler hayret vericiydi . Birden herşeyin bittiğine inandıkları bir psikolojinin içine girmiş gibi davranmaya başladı çoğunluk. Çünkü insanların ihtiyacı olan buydu.!  Herşey bitsin !  ve hayat olduğu gibi devam ediyor düşüncesi toplumun her kesiminde yaygın bir davranışa döndü..

Devletin hiç tanımadığı, bugüne kadar tecrübesi olmadığı karmaşık bir olayın arkasında biraz şaşkın, biraz bocalayan tavrının topluma yansıyan kimi belirsiz açıklamalarının insanlarda olayları hafife almak gibi bir psikolojiyi yarattığına inanıyorum..

Ekonominin daha da büyük bir zarara uğramaması adına alınan son kararlar insanların artık Korona'nın arkamızda kaldığına dair bir hisse kapılmalarına yol açtı..

Evde Karantina'da oldukları günlerde, " Şu Korona bitsin sokaklarda dans edeceğiz " gibi mesajlar paylaşanların aklıma getirdiği kimi komik şeyler vardı benim.  Mesela : " Bir tarafta insanlar diğer tarafta silahlı Koronalar. hayal ettim.. Birbirlerine karşı sürdürdükleri kanlı meydan savaşının arkasından büyük bir hezimete uğrayarak geriye çekilen Korona askerleri saklandıkları taşın arkasından beyaz bayrak kaldırıyorlar.. Ve  imzalanan barış antlaşmasıyla zafer çığlıklarıyla eve dönen genç askerler  eşleriyle öpüşüp sarılıyor ve insanlar sokaklarda dans ediyorlar"...

Korona bitince sokakta dans etmek ne demek ?  Bu başı ve sonu olan bir film mi?

 Korona bitti diyenler hiç mi haber dinlemiyor?  Hiç mi olayları takip etmiyorlar? . "Başbakan, Sağlık Bakanı ve profesörlerin söylediklerinin nesi açık ve net değil? .Bu virüs'e bir ilaç ya da aşı bulunmadan yaşantımız eskisi gibi olmayacak diyen yetkililerin söylediklerinde neyi anlamıyorlar??

Sokağa çıkanların, dükkanlarda dibinize girerek size konuşanların, ofiste, süpermarkette yanınızda bağıranların  sözde taktıkları maskeleri çenelerinin altında oldukları sürece onları ve biz diğerlerini neden koruyacağını zannediyor bu insanlar? Denizde birbirleriyle yanyana , dip dibe muhabbet eden gençler, arkadaşlar ...kimse  söylenenleri uygulamıyor. Dikkat bile temiyorlar!..

Biz insanlar hep kesin kurallar içinde yaşamak zorunluluğu olan gelişmemiş yaratıklarız aslında..

Çocuk büyüten genç anne babalara  psikologların söylediği en önemli şey, çocuklarınıza , kesin ve net sınırlar koyun kuralıdır.. Bir çocuk evin içinde net bir disiplinle büyütülmezse o çocuk nasıl davranacağını bilmeyen bir yaratığa dönüşür..Bence biz insanlar da böyleyiz.. Yani büyükler de aynı çocuklar gibiyiz aslında

Gelişmiş ülkelere baktığımızda, diğerlerinden onları farklı kılan şey, bir Japon'un ya da bir Avustralyalı'nın bir üçüncü dünya ülkesi insanından daha zeki olması değildir. Aralarındaki en büyük fark " disiplin" dir.. Olgun toplumlarda var olan bence tüm liberalizm'in yanında esas şey kuralları hayata geçirmek olgunluğu ve disiplindir. Onların diğerlerinden bir kaç adım öteye gidebilmeleri sadece buna bağlı bence.. Ve herhangi bir Almanı ya da bir Amerikalıyı da üçüncü dünya ülkesi içindeki kaos'un ortasına yerleştirin, onlar da kısa bir süre sonra, bu kaos'un bir parçası olmaya başlarlar.

Korona günlerinin ardından gelen şeyse, Devletlerin, durumu kurtarmak adına bedensel bir hastalık ve ekonomik sağlık arasında geçiridikleri bocalamadır. İki şey arasında yapılması gereken bir seçim vardır. Ya virüs'ün yayılmasını engellemek için sürekli insanları hastalık üzerine uyarmak ve hayatı fonksyonların etkilenmesine devam etmek ya da ekonomiyi kurtarmak adına hiç bir şey yokmuş gibi devam etmek.. İşte insanlar bu bocalama arasında hayatlarına devam etmek için bir tercih kullanıyorlar. Fakat yine de biraz daha dikkatli olmaları gerektiğini unutuyorlar. Bu da o bizim çocuk olan tarafımız. Yasak yok zannediyorlar . O zaman herşey mümkün.

Trafik ışıkları olan yerlerde kırmızı ışıkta geçene ceza yazmasalardı , ışıkları insanların kaçta kaçı tam olarak riayet ederdi acaba? Eğer , trafikte kemer takmak sadece bir güvenlik  uyarısı  olarak kalsa ve bunun caydırıcı bir cezası olmasa idi insanların hepsi istisnasız yine buna dikkat ederlermiydi , yoksa beni sıkıyor, kemerle rahat edemiyorum, kalbime mideme sıkıntı veriyor diyerek bir çokları kemersiz araba kullanırmıydı?

Bence işte, bu yüzden biz insanlara tavsiye gibi değil kesin kurallar gerekiyor hep. Zorla çizilen kurallar ve lafta kalanlar değil!!

Amaç ekonomiyi kurtarmak, insanların aç kalmamasını sağlamaksa bile, maske takmayanlar, ya da maskeleri doğru takmayanlara, mesafeleri korumayanlara ve devletin yarım yamalak uyguladığı kimi Korona Yasaklarına bir kesinlik getirip cezalar istisnasiz  " herkese "yerinde kesilirse, insanlar  Korona artık bitti gibi saçmasapan hayallere kapılmayarak virüsün yayılmasına belki bir nebze engel olabilirler..




Batya R. Galanti


7 Haziran 2020 Pazar

İçimizdeki ırkçı biz!


Yirmi yaşlarımdayken bir gün Harbiye'de yürürken birden yanıma zenci bir adam yaklaşmıştı. Bana Ingilizce olarak bir adres sormuştu. Ben ona gitmek istediği yeri elimle işaret ederken daha bir iki saniye evvel yanıma yanaşmış olan bu yabancı birden bana; " Siz beyaz kadınlar neden bir zenciyle konuşmak bile istemezsiniz ? " diye hiç beklemediğim bir soru yöneltmişti. 
O güne dek  yeterince tanıdığım tek insan tipi, Türktü. Çoğunluğun benim gibi koyu renk saçlı, kahve rengi gözlü olduğu bir ülkede yaşamakla birlikte siyah insanları sadece Amerikan filmlerinde görmüştüm . O an adama dönerek' " Ben böyle bir soruya nasıl cevap verebilirim ki? Hayatımda siyahi bir insanla ilk kez konuşuyorum"  diye cevaplamıştım o anki o tuhaf soruyu. Adamsa daha fazla konuşmadan yoluna devam etmişti..

Çocukluğumda Büyükada'da bizim Yahudi Cemiyeti içindeki yaşıtlarımın bana zaman zaman; " Aaa sen türkçe konuşuyormuydun, ben seni Israelli sanıyordum " dediklerini anımsarım. Beni Israelli zannediyordu çoğu..  Türkiye'de, bilinen, klasik Yahudi isimlerinden biri olmayan ismim, diğerlerinden daha esmer oluşum ve kıvırcık saçlarım onları yanıltıyordu.  
Lise sondayken, bu kez o zamanlar çok popüler bir dizi olan " Fame" 'de oynayan Coco adındaki
 "zenci " kıza benzedilişim bana ilginç gelmekle beraber siyaha benzetilmekte en ufak bir kusur görmemiştim.  Hatta hoşuma bile gidiyordu o zamanlar.  Hiç bir zaman esmer olduğum için ya da beni zenciye benzettikleri için alınmazdım.. Esmer ya da zenci olmanın kötü bir şey olabileceğini düşünmemiştim ben.
Kendim olduğum şekilde memnundum. Sarışınları beğenmekle birlikte hiç bir zaman sarışın olmanın çok özel olduğunu düşünmemiştim. Ya da bir çokları gibi illede mavi ya da yeşil gözlerimin olması hayalini  kurmamıştım. Avrupa'nın orta yerinde bir şehirde aynı melez görüntüyle yaşamaya kalksam nasıl hissederdim bunu bilemem..


O zenci adamla konuşmamın ardından , bir gün yine aynı güzergahta , okula doğru giderken uzaktan uzağa, simsiyah bir genç adamla, bembeyaz genç bir kadını birlikte görmüştüm.. İkisi bir pusetin iki yanında yürüyorlardı.  Farklıların beraberliklerinden müthiş heyecanlanan biri olduğum için bir koşuda onlara yetişip, çaktırmadan yanlarından geçerken ille de bebeklerine göz ucuyla baktığımı anımsıyorum. Tam çikolata vanilya karışımı, dünya güzeli bir bebekti. Nasıl da hoşuma gitmişti. Heyecanlanmıştım çünkü benim için bu bir ilktı.

Geçtiğimiz senelerde Paris'te yaşayan bir tanıdığımla telefonda konuşurken bana; " Sen iyiki burada yaşamıyorsun, yoksa yanmıştın !" dediğinde birden şaşırdım." Neden ?" dedim. Seni burada "Maghrebine"  ( Kuzey Afrikalı ) zannederlerdi dedi. Beni de öyle zannederler derken biraz şikayetçi gibiydi.. Beyazların ülkesinde esmer olmanın biraz daha zor olduğu açıktı.. Yerel insanının açık tenli,  açık renk gözlü olduğu bir toplumda, Kuzey Afrika köklerini temsil eden bir esmerlikte olmanın getireceği ön yargılarla uğraşmak kolay olmasa gerek. İşte o an dahi yine de ben esmer olduğum için üzülmedim.. Bana ne dedim, Tanrı beni nasıl yarattıysa ben o şekilde olmaktan memnunum.

20 yaşlarıma geldiğimde ırkçılık konuları üzerinde çok sık yazılara rastlamaya başladım.. Amerika'da insanların renklerine göre sınıflara ayrıldıklarını farkettim. Benim aptal aklımdaysa hep zenci köleliği, ayırımcılık  gibi şeylerin geçmişte kaldığı gibi bir saçmalık vardı evvelden.. Bunun bugüne kadar hiç değişmeyeceğini düşünmemiştim..

Reklamlarda sarışın mavi gözleri olan bebekleri, sarışın kadınları tercih ettiklerini farkettiğimde ne kadar saf olduğumu ilk kez anladım..

Ve Benetton'un reklamlarında farklı renkte insanlara yer vererek bu tabuyu kırmak girişimlerinden konuşulduğunda yeniden bu problemi aşmak yolunda olduğumuzu düşünmeye başlamıştım. Ama yeryüzünde yaşayan farklı insan gruplarının uyum içinde yaşaması söz konusu olduğunda bunun düşündüğüm gibi basit bir şey olmadığını anlamak zaman aldı benim için. Reklam panolarına yansıyan kimi sembolik değişimler toplumların çekirdeğine inen ayrımcılığı değiştirmiyordu. Bu tip şeyler belki de toplumların hala daha ne kadar büyük bir değişime ihtiyaç duyduklarının basit ama net işaretleriydi. Doğamızda var olan kimi duygular ve yargılarsa çok farklıydı..



Demokrasinin temel olduğu, modern ulkelerde ayırımcılık sözde "lafta"  ne kadar yanlış ve kötü karşılansa da bugüne dek ırkçılık köklü bir sorun olmaya devam ediyor. Kimi anlamda, dünya'da neredeyse ortak bir kültür yaratma savaşı veren bugünkü Batıda da ırkçılık hala çirkin yüzünü neredeyse her yerde gösteriyor.  Insanlar bir an durup, kendi rengini, ırkını ve nerede doğacağını seçmek şansına sahip olmadığını düşünmüyorlar bile. Sahip olduğumuz özelliklerimiz için herhangi bir çaba göstermemiş olduğumuzun biz ilkel insanlar için bir anlamı yok.  Kara, beyaz ya da sarı olmayı doğarken seçmeyen insanın tek elinde olan şey, iyi ya da kötü davranmayı seçmek.. Sadece, doğru ya da yanlış bir insan olmak bizim elimizde..

Yıllar evvel Türk kökenli bir arkadaşım ve  çocuklarla birlikte yeşillik bir alanda piknik yapıyorduk. Kızının sürekli canının sıkıldığını söyleyip şikayet ettiğini görünce ona ilerideki oyun aletlerini göstererek ," Bak orada biraz oynayabilirsin demiştim . Çocuksa, yaşının getirdiği bir saflıkla, " Orada Etyopyalılar var ben korkarım " derken bana gözleri kocaman dehşetle açılarak bakıyordu. . Duyduklarıma  inanamamıştım.. Ne diyorsun sen, nereden çıktı Etyopyalılardan korkmak!! Onlar da senin benim gibi insanlar derken.. Arkadaşım;  Sen hiç otobüste onların yanında oturmadın galiba dediğinde çocuğun probleminin nerede başladığını anlamıştım. Arkadaşım, Etyopyalıların yedikleri yemekler yüzünden son derece ağır koktuklarını söylerken ben onu bir türlü bu şekilde konuşmaması gerektiğini söylerken ikna edemezken, çocuklarını nasıl yanlış fikirlerle yetiştirdiğini, bunun büyük bir hata olduğunu söylüyordum... İlk defa ırkçılığı bu derece yakın yaşıyordum hayatımda..

....................................

Bundan bir kaç sene evvel  iki çocuğu da otist olan, Rus asıllı bir kadınla samimi olmuştum. İlk tanıştığımız zamanlardan bir gün evinde kahve içiyorduk beraber. Sürekli lise bile bitirmediği halde çok okuyan biri olduğu için genel kültürünün çok yüksek olduğunu, çok şey bildiğini anlatıp duruyordu. Anne babası Rusya'dan geldiklerinde, yeni göçmen bir aile olmanın verdiği zorluklarla büyütlümüştü.  Israel'in en fakir şehirlerinden birinde yoklukla geçen çocukluğunu anlatırken, erkek gibi kadınım ben diye de övünüyordu.. Daha sonra, laf lafı açarken sonunda konuyu sanata ve  Empresyonist ressamlara getirirken ona sadece Claude Monet'nin  tablolarından , Nilüferler ve Japon Köprüsünü resmettiği tablonun posterinin odamda asılı olduğunu söyleyince, bana hayretle bakarak sen Monet'yi nereden biliyorsun diye sormuştu..

Bilginin sadece Ruslara açık olduğunu zanneden o kadına kendimi ne kadar anlatsam kafasındaki fikirleri nasıl değiştirebilirdim  Bir çok sözümona akıllılar için de, Ortadoğu'da herhangi bir Müslüman ülkede doğan herkes cahil ve gelişmemiştir..

Geçen hafta öldürülen zenci George Floyd'un ardından Amerika başta olmak üzere , özellikle zencilere karşı yapılan ayrımcı davranışlara karşı dünya'nın çok farklı köşelerinde insanlar ayağa kalktı..

Bir süre herkes bağırıp çağırır ve bir aya kalmaz olaylar bir şekilde yatışır ya da yatıştırılır..ve hayat aynı yerden devam eder......



Batya R. Galanti 

4 Haziran 2020 Perşembe


                                               

                                                              Duboni!



Geçtiğimiz günlerde birden kırklara çıkan sıcaklıklar dolabımdaki tüm kışlık kıyafetleri artık raflardan ayrı bir köşeye kaldırmamın zamanının geldiğini hatırlattı .. "Gal bana yardım etmek istermisin?"  diye sordum geçen akşam ona... Hayır dedi...her zamanki gibi.. Onunla birlikte bir şeyler yapmayı teklif ettiğimde ( herhangi bir şey! )  olumlu bir cevap gelmez pek ondan.  Bu ara  kulaklıklarını hiç kulağından indirmiyor; sevdiği şarkıları dinlerken evin içinde gidip geliyor. Salondan yatak odasına hiç durmadan yaptığı yürüyüşler kimi zaman hepimizin başını döndürüyor. Allahtan artık okul, terapiler ve toplantılar yeniden eski tempolarına dönmeye başladı. Bense dolaplardan tüm kıyafetleri yatağın üzerine yığmaya başladım.. Yukarıdaki raflardan , giysilerin arkasında kalmış, yumuşak bir şey elime geldi bir an.. Yünden, kıvırcık  bir kol ve bir bacak..çektim çıkardım onu.. Kızımın küçük ayısı gelmiş elime... Sanki birden eski bir arkadaşıma rastladım o an .. Adı da var bu küçük kahverengi oyuncak ayının; " Duboni!"

İbranice'de Dubi ayı demek..Duboni ise benim uydurduğum, aynı kelimeden türemiş ismiydi oyuncağın..O an Danielle'i çağırdım, " Danduş!  Bak ne buldum?!" Aaaa benim oyuncağım bu.. Versene dolabıma koyayım. Oradan Gal geldi.." Tüh! Yakalandık!" Gal şimdi " O benimdi ama !" diyor..
Gal daha bir kaç aylık bir bebekken, İstanbul'a gitmiştim bir ara, iki ufaklıkla birlikte. Ağbimin Kayınvalidesi Danduş'a küçük bir şapkası ve bir de papyonu olan kahverengi sevimli bir ayıcık hediye etmişti o seyahatimizde.. Danielle bayılmıştı ona. O günden sonra o kahverengi, şapkalı ayı elinden hiç düşmemişti.  İşte o ayı onun ilk Dubonisiydi..

Çocuklarım küçükken, en sevdikleri oyunlar onlara küçük ayıları, bebekleri konuşturarak güldürdüğüm anlardı.. Kimi zaman bir annenin de çocuklarına kimi şeyleri öğretmesinin ayrı bir yolu daha olmalıydı derdim hep.. Defterler ve kalemler dışında yollar.. Ve ben  bu yolları daha çok severdim.. Belki çocukluğunda dikkat sorunu olan biri olduğum içindir..

Geçenlerde Danielle'in aklına gelmiş ; " Annenin Yeri " diye bir restoranım da vardı benim.. Zaman zaman öğle ya da akşam yemeklerini orada yerlerdi çocuklar. Yemeği sevdirmenin, sayıları ve okumayı öğretmenin daha cazip yollarını ararken bulmuştum bu oyunu.. Mutfaktaki masada, süslediğim tabaklar ve  hazırladığım " Özel  Menü" de o gün hazırlanmış yemeklerin listesi ve fiyatları yazılı olurdu.. Anne ne çok severdim senin restoranını dedi Danduş. Bir de Otelin vardı hatırlıyormusun. Evet onu da hatırlıyorum.. Bazen hep beraber otelcilik oynardık. Odalar özel hazırlanırdı misafirlere.. Sadece hayal güçlerini çalıştırdıkları oyunlardı çoğu.. Ama tüm kutu oyunlarından ve Puzzle'lardan belki de daha mutlu olurlardı, birlikte hayal kurup güldüğümüz şeylerle..

Duboni'nin hikayesi de ilginçti aslında.. Gal'in haftanın çoğu günleri terapileri olurdu.. Onu otobüslerle götürürdüm bu terapilere ve Danielle de mecburen okul çıkışı benimle gelirdi zaman zaman. Bir defasında ayısını da almak istemişti. Tamam dedim öyle olsun. Bir yandan bebek puseti, Gal ve Danielle ve çantası. ve diğer tarafta Danielle'ın kucağından düşmeyen ayısı,  Terapi'den çıkıp , kenarda bir yerde oturduğumuzu anımsıyorum, otobüsü beklerken.. Danielle oyuncağını yanına koymuştu.. Danielle'in ayısına olan bağlılığı , ayının konuşabilme gücünden geliyordu.. Duboni onunla hep gevezelik yapardı. Bazen akıllıca, bazen de aptalca şeyler söylerdi ve çoğu zaman da uyanıklık yapardı.. Benim çocuksu tarafım aramızda hep var olan enerjiydi . Danielle'le devamlı konuşan ayı bendim tabii.. O gün, otobüs durağa geldiğinde alelacele herşeyi toparlayıp binene dek Danielle'ın ayısını yerde unuttuğunu görmemiştim. Otobüse binmemizle kızımın ağlamaya başlaması bir olmuştu.. Duboniyi yerde unuttum diye ağlıyordu.. O günlerde beş buçuk yaşlarında olan Danielle'ın o çaresiz ağlamasını yatıştırmanın yollarını ararken , bulduğum hikaye sonradan Duboninin yaşam hikayesine dönecekti. Duboni arkamızdan bir Taxi'ye atlayarak Kuzey'de Galil'de, Karmel dağları arasındaki küçük bir köyde yaşayan ailesine acil bir ziyaret için yola çıkmıştı. Onu arayan ailesini özlemişti Duboni ve geri gelecekti.. Bizim tanımadığımız kocaman bir ailesi vardı onun...

Ertesi günlerde Israel ( eşim ) bir akşam elinde eskisinin aynısı bir ayıyla geldi . Yine  kahverengi ama şapkası olmayan yeni bir Duboni ve  bir tane de , büyük,  kocaman bir ayı daha yanında. O da onu bırakmak istemeyen büyük kuzeniydi.. Her şey bir andan diğerine uydurduğum masallardan meydana geliyor ama Duboni'nin karakteri ve hayatı bir anlık uydurmalarla adeta ebediyete kadar şekilleniyordu. Hikayesi hep genişliyor, büyüyor ve çevresinde oluşan yepyeni maceraları da getiriyordu. Çocuklarımın bugüne dek unutmadıkları bir masala dönüşmüştü küçük bir peluş ayı ..

Danielle büyüdükçe bu kez Duboni Gal'le daha bir bütünleşti.  Gal her an onun konuşmasını, ona yeni bir şeyler anlatmasını, onu yatıştırmasını, ona hayatı farklı yollardan öğretmesini bekler olmuştu.  Adeta kendine bir arkadaş bulmuştu.  Bir zaman sonra beni yeterince yormaya başlayan bu tiyatro diğer taraftan Gal'in masal dünyasıyla gerçekler arası bir karıştırmanın içine girdiği hissini de uyandırmaya başlamıştı bende..  Duboni'ye fazla bağlandığını ve gerçeklerle hayalleri kimi anlamda karıştırmaya başladığını hissettiğim gün oyuncağı dolabın en yukarısındaki raflardan birine saklayarak, Duboni'nin süpriz bir yolculuğa çıktığını söyledim...

Duboni ailesini ziyarete gitmişti yeniden ve bu kez ne zaman döneceği belli değildi. Arada Gal'e onunla ilgili haberler vermeye devam ederken oyuncaktan ayrılışın getirebileceği  sorunu hafifletmeyi umuyordum. İlginç olan Gal bu konuda çok zorlanmadı.  Otistik bir çocuğun bir anda değişen şeylere kendisini adapte etmesi her zaman kolay olmayabiliyorsa da bu kez Gal beni şaşırtmıştı.

Duboni'nin en büyük özelliği bizi güldürmesiydi . Muzipliği bir yana , güldürürürken hayatı öğreten de bir tarafı vardı. Bir çok şeyi oyunla öğretmek benim yolumdu hep..Çünkü Gal'deki motorik zorluklar ve dikkat sorunuyla bütünleşen diğer şeyler onun için öğrenmeyi tam bir eziyete çeviriyordu. O zaman benim için tek çare sadece oyunlardı..

Duboni'nin hikayesine baktığında eşim bana hep, sen onu bir kahramana çevirdin diyordu. Onu yazıya dökmeslisin, başka çocuklara da tanıtmalısın senin içindeki o küçük kahramanı. Kimi zaman güldüren , zaman zaman öğreten en çok ta Otist bir çocuğun dünyasını renklendiren bir karakter yarattın sen.  O gerçekten her gün oradaydı bizimle. Bazen yanımızda değilken bile, telefon açar Gal'in hatırını sorardı, arabada, yolda, Gal ağladığında bırakmazdı onu. Gal zaten sorardı nerede diye?.. Belki bir gün onun da bir kitabı olur. Yeterince büyüdüğüm zaman (!) . Belki bir gün cesaret eder ben de yazarım bizim hikayemizi..





Batya R. Galanti

  Vahid Beheshti @Vahid_Beheshti In spite of all the propaganda by the regime of the Islamic Republic, the people of Iran continue to risk t...