28 Ağustos 2020 Cuma






                                          Toplum içindeki mesafeleri azaltmak, gelişimin,
                                              değişimin anahtarlarından birimidir acaba?



Geçenlerde kimi ortaokul arkadaşlarımın Sainte-Pulcherie yıllarından tanıdığımız gençten bir öğretmenimizle olan yazışmalarını okuyordum  Bizden yaşça çok büyük olmayan,, bizim talebeliğimiz yıllarında daha yeni bir eğitmen olan bu samimi bayanla senelerden sonra yazışan dostlarımın bu öğretmene hala daha " Hocam ! " diye hitap ettiklerini okudukça kendi kendime ; " Kulağa artık tuhaf geliyor!" diye düşündüm... Biz artık gelmişiz orta yaşa , o öğretmen de orta yaşın çok üzerinde bir bayan da değil. Kocaman çocuklarımız var, aramızdan kimilerinin çocukları  evlenmiş bile, hala daha bundan otuz beş sene evvel size eğitmenlik yapmış birine bugün " Hocam!" demek , Fikrimce gereksiz bir saygı anlayışı bu.   Ancak bunu eleştirmeye hakkım var mı bilmiyorum. Tabi ki kimseye ; " Ne gerek var bu tarz bir hitaba, bu yaştan sonra ..demedim  . Bu tamamen gereksiz bir çıkış olurdu herhalde. Ancak  sadece burada, bu konudaki fikirlerimi yazmakta kendimi serbest hissediyorum.


Kültür farkllılıkları nicedir.. Dünyanın değişik kıtalarında, her değişik ülkede ve hatta her ülkenin farklı farklı bölgelerinde farklı kültürel alışkanlıklar görürüz.. Bunlar yemek ve içmekten, insan ilişkilerindeki mesafelere ve konuşma adabına kadar farklılıkla gösterir.

Aynı toplumda bir aileden bir diğerine bile insan davranış kalıplarının değiştiğini farkediyoruz çoğu zaman... Örneğin,  illede Yahudi Sefarad ailesi olduğumuz için, sefaradi kültürünü en ince noktasına kadar her yönüyle aynı yaşamayabiliyor her aile. Bunlar bireysel alışkanlıklar , eğitimle, insanların kendi karakteristik özellikleri ve tutumlariyla da  yakından ilintili şeyler.

Örneğin benim yetiştiğim toplumda da kimi aileler daha dışa açılırken , bir diğer aile kendisini , kendi değerleri içinde  muhafaza etmiş olabiliyordu. Bir aile, kısmen de olsa  Fransız diline ve kimi anlamda kültürüne yaklaşırken bir diğeri 500 yıllık sefarad alışkanlıkları  çevresinde şekillenmiş yaşam  tarzı ve anlayışı ile büyütülmüş olabiliyordu. Kimileri yakın Türk dostlarının kimi alışkanlıklarını daha bir benimserken  bir başkası Ermeni ya da Rum komşularıyla iç içe yaşarken  onlardan gördükleri gelenekleri kendi kültürüne entegre etmeye başlayabiliyordu..

Ve bu şekilde farklı farklı kültürlerle karşılaşırken kimi zaman kendimizi bazı insanlara daha yakın hissederken kimi zaman kimi grupların davranışlarını  kimi anlamda kendimize daha bir yabancı görebiliyoruz.. Kısaca bazen insanların konuşma tarzı bile bazen tanıdık , bazense tuhaf gelebiliyor kulağımıza..

Peki kültürel farklılıklardan gelen davranışları eleştirmek hakkımızmıdır?

Derler ki. Hayır! Kültürel farklılıkları saygıyla, eleştirmeden almak lazım..

Saygı adına Türkiye'de bu çok yaygın olan, Hocam, teyzecim , abi,. abla türünden hitap şekillerini düşündüğümde, diyorum ki ben kimi şeyler zamanla değişebilir. Bence zaman zaten bir çok şeyi değiştiriyor. Toplumlar hep bir evrim geçiriyorlar. İnsanlar, bireyler nasıl dönem dönem değişime uğruyorlarsa toplumlar da modern hayatın akışına göre, mesela  bugün sanki saha serbest, daha rahatlamış gibiler. Saygıya her zaman evet ancak saygı adına çekimserlik yaratan gereksiz meafeler koyan hitapları artık azaltmak lazım. Bayan , sayın gibi sözler , siz şeklinde hitaplar samimi olmadığınız kişilere doğal olarak kullanılmalı ancak herşey o kişiyle aranızdaki tanışıklığa göre değişim göstermeli.

Ellili  yaşlara gelmiş kadınların, 60 yaşındaki öğretmenlerine hala Hocam derken aralarına koydukları o mesafe herşeyi değiştiriyor bence... Birincisi, bir insana abla, ağbi ya da hocam demeden de saygı göstermek mümkün bence.   İkincisi , bir insana böylesi bir hitapla konuştuğunuzda aranıza direk hiyerarşik bir basamak koyuyorsunuz sanki. Biri ister istemez sizin üstünüzde oluyor.  Ve o insanla konuşurken sanki sizin üzerinizde olduğu için her düşündüğünüzü , her eleştirinizi kendi eşit mesafede tuttuğunuz insanlar kadar rahat beyan etmek şansınız yokmuş gibi bir durum yaratıyorsunuz. Ve bu toplumu baştan aşağı etkiliyor.

Aynı şekilde , ille de müdürüm diye hitap ettiklerinde, ya da  abla dediklerinde tutuk bir toplum yaratıyorlar   Bu, insan ilişkilerini son derece etkiler çünkü bu tip bir anlayış tarzı toplumsal dinamizmi yok eder. Siz mesafeler koydukça araya kimi düşünceleriniz size onları herkesin yanında  duyuramayacağınız kadar cüretkar görünür . Ablaların , ağbilerin, hocamların toplumunda kimi fikirler  taşıyanın o küçücük kafalarına yakışmaz gibi görünür, o çok fazla kıymete binen yüksek rütbeler verilmiş kimi diğer insanların karşısında..

Hocam dediğinizde , yenilikçi, özgür ve kimi anlamda cesaret isteyen değişimi yaratmak için koyduğunuz sınırlar sizi durdurur bence..

Bence kimi değişimler toplumların yararınadır.  Fazla mesafe, fazla alt üst ilişkileriyle,sınıflara ayırmalarla toplumu ancak askeri bir disipline, körü körüne itaate alıştıabilirsiniz. İleriye gitmek içinse , demir perdelerden, engellerden kurtulmak, onları yıkmak gerekir!! Fikrimce!!



Batya R. Galanti














26 Ağustos 2020 Çarşamba









                                       Bu olayın arkasındaki gerçek sorumlular kimler?




Bazı şeyleri anlamakta zorlanıyorum. Kimi ekstrem şeyleri.. Yaşadığım toplum içinde moral değerlerin herşeyin önüne çıktığı kimi grupların yanında ahlaki tüm standartlarını kaybetmişlerin birbirleriyle çelişen yaşamlarına şahit oluyorum. Aynı ülkede yaşayanların birbirlerinden çok  farklı hayat kavramlarının varlığı insanı bazen adeta şaşkına çevirirken kimi anlamda raydan çıkan olayları sindirmekte zorlanıyorum.

Geçtiğimiz günlerde korkunç bir haberle yer yerinden oynadı. 16 yaşındaki genç bir kıza güney'de tatil şehri olan  Eilat'ta  onlarca genç çocuk tecavüz etmişler.. ( Çocukların sayısı tam belli değil..ve kaçı bilfiil tecavüz etmiş kesin bir rakkam şu an bilinmiyor )  Bir değil iki değil.. Bu kadar çok genç nasıl da birararaya gelip böyle korkunç bir olayın bir parçası oluvermişler...

Olayın o kadar çok tartışılması gereken yönleri var ki

Daha 16 yaşında bir genç kızın , kendisiyle yaşıt bir arkadaşıyla yanlız başlarına  Eilat'ta bir otel'de işleri ne idi sorusundan çıkıp..çoğu 17 yaşındaki serserilerinse gecenin bir vakti içkili bir barda kör kütük sarhoş olup genç bir kızın toplu halde ırzına geçecek kadar kendilerini kaybetmiş olmaları nasıl bir durumdur?

Önce bu çocukları yetiştiren anne babaların daha sonra da tüm  toplumun kendisini sorgulaması gerekiyor gibime geliyor.

Burada kaybolan bir gençlik söz konusu.  hiç bir değer öğretilmemiş, hiç bir şeye saygısı, sevgisi olmayan, yoldan , raydan çıkmış bir grup genç söz konusudur,

Hatta fikrimce, tecavüzü hak etmemiş , daha 16 yaşında en kötü şekilde bedel ödeyen o genç kız da bu kaybolmuş gençliğin içinde sembolleşen bir zavallıdır bence!!

Yol göstertecek hiç kimseleri olmadığı açıktır bu çocukların..

Daha en baştan sınıfta kalmış anne babaların yetiştirdikleri çürük meyveler gibidirler bu yeni yetmeler..

Sabah evden çıktıkları zaman , gecenin bir vakti yataklarına girdiklerinde onlara nerede olduklarını sormamış anne babaların yarattıkları yeni nesil çocukların düştüğü kaos'tur bu..

Çocuklarını  serbest yetıştirmek adına başıboş kendi hallerine bırakarak sorumluluklarından silkelenmiş anne babaların topluma cezalarıdır bu çocuklar...

Üç çiftten ikisinin boşandığı bir toplumdan bahsediyoruz artık. Birinci evliliklerinden sonra, çocuklarını büyütürken yeterince bölünmüş ailelerden, ebeveynlerin her birinin kendi hayatını yaşarken, kendi mutsuzluklarını tatmin etmek için yeni arayışların içine düşerken  unuttukları çocuklarından bahsediyoruz. Ne yaptıklarını, nerede olduklarını , nasıl yaşadıklarını, nasıl soluduklarını bile bilmedikleri çocuklarının hayatı hiç olmadık şekilde yaşarken yarı yolda düşüşlerinden bahsediyoruz..
Sınırları hiç konulmamış bir hayatta kolayca yoldan çıkarak kaybolan gençlerden bahsediyoruz..

Sevgiyi bilmeyen, saygıyı tanımamış, küçücük çocukların birbirlerini taklit ederek yanlış öğrendikleri hayatı yaşayan çarpıtılmış bir gençlikten bahsediyoruz.. Onlara doğruyu gösteren büyükler olmadan çarpık kavramları doğru zanneden gençlerden bahsediyoruz. Kaybettikleri sevgi ve ailevi ve manevi kavramlar yerine geçen hediyelerle avutulmuş ve bu şekilde her istediğini elde ederek büyütülmüş bir nesilden bahsediyoruz..

Bir daha ve bir daha böylesi şeyler yaşanmaması için neleri yanlış yaptıklarının farkına varmadıkları sürece hiç bir şeyin  değişmeyeceğini bilmeleri gerekiyor kimilerinin.....




Batya R. Galanti

22 Ağustos 2020 Cumartesi

Asimilasyona direnmek




Daha yedi sekiz yaşlarımda iken her hafta  Büyükada'daki  Kal'da toplandığımızı anımsarım.  O zaman ailemiz bizi haftada bir Sinagog'a gönderirdi.  Sinagog'da kısmen dini daha çoksa sosyal bir faaliyet olan haftalık toplantılara cemaatimizin neredeyse tüm çocuklarının katıldığını tahmin ediyorum. More Ha-dereh denen incecik bir kitabımız vardı. Kuzenlerimle beraber, deniz dönüşü yaptığımız banyodan sonra , en güzel şekilde giyinip  açık yeşil renkli kitabı da elimize alarak, adadaki yan yana olan iki sinagogtan büyük olanının yolunu tutardık. Kıyı'daki kumsal sokağının bir kaç arka paralelindeydi Kal.. Çoğu iki katlı, balkonları çiçeklerle süslü evlerin bulunduğu , ağaçlıklı,  dar bir sokaktı burası. Sinagog'un kendisi de çok güzeldi. O zamanlar öyle korumalar, güvenlik kameraları  mevcut değildi girişte. Rahatça girer çıkardık. Korkacak bir şeyimiz olduğunu zannetmiyorduk  o günlerde. Beyaz boyalı küçük bir bahçe kapısının ve yeşil sarmaşıklarla kaplı duvarların arkasındaydı sinagog.. Girer girmez insanı karşılayan sıcak olumlu bir atmosfer  vardı burada...Ve çok renkliydi sanki.. O bembeyaz mermerlerle kaplı bahçede dolaşan  rengarenk giyinmiş çocukların varlığıydı bu canlılık belkide . Ayrıca avlu kimi ağaçlar ve çiçeklerle bezeliydi . . Büyükadaki bu Kal İstanbul'dakilerin  içinde en güzellerindendi bence..

                                              
Kal'ın  Keila sözcüğünden bozularak türetilmiş bir kelime olduğunu tahmin ediyorum...Ladino'da sinagog anlamında kullandığımız bir kelimeydi Kal. ..Keila ise yine İbranice'de topluluk, cemaat anlamındadır. Yine  Keila'dan çıkan bir kelime olan Ka'al de topluluk demektir. Ka'al,  herhalde bizde Kal olmuş. Herhangi bir amaç için bir araya gelen her tür topluluğa keila ya da ka'al  denebilirken, Keila  dini bir topluluk anlamında da özellikle kullanılır.

Yahudiler'de sinagog insanların toplandığı yerdir  . Sadece dua için değil,  biraraya gelmek için de vardır sinagog.  Bir ev gibidir.


                                                         Büyükada Sinagogu

Türkçe'de çok patırdı olduğunda; " Burayı Havra'ya çevirdiniz!" derlerdi. Yahudiler sinagog'da dua ederler, ve bazen de sinagog'ta, yeşiva'da c( Yahudi din okulunda ) Tora üzerine tartışılır. Ve kimi zaman  her kafadan bir ses çıkabilir gerçekten..bu da Yahudi patırdısı deyiminin çıkma sebebi olabilir. Yahudilikle Müslümanlık arasındaki kesin fark belki de burada yatar. Müslümanlık kesin dogmalara inanır. Cemaat İmam'ı dinler ve tartışmaz. İmam, Kur'an 'da yazılanları kesin hükümler halinde inananlara iletir. Yahudilik'te Tora üzerinde tartışılır. Her kelimenin ardındaki manalar üzerinde saatlerce konuşulabilir. Hatta bu tartışmalar çok ateşli de olabilir .  Bu yüzden , Sinagog'ta duanın dışında bir toplumsal faaliyette söz konusu olur.

Benim çocukluğumda sinagog'a gitmemizin birinci sebebi , ilk etapta küçük yaştan itibaren cemaat içinde yerimizi bulmamızı sağlamaktı. Büyük toplumun içinde yaşayan, ayrı bir kültür, ayrı bir topluluktuk biz..

Salı günleri Kal'da bize genç kızlar, genç erkekler önce İbranice harfleri sonra noktalı olarak İbranice okumayı öğretirlerdi. Bir saat süren kısa eğitimin ardından bu kez İbranice çocuk şarkıları öğrenirdik, Ve kimi Yahudi, Israel folk  dansları yapılırdı. Şarkılar ve şekerlemeler, oyunlar ve eğlence vardı biz küçük çocuklar için. Her hafta biraraya geldiğimiz bu faaliyetler bizi bir taraftan mutlu ederken esas amaç daha çocuk yaştan itibaren bizleri birarada tutmaktı.

Ayrıca Büyükada benim çocukluğumda sanki Yahudi cemaatine ait bir yer gibiydi neredeyse. Sokakta, iskelede, deniz'de gördüğüm insanların çoğu bizim cemaattendi. Nasıl ki Kınalıada Ermeniler'in toplandığı bir ada idiyse..

İstanbul'un içinde bulunan böylesi cennetten bir köşeyi Ortaokul'dan bir Müslüman arkadaşımın beni ziyareti esnasında ilk kez gördüğünü itiraf ettiğinde son derece şaşırmıştım. 1980'lerde Türkiye'de yaklaşık olarak 20.000 Yahudi yaşadığı söylenirdi. Ve ben çocukken Yahudilerin en büyük endişesi cemaatin asimile olmasını engellemekti. Ve bu yüzden bizi biraraya getirmek için her zaman büyük bir çaba vardı. Her yaş grubu için ayrıca düzenlenen faaliyetlerdi bunlar.

Örneğin Şişli'de cemaate ait  iki tane lokalimiz vardı. ( Şimdi sanırım bu lokaller mevcut değiller artık )
Giriş katından aşağı inilen, kocaman sahnesi olan, amfi oturma yerleri, hoparlörler, masalar , ışıklandırmasıyla herşey mevcuttu bu lokallerde.  Yeri geldiğinde tiyatrolar sergilenir, yeri geldiğinde konferanslar olurdu.. Tüm kültürel aktiviteler için müsaitti.. Cumartesi günleri öğleden sonra 11 yaş üzeri çocuklara Disco düzenlenirdi. Daha geç saatlerde 20 yaş grubu için yine müzik ve içkili partiler olurdu.. Daha on bir yaşımda kızlı erkekli bir arkadaş grubuyla görüştüğümü anımsarken aynı yaşlardaki okul arkadaşlarımın  anne babalarıyla zaman geçirdiklerini biliyordum. Bizde sanırım bu şekilde flört yaşı bile çok gençlikten başlıyordu. Bir çok arkadaşım 15 yaşına geldiklerinde erkek arkadaşları vardı.


Israel'e gelmeden bir iki yıl evvel ünlü Türk Komedyen Metin Akpınar'ı bir konuşma için cemaatimizde ağırlamışlardı.. Metin Akpınar'ı severdim . Gerçekten işinin ehli bir komedyendi..
O gün epey kişi gelmişti o söyleşiye.. Hiç unutmuyorum., adam konuştu ve konuştu ve sonunda lafı Yahudiler'in hep aralarında evlenmeleri konusuna getirdi.. O bilindik tavrıyla eliyle bizi işaret ederek; " Yahu şu halinize bakın yüzünüz benziniz solmuş aranızda evlene evlene ! Bırakın artık bu geleneği !! diyerek gülmüştü. Çoğunluktan biri size baktığında işte Metin Akpınar'ın düşündüğü şeyi görür ve bunları  söyleyebilir.  Sizin kendinizi  onlardan ayırmanızı öncelikle yadırgar. Küçük bir toplumun kendini böylesi bir korumaya alma ihtiyacıda bir çeşit  fanatizm gibi algılanabilir. Çoğunluk size bakıp, " Bizden biri olun  artık der !" . Ne gerek var farklı olmaya..karışın artık  aramıza , büyük topluma.. 

Çünkü insanlar aralarında farklı görmek istemezler. Farklı kalmayın kimseden!! Garipserler böyle. Metin Akpınar öyle konuşunca  etrafıma bir göz attım gerçekten soluk mu görünüyoruz gibilerinden ? Yok hayır soluk değildik. Onu aramıza çağırmıştık..o karşısında, büyük toplumun içinde hala daha kendine ayrı bir yer arayan bir cemaat görmüştü. Neden böyle olsun diye düşünüyordu! Büyük toplum içinden bakılınca bu böyleydi belki.

Halbuki Türkiye'de Shabtay Tzvi ( Türkçe'de Sabetay Sevi olarak söylenir ) zamanında Müslümanlığa geçmek zorunda kalan Yahudiler olmuştu. Aradan geçen bunca zamana rağmen Türkler onları hala daha sindirememişlerdi.  Ülkede  kendilerine karşı gördükleri tüm akımlardan,  her tür olaydan bu grubu mesul tutmaya bugüne kadar devam eden Türkler vardır.  Yani demek istiyorum ki, onların arasına karışsanızda sonunda yine de onlardan olamazsınız çoğunlukla. Büyük toplumdan biri olmak öyle kolay değildir aslında.  Bugüne dek Türk Basın'ından iz bırakmış bir çok Sabetayistleri suçlarlar. Her toplumsal çalkantının arkasında onları hedef alırlar .

Sonuçta Türklerden biri olsaydık ya da olmasaydık karşıtlık bitmezdi .Yahudilerse kendi içlerindeki bu yaşamı sürdürmek direncini gösterdiler.. Daha çok kısa bir zaman öncesine kadar  asimile olmamak için direndiler. Bu da yine insani başka bir iç güdüdür. İnsanın temel iç güdüsü neslinin tükenmemesi için direnmektir. Sadece hayatta kalmak değildir bu. Sahip olduğunuz geçmişinizi , kültürünüzü, değerlerinizi, dilinizi, alışkanlıklarınızı kaybetmemek istersiniz. Asimile olmamak için gösterdiğiniz çabanın altında da sadece bu insanı içgüdü yatar. Yok olmamak iç güdüsüyle birdir bu.

Tanrı insanları böyle yaratmış. Nasıl ki kendi ülkelerine gelen yabancılara karşı en ilkel duygularla nefret besleyen insanlar vardır. Çünkü sahip oldukları, bildikleri, kendileri olan şeyleri kaybetmekten korkar insanlar. Başkalarının gelipte bunu bozmasından korkar , direnirler.. Aynı simayı ararlar, aynı dili duymak, aynı gelenekleri yaşatmak isterler. Çocukken size öğretilen şeyler sizi siz yapan değerlerdir. İşte bu değerlere yapışırsınız.. Kaybetmekten korkarsınız. İşte belki bu da biz insanların bir otistik özelliğimizdir. Farklı olana karşı gösterdiğimiz, bizde kaygı yaratan bu tepki..

Türkiye'de , Metin Akpınar'ın özlem duyduğu karışım oldu. Kalan Yahudiler artık asimile oldular.
isteyerek, ya da istemeyerek. Öncelikle, iki insan birbirini sevdiğinde, birlikte mutlu olduklarında sadece din yüzünden biraraya gelememelerini düşünmek çok üzücü gerçekten. Böyle olmamalı diyor kişi. İki insan farklı dinden, farklı kültürden de olsa birlikte olabilmeliler. Ve bugün Türkiye'de  Yahudi kimliği taşıyanların sayısının son derece azalması yüzünden modern Türk insanının bizlerden beklediği o asimilasyon gerçekleşti artık.. Geçen zamanla kaybedilenlerle , Yahudilerin artık tek başlarına varolmaya devam etmeleri mümkün değil. Sayıları gittikçe azaldıkça gençler dışa açılmak zorunda kaldılar.. Ekonomik şartlar gereği gittikçe daha az çocuk yapmayı tercih eden cemaatimizde yine ekonomik ve toplumsal sebeplerden dolayı ülkeyi bırakanların ardından geriye çok az insan kaldı.
   
Kimileri hala daha bir şeyleri devam ettirmek için direnç gösterse de oralarda bir yerlerde çoğumuz için yaşanılan bir kültür bugün hatıralarda kaldı. Geriye dönüp baktığımızda yüzümüzde belki buruk bir gülümseme varla yok arası gibi....



Batya R. Galanti 
































19 Ağustos 2020 Çarşamba









                           
                     
                                Erdoğan'ın bölgedeki bitmeyen güç gösterisi




Aya Sofya'dan sonra sıra El-Aksa'yı özgürlüğüne kavuşturmakta  demiş Erdoğan.

Yeni Türk Dış Politikası at sırtında koştururken etrafına kılıcını savuran yeniçerileri hatırlatıyor bana.. Gün yok ki Erdoğan birisine, birilerine sataşmasın..

Doğu Akdeniz'de kabadayılığa devam eden Türkiye'ye karşı şimdilik Avrupa nasıl hareket edeceğine karar verebilmiş değil. Kimse gereksiz bir savaşa girmek istemiyor. Zaten 2020'de tüm dünyayı baştan aşağıya vurmuş bir viral kriz mevcut.

Trump'ın  da adeta bir başka cins kabadayı ifadelerine aldanmamak gerekiyor, Çünkü sonuçta Amerika'nın  Ortadoğu'da askerlerini artık boşa feda etmeğe taraftar olmadığı  açıktır. Bu yüzden Donad Trump bir yerde Erdoğan'a karşı yaptırımlardan bahsederken diğer taraftan meydanı kısmen boş bırakmış gibi görünüyor. Şu an o daha çok önümüzdeki aylarda yapılacak seçimler ve Amerika'daki son salgının zararlarını kapatmakla meşgul görünüyor.

Geçtiğimiz haftalarda her ne kadar Macron Erdoğan'a sıkı bir çıkış yapmışsa da. Şimdilik Merkel sadece telefonda Türk Diktatör'ü sakinleştirmeği tercih etmiş.

Yunanistan Karasularında sondaja devam ederken, Kıbrıstaki varlığını öne sürerek Türkiye'nin  bu bölgede arama yapmaya hakkı olduğunu savunuyor. Senelerdir Yunanistan'la inişli çıkışlı, bol gerilimli komşuluk ilişkileri bu kez hiç olmadığı kadar kötüleşti. Yunanistan ve Türkiye  çok uzun bir süreden beri ilk kez  çatışma noktasına geldiler. Fakat bugün için tüm olası sebeplere rağmen kimsenin gerçekten savaşmaya gücü varmıdır, o işte bir soru işaretidir gerçekten..

Türkiye'nin startejik konumuna bakarsak kimsenin Erdoğan'ın canı ne isterse onu yapmasına izin veremeyeceğiyse açıktır.

Bir gün Irak'a saldıran, kuzey Suriye'de Kürtlere karşı savaşmaya devam eden Erdoğan zaman zaman  Israel'e ve Yunanistan'a ve canı nereye çekerse oraya buraya sataşmaya devam ediyor. En son Israel-Arap Emirlikleri yakınlaşmasını kınayarak Arap Emirliklerine tehtidler savurmaya başladı. Efendim, Arap Emirlikleri Israelle barış antlaşması yapamazmış. Bu  hareket onlarla olan karşılıklı ilişkileri kesmek sebebi olurmuş. Yahu, senin bizzat Israelle ilişkin var!  Israel'deki süpermarketlerde  Türk ürünleri bolluğunu mu anlatalım şimdi? Kimi ne için tehtid ediyorsun?

Geçen ay, Ayasofya'yı yeniden cami yaptığı günün ertesi kendisini bir Muhteşem Süleyman ilan etmediği kalmıştı. Kendi toprakları üzerinde var olan bir yapıyı camiye çevirdiği için kahramanlık yapmış gibi demeçler veriyordu. Ülkesindeki aptalları telkin ediyor. Değersiz politikalarıyla, saldırganlığı ve antlaşmazlık çıkardığı dış ilişkilerdeki problematik tavırlarıyla sadece kendi seçmenini kandırıyor bu ahlaksız, din sömürücüsü megaloman. .

Şimdi sıra El-Aksa'yı özgürlüğüne kavuşturmakta diyor. Başka bir dine ait bir mukaddes binayı İslama'a çevirmeyi özgürleştirmek olarak nitelemiş ya. Binlerce yıldır bir dinin sembolünü alıp onu silmek , onu özgürleştirmek oluyor. Ve bu yoldan bu kez Yahudilere gönderme yapıyor. El-Aksa bugüne dek yeterince özgür bunu bilmiyor.

Yahudiler, Beit Ha Migdaş'ın yıkıntıları üzerine Araplar tarafından inşaa edilen  El Aksa'yı eğer isteselerdi 1967'de,  bu şehri ilk aldıkları gün, değil sinagog yapmak , ortadan kaldırırlardı, yıkarlardı. Ve bugün tartışılacak bir konu kalmazdı ortada. Ancak, Yahudiler, dini inançlarina gore en kutsal yer olan noktada inşaa edilen bu yapıya saygı gösterdi , varlığını tanıdı ve  korudu. Hatta El-Aksa'nın yönetimini onlarca yıldır Filistin Vakfına verdiler. Bu yapının bulunduğu alana özel izin olmadan hiç bir Yahudi giremez bile. Ama Erdoğan hala daha özgürlüğe kavuşturmaktan bahsediyor.

Şimdilik Erdoğan her gün satasacak yeni bir hedef buluyor kendisine, bu şekilde ülkesinde gittikçe kötüye giden ekonomiyi  bir şekilde unutturmak istiyor  , son bir zamanlarda kaybettiği desteği , dışarıda kendince sözde güçlü bir politik imaj çizerek  kazanmaya çabalıyor.

Akdeniz suları hiç olmadığı kadar ısınmaya devam ediyor.

Bu kabadayı politikaların gerçek bir savaşla sonlanması ne kadar mümkün bilmiyorum ancak ortada görünen gerçek, Türkiye'nin karşısına çıkmakta isteksiz görünen devletlerin bıraktığı boşluktan Erdoğan'ın fayadalanarak kas gösterisi yaptığı kesin..

Ama sonuç olarak, Akdenizdeki enerji kaynaklarının paylaşımı üzerine çakışan menfaatlerle bölge ülkelerinin  açıkça karşı karşıya geldiği gerçeği ise yadsınamaz.. Bekleyip bu çok çalkantılı dönemin neler getireceğini göreceğiz...



Batya R. Galanti








17 Ağustos 2020 Pazartesi








                             Bugün barış için biraz daha umutluyum



İki akşam evvel Israel basınında bir haber geçti. Netanyahu Corona'yla ilgili girdiği konsey toplantısından acilen ayrılımıştı ve kısa bir süre sonra televizyonda Israel halkına çok önemli bir konuşma yapacaktı..  Son aylarda Corona yüzünden Başbakanı ekranlarda daha sık görmeğe alıştıysakta sanırım bunun farklı bir durum olduğu hemen belliydi.

Konuşmanın tarihi nitelikte olacağı ekranın alt tarafında geçtiğinde birden heyecanlandım;
" Tarihi bir konuşma, ne olabilirdi?"

Son senelerde Körfez Ülkeleriyle içten içe aramızın ısındiğını Israel'de bilmeyen pek yok. Zaman zaman basına yansıyan kimi yazılarda, kimi haberlerde özellikle başta Umman olmak üzere  Bahreyn'le ve kimi diğer Arap ülkeleriyle bir süredir sessizden değişen bir şeyler hissediliyordu buralarda.  Türk Diktatör Erdoğan'ı deli etmeye yeten bir tutum değişikliği olduğunu anlamamak mümkün değildi.. Israel-Filistin konusunda gelişen olaylara karşı bir çok kez Avrupa'nın bile verdiği sert tepkilere rağmen Körfez ülkeleri Israel'e karşı daha sessiz. daha mülayim bir duruş sergilemeye başlamışlardı.

Sonunda anlaşılan şuydu!!  Körfez ülkeleri artık Israel'i tanmamak bir yana, 1948'de kurulduğu günün ertesi günü Israel'i yok etmek için kutsal topraklara birlikler gönderen Araplar artık Israelle dost olmak istiyorlar!! Netanyahu'nun açıklaması beklenen önemli haber buymuş!!

Kimin , hangi çıkarlar çerçevesinde bugünlerin gelişinde rol oynadığından çok bunun bizler ve bu bölge için neler ifade ettiği önemlidir..

Trump, özellikle son aylarda ülkesinde  ne kadar puan kaybetmişse de, her ne kadar Batıda her Amerikan Başkanına verilen saygıdan pay almayı pek becerememişse de , bugün kime ve neye hizmet ederek bunu yapmışsa da farketmez. Sonuçta bugün Arap ülkeleriyle Israel arasında böylesi bir yakınlaşmanın altına imzasını atmış bir Başkan olduğu açıktır. Ve bu Israel ve bölge için  gerçekten çok büyük ve olumlu bir gelişmedir ve bu gelişme mutlaka tarih kitaplarına kocamaman başlıklarla geçecek büyüklüktedir..

Geçen akşam televizyonda Israel'in Birleşik Arap Emirlikleriyle Barış Antlaşması yaptığını duyduğumda tüylerim bir anda diken diken olurken, gözlerim doldu.. Hayat boyu beklediğim bir haber almış gibiydim o an!!

Israel tarihte bugüne dek sadece iki Arap ülkesiyle barış antlaşması yapmıştı. 1979'da Enver Sedat'ın imzaladığı ve Israel'in Sina Yarımadası'ndan çekildiğini de tasdikleyen antlaşma ki ne yazık ki bu barışın bedelini Sedat çok kısa bir zaman sonra canıyla ödemişti..  O zamanlar çocuk olmama rağmen o suikastla ilgili görüntüler aklıma saniyelerine kadar yer etmişti. Sanrım küçücük bir insan olarak bile böylesi bir bedel ödeyen bir başkan için çok sarsılmıştım..  İkinci barış antlaşmasıysa Oslo görüşmeleriyle birlikte gelen,  Ürdün Kralı Hüseyin'le Başbakan Rabin'in yaptığı barıştı. Bu kez de Israelli bir fanatiğin kurşunlarıyla öldürülen Rabin, her defasında barışın  böylesi ağır bir bedele karşılık olabileceğinin hissini yaşatmıştı hepimizde.

Ve o gün bugündür, Filistin meselesi hallolmadan diğer bölge Araplarıyla bir barışın yapılamayacağı düşünüldü. Israel, bu yıllar içinde bir çok farklı çatışmalardan, savaşlardan geçmeye devam etti. İkinci İntifada, İkinci Lübnan Savaşı ve Gazze'den çekilişin ardından gelen roketler ve bunun getirdiği operasyonlar ve ölen siviller... Ve Israel'in uluslararası alanda gittikçe yıpranan ismi ve girilen açmaz!!

Peki Arap ülkelerini tüm bunlara rağmen Israel'e yaklaştıran ne oldu??

İlk olarak , sanırım tüm karmaşalara ve devam eden çatışmalara ve bitmeyen antlaşmazlıklara rağmen bunlara rağmen Körfez ülkeleri artık Filistinli Arapların Israelle barış yapmalarını bekleyemeyecek kadar sabırlar dolmuş. Sanırım;  Önce kendi çıkarlarımız ! " demeye geliyorlar  artık!

Son senelerde Netanyahu'nun akıllı girişimleriyle , Arap ülkelerine doğru yerde, doğru mesajlar ulaştırılmış olduğu açıktır.

Ortadoğu'da gittikçe herkesi tedirgin eden bir ülke vardır. Sünni-Şii çatışmalarının başrol oyuncusu olan İran , sadece Israel'e karşı değil, bölgedeki güçlü sünni devlatlere karşı da büyük bir tehdittir!

Bundan üç gün önce Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Amerika'nın isteğini reddederek İran'a karşı konulan silah ambargosunun bittiğini ilan etti.

Bu dünyada hakkın , hukukun olduğunu iddia edenlerin gözüne gözüne girmesi gereken bir karardır bu. Bölgedeki savaşların, sivil ölümlerinin , teroru destekleyen, Ortadoğudaki savaşların başrol oyuncusu olan, kendi ülkesinde kadınları asan,. yazarları infaz eden bir molla rejimi olan İran'a silah satışlarına tekrardan başlanacakmış!!

Avrupa şu an girdiği Korona Kriziyle de mutlaka öncelikle ekonomisini canlandırmayı hedef alıyor. Ve İran'la devam edecek alışveriş onlar için daha önemli şu an..

Arap ülkeleriyse , Israel gibi İran'dan tedirgin. Arap Ülkelerinin Israel'e yanaşmasının birinci sebebi sahip oldukları bu ortak düşmandır.. Araplar kendi İslam dinlerinden olan bir ülkeden daha çok Yahudilere güvenebileceklerini anlamış görünüyorlar  ( Dilerim uzun vadede biz de onlara bu şekilde güvenmeye devam edebileceğizdir!)

Ayrıca Araplar Israel'den teknoloji ve bilim öğrenebileceklerini biliyorlar. Israel'in dünyaya sattığı teknolojiden daha fazla faydalanmak istiyorlar. Birlikte araştırmask, Israel'den daha fazla faydalanmak istiyorlar!! Araplar sonunda Israel'den kazanacaklarının kaybedeceklerinden fazla olduğunu anladılar.

Türklerin, yabancı güçlerden korktuğu neden Israel için geçerli değildir bu da buna da bir cevaptır. Burada bu açıkça ortadadır! Başkalarından almaya muhtaç olmamak en önemlisidir. Eğer satacak biliminiz , teknolojiniz varsa sonunda herkes sizin ayağınıza gelir! Bu Türklere de bir derstir bence. Siz başkasına muhtaç olduğunuz sürece kaybedersiniz!! Eğer sizden alacak şeyleri varsa bunu her zaman lehinize çevirebilirsiniz!

Ve Uluslararası alanda Israel'i sıkıştırarak, onu yanlızlaştırarak, ve ona ambatgo koymakla tehdit ederek bir yere gelemeyeceklerini de ispat edecektir bu barış. Çünkü şu an Netahyahu Körfez ülkeleriyle yapılacak antlaşma üzerine Batı Şeria'daki toprakları Israel'in Egemenliğine almak fikrinden belli bir zaman için vazgeçmiştir. Bu da demek oluyor ki, barış ve birlikte ortak , güzel bir gelecek adına insanlar çok daha fazla ödün vermeğe yaklaşırlar. Eğer karşınızdakinden alacaklarınız varsa, karşılıklı istifade söz konusu ise ödün vermek daha kolaydır. Ben eminim ki uzun vadede Filistinliler de bu birlikten sadece karlı çıkacaklardır. Gazze'de Arap Emirlikleri Bayraklarını yakacaklarına bu barış için sevinmelilerdir diyorum. Çünkü onların bu bölgede gelişmeleri, zenginleşmeleri için bir adım olacaktır bu. Karşılıklı yapılacak antlaşmalar Arapları kapsayacak çok daha fazla yatırımların da önünü açabilir!!

Bugün bu yüzden, Arap sorununa baktığımda ilk kez daha bir umutluyum!




Batya R. Galanti















.





















                    Beyrut'un mahallelerinde gizlenen cephaneler kimleri tehdir ediyor?



Iki hafta önce Israel'in Kuzey'inde bir anda yeniden alarmlar çaldı. Bir grup terörist Lübnan sınırından sızmaya çalışırken  radara yakalanınca,  IDF Hizbullahın  yeni bir sızma girişimini yerinde engelledi.

Her defasında tekrarlayan bu olayların yerinde ve sessizden çözen Israel, bu tip girişimlerin daha büyük bir hadiseye dönüşmemesi için çaba harcıyor.   Hizbullah'ın bitmeyen denemelerinin sonunda daha büyük bir olay meydana gelebileceği güne dek..... En az bir devlet ordusu kadar güçlü olan bu terör örgütüyle üçüncü kez olacak bir savaşı patlatacak olay sonunda vuku bulacağı güne dek ...

Son yıllarda İran destekli Hizbullah'ın Suriye'de ve Güney Lübnan'da Israel'e karşı faaliyetlerini devamlı arttırdığını biliyoruz. İran Suriye'de Israel'le ileride planladığı savaşa hazırlanırken, bu bölgeye hala silah yığmaya devam ediyor. Böylece Israel'in  Suriye'yi sık sık bombaladığı  basına yansıyor.

Bugün  Lübnan'ın girdiği ekonomik açmazın en büyük sorumlusunun ülkeyi yöneten sektlerin yolsuzluklarının ve sömürüsünün olduğu söylenmektedir.  Fakat Hizbullah'ın da,  eskilerin Ortadoğunun Paris'i olarak tanınmış, güzel Beirut'uyla ünlü bu özel ülkeyi ayrıca çökerttiği de açıktır.   Hiç ihtiyaçları olmayan bir savaşın içinde olan Lübnan senelerce sahip olduğu büyük insan potansiyelini bir hiç için  harcamıştır, devlet içinde kurullan bir başka devlet, yani Hizbullah  onu bugünlere kadar sömürmeye devam etmektedir. Hizbullah Israel için ne kadar büyük bir tehlike ise Lübnan'daki halk için daha büyük bir tehlikedir. Bu ülkenin yarınlarını yok eden en büyük sebeplerden biri de Hizbullah'tır..

Israel Başbakanı Netanyahu defalarca Uluslararası Cemiyeti Lübnan'da Hizbullah'ın sivillerin içinde sakladığı binlerce füzenin bizzat uydudan çekilmiş fotoğraflar üzerinden yerlerini göstererek uyarmıştır..

4 Ağustos günü Beyrut'e büyük bir patlama olduğu haberini duyduğumuzda belkide hiç birimizin aklına adeta nükleer bir bombanın etkisiyle çevresindeki bütün mahalleleri ortadan kaldıracak büyüklükte bir patlamayı hayal etmedik.. Televizyona yansıyan görüntüler tüyler ürperticiydi.

Yetkililerin bilgisi altında, en az altı senedir Lübnan Limanındaki depolarda saklanan 2750 ton Uranyum Nitrat bir kaza sonucu patladı.. Etraftaki bütün mahalleleri  saniyeler içinde düz eden patlamanın ardından çok şeyler söylendi. Yaklaşık 200 ölü , 7000 yaralı ve 300.000 evsiz'le sonuçlanan bu olay tarihte nükleer olmayan en büyük patlamalardan biri olarak nitelenmiş.

Uzun zamandır iyi olmayan Lübnan ekonomisi Corona-19'la iyice çıkmaza girdikten sonra bir de bu son olay başlarına gelince bu ülkenin tek başına bulunduğu ekonomik durumdan kurtulması mümkün görülmemektedir. Fransa, eski sömürgesi olan Lübnan'a sahip çıkarken , Macron'un bölgeye hemen yaptığı  ziyaretinin ardından. kimileri Fransa'nın yeniden Lübnan'ı  güdümüne almak için bir fırsat olarak gördüğü yönünde yorumlar yaprmaya başladı .

2013'te Rus bandıralı bir Kargo gemisiyle Mozambik yönüne doğru taşıdığı söylenen Amonium Nitrat , dışında başka bir yük daha almak için Lübnan'daki limana uğrayan gemideki mal sonunda bir şekilde burada kalmış ve bu miktarda bir kimyasal aynı depoda, yetkililerin bilgisi altında bugüne dek saklanmaya devam etmiş. Söylenenlere göre Hizbullah malın başka depolara yapılması planlanan sevkiyatına izin vermemiş..

Geçtiğimiz senelerde Israel, İngiltere'yi , Kıbrıs ve Almanya'yı Hizbullah'ın topraklarında yürüttüğü faaliyetler üzerine uyarmıştı.

Mossad Gizli servisinin bildirimleri ışığında Londra'da bir evde yürütülen operasyonlarda bir şehri yok edebilecek miktarda amonyum nitrat ele geçirlmiş ve Hizbullah'ın faaliyetlerine son verilmişti.

Daha 2020'de Almanya'da yine aynı şekilde bir evde tonlarca Amoniyum Nitrat ele geçirilince Hizbullah'ın yasa dışı bir örgüt olduğu  Alman Hükümeti tarafından ilan edildi..

Avrupa'yı uyandırmak zor .  Lübnan'da patlayan kimyasalların da tarım endüstrisinde kullanılmak üzere saklandığı söyleniyor. Kime inanılır bilinmez?

Fakat Beyrut'un mahallelerinde,  Israel'in gizli servislerinin keşfettiği yerlerde binlerce füze sivillerin içinde depolarda gelecekteki savaş için bekletiliyor. Aynı şekilde bir kaza acaba bu kez kaç masum insanın canını alır????




Batya R. Galanti













































3 Ağustos 2020 Pazartesi







                                                   Ne yapsakta yaşlanmasak?!



Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşıma doğum günü hediyesi bakıyordum.. Benden üç yaş büyük olan bu arkadaşımın 40 yaşına girdiği günü daha dün gibi anımsıyorum. . İnanılmaz!! Telefonda bana kırk yaşına bastığını söylediğinden, ve benim yaklaşan orta yaşı kapımda hissettiğimden bugüne tam 15 sene geçmiş!! Orta yaş ve derken ileri yaş..insan hayatı nedir ki?"!! Geçenlerde annem bana: "Bu yaşa nasıl geldiğimi inan bilmiyorum.." dediğinde, ona gerçekten inandığımı söyledim ..Zamanın nasıl bir hızla geçtiğinin ben de farkındayım..

Orta yaşa gelmiş bir bayan arkadaşınıza hediye almak için bakındığınızda ilk aklınıza gelen şeyler, kolye, bilezik ya da hoş bir parfüm ve tabii en sonunda  yüz ya da vücut kremleri oluyor!!..Özellikle  kadının yavaş yavaş yaş almaya başladığı zaman gelip çattığında nemlendiriciler ve yaşlanmayı önleyen  kremler ilk akla gelenler arasında oluyor :)

Çoğu zaman bir kadının  yatak odasının baş köşesindeki  makyaj masasının üzerinde olduklarını bildiğiniz şeylerdir bunlar. Belki hediye için kolay bir seçim gibi de olsa çoğu zaman gerçekten de kadınlar için makbul olan bir seçimdir bence kimi makyaj malzemeleri ( makyaj yapmayı seven bir bayansa tabii ) , banyo sonrası uygulanması gerekli olan besleyici kremler vs.. Hele Israel gibi  cildi son derece kurutan,, yıpratan güneşinde yaşayan kadınlar için bu daha da bir gerekli....

Bugün modern hayat içinde her şeye yetişen kadın artık yaşlanmayı da pek kabul etmiyor sanki. En azından yaşlılığa çabuk teslim olmayı reddediyor gibiyiz.


Ne kendim ne de başkası için  bir şey satın alacağım zaman uzun uzadıya gezmek alışkanlığım pek yoktur. İlk aklıma gelen fikrin doğrultusunda hemen hareket edip çabucak işimi bitirmeyi  tercih ederim..  Girdiğim büyük kozmetik mağazasında dolanırken yine ürün bolluğu ve olasılıklar arasında kaybolmaya başladığımı hissederken tam hemen yanımda satış elemanı bir kadının; " Yardımcı olabilirmiyim ?" sorusunu duyar gibi oldum..Uzun uzadıya anlatım dinleyecek sabrım olmadığımdan teşekkür ederek , sadece bakıyorum dedim. Bense . bütçeme ve aklımdaki fikrime uygun bir şey bulmak için sakin kafayla , tek başıma aramayı tercih ettiğimden, çoğu zaman kendi başımın çaresine bakarım. ..Ve genelde  çok uzun zaman harcamadan bir şey alıp çıkarım.  Nasıl olsa isterse değiştirme şansı olduğu için de sorun yok derim...  Yine öyle bir baktım ve kendimin de kullanıp memnun olduğum bir nemlendirici yüz kreminde karar kıldım. Hem fiyatı normal , hem gayet iyi iş gören hem de bilinen bir firmanın ürünü.. daha iyisi can sağlığı.. Güzel bir paket yaptırıp çıktım..

Ben kırk yaşlarımı geçtiğim günlere kadar öyle pek fazla yüz kremleri falan kullanmadım.. Güzel kokulu vücut kremlerini hep sevdim..hafif parfümleri tercih ettim ve çoğu zaman çok özel günler dışında neredeyse hiç makyaj yapmadım...Belki de fazlasıyla sade idim.  Son senelerde yüz kremlerine daha bir ellerim gitmeye başladı.. Artık bazı değişen şeylere karşı ufak tefek direnme psikolojisindendir bu...Yaşlanmayı önlemek istiyor insan. Ne kadar mümkünse??!!




Bir taraftan , eskiden beri bir sürü pahalı kremler kullanan kimi bayanlara bakarım,  sonuçta  o kullandıkları kremlere rağmen yaşlandıkça yine de nasıl  kırıştıklarını görüyorum ve herşeyin bir bakıma şans olduğun inanıyorum.  Ne yaparsanız yapın aslında çok farketmiyor. Öyle çok pahalı kremler belki de sadece insanı kendisi için en iyisini yaptığına dair ikna ediyor ama sonuçta değişen fazla bir şey yok. Eğer pahalı kremler çözüm olsaydı o zaman neden kadınlar botox yaptırıyor ve estetik ameliyatlarla yüzlerini gerdiriyorlar? ...

Genç göstermek en çok genetik bir şans. Ve daha sonra da hayat tarzınız büyük etken. Uyku düzeniniz, beslenme şekliniz, ten renginiz, .sigara kullanıp kullanmadığınız, alkol ve güneş..herşey etkili.. Sabahtan akşama kadar bronzlaşacağım diye güneşte oturan , günde bir paket sigara içen , fast food yemekle gününü geçiren ve sürekli full makyaj yapan bir kadının gece yatağına yatmadan hangi kremleri kullandığının pek önemi yok sanki.

Ama neticede ne yaparsak yapalım er ya da geç kaçışı olmayan bir hastalık gibi bu da..

Güzellik bir süre sonra geçmişte, gençlikte, kimi zaman olgunluk çağımızda bir yerlerde  kalıyor ...

Belli bir yaştan sonra bir şeylerin  belki sadece izi kalıyor..

Kimi ender insanlar ise yaşlılıklarında bile belli bir formu korumayı başarıyorlar..

Bu da sanırım ayrı bir şans!!!


Arkadaşıma sarılıp hediyesini verdiğimdeyse; " Nasılda bildin..tam kullandığım kremi !" deyince gülümsedim..belki de biz  bu yüzden arkadaşız ..aynı düşünüp, aynı şeyleri yapıyoruz galiba!!!







Batya R. Galantı











2 Ağustos 2020 Pazar







                           

                                   Çocuklarını gerçekten sevecekleri gün....


     

Facebook'ta bir Fransızın Gazze'deki çocuklarla ilgili paylaşılmış bir klibin altına yazdığı yazı şöyleydi; " Bu ülkeyi ( Israel'i )  ne zaman cezalandıracaklar? Galiba hiç bir zaman!!!"
Izlediği görüntülerin kadının içindeki hırsı nasıl da ortaya çıkardığı belliydi.

Bense klibi istesem de izleyemedim. İçerdiği uygunsuz görüntüler yüzünden kaldırılmıştı. Sonuçta bu insanların video'da ne izlediklerini bilmiyorum. Bildiğim kadının senelerdir içinde Israel'e karşı biriktirdiği nefretin nasıl dışarı çıkmış olduğunu hissettiğimdi.



Ve ben, Gazze'de çekilmiş,  içinde çocuklara karşı dehşet görüntüleri içeren bir video klip paylaşımı karşısında, o kadına nazaran çok daha karmaşık ve yoğun hisler yaşıyorum. Bu hisler, kadınla  bir kaç paralel duyguyla beraber kimi çatışmalar, kimi isyanlarla beraber içimi allak bullak ediyor.

Benim gibi biri için , diğer yabancılara göre bu tip çekimler karşısında hissettiklerim çok daha karmaşıktır. İçimden geçenleri anlatmaya çalışsam , billmem ortaya tam olarak ne çıkar!!

Birincisi, o kadının yerinde olsam büyük ihtimalle benzer duyguları hissederdim..

Sadece bir klik'le şahit olunan,  çocukların acısını, çilesini, cefasını, sefaletini, yokluk içindeki hayatlarını yansıtan görüntülerin insanın içindeki merhameti harekete geçirmesi çok normal. Ve bu çocukları bu duruma getirdiklerini düşündüğünüz hedefe karşı yoğun kızgınlık ve nefret hissetmenizse yine çok dogal.

Aynı görüntüleri ben izlediğimde hissettiklerimi kelimelerle ifade etmek hiç te kolay değil. Problemin bir parçası olmanız bunu değiştirmiyor tersine çok daha derinleştiriyor..

Öncelikle hiç kimse dünyanın hiç bir köşesinde hiç bir çocuğun , başkalarının günahlarının kurbanı olmasını arzu edemez.. Bir çocuğun aç kalmasını, yaralanmasını, ölmesini, acı çekmesini savaş travması yaşamasını kimse istemez...

AMA!!!!!

Keşke dünya, kimi insanların kendi sessiz köşelerinde yaşadıkları gibi huzur  içinde bir yer olsa.. Keşke dünya sadece kendi kafamızda düşündüğümüz kadar açık ve net olsa. Keşke halktan  insanların kafalarındaki barış anlayışı gerçeklerle bu kadar basit bir uyum içinde var olsa. Hatta keşke birilerinin barış içinde yaşıyor olmaları dünyanın gerçekten diğer yerlerinde yaşayanların sizinle aynı şartlarla, aynı eşit imkanlarla karşı karşıya olduklarının bir ispatı olsa. Keşke seçim şansımız bu kadar basit olsa.

Belki sizin yaşadığınız normatif hayatınız  onların yaşadıkları acı savaş gerçekleriyle hiç te uzak olmayan bir yakınlık içinde bile olabilir ve bunu siz bilmiyor olabilirmisiniz acaba?

Keşke dünya hayal ettiğimiz kadar adil olsaydı.. Kendi ailemizde, kendi mahallemiz, köyümüz, şehrimiz dünya gerçeklerinin tek yansıması olsaydı. İçimizde yardım etmek için var olan insani taraflarımız , kolayca heryerde her soruna deva olsa. Keşke içimde tüm çocuklar için var olan hayalleri bir çırpıda gerçekleştirebileceğim bir sihirli değneğim olsa!!!!

Keşke akıllardaki ideal toplumları kurmak, yönetmek, uyum içinde varolmak bu derece kolay olsa..


Yüzyıllar boyu nefretle, savaşla, sınır kavgalarıyla yaşamış kimi toplumların son elli yıldır kurduklarını hayal ettikleri adil dünya çok sınırlı bir noktada belki var belki yok. Ve gerçeklerse hiç te öyle değil. Ne Afrika'da ne Asya'da, Ne Amerika'da, hiç bir yerde adalet ve huzur yok. Ama birileri illüzyon içinde yaşıyor. Herşeyin hiç olmadığı gibi mükemmel olduğunu sandıkları bir hayali masalımsı dünya içinde sanki Filistinli çocuklar ölüyor gibi hayal ediyorlar ve Filistin'de adalet , insanlık yok diyorlar.. Bu güzel, cıvıl cıvıl kuşların ötüştüğü dünya'da , sessizliği tek bozan  Filistinli çocuğun haykırışıymış gibi geliyor  çoklarına. Ve onları yok eden, kötü, mel'un, acımasız Israel Devleti varmış gibi. Dünya barışının tek düşmanı!! Herkes iyi ve tek bir kötü mevcut!

Filistinli çocuk yaşamalı!!!

Yemenli, Suriyeli, Venezualalı, İranlı, Kolombiyalı, Angolalı. çocuklar da yaşamalı.. Filistinli çocuk eziyet görmemeli..Yemenli de, Uygurlu çocuklar da ölmemeliler ama haklarında bilinen çok az. Pek konuşulmuyorlar. Sanki hiç yok gibiler. Ve ne kadar az konuşulurlarsa o kadar yok gibi kalıyorlar..ne kadar az bahsedilirse o kadar az rahatsız ediyor insan vicdanını...

Her çocuk eşit, her çocuk aynı ama gerçeklerse farklı..

Ve Fransız kadın bağırıyor, hınçla!!

Ne zaman cezalandıracaksınız onlar? Neden>  Cezalandırırsa rahatlayacak mı?  Sorun bitecek mi!!

Dünya çok güzel..çıkar hesapları var ne de savaşlar , hiç bir şey yok.. Açlık palavra, göçmenler yok.. Her şey sanki bir masal gibi.. Bir ülke var ki işte o  bozuyor bu barış içindeki, uyum içindeki güzel dünyayı ...

Bir dakika lütfen!! Bir kez dinleseniz, bir kez anlasanız, bu istenmeyen görüntlerin arkasındaki mizanseni..Bir kez dinleseniz iki tarafı olan bu problemin farklı bir hikayesi de olabileceğini. Bildiğiniz şeyin ikinci bir tarafı olduğunu... Siz karşıdan bakanlar!! Adil izleyiciler, pasif hüküm verenler..

Dışarıdan hüküm vermek kolay.. İçinde olmadığınız, yaşamadığınız, bilmediğiniz bir soruna karşıdan bakarak insanlık dersi veriyorsunuz. Haklısınız, ben de çocukların ölmesini istemiyorum. Ve çok üzgünüm.. İster inanın ister inanmayın! Belki sizden çok daha fazla üzgünüm ve de duyarlıyım..

Bir yerlerde savaşın acısı, karmaşası var  bir diğer tarafta da uzakta yaşayan insanlar var ve  yaşananların objektif fikirlere yansıyıp yansımadığı soruları ise kimsenin aklına bile gelmiyor..

Sizi arabayla ezmek için üzerinize doğru hızla yaklaşan sürücüye doğrulttuğunuz silahınızı ateşlemek için tereddüt ettiğinizde , araçtaki sürücünün sizi öldüreceği gerçeğini sizler yaşamamış olabilirsiniz!

Yabancı insanların , dünyanın herhangi bir köşesindeki günlük yaşamları içinde onlara medya tarafından gösterilenler, anlatılanlar kişilerin kafalarında belli bir imaj oluşturmaya neden oluyor. . Dünü, bugünü çok ta net olarak bilinmeyen, bir soruna uzaktan bakmanın getirdiği yargılar mevcut.

Her şahit olunan sahnede , o sahnenin öncesi ve sonrası olduğunun , hatta bütün olarak kocaman bir hikayenin sadece bir anlık görüntülerine göre hüküm verdiğinizin farkında bile değilsiniz. Anlatmak istendiğinde artık dinelemek bile istemeyecek kadar dolusunuz. Kulaklarınızı tıkıyorsunuz..

Anne babalarının ellerinde sorumsuzca yetiştirilen Filistinlilerin, kendi hayatlarından  bizzat kendilerinin direk sorumlu olabileceklerini düşünmeyen başkaları, karşıdan bakarak anlayamadıkları bir kültür yapısını kendi açılarından, kendi ahlaki değerlerine göre değerlendiriyorlar .. Akıllarındaki gerçeklerin sadece kendi bakış açılarına göre çıkan bir sonuç olduğunu, gerçeklerin kendi düşündüklerinden çok farklı olduğunu bilmiyorlar .

Hamas tarafından  kullanılan , propaganda aracına dönüştürülmüş küçücük çocuklar söz konusu olduğunu bilmeyenlerin , bilmek istemeyenlerin dünyasında kime laf anlatıyorum bilmiyorum..

Holocaust sonrası, kaçtıkları eski kitadan mavna gemilerle Tel Aviv kıyılarına ulaşanların tek ümitle geldikleri kutsal toprakların, Arap ülkelerinden 1948'de Israel Devleti'nin kuruluşuyla, mallarına, mülklerine el konularak kapı dışarı edilmiş yahudilerin Israel'in sahipleri olmadığını düşünüyor dünyalılar!!! Onları kendi ülkelerinde görmek istemeyenler Israel Arapların diyor . Avrupa'da Shoah'yı yaşattınız!!  Afrika'dan, Irak'tan kovdunuz?? Bu kez ne istiyorsunuz? Araplar ödün vermeğe hazır değiller!! Ne bekliyorsunuz?

Israel'de hiç bir arapla konuştunuz mu siz?  Halbuki onlar , Yahudi Devletinde , hiç bir Arap ülkesinde olmadıkları kadar serbest konuşurlar burada. Çıkarırlar Filistin bayraklarını , yürürler meydanlarda.. Korkusuzca haykırılar fikirlerini her yerde ( Ne güzel ki böyledir ) " Tüm Israel " bizim derler yüzümüze karşı!!!  Akko'daki Araba, Haifa'nın eteklerinde özgürce yaşayan Araba sorun. Bu toprakların hepsi bizim der buradaki Araplar. Tel Aviv, Akko, Asdod, Haifa.. farketmez!!

Yahudilere ödün vermek istemezler, hiç bir hususta ...

Sonra barıştan konuşurlar.. Dışarıda 67 derler, içerideyse 48....

"Çocuklarını bizi nefret ettiklerinden daha çok sevdikleri günler geldiği zaman Araplarla barış yapmamız mümkün olacak demişti ...Golda Meir (Z' L ) !!



Batya R. Galanti

1 Ağustos 2020 Cumartesi

 Ne sağ ne de sol. .



Şu anda Israel'de en çok ne konuşuluyor? Annexatıon, yani İlhak mı? Sanırım ;" Hayır!"

Israel'de şu anda Covid-19 ve onun getirdiği ekonomik çıkmaz, işsizlik, parasız kalmış insanlar, demokrasi adına yürüyüşler, bağıranlar, ayaklanan kimi binler konuşuluyor..

Bir yandan kendi çıkar hesaplariyle sadece koltuk kavgaları adına hareket eden politikacılar diğer tarafta seçimle deviremediklerini media yoluyla devirmek için hesapsız her türlü imkanı kullanan basın.. İki tarafın kavgası arasında kalan bir halk ve bölünmüşlük!!!

Bir tarafta Israel'e dış ülkelerde artan muhalefet ve nefret.. Diğer tarafta ülkenin içeride girdiği karmaşa.. İnsanların bir bölümü Covid-19'un getirdiği global krizin karşısındaki savaşı belli bir anlayış içinde atlatmaya bakıyor. Devlet krizin başından beri bazı yardımlar yapmaya çalışıyor. Önümüzde belki de daha da zorlu günler bizi bekliyor. Bütçe'nin meclis'ten geçeçememe ihtimali yeni bir seçim olasılığını yeniden doğuruyor. İlk kez binlerce insan her gece sokakta.. Kimileri parasızlıktan, kimileri Netanyahu'nun gitmesini istedikleri için..sesler çok, patırdı çok, fikirler çok, insanlar arasında antlaşmazlık çok.. Her kafadan çıkan ayrı sesler var!! Israel'e geldiğimden beri ilk kez böylesi bir durum yaşıyoruz..İlk kez bu kadar ayrı düştü insanlar.. İlk kez ayrı nefes alır gibiyiz. İlk kez bu derece ayrılık oldu. Uçurum artıyor!! Kimilerine göre ancak sağ bu ülkeyi açığa çıkartabilir, ancak sağ ülkeyi düşmanlardan koruyabilir. Kimilerine göreyse ancak ülke demokrasisine zarar vermeye başlayan bir güruh olarak gördükleri Netanyahu görevinden ayrılırsa herşey yoluna girmeye başlayabilir...

Ne biri, ne diğeri tam olartak haklı bence.. Bu ülkenin ihtiyacı olan lider ne bir tarafta ne de diğer kanatta mevcut!! Şu an Israel , ülkeye yeni bir nefes getirebilecek bir lider yetiştirememiş  olmasının verdiği boşluğu yaşıyor. Sağ ya da da sol!



Batya R. Galanti










  Vahid Beheshti @Vahid_Beheshti In spite of all the propaganda by the regime of the Islamic Republic, the people of Iran continue to risk t...