28 Ocak 2020 Salı

Sen de başarabilirsin!



Geçtiğimiz aylarda bir arkadaş toplantısında, sohbet arasında yabancı dil öğrenmenin zorluklarından bahsediyordu Israel'e yeni göç etmiş, orta yaşa yakın bir dostum.  " Orta yaşa gelen bir insan için İbranice öğrenmek çok daha zor" diyordu.. Bir diğeriyse yabancı bir dili kolay ya da zor öğrenmenin kişiden kişiye değişen bir kabiliyet, bir yapabilirlikle de ilgili  olduğunu söylüyordu. Sonra da  kendinden bahsederken İstanbul'da orta derecede ingilizce öğreten tanınmış bir okulu bitirdiğini ve orta okul sıralarındayken yaşadığı basit bir olayın onun İnglizceyle arasını nasıl soğutmaya yettiğini anlatmadan geçemedi. Onu sınıfta tahtaya kaldıran İngilizce öğretmeni, sorduğu soruya karşılık iki kelimeyi bir araya getirip te yanıtlamakta bir an zorlanan kıza , " Senin ingilizce öğrenmen zor. Sen bu işi kırk yıl geçse beceremezsin, git şimdi yerine otur!" demiş.  O gün orada bütün isteğim, hevesim, cesaretim kırılmıştı ve ne yazık ki bugüne kadar ingilizceye karşı bu ön yargım sürdü çünkü o zamanlardan bu duyguyu o öğretmen içime koymuştu bir kez diye devam etti..

Böylece sadece yeni bir  dil öğrenirken değil, sadece eğitimde değil, her alanda, başarabilmek için kişinin kendine güven duymasınının ne kadar önemli olduğunu düşündüm ben. Bilgi tek başına başarının anahtarı değildir kesinlikle. Bilgi ve zeka güven olmadığı sürece bir şeye yaramayabilirler bazen.

Bu konuşmalar, bana en yakın arkadaşımla ilkokul sıralarındaki maceramızı hatırlattı. İlkokuldan bugüne en sevdiğim insan. Onunla daha çok küçük yaşlardan itibaren aynı sıraları paylaşmıştık, Çok akıllı, çok muzip ama o ilkokul senelerinde benim gibi içe dönük, sessiz kendi halinde bir çocuktu. Kendi açımdansa ilkokulun ilk gününü hiç unutmam. Çekingen  ve garip bir hallerdeydim..ilk gün ve ardından gelen diğer günlerde de bu böyle gitmişti. Sorun benmiydim o zaman bilmiyordum. Hep kendi üzerime almaya alışmıştım, problemler hep benim yüzümdendi sanki.  Senelerden sonra tesadüfen konuştuğum diğer sınıf arkadaşlarımın da desteklediği bir gerçeği ise sadece büyüyünce, hatta yaşlanmaya yakın bir zamanda anlamıştım. . Öğretmenimizden son derece korkuyordum. Meğer diğerleri de korkarlarmış, bunu senelerden sonra onlardan duydum. Altmışına gelmiş , iyi giyimli, kibar bir gestapoydu bu kadın. O derece sertti ki... Bildiğinizi de size unutturabilecek bir sertlikti bu!! Korkuyla başlamıştı ilk öğrenim yıllarım..Ve ilk yaşadığım başarısızlıklar benden öte,  öğretmenin direk kendisinden kaynaklanıyordu.   Bu yüzden tüm sınıfın başarı düzeyi çok düşüktü. Sınıftaki belli bir elit kesimden kimi çocukların gösterdiği kısmi başarıysa belki de dışarıdan  aldıkları destek sayesindeydi..


Okul hayatım boyunca, ilk temel yıllarda geçirdiğim büyük travmayı atacak kadar anlayışlı, iyi bir öğretmenin yardımıyla karşılaşma şansına sahip olmadım hiç. Sainte-Pulcherie'de önce Madame Flor vardı.. I. Hazırlıkta Fransızca hocamızdı.. Halbuki ilk okuduğumuz Fransızca okuma kitabımızdan bu dili öğrenmeye başladığımızda çok hoşlanmıştım. Kitaptan, içindeki içeriğinden, Fransızcadan..
Daha sempatik bir öğretmenle, daha farklı bir sistemle ben bu dili çok büyük bir zevkle öğrenebilecek  ilgiye ve yeteneğe sahiptim.  O kadınınsa yüzü hiç bir zaman gülmüyordu. O kadar ciddi ve mesafeliydi ki. Bir sorunum olduğunu söylemeye cesaret edebileceğim  bir insan değildi bu.   Her tahtaya kalkışımda heyecandan tahtaya yazarken zorlanırken yine de lanet etmedim ne okuluma ne kaderime. Bu böyle deyip kabullendim çaresiz ve sessiz. İkinci sene Mademoiselle Annie gelmişti Fransızca derslerine;  sınıf öğretmenimiz de oydu. Zayıflarla dalga geçen, dişine uygun gördüklerini küçük düşüren bir kadındı. Sanırım kendi komplekslerini bu şekilde yenmeye çalışıyordu.  Sınıftaki çok kısa boylu bir kıza durup dururken sen önce boyuna bak öyle konuş diyerek gülüşünü hiç unutulmadım.  İki hazırlık sınıfını bitiripte altıncı sınıfa geldiğimizde ilk kez  çok gençten bir öğretmenimiz olmuştu. Türktü; Mme Nuray!  Paris'te okuduktan sonra Sainte-Pulcherie'de ilk kez öğretmenliğe başlamıştı. Yeni evliydi ve çok hassas bir insandı ve hepimize karşı son derece  sevecendi. Bütün sınıf onu çok seviyordu. Bense ilk kez bir sene hiç bir dersten ikmale kalmadan sınıfı geçmiştim. Nasıl da mutluydum..

                                                           Sainte-Pulcherie Fransiz Lisesi

Başarısızlık bazen başka başarısızlıkları da beraberinde getirir. Kişisel tecrübeme göre Türkiye'de eğer akıllı, girişken, çabuk kapan ve bir o kadar da kendine güvenli çocukların   ( belkide o zaman tüm dünyada böyleydi bilemiyorum ) problemleri yoktu . Fakat esasen insanlar çeşit çeşittir, zeka da çeşit çeşit  ve yine çeşit çeşit yapabilirlikler ve yetenekler vardır. Yapılması gereken tek şey her çocuğun içindeki yeteneği bulup çıkarmaktır. Bunun için ona destek ve cesaret vermektir. Eğitimde çocuğu anlamak, sevecen olmak, kişiye göre farklı yollardan eğitim gerekir.  Bunlar öğrenim sistemin bir parçası  olması gereken şeylerdir. Bir öğretmen eğer öğrenciye yaklaşmasını bilmiyorsa öğretmen olmamalıdır. Hiç bir öğretmenin hiç bir çocuğun kişiliğini sıfırlamaya, hayatını karartmaya hakkı yoktur.

Bense küçük yaşımdan başaramayacağıma inanmıştım belkide inandırılmıştım. Bir yerden sonra kendi beynimi bloklamıştım sanki. İngilizceyi başaramayacağına inanan arkadaşım gibi.

Bilinçaltınıza ne söylerseniz o olur. Bazen herkes yaşayabilir bunu..bir kez bir korku girdi mi içinize bir anda beyniniz durur sanki.. İşte o zaman bu korkudan kurtulmak lazım..

Bunun adı da başaramama korkusudur. Bilmezsiniz ki beyniniz sizinle oynuyor. Onu sadece soktuğunuz kafesten salmanız, ona koyduğunuz blokajı kaldırmanız gerekir. Kendi kendinize içinize koyduğunuz o yanlış fikirlerin kapattığı dünyayı açmak gerekir yeniden .. Bilgiye, başarıya ....

Sahip olduğunuz becerinizi bulup, kendinize inanmanız önemlidir.. Bunu bir yerden sonra insanın sadece kendisi yapması mümkün.

Benim çocukluğumdaki acımasız sistemin içinde bunu anlamak zordu. Bunu size gösterecek, size destek verecek birilerini bulmak zordu. Sistem sadece güçlünün yanındaydı..Çocuklar için bile bu böyleydi.  Bugünse insan daha bilinçli, daha bilgili..gerçekleri görmek bugün biraz daha kolay gibi. Yanlışları fark etmek. Spotlar insanların üzerinde bugün..  Buna öğretmenler de dahil . Bugün bir öğretmen bir öğrenciyi küçük düşürdüğünde onu ele vermek çok daha kolay...








Batya R. Galanti

21 Ocak 2020 Salı

                   



                       Esas olan Holocaust'un Yahudi olmayanlara ne düşündürdüğü



12 yaşlarımda bir çocukken Taksim Parmakkapı'da olan okuluma gitmek için otobüse binerdim. Günün birinde otobüsün ön taraflarında yan koltuklardan birine oturmuştum. Genelde yan koltuklarda oturmayı pek sevmezdim çünkü midem bulanırdı. . İşte o gün yanımda oturan  ileri yaşlarda bir kadının benimle bir şekilde konuşmaya başladığını anımsıyorum. İsmin nedir diye başlayan konuşmalardan."Batya ismi nasıl bir isim öyle? " diye sorunca" Museviyim!" dedim .....

Ben küçükken Türkiye'de yeni bir çeşit akım başlamıştı; Türkler bizi aşağılamak istediklerinde Yahudi , empati göstermek ya da yahudi düşmanı olmadıkları imajını uyandırmak istediklerindeyse "Musevi" diye çağırır olmuşlardı . Hal böyle olunca Yahudiler de kendilerine verilen  bu yeni ismi nedense baya bir benimsemişlerdi. Onlar artık Pis Yahudi yerine Temiz birer Musevi olmuşlardı. İşte tabii ben de bu kurala uygun bir cevap yetiştirmiş olmuştum.. Ben de Museviyim !! Sanki Musevi  Yahudi olmaktan farklıydı. Sanki Yahudi olmak bir sorundu...Sanki bu millete ait olmamın ayıp bir tarafı vardı ve ben museviyim deyince daha iyi oluyordum  Sanki kimliğime koydukları Pis kelimesi , onu kabullenmememe neden olmuştu ve bunu değiştirmek için bir şeyler yapmalıymışım gibiydi. Özür de dilemelimiydim acaba??


Ayrıca ben çocukken annem babam beni sürekli uyarırlardı, " Politik konularda bir soru sorulursa sana sen yorum yapma!"  derlerdi . Hele Israel hakkında hiç bir şey konuşmamam üzerine sürekli ikaz edilirdim.. Kadın; " Ah demek Musevisin!" . Ben; " Evet!" dedim. Anında sıkıntıya girdiğimi anımsıyorum . Ah dedi Siz ne zeki milletsiniz öyle dedi önce. Ben sustum. O konuştu..  Biliyormusun Atatürk te  Yahudiydi. Sonra devam etti, " Hiç anlamam nerden nereye Türkiye'yi kurtarmak için savaştı."  Benim kapasitemin çok üstünde saçmalıklar söyleyen bir kadına o yaşımda ne cevap verebilirdim ki. Ve yeniden devam etti. Araplar aptal eğer sizinle savaşmak yerine bir olsalardı onlardaki para, sizdeki akılla çok şeyleri başarabilirdiniz . Neyse en sonunda bir durak sonra indi gitti...

Antisemitizmin sadece Türkiye'de ve özellikle Ortadoğu'da var olan bir olgu olduğunu zannederdim çocukken. Ve bunun kesinlikle cehaletle, gelişmemişlikle yakından ilgisi olduğundan emindim.  Öncelikle İslam inancının temeline dayanan Antisemitizm konusunda ne kadar yanlış olmasam da , sadece bu bölge insanına yapıştırdığım bu düşmanlığın bütün dünyada ne kadar yaygın olduğunu ve ırkçılığın cehalet , fakirlik ya da gelişmemişlikle çok ta ilintili olmadığını büyüdükçe öğrendim.. Bize karşı yapılan bir çok kötülüğün Avrupa'nın ortasında yaşayan model toplumların ellerinden çıktığını 17. 18 yaşlarıma geldiğimde idrak etmeğe başladım.. Kimi estetik kavramlarla kamufle olan çirkinliklerin zamanla dışa çıkan gerçek yüzleriyle tanıştım..


Yıllar sonra bir öğleden sonra turunda sadece bir Alman karı kocayı gezdiriyordum. Minibüse bindiğimizde kadın bana bir soru sordu. Sanırım dinle alakalıydı. Ben Yahudi olduğumu söyleyince yüzüme bakarak hafif bir teredütten sonra üzgün bir ifadeyle; " I'm sorry!" dediğini hatırlıyorum. Neyi kastettiğini anlamıştım. Fakat kadının benden özür dilemesi beni rahatsız etmişti. Ona baktım, yüzümde hafif bir gülümsemeyle " It's ok!" . dedim. Kadının geçmişte yapılan böylesi bir katliamdan dolayı üzüntü duymasından çok, sanki bir anda tüm Alman Toplumunun günahını üstlenmiş gibi hissetmiştim. Bana göre o hiç bir şeyden sorumlu değildi ki . O da benim gibi bir insandı. Ama aslında o gün o kadın sadece olanlardan üzüntüsünü belirtmek istemişti. Benim,  its okay dememse , neyi okay yapıyordu? Olanlar mı okay di? Hayır.. Sadece tarihte yaşanmışların onunla benim aramda bir hesaba dönüşmemesi gerektiği önemli bir noktaydı. O kadına sadece Alman olduğu için nefret duymam mümkün değildi.

Senelerden sonra Israel'e geldiğimde , İbranice okulunda bize ders veren bir bayan hocamız vardı. Elli yaşlarında bir kadındı.  Akıllı, kültürlü bir insandı. Derslerinde  espriler yapan,  Israel kültürünü,  geleneklerini bize anlatmaya çalışan çok yönlü, renkli bir kişiliği olan bir öğretmendi. Bir günse bize babasını anlatmıştı. Holocaust'tan kurtulan babasını.. Auschwitz'te kaybettiklerinden sonra geldiği Israel'de Yahudiliğine her yönüyle küsen bir adamdı bu. Yahudiliğinden , Tanrı'dan ve yaşadıklarına sebep olan gerçeklerden nefret eden bir insanı anlatmıştı kadın o gün. Soykırımdan hayatta kalan bir çokları gibi..Kadın çocukluğunda yaşadığı bir Kipur gününü hiç unutmamıştı..

Yaşadığınız topluma ders düşmek ne kadar zordur özellikle bir çocuk olarak. Kipur'dan bir gün önce babası onu yanına çağırmış,. Eline verdiği parayla  kasaptan ona domuz eti satın aldırmış.sırf Yeruşalayım'de oturdukları dindar çevreye inat olsun diye. Kipur günü çevrede tüm Yahudilerin oruç tuttuğu  günde evinin bahçesinde mangalı yakarak  domuz etini ateşe koymuş. Koku tüm mahalleyi sardığında çocuklar yaşadıkları çevreden utanmışlar bir an. Tanrı'ya olan tüm inancını  yitirmiş bir insanın baş kaldırışıydı bu. Kini vardı, affetmediği açıktı..İlk eşini, küçücük çocuklarını , annesini, babasını , kardeşlerini imha eden dünyadan nefret eden bir ruhtu bu...Hiç bir sebep yokken öldürülen sevdiklerinin ardından hayatta kalabilmeyi başaran bir insanın  yok edilmiş dünyasının ardından doğan çocukları da bu hesabın birer parçaları olmuşlardı istemeden.

Geçtiğimiz aylarda Amerika'da, Almanya'da, Fransa'da bir çok antisemitik olay yaşandı..
Bugün yeniden insanlar dünya'daki  huzursuzluğun, savaşların arkasında Yahudilerin olduğunu düşünüyorlar. Aynen eskisi gibi.. Yeniden aynı fikirler gündemde. Eğer Yahudiler olmasaydı  savaşlar olmazdı, fakirlik olmazdı , dünya daha güvenli bir yer olabilirdi diyorlar..

23 Ocak Perşembe günü yani iki gün sonra ,5.si düzenlenen Dünya Holocaust'u anma toplantısı için Israel Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin tarafından davet edilen 46 devlet büyüğü Yeruşalayim'de bir araya gelecekler. Aralarında Avrupa Devlet Başkanları ve dünyanın önemli liderlerinin de olduğu bu toplantıda son senelerde yeniden gündeme gelen Yahudi düşmanlığı üzerinde ayrıca durulacak..Genel olarak formel bir öneme sahip olan bu büyük toplantı dış basında ne kadar yer alacak onu bilmiyorum.

Biz Yahudilerin Holocaust'u ne kadar konuştuğumuz önemli değildir. Ya da 75 yıl evvel 1 milyon 100.000 kişinin kurşunlanarak, gazlanarak ve en sonunda yakılarak yok edildiği Auschwitz-Birkenau Konsantrasyon Kampının 27 Ocak günü Kızıl Ordu tarafından özgürlüğe kavuşturuluşunu hatırlamak Israel için ne kadar önemliyse de esas olan Holocaust'un Yahudi olmayanlara neyi düşündürdüğünü anlamaktır.



Batya R. Galanti

14 Ocak 2020 Salı

 


        Hiç bitmeyecek savaşlar!


Ortadoğuda yaşamak demek bir günden diğerine sizi nelerin beklediği sorusuna hiç bir zaman açık ve net bir cevabınızın olmaması demektir.. Bu şekilde bir yerden sonra kadercilik oyunu başlar. Elden gelen çok fazla bir şey olmadığı andan itibaren insan kendini bilinmeyen güçlerin ellerine teslim etmiş olarak bulur..  Ortadoğu'da halklar kadercidirler çünkü nesiller boyu kendi elleriyle kendilerini yönetmek ayrıcalığına sahip olmayı başaramamışlardır. Bir elden diğerine değişen otoriter rejimler  bu halkların geleceğinin belirlerlerken zaman zaman isyan eden bazı dağınık örgütler, terörist güçler  sadece daha fazla kaos getirmişlerdir.   Hak ve hukukun korunmadığı rejimlerin güdümünde yaşayan insan topluluklarının terörize edilmiş, bastırılmış, yoksun bırakılmış, huzursuz,güvensiz ve güvencesiz yaşamları...Açlıkla, sefaletle gelen  devrimler, ihtilaller,isyanlar  ve savaşlar ve durmayan, hiç bitmeyen kayıplar..binlerce, yüz binlerce ölü.

Çok küçük bir çocukken annemin yatak odasındaki pencerenden dışarı baktığım bir günü hep  anımsarım .. Kocaman pencereden gördüğüm şey birbiri ardına dizilmiş binaların arka bahçeleriydi.Yabanı otlarla kaplı, kimi bir iki küçük ağaç dışında  yine karşımızda bizi duvar gibi kapatan binalara bakan bir pencere. O gün Kurban Bayramıydı ve ben bahçede bir haftadır bağlı duran iki koyuna bakıyordum yeniden. Bir haftadır yan kapıcının çocukları tarafından otlarla, yapraklarla beslenen iki zavallı koyun .. O gün değişik bir şeyler olacağı belliydi. Bu kez çocuklar babaları ve bir kaç kişiyle birlikte inmişlerdi bahçeye.  Kapıcı ağaca bağlı olan koyunların bağını çözdükten sonra neler olacağını beklemeye başladım. Adam elinde  kocaman bir bıçak olduğu halde  gözlerini bağladıkları koyunu daha önce kazdığı çukurun yanına yere yatırdı..koyun ne kadar dirense de,......Ben  daha çok küçük olduğum halde, bugün nasıl olduğuna inanamadığım bir şekilde, kapıcının yaptıklarını sonuna kadar izlediğimi anımsıyorum.. Annem yanıma gelene kadar yerimde kalakalmıştım. Koyunu neden kestiklerini bilmiyordum ancak karşımdaki manzarayı nasıl bir ruh haliyle izlediğimden bile emin değilim. Annem ; " Sen neye bakıyorsun ??!! "  diyerek beni içeri çekene kadar yerimden kımıldamamıştım.. Bir dahaki Kurbanlarda pencerenin yanına yaklamama izin vermediler..


İnsan psikolojisi, kültür yapısı çocuk yaştan itibaren alışkanlıklarla, geleneklerle, kimi ritüellerle, büyüklerimizden, çevremizden,  yaşadığımız toplumdan  görüp öğrendiklerimizle şekillenir. Küçük yaştan beri yaşadıklarımız ya da bize yaşatılanlar olağan şeylere dönüşür zamanla.. İşte bu şekilde, bir hayvanın kurbanına bir kaç zamanda bir tanıklık eden bir çocuk için " Kurban fikri!" hayatın içinde yaşanan  doğal bir şey haline gelir. Bunu bir kıyım olarak algılamaz artık.  Bir canlının kafasının çocukların gözlerinin önünde kesilerek dini bir vecibeyi yerine getirmek anlayışı toplumun doğal bir parçası olduğu zaman insan psikolojisinin şekli de değişir.

Senelerdir Ortadoğu kaynıyor. Senelerdir Ortadoğu'da gücü ele geçirmeye çalışan çeşitli terörist  gruplar kafaları kesiyorlar, kendilerini patlatıyorlar. Burada yaşayan insanlar uzun senelerdir devam eden bir santranç oyununun küçük piyonları gibiler . Bölgede yaşayan halklar ve onları yönetenlerle birlikte bu bölgedeki hamlelerin gerçekleşmesi için hareket edenler var .


Peki bu bölgedekiler neden hep savaşıyorlar? Çünkü öncelikle Araplar  bugüne kadar kabile kültürünün dışına çıkamadılar. Orta Doğu 'da  bugüne kadar bin bir değişik gruba, kabilelere ait kitleler yaşıyor. Her biri bir diğerine karşı bunlar. Hala bir " halk"  kavramları yok onlar için. Aynı dinden oldukları, aynı dili konuştukları halde bir birlik oluşturamayan bu insanları birbiriyle savaştırmaksa çok kolay görünüyor. Aralarındaki en büyük çatışan iki grupsa Şiiler ve Sünniler...

Ayrıca bu bölgede büyük yeraltı zenginlikleri var ve tabii ki toprağın altındaki bu zenginliklerden istifade edenler var .. ancakbu  istifade edenler yerel halklar değil. Senelerdir, bu bölgeyi yöneten kukla rejimler ve bir diğerleri bölgedeki zenginliği paylaşmaya devam ediyorlar ..Halkın elinde kalan tek umutsa Kuran ve içinde yazılı olan emirler . Ve karşıdaki  düşmanlara karşı yürüttükleri savaş için yeterli sebepleri sıralayan imamları da onların yol göstericileri.. Savaşın adıysa Cihad. Bu kavramı beyinlerine sokanların ellerinde büyüyen çocukların tanıdıkları tek yol bu .. Bu gençler bu bölgenin geleceğinin belirsizliğini yansıtıyorlar. Kaybedecekleri hiç bir şeyleri olmayanlar ölümle iç içe yaşamaya alıştırılmış insanlar için hayatlarını feda etmek normal bir eylem.

Her biri gücü eline geçirmek için savaşıyor. Ve her seferinde daha çok silah , daha çok cephaneyle bu ölüm makinesi bir gün susacağa hiç benzemiyor , Yemen'de, Irak'ta Suriye'de ve Orta Doğunun her bir tarafında savaşanlarla bugün bölge gittikçe daha çok kızışıyor. Yıllardır sömürülenler bir anlamda uyanırlarken diğer tarafta bölgedeki kimi Rejimlerin Avrupa'yla, Amerika ya da  Rusyayla birlikte yazdıkları senaryoların içinden ortaya çıkan ve değişmeye başlayan koşulların ardından yepyeni hamlelerle menfaatlerin  hiç olmadığı kadar çakışmaya başlamasıyla  bu bölgenin ateşinin sonunda topyekün bir savaşa doğru gitmesi acaba ne kadar uzak bir ihtimaldir?



Batya R. Galanti

6 Ocak 2020 Pazartesi

Kocaman evrendeki küçücük varlığımız                                      

Bir seneyi daha geride bıraktık. Geçen yıl, saat 12'yi gösterirken evimizin  yakınındaki parktan gelen havai fişek sesleri beni bir an uyandırdığında dışarıda silahlar patlıyor sanmıştım. Bu yıl  dışarıda yediğimiz yılbaşı yemeğinin ardından yeniden 24:00 olmadan yatağımda buldum kendimi.. Yorgun bir savaşçı misali... 2000 yılından bugüne neredeyse yirmi seneyi geride bırakacağız. Nasıl olduğunu bile bilmeden. Hayatın arkasından koşarken senelerin geçtiğini farketmeden bugünlere gelmek..
Halbuki 15 yaşıma varana dek zamanın ne kadar ağır bir tempoda geçtiğini anımsıyorum da o aralar daha uzun metrajlı bir film çekiyordum sanki.. Ortaokul yıllarımda bir ders yılı bitene kadar yaşadığım çilem unutulmazdı. . Her gün Soeur ( Rahibe ) Marguerite-Marie'nin özene bezene  tahtanın sağ üst köşesine renkli tebeşirle yazdığı tarihe bakıp aynı günün bitmesini nasıl beklediğimi anımsarım;  neredeyse saniyeleri bile sayarken....



Çocuklar için zamanın ne kadar ağır geçtiğini hepimiz biliriz. Yaşımız ilerlemeye başladığında bu da değişir. Hayat bir anda uçup gitmeye başlar.. Sanki hiç bir şeye vakit yokmuş gibi bir his yaşatır insana .

Bu neden böyledir.?. Neden çocuklar için zaman uzun bir olgu gibi gelirken  büyüdükçe hayat gittikçe hızlanır?  Sanırım çocukluk yıllarında her şey yaşanmamışlardan kurulu olduğu için bu böyledir. En basit şeyden en karmaşık olaylara kadar bir öğrenim sürecidir çocukluk. Kısa bir zaman önce dünyaya merhaba diyen bir varlıktır daha.. Böylece  her şey onun için bir ilktir. Hayat hem daha eğlenceli, hem bilinmedik şeyleri keşfetmenin getirdiği bir macera gibidir. Kendinizi, ailenizi, yaşadığınız evinizi, dünyayı, insanları, sokakları herşeyi ilk kez tanıyorsunuz  çocukken. Sanki  bir hayatla tanışma safhasıdır bu.  Gerçekten o dönemi , etrafımı tanımak için olan merakımı hatırlıyorum. Bilinmedik bir denize doğru açılan bir yelkenli gibi hayat çocuklukta .. Bu yüzden çocukken o dolu dolu yaşanan dakikalar, saatler ve günler size daha ağır geçen bir zaman hissiyle eşlik eder gibidir...Bir de gözünüzü açtığınız dünya size dostsa eğer ne ala.

Büyüdükçe yavaş yavaş bir şeyler oturmaya başlıyor. Yeniler, ilkler azaldıkça yavaş yavaş hayat bir monotoniye dönüşür.. Bir öncekinin aynısı bir sabaha uyanırken çoğu zaman yatağımızın ne olursa olsun hep aynı tarafından kalkıp, aynı adımlarla , hiç değişmeyen tempomuzla kendimizi lavabonun önünde buluruz. Elimizi yüzümüzü yıkarken düşündüklerimiz bile aynıdır çoğu kez. Dişlerimizi fırçalarken, sabah kahvemizi aynı miktarda kahve ya da şekerle aynı tempoda  karıştırırken, gün boyu yapacaklarımızı aklımızda sıralanırken ve çabucak giyinip kendimizi dışarıya atıp kapıyı kilitlerken ve  işe geç kalmamak için girdiğimiz stres bile hep aynı. Yeniden asansörde , bizimle aynı saatte evden çıkan bir üst kat komşumuzla yüz yüze gelirken " Off yine bu suratsız kadın! " deyip zoraki bir gülümsemeyle dediğimiz günaydının arkasından koşturmaya devam eden bir çoğumuz için hiç değişmeyen o kadar çok aynıyla dolu ki yaşantımız. Çoğumuz için hayat bir maceradan çok bilindik bir hikayenin tekrarı gibi.  Hayat çok genç yaştan itibaren bir aynıya dönüşüyor.  Ve bu monotoniyle birlikte farkında olmadan keşfetmeyi de bırakıyoruz. Kendimiz için rahat olan yolu seçerken zaman yanımızdan geçiyor. ..



Çocukken karıncaları izlerdim hep. Bazen onları elime alırdım. . Örümcek ağları ve karıncaların epey ilgimi çektiklerini hatırlıyorum. Şu an örümcek ağıyla oynamak  fikri inanılmaz itici gelse de .. ..Türkiye'de  bildiğim karıncalar genelde küçüktüler. Siyah renkli, ince belli minik sempatik haşerelerdi bunlar.  Böcekleri kimse sevmez genelde ama karıncalar farklıdır sanki. Daha sevimli görünürler. Tabii yanlışlıkla evinizin bir köşesinde yuva yapmadıkları sürece. Ben bahçelerde falan gördüğüm karıncaları söylüyorum tabii. Hoşuma giderdi onların gruplar halinde yuvalara yem taşıyışlarını seyretmek. Kendi bedenlerinden kat kat büyük bir ay çekirdeği kabuğunu , bir yaprağı  üç beş tanesinin beraber yuvaya taşıdıklarını izlemek her çocuğun yaptığı şeydir. Çünkü ilginçtir..  Israel'e geldiğimden beride hala karıncalar ilgimi çekerler . Buradaki karıncalar çok zaman baya daha iridirler. Oğlumla evimizin hemen yanında gittiğimiz kocaman yeşil bir alan vardır. Oralarda  hep görürürüz karınca kolonileri.. bazen metrelerce yol yapmışlardır.. yuvaya doğru gidip gelen yüzlerce karınca uzaktan bile insanın gözüne çarpar.. Kimi zaman düşünürüm, nedir ki bir karınca ? . Yuklarıdan onlara baktığınızda , her biri aşağı yukarı bir bir buçuk santim boyunda küçücük varlıklar. Ama nasıl bir yaşam mücadelesi veriyorlar.. Geçtiğimiz günlerde oğlumla yine birlikte yürüyüş yaparken yanımızdan iki bisikletli geçti: o an Gal'in yine kendi kendine ağzında bir şeyler mırıldandığını duydum.. Yerde giden karınca kolonisinin üzerinden geçen bisikletin tekerleklerinin ardından bakarak , bir kaçı rahmetli oldu şu an dedi. Karıncaları kastediyordu. O da benim gibi karıncaları izliyordu ve  bu küçücük varlıkların bir anda tekerleklerin altında ezildiklerini farketmişti.. Ne tuhaf değil mi ,karıncalar istemeden ayağımızın altında ezilseler üzerinde çok düşünmeyeceğimiz bir detay gibidir genelde.. Küçücük bir varlığın hayatının değeri üzerinde durmayız. Yürüyüş yaptığımda karıncaları gördüğüm zaman üzerlerine basmamaya gayret ederim. Çünkü aslında bu bize göre çok küçük varlıkların da kocaman bir dünyaları ve düşündüğümüzden daha karmaşık bir yaşamları var. Aramızdaki boy farkıysa sadece göreceli bir şey. Uçaktan baktığımda karıncaları anımsarım..biz insanlar da uzaktan aynı onlara benziyoruz.. Bizlerde uzaktan küçücük karıncalar gibiyiz. Uçağın pencerisinden baktığınızda , sokakta yürüyen kitleler minicik varlıklara dönüşüyor. Yaşam değerimiz de bazen . Karıncalar belki kimi zaman haftalar kimi türleri bir kaç yıl yaşayabiliyorken bizim hayatımız da bazen bir pamuk ipliğine bağlı olabiliyor..

Milyarlarca yıldır var olan evren, yine milyarlarca galaksi içinde var olan sonsuz sayıdaki gezegenlerin içinden bir tanesinde yaşayan bizlerin karıncalardan bir farkımız olmadığı hissine kapılıyorum.. Milyarlarca yıllık tarih içinde yeryüzünden geçmiş insan türleri ve bugün var olan milyarlaca insan içinde bir yaşam daha bizimkisi... gerçekten her birimizin geçirdiği yaşam süresi ne kadar kısa ya da  uzun olsa bile yine de evrendeki varlığımız sanki bir hiç gibi..





Batya R. Galanti

  Vahid Beheshti @Vahid_Beheshti In spite of all the propaganda by the regime of the Islamic Republic, the people of Iran continue to risk t...