27 Mayıs 2020 Çarşamba

                                               






                                        Biz insanlar atıştırmadan duramayız galiba!




Dün öğleden sonra Tel Aviv tarafında bir işim vardı. Uğramam gereken yere uğradıktan sonra eve dönmeden şuralarda biraz dolansam , uzun zamandır yapmadığım gibi biraz dükkanlara bakınsam  diye düşündüm. Aslında genç kızlığımdan bugüne hiç bir zaman kılık kıyafet bakmak için vitrin gezmek alışkanlığım olmadı. Benimle evlenen erkek bu yönden şanslı olacak derdim hep. Çoğu genç kadınların hastalığı olan sıkı bir moda takipçiliğim olmadı.. En sevdiğim şeyse etrafta resim, tablo, el işi şeyler satan dükkanları bulup gezmek. Ha birde gümüş eşyaları seviyorum ben. Gümüş takılar mesela... İşte ne bileyim  işiniz bitip bir şeyler yapmak için bir an fırsat yakaladığınızda öyle bir tur atmak zevklidir işte. Biraz gezinmek . Genç kızken, orta okulda ama özellikle de Üniversite Yıllarımda zaman zaman Beyoğlu tarafında turlardım öyle.. Dayanamadığım derslerden kaçtığımda sık sık Beyoğluna giderdim. Bazen de Taksim'deki Fransız Konsolosluğu'nun Kütüphanesi'ne uğrardım. Biraz Fransızca Dergi karıştırmak için.. ( Fransızca'yı unutmamam gerek diye düşünürdüm hep, yazık değil mi!! ama ona da çok sabır lazımdı )  En çok ta sahaflara giderdim.. Çiçek Pasajının yanındaki o eski pasajda, ikinci el, 100 yıllık kitaplar bile vardı bazen..


Hemen o pasajın yanında bira ve midye tava vardı bazen de kokoreç... ve bilimum pis boğazlık yapmak için fırsat...atıştırılacak bir çok şeyler.. Öyle çok pis boğazlık yapmak alışkanlığım yoktu ama yine de tutardı bazen, en çok ta eski İnci Pastanesinin Profiterol'unu severdim . Ama nedense tek başıma gezerken profiterol almışlığım olduğunu hiç hatırlamıyorum. Sanırım, o içi  bol vanilya kreması doldurulmuş, çikolata sosu kaplı topları bir arkadaşla beraber yemek daha bir zevklimiydi. Yoksa şişmanlamamak için kendimi tuttuğumdan mı bilmem çok yememeğe gayret ederdim herhalde.. Ama hayatımda en çok neyi sevdiğimi sorsalardı belki de İnci'de yediğim o profiterol'du derim...

Kısacası insanın ne zaman öyle  kendi kendine bir dolaşası gelse, her kendiyle geçirecek küçük bir fırsat yakalasa, her canı sıkıldığı an ya da keyfini tamamlayacak bir şeyler aradığında ya da bir dostla buluştuğunda aklına ilk gelen şey o anı  kendi kafasına göre en güzel şekilde tamamlayacak şey bir ıvır zıvır ya da yine keyif veren bir içecektir..

İşte dün de tam ne atıştırsam acaba diye düşünürken..son günlerde sık sık aklıma " Frozen Yogurt " 'un takıldığını hatırladım.. Geçenlerde Tel Aviv'in en işlek caddelerinden biri olan Allenby'den geçerken kızım istemişti Frozen Yoğurt, ve ilk kez böğürtlenli harika bir yoğurt'un tadına bakmıştım o gün. Kızımla beraber ne de keyif almıştım . Hep derim, hayat aslında küçücük zevklerdir diye...

O günü anımsadım ve yine tam oralardayım, bir kaç adım yürümem lazım sadece.. Arada, Korona günleri her ne kadar tam olarak geride kaldı sayılmazlarsa da etrafımdaki insanlara baktığımda, yaşamın herşeyden daha güçlü olduğunu farkediyorum yeniden. Merkezde olduğum için etraf epey kalabalık, hava ise bir kaç gün evveline göre neredeyse biraz serin ama güneş yine pırıl pırıl.. Israellilerin ilginç özelliklerinden bir tanesi de canları ne çekerse hiç çekinmeden onu yapmaları. Bunu her an , her yerde farkeder insan. Bu bir serbestliktir...Ama kimi  resmi, formel insanlar için, resmiyetin önemli bir yer tuttuğu toplumlardan gelenler için Israel'in göze çarpan farklılıklarındandır bu, sokakta  elindeki  sandwich'i atıştırarak giden genç bayanlar,, caddede elinde sigara ile yürüyen kadınlar, sokak için daha az uygun bir kıyafetle kendini dışarıya atmış genç kızlar ve bir çok şey..
Özellikle Tel Aviv rahat ve liberaldir! Hatta biraz " hutzpa " 'dır. ( kimi anlamda kaba saba!)
Eğer daha tutucu bir kafa yapınız var ya da öyle bir toplumdan geliyorsanız alışık olduğunuz davranış kodlarının dışındaki hareketler sizi rahatsız edeceği için, Israel toplumuna adapte olana kadar belli bir süreye ihtiyacınız olacağı kesindir..

Rothschild Bulvarı'ndan geçerken karşı tarafta otobüs bekleyenlere bakıyorum , neredeyse hepsinin yüzünde maske var ama çoğu maskeyi çenelerinin altına kaydırmışlar... Kimileri aleacele giderken, birileri elektrikli trotinetlerle geçiyor, bir diğerleri bisikletleriyle ve kadınlı erkekli yoğun insan seli bana daha iyi günlerin yeniden geleceği ümidini veriyor.  Tel Aviv'in kendine  özgü ( Israel için ) dinamizmini yeniden hissediyor insan...

Neyse sonunda Frozen Yogurt satan dükkana vardım, yine geçen sefer yediğimin aynısından ısmarladım. Orta boy bir kapta istedim. Neyime yetmezki posyonlar Israel'de kocamandır hep. İçeride çalışan kızların hepsinde maske var ama maskeler hep aşağıda..

Sevindiğimizde, üzüldüğümüzde, bayramda ve her an , her yerde aklımız yemekte..

Uzun zamandır yediğim saçmasapan bir şeyden bu kadar keyif almamıştım.. Bu geçtiğimiz Korona günlerinde , her savunma mekanizmasını güçlendirmek gerekli dediklerinde benim daha da iştahım kesilmişti ilk günler. Geçen gün beni uzun zamandan beri ilk kez gören bir arkadaşım; " Sana ne oldu böyle hepimiz kilo aldık sen vermişsin " dedi.. Doğru, birden hiç yiyesim gelmedi. Çocuklar gibi yemek seçer oldum. Halbuki hep mutfaktaydım. her zamankinden bile daha fazla yemek yapıp durdum. Biraz sıkıntıdan, biraz da mecburiyetten.. Bütün aile bir buçuk ay evde oturup çıkamayınca çaremiz kalmadı. Sadece sonlarda yerimi kaptırmamak için direndiğim mutfağa eşimin girmesine izin verdim.. Ona bıraktım tüm işleri ..  Yapsın yapabildiğince , dağıtsın dağıtabildiği kadar...

İnsanların genelde akıllarından çıkmayan iki temel şeyden biridir..yemek.. Hele hele de ıvır zıvır
yemek!  Onsuz nasıl yaşanır değil mi?! Ha Ikinicisi de tabii cinsellik!



Batya R. Galanti

















26 Mayıs 2020 Salı






                                                    Şavuot




Dün akşam bir toplantıya katılmak için giyinip yola çıktığımda binamızın arka tarafındaki küçük parktan geçerken ellerinde kocaman şu tabancaları, birbirleriyle su savaşı yapan çocuklara rastladım. Her Şavuot Bayramı öncesinde olduğu gibi.. Kimisi beş altı, kimisi on yaşlarında çocuklar akşam üstü olmasının getirdiği serinliğe rağmen çimlerde yalın ayak birbirlerini hedef almaya devam ediyorlardı. Ne sırılsıklam olan saçları ne şortlarından damlayan sular onları rahatsız etmeden gülüyor, birbirlerinden kaçıp ağaçların arkasından şu fışkırtmaya devam ediyorlardı. Arada bir tanesinin hedefi olmaktan kurtulamamışken içimde onların yaşadığı özgürlüğün, keyfin kıpırtılarını hissettim  ben de bir an...

Binlerce yıl önce , Mısır'da yaşanılmış esaretten bizi kurtaran Tanrı'nın ( Yahudilerin Peygamberi ) Moşe Rabenu'ya Sina Dağı'nda verdiği On Emir'le Israelloğulları ile yaptığı Antlaşmayı andığımız Bayrama bir kaç gün kala içimde yeniden bir sevinç pırıltısı hissettim . Her Şavuot su tabancalarıyla birbirlerini ıslatan çocukların  sahip oldukları özgürlüğü tattım senelerden sonra .....

Çimlerde yalinayak koşuşturan,  başlarını iki yana sallayarak saçlarındaki şu damlalarını  etrafa savurarak eğlenen yaramazların kahkahalarında hissettimTanrı'nın üç bin yi evvel Sina Dağı'nda bize verdiği şeyin anlamını.


Diaspora'ya (Galut ) dağıldıktan sonra  bir yerden diğerine göç ettikten 2000 yıl sonra geri geldiği evinde " diğerleri " gibi yaşamanın nasıl olduğunu bilmekte varmış kimilerimiz için.

Geçenlerde Türkiye'de son senelerde bizim cemiyetten geriye kalanların nasıl yaşadıklarını anlattı bir arkadaşım. Osmanlı'da 250.000 kişilik bir toplumdan bugün kalan 10.000 'den az bir nüfusu her fırsatta rehin alan bir hükümetin sopası altında yaşamayı tercih edenlerin neler yaşadıklarından bahsetti biraz.. Her fırsatta tehdit mektupları alan Yahudilerin cenazelerini bile kaldırırken yaşadıkları tedirginliği.. Dönem dönem,  sabah ( Yahudi Okulundaki ) çocuklarını korkudan okula gönderemeyen annelerin paniklerini... Cemiyete ait dernek, sinagog, okul ya da hastanelerinin birinin kapısında her an patlatılabilecek bir bombanın korkusuyla uykuları kaçan insanların yaşadığı Türkiye'yi anlattı bana uzun bir zamandan sonra.

Topraklarında yaşayan bir azınlığa Erdoğan'ın nasıl ideal bir yaşam kalitesi sunduğunu hatırlattı ..

Dünya'da Yahudileri yaşadıkları ülkeye yeterince " sadık " olmamakla suçlamak klasik Antisemitik suçlamaların başında yer alır hep.. Halbuki, mesela tüm bu yaşadıklarına  rağmen buraya göç eden Türk Yahudileri " nedense" Türkiye'yi ağızdan düşürmezler.  Bu ülkeye tarih boyunca bir kez olsun ihanet etmemiş olan Yahudilere hiç bir zaman yeterince saygı ve sevgi duymamış bir millete yine de yeterinden fazla sevgi besler burada yaşayan Türk Yahudileri. Orada kalanların tüm esaretlerine rağmen Türkiye'yi yere göğe sığdıramamaları ise hayretlere düşürür beni . İçimde yine de var olan bir nostaljiye rağmen söylüyorum bunları.. Tüm sevdiğim kimi dostlarıma ( ki bir çok, çok sevdiğim müslüman Türk arkadaşım var ) , anılarıma, çocukluğuma ve bir çok şeylere rağmen yazdığım şeyler bunlar...

Perşembe günü akşamı bayram yemeğine davetliyiz. Pizza ve bilimum peynir yemekleri ve yine Cheesecake 'ler yani peynir pastaları yiyeceğiz yeniden, bir Şavuot  geleneği olarak..

Şavuot, ibranice'de haftalar demek. Pesah'ın ikinci gününden başlanarak yedi hafta sayılır. Savuot'a gelene dek..

Moşe'nin Dağa çıkıp 10 Emir yazılı levhalarla dönmesini bekleyen halkına, Tanrı'nın onunla yaptığı antlaşmayı getirmiş.. Yahudi inancına göre ,  Israel halkı Tanrı 'nin seçtiği halk olarak anlatılır Tora'ya göre Israel Halkına Yahudiliği vermiş. Onunla ebediyete kadar süreceğine inandıkları bir antlaşma yapmış. ( Hıristiyanlığa göre  ise bu antlaşma daha sonra yeni bir antlaşmayla İsa'nın yolunu seçenlerle yapıldı )

Yahudi olmayanların, Yahudi karşıtı görüşlerinde hep bir suçlamaya dönen bu inancı diğer milletler,  çoğu zaman Yahudilerin kendilerini başka insanlardan " üstün görmeleri " olarak algılasalar da , bu seçilmişliğin üstünlükle bir ilgisi yoktur. Bu seçilmişlik sadece verilen din olaraktır. ( Tora'ya, Yahudi inancına göre tabii )  Tanrı bu dini bu halka vermiş. Ve bence bunun da getirdiği tüm yükleri de üstlerine yüklemiştir aslında. Ve inanıyorum ki buradan ortaya çıkan şey, Yahudi İnancıyla birlikte bu halk ezeli bir  mücadele içine sokulmuştur. Ve Yahudiler, " tüm insanlar gibi "  yaptıkları hatalarla, doğruları, günahları ve sevaplarıyla  kimsenin  sorgulanmadığı kadar sorgulanmışlık ve suçlanmışlık içinde bırakılmışlardır her zaman. Yeri geldiğinde başkalarının günahlarını üzerlerinde taşımak ta buna dahildir. Çünkü hep çoğunluğun içindeki azınlık olmuşlardır. Buda mutlaka zordur.
Ve bu antlaşma Yahudiler için aslında büyük  bir sınav demek olmuştur!!

Sonuçta bu seçilmişlik esasen ırksal, üstünlük taşıyan bir seçilmişlik değil!!!..

Tanrı'nın bir ırkı diğerinden üstün tutacağı nasıl düşünülebilir?

Kim böyle bir şeyi hayal edebilir?

Tanrı'nın insanları ayırt etmek isteyebileceği nasıl düşünülebilir?

Tanrı insanlara iyi ve doğru yolu gösterir...

Tüm dinlerin temeli olan 10 Emir  Yahudilere bir Cumartesi günü verildiği için,  hayvan kesimiyle uğraşmaları yasak olan bu dinlenme günün'nde Yahudiler sadece sütlü şeyler yemişler..Ve bu yüzden Şavuot peynirli şeylerin yendiği bir bayrama dönmüş Israel'de..

Beyazlar giyinerek, 'İlk Hasat meyvelerini " Tanrı'ya sunan Yahudiler Kibutzlarda, Moşav'larda gelenlere sundukları meyveler , buğday ve arpadan yapılan ekmeklerle özellikle çocuklara yönelik eğlenceler, şenlik ve festivallerle , bol bol peynir yiyerek, dans ederek kutlarlar bugünü.




Aile kavramının önemli bir yer tuttuğu  Israel'de bu bayram da yeniden genç, yaşlı tüm aileyi biraraya getirir bir kez daha....




Batya R. Galanti


























24 Mayıs 2020 Pazar

                                                             

         
                                            


                                Sonunda kurulan " Acil Ulusal Birlik Hükümeti" !       




Geçtiğimiz Pazar Günü, yaklaşık bir buçuk sene süren bir açmazdan sonra yeni Israel Hükümeti yemin ederek göreve başadı.

Binyamin Netanyahu Liderliğindeki Sağcı Likud ve Benny Gantz Liderliğindeki Orta Sol Mavi Beyaz ve  sekiz farklı partiyle birlikte kurulan, Israel tarihinin en geniş koalisyon hükümeti göreve başlamak için yemin etti.

Sekiz parti ve " 36 " (!)  bakan , yaklaşık dokuz milyonluk bir ülkeyi yönetmek için yemin ettiler.

Ve bir kez daha gördük ki, politika'da bugün söylenen sözlerin yarın hiç bir hükmü yoktur.

Bir buçuk sene içinde üç kez sandığa giden Israel'de bölünen oyların yarattığı açmazı tek bir cümlede açıklamak mümkündür;  bir araya gelip bir hükümet kurmak için yeterince ödün vermeye hazır olmayan politikacıların koltuk kavgaları millet çıkarlarının üstündedir.

Korona günleri gelip çatana dek tek hedef vardı;  " Bibi'nin koltuktan indirilmesi!" ( Hukuki olarak yürütülen her mücadele doğrudur mutlaka )

Halbuki, Bibi'ye karşı açılan davalar onun görevi sırasında da devam edebilirdi. Israel yasalarına göre suçu ispatlanana dek başbakan görevine devam edebilir.

Iki sene evvel kurduğu orta sol Mavi Beyaz Partisi'yle politika hayatına atılan Benny Gantz  daha önce 2011-2015 yılları arasında Israel Genel Kurmay Başkanı olarak görev yapmıştı.  Gantz'in tüm popülaritesi, kendisini Netanyahu'ya tek rakip, onu görevinden uzaklaştırabilecek tek alternatif olarak sunması olmuştu. Açıkça bilinen tek hedefi Netanyahu'yu koltuğundan indirmekti. Bunun dışında, politik açıdan hakkında tam açık bilgi sahibi olmayan halktan azımsanamayacak miktarda oy toplamayı başardı. Kendisini ifade etmnedeki güçlüklerine ve söylediklerinde yeterli tutarlılık göstermedeki boşluklarına rağmen!


Gantz, iki seçimden de Netanyahu ile başabaş sonuçlarla çıkarken, , onunla bir koalisyon hükümetini ısrarla  reddetti ve üçüncü kez Israel sandığa gitmek mecburiyetinde kaldı.

Bugüne dek , Israel solunun ve Liberman'ın Netanyahu ile oturmasını engelleyen ilgili suçlamalar;  Zengin bir iş adamından aldığı pahalı purolar ve şampanyalarla ilgili rüşvet dosyası, Walla! Haber sitesi ve Yediyot Ahoronot gibi gazetelerle  , ( Israel'de ağırlıklı olan Sol media'nın yıllar süren anti Netanyahu kampanyalarına karşılık )  hakkında kimi olumlu haberler yapmaları için antlaşma yapma girişimi gibi dosyalar bugün ( 24.05.2020 ) Yeruşalayim'de  başlayan ve sonuçlanmasının seneler sürmesi beklenen  mahkemenin gündeminde olacak suçlamalardır.

Korona Krizinin bir araya getirmeyi başardığı sekiz parti Israel'deki çok sesliliğin, farklı görüşlerin bir arada yaşama kavgasının bir yansımasıdır. Liberal, konservatif, solcu , sağ ve dinci görüşleriyle knesetten ortak kararlar çıkarmaları beklenen yeni hükümetin işi ne kadar kolay olacak göreceğiz.

"Acil Ulusal Birlik Hükümeti " sıfatıyla yola çıkan Netanyahu ve Gantz başbakanlığı  dönüşümlü olarak yapacaklar.

Bu hükümetin ilk  amacının, Korona'yla birlikte girilen sağlık ve ekonomik krizi atlatabilmek için gerekli bütçeyi geçirebilmek. Ve ülkeyi olası daha büyük bir krizden kurtarmak.

İlk hedef, bir çok ülkede olduğu gibi budur!!

Israel ne kadar küçük bir ülkeyse de sorunlarının bir o kadar büyük olduklarını biliyoruz.

Özellikle Netanyahu'nun ikinci hedefi ise Trump' ın Bölge Planını yürürlüğe koymaktır.

Önümüzde, Yüzyılın Planı (!) ile birlikte Filistinlilerle ortaya çıkan yeni kriz ve Netanyahu'nun ABD Başkanından aldığı yeşil ışıkla Yehuda ve Somron'da  yani Batı Şeria'da yaşayan " Yahudi Yerleşimcilerinin "  Uluslararası Cemiyet içinde söylendiği şekilde  " İşgal topraklarını" ilhak ederek Israel'e katmak önceliği var.

Batı Şeria'nın yüzde otuzunu Israel' topraklarına kattığını açıklamasına bir ay kadar bir zaman varken, Ürdün Kralı ve Abu Mazen Israel'i bunun getireceği büyük kriz üzerine uyardılar.

1967'de Ürdün'den alınan bu yerlerin Filistin toprakları olduğunu iddia eden  Uluslararası Cemiyet'in büyük bir kısmı ve Avrupa Birliği bu ilhaka son derece karşıdır ve şimdiden Israel'in Temmuz ayında yapacağı açıklamaya karşılık ortak bir karar için görüşmelere başladılar.

Geçen Ocak Ayı'ndan beri gündemde olan bu konu bugün uygulamaya geçmek üzereyken, Filistin Polisiyle son günlerde bütün Güvenlik İşbirliği durmuş görünüyor.

Yeni Hükümet'in bu kararla çıkacak  yerel ve uluslararası krizlerle de nasıl mücadele edeceklerini göreceğiz.

Arada Kuzey'de İran'a karşı yürütülen savaş hiç bitmezken,  Cyber ataklarla yine Israel'i yepyeni alanlarda da  mücadeleye  sokan Molla rejimi ve  Lübnan sınırında son zamanlarda gittikçe yoğunlaşan  terör  hareketliliği ve hazırlıklarıyla er ya da geç Israel'i yeni bir savaşa çekmeye çalışacağı açık olan Hizbullah!

Kısacası bu yeni Hulumeti nelerin beklediğini  düşünmek bile kafaları karıştırmaya yetiyor .



Batya R. Galanti


                                   



20 Mayıs 2020 Çarşamba

                             

                               
                                      Dünkü yazıyı neden yazdım




Geçtiğimiz günlerde kızımın askerlikten bir arkadaşı uzun bir karantina süresi sonunda, bir akşam üstü bize uğradı. Kapıdan girer girmez bana doğru dönerek; "  Batya salonda hep beraber bir kahve içsek güzel olur değil mii? Seni de çok özledim. "  dedi. Ben tabii keyiflendim: Tabii ki içeriz!! dedim gülümseyerek ona!

Ne tuhaftır ki kızım ve arkadaşlarıyla oturduğumda kendimi onlardan biri gibi hissederim hep. Sanki o yaşlardan seneler geçmemiş gibi bir hisse kapılırım çok zaman. Sanki ben hep aynı yaşta kalmışım gibi olur o anlar. Aynı deli dolu Batya, kimi yönlerimle hep aynı çocuksu insan , ama diğer taraftan da ciddiyeti bir o kadar eline almaya çalışan bir kadın... Onlar içinse ben sadece  ( doğal olarak ) Danielle'ın annesi olsam da :) .

Aslında ben gençliğimden beri kişilerle ilişkilerimde yaşı hiç önemsemedim. Önemli olan karşımdaki insanla anlaşabilmekti hep. Genç kızken annemin kimi arkadaşlarıyla büyük bir keyifle oturup sohbet ederdim. Önemli olan karşınızdaki insanla dialog kurabilmek, anlaşabilmektir...gerisi boş... Neyse kısacası karşılıklı kahveleri elimize alarak oradan buradan konuşup biraz güldük.. Daha sonra bu genç bayan bana dünkü yazımı yazmak için vesile olan soruyu sordu..

Bana bir şey danışmak istediğini söyleyince , kendi kendime.." Dur bakalım " dedim bir an. Benim geçmişte antidepresanlar hakkında yaptığım bir uyarıyı anımsamış. Altı yaşında, çok sorunlar yaşayan, agresif davranışlar gösteren yeğeni için gittikleri psikolog, terapilere çocuğun olumlu cevap vermediğini ve onların bir psikiatriste danışmalarında fayda olacağını söylediğinde aklına benim uyarım gelmiş..


Ona sadece dikkatli olmalarını, küçücük bir çocuğun bu tip ilaçlara başlamasının kolay olduğunu ama bunun hayatlarını daha fazla karıştırabileceğini söyledim. Eğer herhangi bir teşhis ve danışmanlığa ihtiyaçları olursa bunun için gerekli bir merkez ismi ve telefon numarasını ona verebileceğimi söyledim. Bundan fazla bir şey konuşmam, ikna etmeğe kalkışmam üzerime düşmeyen bir hareket olurdu.

O gün,  bir kez daha küçücük bir çocuğun alelacele psikiatr ile görüşmek için yönlendirilmiş olduğunu duymak bana çok üzücü geldi.

Ne tarafa dönsem yaşadığım toplumda, yaşlı, genç ya da çocuklar arasında bu tip ilaçların büyük ölçüde kullanıldığını gördüğüm için dünkü yazıyı yazmak istedim. Kendi yaşadıklarımdan yola çıkan otantik bir yazıydı bu.  Antidepresanlardan direk zarar görmüş bir insan olarak en içten duygularımı, yaşadıklarımı birebir anlattım.  Gereksiz eklemeler yapmadan ve hiç bir kişisel çıkarım olmadan yazdım. Hatta bir yerde kendimi belki de fazlasiyle açmış oldum, beni okuyacak herkese. Tabii sonuçta bu yazıyı kaç kişi okuyacak bilmiyorum.

Dün yazımın altına bir iki link eklemiştim ilk önce. Biraz aceleyle hareket edip, şöyle bir göz atarak bulduğum bir kaç link'ı sayfamda yazıyla beraber paylaştım. Sonra benim yazdıklarımla kimi açılardan tam benzeşmeyen açıklamalar olduğunu gördüm bu iki link'te de. İnternette bir çok site'de anlatıldığı gibi psikiatrik ilaçlar üzerine insanları yeterince uyarmayan, doğruyu tam olarak açıklamayan çok fazla bilgi var internette. Gerçekleri tamı tamamına anlatan ve kimi kişilerin yaşayabilecekleri kabusu gözler önüne açıkça seren çok fazla doktor, çok fazla psikiatr, çok fazla kurum, kuruluş, site, gazete, dergi ya da televizyon kanalı yok gibi. Halbuki hayatlarını bu ilaçların zararlarını insanlara açıklamaya adıyan doktorlar da mevcut. Bir çok bilinçsiz, habersiz doktorların yanında bu doktorlar hastalarının nasıl zavallı hallere düşebildiklerini belgelerle kanıtlamaya çalışan ender insanlar..

Antidepresanlar için zamanında Wikipedia'ya girdiğimde , ilaçları bırakan bir insanın ortalama olarak bir sene , en fazla bir buçuk sene bunun yan etkilerinden etkileneceğini yazıyordu. Bir çok internet sitelerinde İlaç Sendromunun sadece bir kaç hafta süren bir zor süreç olduğundan bahsediliyor. Ender olarak bazı makalelerde, küçük bir kitlenin senelerce bazı semtomlar yüzünden zorlanabilecekleri hakkında bilgi veriliyor.

İlaçların yan etkilerinden çok uzun yıllar çekenlerin sayısı belki yüzde yirmi kadardır. Ancak bugün toplumun en az yüzde otuzunun böylesi ilaçları kullandığını düşünürsek, bunların içinden yüzde yirmisinin hayatlarını bu derece etkileyek bir şeyi yaşayacak olmaları bence yine üzücü ve bilinmesi gereken bir durumdur.

Aklıma geçenlerde bir toplantıda , kocası öldüğünde hiç durmadan ağlayan bir bayanın beş ay sonunda artık dayanamayarak gittiği psikiatristten aldığı reçeteden beri beş yıldır daha huzurlu bir hayat sürdüğünü anlattığı hikayesi geldi. Onun gibi nice insanlar var. Ya ilaç yüzünden, ya da kendisinin ilaca olan güveni yüzünden bu kadar senedir bu bayan mutlu yaşıyorsa kim ne diyebilir?

Bunun yanında hayati boyunca böyle ilaçları yutmuş bir akrabamın sonunda 70 'ine gelince Alzheimer hastası olup çıktığını biliyorum. İlaçlardan bu hastalığın geldiğini nereden bildiğimi sorarlarsa. Yıllardır bu ilaçlar üzerine doktorat yapacak kadar yazı, makale okudum, dokümanterler izledim..Oradan çok şey öğrendim. Bu ilaçlar yüzünden uzun zaman çekmiş biri olmasaydım ben de bunların hiç birinden haberim olmayacaktı!

Bu yüzdendir ki dün blog'umda.o yazıyı paylaştım...

Tabii ben etkisi küçük bir insanım, belli bir kitleye ancak sesimi duyurabilirim. Ama olsun..bazen tek bir insana bile bir faydamız olursa ne ala değil mi?



Batya R. Galanti






                        

19 Mayıs 2020 Salı

Psikiatrik İlaçlara neden karşıyım.




Seneler evvel ağbim bir arkadaşının Panik Atak sorununu küçücük bir mucizevi hapla yendiğini anlatmıştı bana.  Bu genç adam yıllardır beyin hücrelerinin kendi aralarındaki iletişimle birlikte diğer sinir hücreleriyle de iletişim kurmalarına olanak tanıyan bir kimyasal olan " serotonin " in eksik olması yüzünden bu sorunu yaşadığına ve ilaçla bunu takviye ederek panik atak problemini yendiğine inanmış daha doğrusu inandırılmıştı..

Dokuzuncu sınıfta tam Litterature sınavının orta yerinde bana hiç anlamadığım bir şeyler olmuştu. Birden bire beynim sanki gerçeklerden kopar gibi bir bulutun içine girmişti. Bir anda bir rüyadaymışım gibi uzaklaşmıştım reel dünyadan. Ama bu sadece hissi olarak öyleydi. O an kendi kendime sen Batya'sın, şu an sınav veriyorsun diyerek kendimde olup olmadığımı yokladığımı anımsıyorum.Sonuçta elle tutulur bir değişiklik yokken, iç dünyamda bir saniyeden diğerine sanki bir fırtına esmeye başlamıştı. Bir anda kalbimin atışları öyle hızlanmıştı ki şakaklarımın gidip geldiğini anımsıyorum. Neyim olduğunu anlayamadan , sınav, fransızca, sorular...bir anda herşey anlamsızlaşırken beynimde saniyeler içinde oluşan tuhaflıkları, hisleri dağıtmaya çalışırken bulmuştum kendimi. Madame Janet 'in okuduğu soruları o anki karmaşık durumuma rağmen yazmaya çalışırken, aynı sorulara daha sonra nasıl cevap verdiğimi anımsamıyorum .

O günü izleyen günlerde her okula geldiğimde aynı şeyi yaşamaktan korkmaya başlamıştım. Ya bir daha o tuhaf hisler gelirse?  Ve o dönem 15 gün boyunca hiç uyuyamamıştım. Hayatım bir günden diğerine değişmişti. Ve ailem bana ne olduğunu anlamıyordu.

Kısa bir süre sonra annem beni Dr. Benbanaste'ye  götürdü. Ve ben adama başımdan geçenleri, korkularımı anlattım. Baktım adam karşımda gülümsüyor. Merak etme senin hiç bir şeyin yok ve aklını kaçırman söz konusu falan değil ! Hadi şimdi eve git ve rahat uyu demişti. İşin enteresan tarafı doktordan çıktığımda hissettiğim kaygım bir anda en az yüzde elli azalmıştı. Çünkü güvenilir birinin ağzından  bir şeyim olmadığını duymuştum. Tabii esasen bir şeyin yok demek yanlıştı. Bir şeyim vardı. O da Panik Atak tı! . Ama o ana dek korktuğum senaryonun gerçeğe dönüşme ihtimali gerçekten yoktu.



Ve ben o günden sonra kitapçılarda sürekli kendime yardımcı olabileceğim kitaplar aradım..  Bana ne olduğunu tam olarak anlamak istedim. Panik Atak konusunda bir çok şey okudum. Ve mücadelemin kendi kendimle olduğunu keşfettim. Bana panik atakları getiren şey belki genetik bir eğilim olsa da insanın büyüdüğü ortamın, çocuklukta yaşadıklanrının etkilerini göz ardı etmek mümkün değildi. Ama kendi kendime Freud'culuk oynayarak iç bende nelerin yattığını keşfetmem çok çok zordu. Yapabileceğim tek bir şey vardı, başıma gelen bu yeni durumla ve panik ataklarla yaşamayı öğrenmek.

Sadece zaman bana yardım etti. Dokuzuncu sınıfta, Madame Cathy'nin Kimya dersinden beni geçirmemesiyle ( ya da tabii ki  benim becerememem yüzünden) kaldığım ikmal sınavında bir ders yüzünden bir seneyi kaybetmem  ki aslında bu bana  ( yanlış sistem ) karşı  bir anlamda haksızlık olmuştu. Çünkü sonuçta zaten Edebiyat Bölümünü okuyacaktım ve hayatımda bir daha kimyanın yüzünü bile görmeyecektim. Üniversite'de de Gazetecilik Bölümü için kimya'nın en küçük bir etkisi yoktu..

 Ancak yine de, belki de sınıfta kalışım  kayıptan çok sonunda kazanca dönmüştü benim için. Okulun ortamından bir dönem uzak kalmak bana aslında iyi gelmişti. Beni bir çok anlamda rahatlatmıştı. Arada o sene dışarıda beklerken, Cihangir'de bulunan Amerikan Dil kursu hayatımda yaşadığım en olumlu deneyimlerden biri olmuştu. . Panik ataklar beni zaman zaman yoklamaya devam ederken, sabahtan akşama kadar gittiğim kursta İngilizceyi en iyi sistemle öğreten , sekiz ay içinde Amerikalı hocalardan bu dilin temelini bana veren o okuldan diploma alıp  kısmen biraz daha sağlıklı bir ruh yapısıyla ertesi yıl Saint Benoit'nın onuncu sınıfına devam etmiştim.

Bir iki yıl sonra panik atakların günlük yaşamımdaki etkileri kısmen azalmıştı. Biraz uzağa gitmem gereken durumlarda sıkıntıya giriyordum ama onu da yavaş yavaş zamanla yendim...

En büyük şansım kanımca o zamanlar ilaç kullanmamış olmamdi. Belki aynı durumları aynı senelerde ABD'de yaşamış olsaydım beni büyük ihtimalle ilaçlarla doldurarak hayatımı daha o yaştan kaydırmışlardı bile.

Halbuki kişi sorununa hakim olmayı öğrenirse hem beyni kimsyasal maddelerin etkisinde kalmamış olur, hem sorunuyla gerçek anlamda savaşan taraf olur. İlaç değil silahın kendisi sizin elinizdedir ,

Seneler sonra, oğlum dört beş yaşlarındayken kuzinim bana bir ilaçtan bahsetti. Oğlumla çok zor günler geçiriyordum ve sinirlerim yeterince yıpranmıştı. Bende misafir olan kuzinim SSRİ denen bir grup ilacın mucizeler yarattığını iddia ediyordu ( tamamen iyi niyetle tabii ) Prozac adını sanırım bugün duymayan yoktur. Bağımlılık (?!)  yapmayan bu ilacı alanların hayatları değişiyordu.. Benim de o zaman duyduğum bir isimdi bu. O an ilaçlardan yana değilim demişsem de daha sonra fikrimi değistirecektim .. Aslında tek ihtiyacım olan şey, oğlumun problemini anlamak ve bir destek grubunun içinde olmaktı... Gal'in sorununu değiştiremeyeceğim gibi, kendi yutacağım hapların hiç kimseye fayda sağlamayacağı kesindi fakat kendinizi belli zorluklar içinde bulduğunuzda ve desteğe ihtiyacınız olduğunda  kaldığınız boşlukta her uzatılan dala elinizi uzatmayı denemeniz de doğal bir tepki aslında ...

Kısaca sonunda denedim.. Prozac olmadı. Bir çok yan etkiler yaşadım.. kendimi daha iyi hissetmenin suni yollarını arıyordum. Her denediğim SSRİ grubu içindeki bir diğer ilaç bana berbat etkiler yapıyordu. Keşke tüm bu açık işaretleri farkedip ilacın iyi bir çözüm olmadığını anlamış olsaydım. Sonunda Cipramil yavaş yavaş etkisini göstermişti. Öyle büyük mucizeler görmeden, sadece daha apatik bir ruh haline girmem bu ilacı anlamsız bir şekilde her gün almam için yetmişti.

Her gün bir Cipramil yuttuğum dönemlerde kafamda bir çeşit bağımlılık gelişti. Bu bağımlılık, ilaca karşı duyduğum asılsız güvendi. Suni, gerçekten uzak olan bir inançtı bu;  " Oğluma karşı gösterdiğim  sabrın ve anlayışın arkasında  bu ilacın olduğuna inanıyordum! "

Bir kaç yıl anlamsız bir şekilde her gün bu ilaçtan bir tane aldım..Elle tutulur bir yardımı olmadığı halde.  Seneler sonra bende tuhaf tuhaf belirtiler ortaya çıkana dek aynı hapı yutup durdum

Bir zaman sonra kimi unutkanlıklar yaşamaya başladım. Önceleri yorgunluktandır diye düşündüm. Yeterince koşturuyordum ve tabii kafam bin bir şeyle doluydu. Bir andan diğerine bazı şeyleri unuttuğum oluyordu bazen. Daha sonra kimi insanları sokakta gördüğümde simaları karıştırdığım oluyordu. Bunlar çok tuhaf şeylerdi . Bir akşam hatırlıyorum elimde bir sandwich vardı , ve birden ağzımdaki lokmayı yutamadım. Yutma hareketini yapamadım. O ana dek başka bir çok nörolojik şeylerle birlikte bu son yaşadığım olay en basit tabiriyle ödümü koparmıştı. Aynı gün Nörolog'tan randevu aldığımı anımsıyorum.

Kadın'la görüştüğümüzde , bana yaptığı uzun  muhayene ve sorduğu sorular sonunda, açık ve net bir şekilde: " Aldığın ilaçları bırakmanın zamanı gelmiş ! " demişti.

Bana bu ilaçları yazan doktor ya da ilaçları bırakmamın zamanının geldiğini söyleyen Nörolog, ikiside ılaçları bırakırken ne kadar dikkatli olmam gerektiği hususunda beni uyarmayı gerek görmemişlerdi

Kısacası bu ilaçların zararlarından doğru dürüst bahsedilmeyen bir dünyada her yıl milyonlarca kişi Psikiatrik haplarla yaşamaya alıştırılıyor.

Benim ilaçları bırakmam, kendi kafama göre haftalar almıştı. Ancak aylar sürmesi gerek bir süreçti bu ve ben bilmiyordum. Çünkü  yıllardır  beni uyarmadan bana reçete yazmaya devam eden doktora karşı tüm güvenimi yitirmiştim artık. Ve ne yazık ki kendi aklımla, doğru yaptığımı sandığım yanlışların getirdiği ceza çok uzun süre bir çok semtomlar, rahatsızlıklar hissetmeme neden olacaktı.

Big Pharma olarak anılan , Dünya İlaç Sanayi insanları para için zehirlemeye devam ediyor. Hala daha ilaçların yararlı olduğuna inanan milyonlar kandırılmaya devam ediyorlar.

Bu ilaçları , kullanmak ve bırakmak ne kadar tehlikeli ; " Acaba kaç kişi biliyor?"

Acaba , Xanax gibi yatıştırıcı ilaçları iki haftadan fazla kullanmamaları gerektiğini bilmeyenlerin yıllarca kullandıkları bu ilacı birden bıraktıklarında epileptik bir nöbetle komaya girebileceklerini, ani ölümle karşı karşıya kalabileceklerini kaç kişi biliyor?


Senelerce kullanılan psikiatrik ilaçların beyinde zararlar yapabileceğini. Kimi insanlar için bu zararların dönüşü olmayacak kadar büyük olduğunu?!!  Ve bu ilaçları bıraktıktan sonra onlardan kurtulmak bir yana seneler boyu günlük hayatlarını sürdürmekte zorlanacak derecede korkunç semtomlar geliştirebileceklerini kim anlatıyor insanlara? Kaç kişi biliyor bunları? (İlle de her ilacı bırakan bu kadar kötü hissedecek diye bir kural yok mutlaka, kullananlar için önemli bunu bilmek! )

Evet doğru, kimi insanlar yirmi, otuz yıl bu tip ilaçları sorunsuz kullandıklarını söylüyorlar. Bir diğerleri bu ilaçlara başladıktan sonra tüm zararlarına rağmen onları bırakmayı başaramıyoirlar. Ve bir diğerleri seneler boyu cehennemi yaşıyabiliyorlar..

Hele eften püften sebepler için,  kimi ufak tefek inişler çıkışlar için hemen psikiatriste koşmak bir insanın kendi eliyle hayatını yıkması demek olabilir. Psikiatristin elindeki tek şey ilaçlar. Başka bildikleri hiç bir şey yok sizin için. Ve bu ilaçların hiç biri tedavi etmez. Sadece insan beyninde zaman zaman bazı noktaları uyuşturup , etkisizleştirir.

Serotonin eksikliği gibi bir saçmalığı insanlara yutturan İlaç Sanayi, beyine verdiği suni maddeler, suni  Serotoninle, beynin kendi sağlıklı işleyişini bozmaktan başka bir şey yapmış olmuyor.

Kansızlığı bile tahlillerle belirlerlerken nasıl olur da , hafif bir depresif  durum için doktora giden her insana hiç bir test yapmadan hemen Serotonin eksikliği olduğuna karar verip bu ilaçları veriyorlar????

Peki niye insanlar susuyor?  Çünkü psikiatrik ilaçlar söz konusu olduğu için ön yargılardan çekinip  çoğunluk konuşmuyor , İnsanlar yaşadıklarını paylaşmıyorlar.. Ve kurbanlar sessizce köşelerine siniyorlar. Kimsenin elinden bir şey gelmiyor.  Çoğu kez ilaçların yaptıkları zararlardan etkilenen kişileri bunalımda zannediyorlar. Bu insanların kimin ve neyin kurbanı olduklarını bilen yok. Bazen kişilerin kendileri bile farkında olmayabiliyorlar , bir sürü doktora koşuyorlar, yaşadıkları şeyler yüzünden. Kendilerini son derece hasta hissedebiliyorlar ve yaşadıklarının ne olduğunu bile bilmiyorlar

Kişiden kişiye değişen semtomların, ilaçları bıraktıkları için geliştirdikleri, " Bağımlılık sendromu" ( Withdrawal Syndrome - İlacın Cekilmesine bağlı Sendrom )  olduğunu ve kimi insanlarda bu şeyin senelerce sürebildiğini bir çok insan  bilmiyor.

İşte bu yüzden sorunlarınızı başka türlü halledin!! İlaçla değil!!

Amerika'da, İngiltere'de bu konuda uyarıda bulunan Profesörleri tehtid eden büyük bir mafiadır İlaç Sanayi. Yine de biraz araştırırsanız İnternet üzerinde bu konuda. İngilzce olarak yeterince belge ve açıklamalar mevcut. Ama genelde insanlar ilaç almak kararı devresinde yeterince uyarılmıyorlar. Ancak benim gibi sütten ağzı yanmış kişilere denk gelmeniz lazım. Yinede bulunduğum kimi ortamlarda ilaç kullanıp çok memnun olduklarını söyleyenlerin karşısında sadece susuyorum. Çünkü zaten bu ilacı alan bir insanı uyarmak bana düşmez. Tek dilediğim şanslı kitlenin içinde olmaları ve ilaçlardan iddia ettikleri gibi fayda görmeğe devam etmeleri!!

Biliyoruz ki bir çok kez, ilaçların bize etkileri sadece onlara ne kadar inandığımızla ilgilidir.. PLACEBO!!



(Aşağıda ilaçlar hakkında Ingilizce bir link veriyorum )

Batya R. Galanti




https://www.youtube.com/watch?v=luKsQaj0hzs










18 Mayıs 2020 Pazartesi


                                               
                                                     Hayata Dönüş!



Kırk dereceleri gördüğümüz bu hamsin günlerinde  ( Elli demek olan Hamsin kelimesi Arapçadan İbraniceye girmiş. Ve senede elli gün Kuzey Afrika'yla  Arap Yarımadası'ndan Israel ve Mısır'a doğru etkisini gösteren, kum firtinası ile birlikte esen kuru çöl sıcaklarının adıdır ) Bir çok açıdan sanki Koronayı gerimizde bırakmışız gibiyiz Israel'de. Aslında suratımızda, nefes almamızı zorlaştıran, kimi anlamda içinde bu kadar ter döktüğümüzת  bize yarar mı ya da zarar mı getireceğini bilemediğimiz, cerrehlara döndüğümüz maskeler olsa da, özellikle her dükkana girişimiz de alnımıza silah gibi dayadıkları dereceler bize; ' Hey Korona hala burada dese de !" ... dışarıda sırada bekleyişler cehennemi aratmayan bu günlerde tam bir eziyete dönse de , geçtiğimiz bir buçuk iki ay öncesine göre hayat yeniden normale dönüş sinyalleri verir gibi..

Hele hiç sormayın , eskiden kimi zaman neredeyse yapayanlız yürüyüş yaptığım güzelim caddelere bir sürü yeni jogging severler katılmış bugünlerde. Artık sıkıntıdan patladıkları evlerinden kendilerini dışarı atmış insanlarla dolu her taraf. Bir anda sokağa çıkmanın değeri kat kat artmış sanki insanların gözlerinde. Bugüne kadar görmedikleri şeyleri farkediyorlar şimdi bir çokları.


Halbuki Israel genel anlamda dışarıda spor yapmak için çok müsait bir ülkedir. Senenin uzun ayları bahar gibi geçen,  son derece ılıman bir iklimi olan bu Akdeniz kıyı ülkesi biraz hareket etmeyi ve açık havada spor yapmayı sevenler için idealdir. Ama buranın insanının belli bir kısmı çok tembeldir. Aslında belki de çok suçlamamak lazım çünkü insanlar gün boyu yeterince koşturmakla meşguller. Ama spor seven insanların çoğu kapalı salonlarda spor yapmayı tercih ediyorlar Israel'de. . Klimalı ortamlara alışkın olmalarındandır bu da belki..

Bense senelerdir, bisiklet ya da yürüş gibi hep kendimi dışarıya atabileceğim, açık havada nefes alabileceğim aktiviteleri tercih ettim. Belkide ikisini birden denemek daha da iyi olabilir. Vakti ve kuvveti olanlar için özellikle..

Dün gece yürüyüş yaparken baktım yine son günlerde hep olduğu gibi yoğun bir insan kitlesi dışarıya atmış kendini. Sanki haftalar boyu eve kapatılmış olmanın getirdiği bir özgürlük arayışı gibi bugünlerde hissettiğim. Bir taraftan insanlarla biraraya gelemememiş olmanın bunalımından bir kurtulma çabası var herkeste. Bir susamışlık gibi. Herkes arkadaşlarını, dostlarını....sevdikleriyle bir araya gelmeyi özlemiş gibi.  Diğer taraftan bir zaman için, kapatıldıkları evlerinde yemekten başka eğlencesi kalmamış bir diğerlerinin aldıkları kilolardan kurtulma çabası da var.

Bu son haftada görüştüğüm dostlarım arkadaşlarımla bir araya gelişlerimde ben de aynı keyfi hissettim. Sanki yeniden insanlarla buluşmak hayata bir anlamda geri dönüş gibi bir şey.

Şimdilik bir vites geriye aldığımız işimize rağmen hayat devam ediyor. Biraz kendimizden sıksak ta bunları da atlatacağımızı biliyorum. Daha önce de yaşadığımız benzer durumlardan biri sadece.

Hala daha sahip olduğumuz ve şükredebileceğimiz çok şeye sahibiz. Bunu bilmek yeterli. Geceleri yatağımıza girdiğimizde, tertemiz çarşaflarda uykuya dalarken aç olmadığımız ve olmayacağımızı bilmemiz bile bizim için çok değerli.

Evimize yeniden girip çıkan dostlarımızla,  arkadaşlarımla , eşimin ailesinden kimi gelenler ve kızımın  arkadaşlarıyla birlikte yeniden umutlar yeşerir gibi içimde..

Çok fazlasına gerek var mı zaten?

Tek düşündüğüm mesafeleri korumakta yaşadığımız problem.. İnsanlar unutuyor..ben de unutuyorum. Bir an, Korona yokmuş gibi, iç içe konuştuğum oluyor arkadaşımla.. O an maskem  de yok ki.. evdeyim diyerek

İnsanlar çok çabuk sıkıldılar bu çok dikkat gerektiren tedbirlerden, yasaklardan. Disipline çok alışkın olmayan bir halk nasıl bu kadar laf dinledi bu kadar zaman o bile bir mucizeydi zaten..

Bir buçuk sene devam eden politik açmazdan da şimdilik kurtlulduğumuz şu son günlerde Korona'nın başardığı tek olumlu şey Israel'de; bir hükümetin kurulmuş olması. Yoksa dördüncü bir seçime gitmemiz ( !! ) büyük bir olasılıktı.

Bakalım!! İşler yeniden açıldı, dükkanlar açıldı, okullar ( bugün ) açıldı, Hayat yeniden açıldı buralarda.. Yaza resmen girmemize sayılı günler kala şimdiden kemiklerimize işleyen yoğun sıcaklarla. yeniden doğanın uyanışıyla, dirilişiyle hayat bir anda insanlara göz kırpar gibi bugünlerde.. Ara verdikleri yerden yaşama dönen insanlarsa hepten açılıp saçıldılar.. Göreceğiz zaman neler gösterecek.. Sağlığımızı, ekonomimizi, bizleri neler beklediğini günler, haftalar, aylar gösterecek. Şu an gökyüzünde pırıl pırıl parlayan güneşe baktığımda kalbimin derinliklerinde bir yerlerde uyanan umut bana yaşamam için var olan nedenleri hatırlatıyor içimde..



Batya R. Galanti

13 Mayıs 2020 Çarşamba



                                            



                                                       Bir Anneler Günü!



Geçtiğimiz Pazar Anneler Günüydü.. Amerika'da, Türkiye'de, dünyanın bir çok ülkesinde annelerini hatırladılar insanlar.  Hayatımıza en büyük etkiyi yapmış olan, en kutsal, en değerli insanlar olan anneleri..... Israel'de Anneler Günü farklı bir tarihte kutlanır. Bu yüzden ilk başta haberim yoktu . . Unutmuşum artık 10 Mayıs'i ben.

Toplumlar kendi kültür, din ve tarihi geçmişlerine göre farklı farklı zamanlarda kutluyorlar farklı günleri.. Anneler Günü, yerel festivaller ya da Karnavallar gibi şeyleri.. Her birinin anlamı, kutlanış sebebi farklı masallara, halk destanlarına dayanıyor. Mesela Hıristiyan ülkelerde genelde Yeşu'ya ( İsa'nın ) , " İnsanlığı Kurtarmak " için yeryüzüne indiğine inanılan Mesih'e hayat veren bakire annesi Miriam'ın kutsallığıyla ilişkilendirilir.. Yahudilikte ise Roş Haşana'yı izleyen 41. günde, yani heşvan ayına , (Ekim ya da Kasım aylarına denk gelen) bir tarihte kutlanan Anneler Günü Yahudilerin manevi annesi olarak görülen Rahel'le ilişkilendirilmiş. Bazen de Amerika'da olduğu gibi içinde bir kadının adı geçen bir kahramanlık hikayesine dayanır Anneler Günü'nün anlamı .. Ve o gün koca bir ülkede yaşayan tüm kadınlar için büyük bir bayrama dönüşür 10 Mayıs. Hediyelere, göz yaşlarına ve bir ömür unutulmayabilecek inanılmaz süprizlere döner böylesi anlamlı günler.

Geçen Pazar, sosyal media'da her yaştan insanların anneleri için yazdıklarını okudum. Kimileri eski fotoğrafları bulup çıkarmışlar, kimileri bugün hala yanlarında olan annelerine olan sevgilerini ifade etmişler. bazıları vefaat etmiş olan annelerine olan özlemlerini dile getirmişler.  Neredeyse herkes ne kadar şanslı oldukları konusunda hem fikir gibiydi.. İdeal anne, ideal insan..fedakarlık, sevgi, özveri, her daim terk edilmemişlik olgusu ve annelik.. Anneliği tarif eden bilimum güzel kelimelerle doluydu etraf..

Küçük bir çocukken anneme her Anneler Günü'nde ille hediye almak isterdim . Onu ne kadar sevdiğimi göstermek için. Aslında sadece Anneler Gününde değil, onu her üzgün, her sınırlı ya da umutsuz gördüğümde ona sarılıp öpmek isterdim. Yardım etmek!  Çoğu zaman elimden gelen bir şey olmasa da.




Bir kezse tam inat etmiştim hediye alacağım diye.  Sekiz yaşlarındaydım. Ağlıyordum babama. Sonunda elime vermişti bir kaç kuruş. Ben de parayı alıp alelacele sokağa atmıştım kendimi.  Hasat Yokuşunu çıkıp, meydanda Şişli Pasajı yakınında girdiğim bir dükkandan anneme makyaj çantası gibi bir şey satın almıştım.  Keşke birisi bana o gün benim yaşımda bir çocuğun annesine sevgisini göstermenin daha farklı, daha anlamlı yolları da olduğunu anlatmış olsaymış., 


Örneğin bir karton,  bir makas ve renkli kalemlerle kendi ellerimle hazırlayabileceğim bir kartpostalın,  yazacağım bir iki güzel cümlenin, sevgimi ifade edebileceğim bir kaç satırın o yaşımda parayla satın alacağım her aptal hediyeden çok daha değerli olacağını anlatmış olsaymış .  O zaman hiç mi yoktu böylesi incelikler ya da yaratıcıklık ? Yoksa ben mi yaşamamıştım bunları?  Dükkandan çıkarken ; " Babamın verdiği parayla anneme hediye almak acaba gerçekten makbulmudur ? " diye düşündüğümü anımsıyorum.  O yaşta acaba bunu sahiden düşünmüşmüydüm  yoksa senelerden sonra aklıma gelen şeyleri şimdi o yaşıma mı yapıştırıyorum onu bilmem.

Türkler anneleri çok kutsal görürler. Anneye büyük saygı gösterirler. Bu da ilginç bir durumdur aslında. Bir taraftan karılarını ikinci sınıf gören, çokça dayak atan bir toplum diğer bir taraftan aynı kadınları kutsallaştırmış oluyor bir şekilde. Nasıl bir çelişkiyse bu..

Müslümanların peygamberi Hz Muhammed ; " Cennet annelerin ayakları altındadır " demiş... Annelik tabii ki kutsaldır.  Çünkü, anne sadece çocuğu dünyaya getirmez onu büyütmek için elinden geleni yapar.  Doğa anneden çok şey bekler. Gelişen toplumla birlikte gelişen ve değisen kadın ve erkeğin toplumsal statüleri bir tarafa ,içimizde var olan o ilkel hayvanın iç güdüsel tarafına baktığımızda biliriz ki bir kadının  " doğadaki " en vaz deçilmez rolü üreyip, doğum yaparak çocuğunu büyütmektir. Annenin birinci amacı çocuğunu yaşatmaktır. Ve onu herşeyden korumak, beslemek ve sevmektir.. (Babadan da bahsetmek gerekli belki ama burada konu anne ) 

Ancak annelik ne kadar kutsal bir görevse de  mükemmel anne diye bir şey olamaz, Mükemmel bir insan olmadığı gibi.

Doğa da ne kadar mükemmeldir desek te doğanın içindeki denge hiç mükemmel değil aslında.  Belki de bu denge bir çeşit dengesizliklerin bir sonucudur. Güzel çirkin, kuvvetli  zayıf, iyi  kötü ve daha nice örneklerle doğa olumlu ve olumsuzluklarla, belki de kimi yerde birbirlerini tamamlayanlar, birbirlerini örten, birbiriyle örtüşen, kimi zaman çarpışan şeylerin bir bütünüdür .

Bazı kadınların annelik niteliklerine sahip olmaması da o bütünün hatalı parçalarından yine..Çoğunluk değiller neyseki ama varlar.

Kendileriyle çelişkiler içinde olan kadınlar, kimi nevrotik kişilikler, özellikle de egosantrik tipler, sadece kendilerini seven narsist insanlar.... İşte bu kadınlar anne olmak için yaratılmayanlardır.

Geçen hafta annem  bana , bu pazar Anneler Günü demişse de bir ara sonradan unutmuşum ben. Bir gün evvel, ondan Whatsapp'ima bir yazı geldi; " Ailemizin en fedakar annesi........" diye başlayan bir mesaj . Annemin bu sözlerini okuyunca duygulandım birden. Şaşırdım..

Çocukken beklediğimiz destek, ilgi ve takdir, yıllar sonra gelince yine de heyecanlandırıyor. İnsan yaşadıkça sevgiye muhtaç. Her yaşta takdir edilmek, çevrenizden, asdik edilmek  mutluluk veren bir şey. Sevgi ise insan için güven demek.

Kendinize ve çevrenize güvendiğinizde yaşam başka bir anlam kazanıyor.

Hediyelerse aslında önemli değil . Unutulmadığınızı hissetmek önemli..

Bense 10 Mayıs'ta ( Israel'de o gün olmasa da )  benden  istediği güzel terlikleri hatırladım. Onları aldım anneme.  Yanına bir kutu çikolata ve dayanamayarak bir kutu da Magnum dondurmayla birlikte kapıisina bıraktım... Bu ara ona farkında olmadan hep tatlı şeyler getirmişim. Biraz ara ver dedi. Bense, bu yanlız günlerinde annemin hayatına bir şekilde tat vermek istedim sanırım...

Hayatta birilerinden sevgi görmek önemli , Sevgi önemli..değer verdiğinz bir insandan, Bir yakınınızdan, aşık olduğunuz kişiden, eşinizden sevgi görmek olabilecek en güzel şey. Ama bence sevginizi verebilmek daha da güzeldir.. Hele buna izin verenlere!! ...Sevdiklerimizi hatırlamak olası en anlamlı şey.. Küçük şeyler, değerli hediyeleri aratmaz gerçek sevginin olduğu yerde . Çünkü pahalı beklentiler sevgiyle ters düşer ! . Kendi elinizle hazırladığınız çikolatalı kekle anneniz için küçücük bir süpriz yaptığınızda kendi içinizde bir ateş yakmış gibi hissedersiniz o an.   İşte bu sevgi daha içtendir.

Tanrı her zaman kalbimizin içindeki o sevgiye karşılık aynı şeyleri geri vermemiş olsa da çok zaman evrenin içinde saklı olan sırları düşünüp bazı şeylerin böyle olması gerektiği kanısına varıp çıkıyorum işin içinden..




Batya R. Galanti
























5 Mayıs 2020 Salı

                                   


                                             Yedinci koğuşta mucize



Bu son senelerde Israel'deki Soap Opera (Pembe Dizi )  kanallarından birinde Türk dizileri modası çıktı. Toplumun her kesiminden kadınlar gün sonunda biraz eğlenmek, biraz kendilerini unutmak için işlerini güçlerini bırakıp akşam saatlerini bu tip dizilere ayırıyorlar.

Günün belli bir saatinde kişinin psikolojisine iyi gelecek herhangi bir şeyle uğraşması iyi bir fikir. Sonuçta bu bir arkadaşınızla oturup bir kahve içerek sohbet etmek şeklinde olabilir , spor yapmak olabilir ya da aklınızı tüm karmaşık şeylerden uzaklaştıracak kadar basit bir konu üzerinde dönen bir aile dizisi seyretmek şeklinde de olabilir...

Geçtiğimiz günlerde televizyonda Türkiye'nin , dünya'da son senelerde Soap Opera dizileri üretiminde liste başı olduğunu duydum. Türkiye'de dizi üretimi resmen bir sanayiye dönüşmüş. İşte bu yüzden eskiden Amerikan, Brezilya ve Arjantin dizileri gündemdeyken , son bir kaç yıldır bu ülkelerin yanında Türkiye'den de bir çok diziler insanları ekrana çekmeye başladı Israel'de..

Türklerin o çok iyi bildikleri zenginlik ve ihtişamı ortaya koymakta gösterdikleri hüner ve tabii boğazın eşsiz manzaralarıyla bütünleşen güzelim yalılarda geçen dramatik aşk hikayeleri ve  tabii ki bu dizileri kadınlara iyice cazip hale getiren yakışıklı erkekler ve alımlı bayanlarla çevrilen romantik sahneler gün boyu başlarını ağrıtan  sorunlardan yarım saatliğine de olsa uzaklaşmaları için yeterli geliyor insanlara.. Bense çocukken izlediğim Türk filmlerinin her zaman klasik mevzularından artık sıkılmış olduğum içinmidir bilmem bu dizileri izlemek için pek heveslenmedim.  Halbuki Israelliler ne zaman Türk kökenli olduğumu duysalar hemen bana bir iki dizi ismi sayarlar ...Ve izlemediğimi duyunca inanamazlar, nasıl olur Türkiye'de doğdun izlemiyormusun diye?

.Bundan bir ay evvelse birden bire çok kişiden  bir Türk Filminin adını duymaya başladım; " Yedinci koğuşta mucize!" adında bir film.. Bir iki gün içinde bir kaç kişi bana harika bir film, mutlaka izle dediler. . Ama çok ağlatıyor diye de eklediler her seferinde. Bilemedim bir an. Ben zaten reklamdan bile ağlayabilen biriyimdir ve şu son korona günleri zaten iyice bunaltımışken insanı diye düşünürken sonunda yine de  bir Cumartesi sabahı eşimle beraber oturdum Netflix'in başına.

Beni en çok çeken şey filmin " Otist " bir genç adamın üzerine atılan bir iftira yüzünden hapis cezası alması ile başlayan senaryosu oldu.

Çocukken haftada bir kez tv'de oynardı saçma sapan Türk filmleri. Hep aynı mevzu , aynı senaryo üzerine çevrilmiş aşk filmleriydi bunlar. Tabii ben daha küçük bir kız çocuğu olduğum için bu saçma aşk konuları bile beni büyüleyebiliyordu. Ama sonunda bazen bana bile sonu gelmeyen dramalardan fenalık gelebiliyordu.. .

Sanırım kız çocuğu olmak ilginç bir şey. Daha küçücükken bile , romantizm, aşk meşk gibi şeyler ilginizi çekiyor. Daha hayata üç gün evvel başlamanız bir şeyi değiştirmiyor. Öyle bir içgüdüki bu sanki bir erkeğe eş olmak, anne olmak bir kadının doğduğu günden beri genlerinde yazılı bir olgu sanki. Tarık Akan'ın güzelliğine de ayrıca hayrandım daha on yaşımdayken . Bir insan nasıl bu kadar güzel olabilir diye düşünürdüm  çocuk halimle.  ( Ama çok kısa bir zaman sonra, bıraktığı bıyıklarıyla çok değişmiş hayal kırıklığına uğratmıştı beni )

Çocukluğumdaki Türk filmleri beni daha çok uzun yıllar götüremeyecek şekilde bıktırmıştı bir süre sonra. Sanırım sadece beni değil, bu filmlerdeki saçmalıklar öyle boyutlardaydı ki Yeşilçam'ın kendisi bile bir zaman sonra kendilerine gülmeye, başlayacaklardı. Sonunda kendi yaptıkları filmlerle dalga geçen, " Arabesk"  çok büyük bir başarıya imza atmıştı. Gerçekten de son derece yerinde bir mizahla çevrilmiş, çok komik bir yapımdı bu...

Türkiye'de Yol ve Sürü gibi, Uluslararası Cannes ve Berlin Film Festivallerinde ödüllere layik görülmüş filmler de yapıldı. Yılmaz Güney bu tip yapımlarda Türkiye'nin Güney doğusundaki yaşam şartlarını ortaya koymuştu.. Kürtlerin zor yaşamlarını , aşiret kavgalarını gözler önüne seren , Türkiye'nin imajını yerle bir eden filmler olduğu için bunlar Türkiye'de uzun bir dönem  yasaklanmış filmlerdi.

Geçtiğimiz ay izlediğim film bugün Türk Sinemasının artık bambaşka bir  yerde olduğunu gösteriyor bence.  Geçmişten bugüne Türk sineması'nda bir şeyler değişmiş dedirten bir film karşıma çıktı.. Tam bir sanat gösterisi sunan, oyunculuğu ve çekilen sahnelerin profesyonelliğiyle bence çok etkileyiciydi bu film.

Türkiye'nin batı kıyılarında, bir Ege kasabası'nda geçen film insanı , 80 sonrası Askeri cunta zamanlarına taşıyor. Kasabada ailesiyle yaşayan Sıkı Yönetim Komutanının kızının bir kaza sonrası ölümünden sorumlu tuttuğu Otist  genç adamdan  intikam almak için elinde geleni ardına koymaması kimilerince abartılı görülmüşse de o zamanın Türkiyesini ve şartlarını tanıyanlar için tüm bunların olası olduğu bilinir.

Bir Kore filminden Türk sinemasına uyarlanan "Yedinci Koğuşta Mucize " 'nin Kore versyonu sanırım daha nükteli işlenmiş. Türklerse aynı senaryoyu bir drama olarak Türk sinemasına uyarlamışlar.

Filmi canlandırılan karakterin geri zekalı olduğu söylense de ben genç adamın hareketlerine baktığımda geri zekalı bir adamdan öte otistik bir insanın tipik özelliklerini buldum. Tekrarlayan stereotip hareketlerinde yüzde yüz otizmi gördüm..  Sevgi dolu saf kalbinde de insanın içini ısıtan o otistik güzel insanları hissettirdi bana yine başarılı genç oyuncu Aras Bulut İynemli..


Hayatımda en çok ağladığım filmdi belki de bu. Kendimi çaresiz hissettim bir çok an; otistik , günahsız bir gencin askerler tarafından dövülerek, zulümle sorguya çekilirken izlerken.. Kendini ifade etmek yetisine sahip olmayan bir insana yüklenilen bir cinayeti işlemediğini kimseye anlatamayan o insanın sözde işlediği suçu yüzünden idama mahkum edilişinde çaresiz kaldım. O kadar ağladım ki o an!  Bir çocuk saflığındaki bir insanın koğuştaki mahkumlar tarafından ilk karşılaşmalarında , küçük bir kızın katili olduğu gerekçesiyle dövülmek üzere kemiklerinin kırılması...bunlar hepsi, hapishanelerde olan , bilinen gerçekler...

Hapishanelerin içinde kurulmuş; adaletin içinde ayrı bir adaleti de anlatıyor bu film insana..

80'lerde T(ve bugün ) askerin eline düşen mahkumların nasıl bir muameleyele karşı karşıya kalacakları ise komutanın keyfine kalmıştı. Bunu da burada çok iyi göstermiş yönetmen Mehmet Ada Öztekin.

Diğer babalardan çok farklı olmasına rağmen, hatta belki de farklı olduğu için, yaşıtı gibi davrandığı kızıyla kurduğu istisnai derinlikteki ilişkiyi, büyük sevgiyi öylesine güzel yaşatıyorlar ki oyunlarında...

Genç adamın idamını beklerken girdiğiniz hüzünlü bekleyiş, filmin sonunda dilediğiniz mucize sizi hiç bitmeyen bir göz yaşı seline sokuyor...

Kimilerine göre fazla dramatik gelse de bu film , bilen bilir ki Türkiye'de drama hayatın normal akışı içindeki bir klasiktir.  Çocukluğumdaki abartılmış sahte dramaları hatırladığımda bu filmin içinde yaşatılan Türkiye'nin gerçek kültür yapısıdır.




Batya R. Galanti

3 Mayıs 2020 Pazar





                                 
                                                 
                                           Bir krizin değiştirdiği dünya!



Korona Günleri hayatımıza eklenen yeni bir maceraya dönüştü.. Tarih sayfalarında gelecek nesillerin okuyacakları, Covid-19 ismindeki bir virüs'ün yarattığı total bir devrimi yaşamaktan bahsediyoruz neredeyse.  Hiç bir şeyin önceki gibi olmayacağı konuşuluyor artık. Kısa ve uzun vadede uluslararası ilişkiler açısından  getireceklerini izlerken ; ekonomik, sosyal ve bireysel olarak  yaptığı değişime direk tanıklık ediyoruz biz bu çağ insanları .. Ansiklopedilerden, tarih kitaplarından, sosyoloji derslerinden  değil hayatın bizzat içinden geçerek öğreniyoruz Covid-19 'un  kısacık bir zaman dilimi içinde yarattığı global sarsıntıyı ve değişimi.... Belki de ilk kez daha bir krizin içindeyken insanlar neler yaşadıklarını idrak ediyorlar.

Halbuki şu son elli yılda, bizler tüm zamanların bugüne dek en şanslı jenerasyonu  idik sanki... Daha düne kadar. Benim jenerasyonum ( son elli yıl insanları )  geçmişte yaşanmış felaketlere, büyük savaşlara baktığımda, bulunduğum coğrafyayı da göz önüne aldığımda adeta ucuz kurtulmuş gibiydik Çok şey oldu belki olmasına ama ne derece sarsıcıydı , işte her şey bir yerde görecelidir belki de.

Aslında dünyada her zaman olaylar, felaketler yaşanıyor. Hiç durmadan.  Bunları durdurmak mümkün değil .  Örneğin 2004'te  Tayland'ta ve Endonezya'da , 2011'de Japonya'da meydana gelen tsunamiler bu ülkeler için, yerel halklar için  çok korkunç olaylardı. . Endonezya ve Tayland gibi ülkeler için tsunami sonrası  yaşadıkları ekonomik ve sosyal güçlükleri atlatmak, bir nebze toparlanmak ne kadar zaman aldı acaba?  Belki bugüne kadar hala etkileri devam ediyor!

Korona'ya dönersek...Bu seferki bu bir global salgın. Bir anda tüm kıtaları içine alan bir pandemi.. Dünyanın önde gelen ekonomilerini dahi orta yerden vuran bir çeşit doğal afet bu da.
Neticede haftalar içinde dünya borsalarında yaşanan inişler, çıkışlar ve belirsizlikler, dünyanın en büyük devletlerinin girdiği ekonomik sarsıntı acaba uluslararası ekonomiyi uzun vadede nasıl etkileyecek? Zaten bin bir güçlükle ayakta duran , geri kalan zayıf ülkelerde insanlar bu kez ne yapacaklar? İşsizlik ve beklenen açlık hangi boyutlara varacak?  Ve tüm bunları nasıl atlatacağız?  Ve tabii bu epidemi uluslararası ilişkileri nasıl etkileyecek? Avrupa Birliği acaba  dağılma noktasına gelebilir mi? Yoksa daha fazla iş birliği, daha fazla koordine çalışma zorunluluğu  birlikte çözümler aramanın yollarını mı açacak daha fazla? Avrupa'nın zengin ülkeleri, örneğin Almanya daha da dara girecek diğerlerini desteklemeyi kabul edecekler mi?


Bugünkü bir çok lider; Donald Trump, daha dün seçilen Boris Johnson ve Emmanuel Macron  koltuklarını kaybetmekle karşı karşıya kalacaklar büyük ihtimalle! Onların yerine acaba kimler gelecek başa?  Yeni hükümetler yepyeni görüşler doğurabilir bu çok yönlü krizin sonunda. Peki bütün bunlar dünya politikasını baştan sona yeniden şekillendirebilir mi acaba?

Demokrasi mi yoksa otoriter rejimler mi daha güçlü çıkacaklar Corona-19''a karşı süren bu savaştan?? Erdoğan gibiler güçlerini belki biraz daha da artıracaklar ..belki kimi diktatörler ilk kez iktidarı kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklar...  Çin belki İran ya da Kuzey Kore.. İhtimal çok yüksek olmasa da ! Zaten bu tip ülkelerde diktatörün biri bir şekilde gitse de yerine bir yenisi gelir, yani umut hiç bir zaman halkan yana değildir böyle ülkelerde..

Şimdilik iş sahalarını yavaş yavaş yeniden açmaya başlayan ülkeler ekonomiyi kurtarmak planları yapıyorlar. İşsizlerin yeniden aktif olarak iş hayatına dönmeleri ne kadar süre alacak bilinmez. Okullarına döndürülmek istenen çocukları dahi hala okula göndermeye çekinenler dolu  Israel'de. Zaten ister istemez işlerini kaybetmiş bir çok anne baba evde bugünlerde..Hala alışveriş merkezleri, hala bir çok işyeri kapalı.. Restoranların yeniden çalışmaya başlamaları için bir kaç ay daha beklemeleri lazım.. Sinemalar, tiyatrolar aynı şekilde. O kadar çok insan bekliyor ki bu bilinmezin içinde.. Soru işaretleri akılları zorlarken korona onları öldürmeden sağlıklarını kaybeden çok insan var bugünlerde..



Batya R. Galanti.







  Vahid Beheshti @Vahid_Beheshti In spite of all the propaganda by the regime of the Islamic Republic, the people of Iran continue to risk t...