30 Mart 2021 Salı

Yeni bir ülkeye alışmak


Yıllar evvel, İstanbul'dan tanıdığım bir arkadaşımla Israel'de görüşmeye başlamıştık. Benim gibi buraya aynı senelerde göç etmiş, karısını burada tanımış evlenmiş bir çocukluk arkadaşımdı bu. Arada. bir de birbirimize çok yakın oturduğumuzu farkedince sık sık biraraya gelmeye başlamıştık. ( Adres değiştirdikleri günler gelene dek ) . Oğlumun yeni doğduğu zamanlardı, onların da yeni bebekleri olmuştu. Çok güzel bir oğlan çocuğuydu bu.  Birinci yaşını doldurduğu gün, bir Cumartesiydi anımsıyorum.  Çok küçük bir doğum günü partisi yapmışlardı. En yakın dostlarını çağırmışlardı evlerine. Sanırım o gün onların evine ben sadece Gal'le gitmiştim. Ve biraz sönük bir ortamda gerçekleşen. en fazla beş altı kişilik buluşmamızda. oturduğum yerde tanıştığım bir çiftle beraber uzun seneler önce Büyükada' dan tanıdığım genç bir adam gelmişti. Hiç bir samimiyetim olmadığı bu genç adamı sadece görüşten tanıyordum.  

O gün tabi bir kaç Olim Hadaşim yani yeni göçmenler biraraya gelince konu yine klasik bir mevzuya gelmişti. Israel'e neden göç ettiklerinden bahsediyordu insanlar. Hangi sebeplerden buradaydık.

Gerçeği kabul etmek gerekirse, yaşadıkları yerde mutlu olan insanlar kolay kolay alıştıkları düzenlerini, işlerini, evlerini bırakıpta başka bir ülkeye göç etmezler. Genelde insanların maddi ya da manevi bir sıkıntıları vardır. Bir Yahudi de çoğu zaman çok fazla Siyonist olduğu için gelmez Israel'e.  Eğer daha çok genç ve idealist değilse tabi.

Evli ve belli bir kariyer sahibiyseniz bunun çok ötesinde sebepler vardır çoğu zaman. Bunlar yaşadığınız ülkede kendinizi artık güvencede hissetmemekten başlayıp, ekonomik ve sosyal problemler olarak değişir.

Zaman  zaman dünyanın belli ülkelerinden çok genç bir nüfusun, dini ve idealist kimi görüşlerin arkasından. buralara hissettikleri bir özel bağın neticesi kendilerini Ortadoğu'nun bu biraz daha feragat gerektiren, daha karmaşık ortamının tam içinde bir yerlerde kurulmuş ülkeye gelip yerleşmek için o istisnai şevki duyarlar. Bu gerçekten bir insana duyulan koşulsuz şartsız aşka benzer. Bu insanlar bu ülkeye bir insana duyulan gözü kapalı aşıklar misali bir bağ duyarlar. Türk Yahudileriyse geçirdikleri tarihle birlikte sanırım, yeterince Siyonist olacak birikime sahip olmadılar.

Bunun  ilk sebeplerinden biri, mesela Osmanlı Döneminde, özel vergilendirmelere tabi tutulmalarının dışında, Avrupa'da yaşanılan boyutlarda olayları yaşamamış olmaları olabilir. Cumhuriyet döneminin ileriki yıllarında ise ekonomik olarak hayat seviyeleri yükselen cemaatimiz, bundan sonra da genel olarak Israel'i çok fazla idealize etmediler. Bazı inişli çıkışlı dönemlerde hep bir takım insanlar orayı bıraktılarsa da Erdoğan dönemine kadar, cemiyetin yeterince büyük bir kısmı hala orada kalmayı tercih ettiler. Taa ki, Sinagogları hedef alan saldırılar artana kadar, Taa ki Devletin büyüğü dikek olarak Yahudi Cemiyetini tehtid etmeye başladığı günler gelene kadar. Ta ki, ülkede İmam Hatip'ten başka çocuklarını gönderebilecekleri okullar kalmayana kadar. Taa ki insanların alım gücü neredeyse sıfırlanana kadar.

Arkadaşımın küçük oğlunun doğum gününde görüştüğümüz insanlarsa daha bugünlere gelmeden orayı bırakanlardandılar. İşleri yürümeyen kimi diğer insanlar gibi çaresizlikten gelenlerdendiler. Sanırım aralarında bir tek ben bu ülkeye duyduğum romantik bağ 😵 yüzünden buradaydım.

Kendisini görüşten tanıdığım, duruşuyla ve konuşmasıyla gayet efendi bir insan olan adamın suratsız annesi hemen lafa girmişti; "Babamız hayatta olsaydı bizim ne işimiz vardı buralarda !"derken. Ülkenin bulunduğu durumdan bir kabahati varmış gibi bir his veriyordu insana. Bir kadın ayrıca kocasını "babamız" diye çağırıyorsa demek ki eşini kendisine tamamen bir dayanak olarak almıştı. Ve dayanağını kaybettiği gün çaresizlikle buranın yolunu tutmuştu.

Ondan şikayet bundan şikayet derken. Bana çok yakın oturan diğer komşu çiftin kocası; "Burada doğru dürüst doktor mu var?! "deyiverdi birden! Ben adamın suratına bakakaldım o an. Birincisi, kendi anneannesini Türkiye'den ameliyat ettirtmek için getirdiklerini biliyordum. Yaşlı kadına, Türkiye'de kalbi için yapılacak bir şey yok diyerek doktorlar kadını kaderine terketmişlerdi. Bunun üzerine onu buraya getirtip, vatandaşlık aldırtarak ameliyat ettirip kadını sağlıklı bir şekilde tekrar geri gönderen insanların bunu söylemeleri tepemi attırmıştı. Efendim, burada doktor senin yüzüne bakmıyor bile diyordu.  Bilgisayardan yüzünü kaldırmıyormuş doktorlar! diye şikayet ediyordu adam. Hayatımda en zoruma giden şey, insanların bile bile haksızlık yapmalarıdır.

Türkiye'de insanlar özel doktorlara gitmeye alışkındılar. Devlet hastanesine güven duymanız mümkün değildi. Herşey parayla dönüyordu. Bu iş bugüne kadar böyledir orada. Sonra eskiden herşey doktorun özel muayenesiyle yapılırdı. Doktor hastayı bizzat muayene ederdi. Şimdi, bilgisayara bakıyor çünkü sizin bütün verileriniz, bütün bilgileriniz bilgisayarda kayıtlı. Ve size teşhis koymak için sizi testler yapmaya gönderiyor doktorlar. Bugün doktor sizin yüzünüze niye baksın?  Yüzünüze bakıp ne görecek?

Onlar bütün bir halkı kapsayan Kupat Holim sistemini anlamıyorlar. Parayla gittikleri doktorun itinasını özlüyor gelen göçmenler. Tek bir doktora güvenerek, onun gözetiminde olmak istiyorlar. Onu her saat arayabilmek,. Sizin cebinizden paranızı alsa da, her muhayene için on ton para vermek onlara daha normal geliyor.

Burada doktorun çalışma saatleri olduğunu ve o saatlerin dışında Kupat Holim'in acil bölümünü arayabilecekleri ve oraya gidebilecekleri gerçeği tatmin etmiyor göçmenleri! Benim doktorum beni her an her saatte kabul ederdi diyorlar. Çünkü Türkiye'de sadece parası olan kendi hayatını kurtarmak lüksüne sahipti ve onlara bu normal geliyor. Peki toplumun sadece küçücük bir yüzdesi kral gibi yaşasın gerisi gebersin mi? Burada size bakan doktor, herkese hizmet vermekle yükümlüdür. Doktor sadece parayla satın aldığınız bir malınız gibi değildir. Aynı doktor özel ücretle de bakabilse de esas görevi devlet hastanesinde herkese hizmet vermektir.

Kupat Holim sistemi herkesi kapsar. Buna göre, Türkiye'de kimse aşı olamamışken Israel'de toplumun büyük bir bölümü kendi Kupat Holim'ine gidip aşısını çoktan oldu. Bunu göremiyorlarsa bu insanlar buradaki sistemin nasıl iyi yürüdüğünü ve özel yerine tümü kapsayan bir sağlık sisteminin ne kadar daha büyük bir güvence olduğunu kavrayamamışlardır demek.

Özel Hastanelerde paralarını soyan doktorlar tarafından terkedilmiş hastaları da duyduğum Türkiye'de en iyi doktorlar, en iyi profesörler sadece özel hastanelerde belli bir kitleye sağlık hizmeti veriyorlar.  Ve bu sistem sadece kimileri memnun ederken  ve egosunu da tatmin ediyor belki. Ancak akıllıca olan, herkes gibi olmaya alışırken, devletin paralı ve parasız tüm halkla beraber sizin de güvenceniz olduğunu anlamaktır. 

Yeni bir ülkeye alışmak kolay değil, yeni bir ülkeye, herşeyin farklı yürüdüğü yeni bir sisteme. İnsanlara ve ortama. Bazen, bazı şeylere seneler geçse de alışamayabilirsiniz. Ancak tüm artılar ve eksilere baktığınızda çıkan sonuç önemlidir. Gerisiyse boştur.


Batya R. Galanti












k s

28 Mart 2021 Pazar

Türkiye'de andımızı kaldırdıkları günlerde, bu konudaki düşündüklerimi paylaştığım satırlarda bahsettiğim yazıyı yayınlıyorum kendi blogumda. Sanırım 2013'te yazmıştım bu makaleyi. Annemin 1940'ların başlarında, ilkokul hayatı içinde yaşadığı kimi anılarından ufak bir kesit bu. Fatma Öğretmen! Kötülüğün içinde hep varolan kimi iyileri hiç unutmamak adına!

  FATMA ÖĞRETMEN


II. Dünya Savaşı Avrupa'da çağlar boyu süren antisemitizmin doruğa ulaştığı yıllardı...Tarih boyu bir çok kez pogromlara, katliamlara, sınır dışı edilmelere maruz kalan Avrupa Yahudileri bu kez olabilecek en kötü senaryoyu yaşıyorlardı.
1939-1945 yılları arasında Avrupa'da Yahudi nüfusunun üçte ikisinden fazlasi yok edilecekti. 
Türk Yahudi cemaati yaşanan olaylardan haberdar olmasına ve savaşın kendi sınırlarına kadar dayanmasına rağmen çaresiz normal hayatını  sürdürmeye gayret ediyordu.
Savaşın getirdiği ekonomik ve sosyal zorluklar da ayrıca toplumu eziyordu.. Karartma geceleri. karneye bağlanan ekmek ve zorla karnı doyan aileler coğunluktaydı. Yine de Türkiye'nin tarafsiz politikasi belki de Türk Yahudilerinin akibetini değiştiren tek şey olmuştu.
1923'te kurulan genç Türk Cumhuriyeti'nin savaş yıllarında Avrupa'daki Milliyetçilik akımlarının etkisi altında olduğu gerçeği de yadsınamazdı.
Atatürk'ün kurduğu yeni Türk Cumhuriyeti'nin temel beslendiği unsurlar, laiklik ve Türk nasyonalizmiydi; Osmanlının yıkıntıları içinden kurulan devletin ana temel ilkeleri bunlardı. Kendi içindeki etnik ve dini grupları da bu çerçevede bakan bu tek partili dönemin yöneticileri Türklük kavramını güçlendirmek, tek dil ve tek kültür içinde bir toplum yaratmanın hayaliyle hareket ediyordu.
işte tam da böyle hassas bir dönemde dünyaya gelen anne babamın zihninde yer eden yahudi imajı çok rahat ve huzurlu bir çocukluğun hatıralarını oluşturmamıştı. Herşeye rağmen Avrupa'da yaşananlarla mukayese edildiğinde cok şanslı sayılabilecek olan Türk Yahudi Cemaatinin diğer taraftan horgörünün hayatlarının bir parçası olduğu bu dönem içinde vuku bulan olayları zihinlerinden silmeleri mümkün olmadı.
Tarih boyu zorunlu bir göçebe hayatı yaşamak zorunda bırakılan yahudiler yerleştikleri yerlerde kendilerine kıyı, liman, hudut şehrin çıkışına yakın yerleri mekan olarak seçtiler, kimileri de mecburen  seçmek durumunda kaldılar. Yıllar öncesi İstanbul'unda da durum böyleydi. Çoğu kıyı semtlerde yaşayan yahudiler buralarda adeta getolaşmışlardı. Kuzkuncuk, Balat, Hasköy, Galata, Ortaköy İstanbul'da yahudilerin yaşadıkları ana yerlerdi.
Benim annem de Ortaköy'de doğdu ve büyüdü. Bana ben boğaz çocuğuyum der. Boğazın, denizin sevdalısı insanlardır buralarda dünyaya gelenler. Bu başka bir bağdır. 
1930'larda Ortaköy farklı etnik grupları, farklı dinleri ve aynı dinden gelen farklı sınıftaki insanları toplamış bir İstanbul semti idi.
Çoğu iki katıl tahta ya da cumbalı kargir evlerde yaşayan insanlar komşulukların akrabalığa dönüştüğü içiçe geçen hayatları paylaşırlardı..
Çarşı'da daha o zamanlar varlıklarını koruyan esnaf, manav, bakkal, eczane ve bilimum iş sahalarında çalışan yahudiler, ermeniler ve rumlar birlikte aynı köyün ahalisiydiler; çoğu birbirlerinin lisanlarını konuşmayı bilirdi, hatta sadece konuşmak değil benim dedem gibi bir çokları farklı lisanlarda okuyup yazacak kadar bilgeleşmişlerdi.
Ortaköy'de, Cami, Sinagog ve Kilise o zamanki Ortaköy mozaiğini en güzel aksettiren yakınlıktadır.
Ben ufakken,  okul dönüşü mutfağımızdaki küçük masada annemden sıkça duyardım onun çocukluğuna ait hikayeleri..
"O yıllarda Yahudilerin başka vatanı yoktu; Türk topraklarında doğduğumuz için bu toprakları benimsemiştik.  Zaman zaman bize karşı sarfedilen aşağılayıcı kelimelere rağmen İstiklâl Marşı söylendiğinde gözlerim yaşarırdı.
Türk'üm doğruyum çalışkanım andıyla başlayan her öğrenim gününde ağzından çıkan kelimelerde kimliğindeki farkı pek düşünmeden herkesle birlikte aynı coşkuyu hissetmekti belki de.. Aidiyet önemlidir insan için, bir toprağa, bir vatana bir halka bir millete bir topluma ait olmak, onun bir parçası hissetmek. Fakat zaman zaman ne kadar bütünün bir parçası olduğunuza inanmaya çalışsanız da, size bunun doğru olmadığını hatırlatan olaylar olur.
Tek dil, tek ulus, tek kültür fikrinin devlet büyüklerinin, düşünürlerin ve yazarların arasında gördüğü destekle birlikte tek partili dönemin diger azınlıklar ve yahudiler için hiç huzurlu sayılmayacak bir baskı dönemini işaret eden yıllardı .
Bir taraftan doğduğu toprağa karşı duyduğu bağlılık, sevgi, başka bir yer başka bir vatan tanımadığı bu yerlere hissettiği yakınlık annemin yaşadığı en derin hislerdi belki de.
Okul yolunda her sabah soket çorapları, üzerinde beyaz yakalı siyah önlüğüyle kocaman kurdeleli (!) başını geri geri çevirip arkasında kalan boğaz manzarasını içine sindirmeye doyamayan küçük bir kız; kışın karda beyaza bürünmüş ağaçların arasında giderken, yine baharda çiçeklenmiş Portakal yokuşunu çıkarken gittiği okulu aynı ikilemi yaşatmış her adımda; bir yanda okul sevgisi, bağlılık diğer yanda kuşku ve kimi zaman en derin korkuları..
Üçüncü sınıfa geldiğinde vatan dediği bu toprakta yaşadığı en zor yıllardan biriydi annem için.
O seneki sınıf öğretmenleri olan Hacer Ögretmeni ömrü boyunca unutamadı.
Ögretmenin dilinden düşürmediği " Pis yahudi kızı " cümlesiyle sadece kendi içindeki nefreti kusmakla kalmayıp öğrencilerine de bulaştırdığı kin ve ayırımcılık aynı sene annemin her firsatta yanlız hocasından değil, sınıfta kala kala bıyıkları terlemeye başlamış koca çocuklardan sıra dayağı yemesinin de önünü açmıştı. O güne dek özlem ve hevesle katettiği okul yolu adeta bir tuzağa dönüşmüştü.
Elinde çantası okula yaklaştığı zaman bir çok sabah bir iki çocuğun bir anda üzerine çullanıp onu yere iterek hakaretlerle karnına attıkları tekmelerin ağrısı bugüne dek yüreğindedir. O çocukların içlerindeki nefretin kaynağı neydi? Kendileri o küçük kıza neden vurduklarını biliyorlar mıydı? Sanırım hayır sadece nefret etmeleri gerektiğine inandırılmışlardı.
Annemin okulda tanıdığı bir başka Yahudi kız çocuğu daha tahminen onunla benzer bir kaderi paylaşıyordu. Her gün kızlar tuvaletinde rastladığı, zayıf uzun boylu,  soluk yüzlü kız tenefüsün sonuna kadar saklandığı kapı arkasından çıkmazmış hiç.  Sebebini annem bilmemiş fakat birinden bir şeylerden gizlendiği açıktı.
Bir gün bir olay olmuş sınıfta. Oturduğu yerde yanındaki çocuğun yanlışlıkla mürekkebi devirmesiyle öğretmeni çok hiddetlenmiş.  Annemi yanına çağırırken ona her zamanki gibi bağırarak; " Buraya gel pis yahudi kızı" demiş.  Yanındaki çocuk korkusundan sesini çıkarmayınca mürekkebin dökülmesine hiddetlenen öğretmen annemin sırtında bir metrelik tahta cetveli ikiye bölmüştü.
Ertesi gün okula konuşmaya gelmek isteyen annesi ve teyzesini de kılık kıyafetlerinden yahudi olduklarını anlamış olsa gereken koca koca çocuklar okulun kapısından içeri giremeden taşlayarak geri göndermişlerdi 
Ödevlerini yapmadan sokağa inmeyen annem Hacer Öğretmen tarafından aynı yıl sınıfta bırakıldı.
Hayatında yaşadığı en büyük travmaydı Hacer öğretmen ve onunla gelen nefret dalgası. Bir anda doğup büyüdüğü topluma uzak kalmak ve nefretle itilmekti yaşadığı.
Sınıfta kaldığı senenin sonunda annemin tekrar etmesi gerektiği üçüncü sınıf öğretmeninin kim olacağına dair duyduğu isim annemi korku içinde titretmeye yetmişti.  Fatma Öğretmen; okulun en korkulan hocasıydı. Yine elinde kocaman bir cetvelle dolaşan, uzun boylu iri yarı bir kadındı bu. Otoritesini sadece duruşunda bile hissetmek mümkün olan bu kadın okulun en azılı çocuklarını bile dize getiren bir kişiydi.
Korku ve hüzün dolu annem kendini yeni bir mücadeleye hazırlıyordu adeta.
Öğrenim yılının ilk günü gelip çattığında kalbi küt küt çarpan küçük kız sırasında korku içinde bekliyordu.
Fatma öğretmen simsiyah saçları yemyeşil gözlerindeki sert bakışlarıyla sınıfa girdiğinde onu bekleyen şeyin ne olduğunu annem hiç bilmiyordu.
Aslında Fatma Öğretmenin o sert duruşunun altında bambaşka bir kişilik yatıyordu.
Sınıfta verdiği problemleri bir çırpıda çözen annemin yanına yaklaşarak defterindeki sayılara bir göz attıktan sonra " Aferin çocuğum dedi" ve ardından Ismin ne? diye sordu ona. Annem ürkek;  "Suzi" .. "Peki evladım matematikte olduğun kadar coğrafya'da ve diğer derslerde de iyimisin ? ".. Annem başını evet der gibi sallayınca, bir iki soru da diğer konulardan sorduktan sonra Öğretmen şaşkın " Allah Allah! " Evladım öğretmen seni neden sınıfta bıraktı?.. " Bilmiyorum.... Hacer Öğretmenmiydi hocan? .. Evet...
 " Anladım..."
 Aradan geçen günlerde Fatma Öğretmen çocuklardan bir tanesinin anneme " Pis Yahudi " dediğini duydu Işte o an o talebeyi yanına çağırdı : Aç elini " ; çocuğun iki eline de hızla cetveliyle vurduktan sonra,  " Bu sınıfta bir daha bu lafı herhangi birinizin ağzından duyarsam bu gördüğünüz cetveli üzerinizde paramparça yaparım, bunu bilin, hepimiz bu milletin evladıyız, kimsenin kimseye böyle sözler söylemesine izin vermeyeceğim!
Fatma Öğretmen senenin ilk bir kaç gününün ardından annemin hangi sebeplerden sınıfta kaldığını anlamıştı ve yanına gelerek; " Evladım senin öcünü ben alacağım hiç merak etme " dedikten sonra ertesi gün sınıfa çağırdığı tüm öğretmenlerin önünde Hacer öğretmenin yaptığı ayırımcılığı ve derslerinde mükemmel bir talebe olan küçücük bir kızı salt yahudi olduğu için sınıfta bırakmış olduğunu herkesin önünde yüzüne karşı haykırmıştı. Kısa bir süre sonra da Hacer Öğretmenin okuldan uzaklaştırılmasını sağlamıştı.
Fatma Öğretmen tüm bunlarla birlikte anneme önemli görevler vermişti; sınıftaki kocaman oğlanlara tenefüslerde matematik öğretmek görevi artık annemindi. Kısa bir süre öncesine kadar annemi dövmek için önünü kesen o problemli çocukların küçük öğretmenleri olmuştu.  Okuldan sonra yine öğretmenin evinde kendi kızkardeşiyle oynamaya dahi gitmeye başlamıştı.
Fatma Öğretmenin tek gayesi vardı annemin geçirdiği travmayı elinden geldiğince atlatmasına yardımcı olmak ve kaybettiği özgüvenini yeniden ona kazandırmak. Ve bunu başarmıştı. Annem yeniden doğmuş gibi mutluydu. Derslerinde daha da parlak bir talebe olmuş okula tekrar severek sevinerek gitmeğe başlamıştı.
Yıllardan sonra ben bir genc kızken bir gün annem okuduğu gazeteden büyük bir heyecanla başını kaldırarak bağırmıştı; İşte Fatma Öğretmen. " Nerede? dedim " Bak gazetede,  bu o!.  Fatma Öğretmen yıllar sonra bir gence böbreğini bağışladığı için gazeteye çıkmıştı.
Annem heyecandan ağlamaya başlamıştı. Ne mutlu ki haber içinde Fatma Öğretmenin oturduğu Öğretmenler Sitesinin telefon numarası da eklenmişti ve annem onu aramıştı.  Yıllardan sonra o çok şey borçlu olduğu insanla konuşmak ve teşekkür etmek için. Fatma Öğretmen ise annemi hemen hatırlamıştı. Fatma Öğretmen kocaman bir nefretin ide varolmaya devam eden sevginin, umudun ve iyinin sembolüydü!


Batya R. Galanti
 

25 Mart 2021 Perşembe

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu Israel'i İnsan Hakları İhlaliyle suçladı. 


Bundan yıllar evvel bir video klibi seyrettim. Lüks bir Arap evinin bahçesinde yapılan bir kutlamadan küçücük bir kesitti bu. Tüm video belki bir iki dakika sürüyordu.  Galabiyalar içindeki araplar müzikle alkışlarla, büyük bir eğlence havasındalar . Arada kamera küçük bir çocuğa yönelirken, çocuk etrafında havaya ateş eden erkekler gibi yanındaki adamın beline yetişen minicik eliyle kemere iliştirilmiş silahı alıp tetiğe bastığı gibi adamı göbeğinden hedef alıyor. ( istemeden ) . Ve o an video çekimi bitiyor

Şimdi nereden çıktı bu? Mevzuya geleceğim....

Kızım, Hebron'da hizmet verdiği iki sene içinde hiç olmadığı kadar silah sesi duydu. Bulunduğu askeri üssün yakınında her gece silahlar patlıyordu.  Arap Kültüründe silahın yeri tartışılmaz.  Sevinçte, üzüntüde ve intikamın olduğu her yerde silah var. Daha önceki yazılarımdan birinde bundan bahsetmiştim. Kızımın bulunduğu noktadan, yani askeri üssü çevreleyen duvarın yaklaşık bir kilometre ötesindeki bir evin bahçesindeki bir düğünü cep telefonuyla görüntülemişti Danielle. Bu düğünde büyük bir neşe vardı. Kadınlar olabildiğince süslenmişler, insanlar coşkuluydular.  Ve o coşkunun orta yerinde belindeki silahları havaya doğrultan erkekler kurşunları havaya sıkarken de çok keyifliydiler. Bu onların sevinçlerini ortaya koydukları bir yoldu. Kurşunun sekip birisini yaraladığını ya da öldürdüğünü hiç mi düşünmezlerdi bunlar?  Bu tip durumlarda belkide kader deyip geçiyor olabilirler.

Bundan kırk sene evvel eşim Batı Şeria'dan Israel tarafına giren arabaları kontrol etmek için güvenlik noktasında askeri hizmetteydi. Kimi zaman otomobilin bagajını arayıp herhangi bir silah ya da patlayıcı olup olmadığını kontrol ettiğimde kocaman, kapkalın tahta sopalar gördüğüm olurdu; " bu sopa nedir?"  diye sorduğumda genç Filistinlilere ;  "Düğüne gidiyoruz, gerekirse yanımızda bulunsun diye alıyoruz !"  şeklinde cevap verirlermiş. 

Şiddet toplumun doğal bir parçası olduğunda standartlar değişmeye başlıyor.

Hevron'da bazen sevinçten, bazen kıskançlıktan, bazen karşılıklı grupların kuvvet savaşı içinde her gece kurşunlar gecenin karanliginda sanki gökten kayan yıldızlar gibi, ateş böcekleri gibi işaretler çizdiklerine şahit olursunuz. Her gece içlerinden birileri vururlar ya vurulurlar. Ölenler, yaralananlar...bitmeyen bir kan gölüdür bu. Kaybettiklerinin farkinda olmayan insanlar var dunyanin kimi yerlerinde.

Bu son yıllarda Israel sınırları içindeki Arap Köylerinde, Israel merkezindeki kimi Arap nüfusun ağırlıkta olduğu şehirlerde de gittikçe artan bir şiddet sorunu mevcut. Geçen hafta Israel'in Kuzeyíndeki Arap yerleşimlerinden birinde yine 15 yaşlarında iki Arap genç Pizzacı'dan satın aldıkları pizzayı yerlerken yanlarına yaklaşan kimliği belirsiz kişilerce silahla vuruldular. Sanırım yine bir iç hesaplaşmanın kurbanları oldu bu iki gençte. Sık sık meydana gelen cinayetlerden sadece bir örnek veriyorum ben. Biri ağır yaralanırken diğeri olay yerinde öldü. Hiç bir günahı olmayan iki genç yanlış hedef olmanın bedelini ödediler. Özellikle hayatını kaybeden 15 yaşında olan çocuk!!

Senelerdir kendilerini Israel Meclisinde temsil eden Arap Politikacıların onların haklarını savunmaktan bahsederlerken , öncelikle kendi içlerindeki şiddeti durdurmakta bile yetersiz kaldıkları için üzerlerine büyük tepki çekmeye devam ediyorlar.

Israel'deki Arap Halkı seçtikleri liderlere karşı tepkililer. Bu yüzden son seçimlerde oy kullanma oranının en düşük olduğu kesim Israel'in Arap vatandaşlarıdır. Kendi içlerindeki şiddetle yaşamakta zorlanan Araplar. Kendi Kültür yapılarının sonuçlarından en çok kendileri çeken bir millet.

..................................

Geçtiğimiz haftalarda Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu Israel'i İnsan Hakları İhlaliyle suçladı. Son olarak Cenevre'de biraraya gelen ülkeler bu suçlamanın ardından, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi  tarafından  Israel'e karşı oluşturulan yeni iddialarla birlikte, Israel'e Silah Ambargosu konulması doğrultusunda yeni  bir önerge sundu. Önerge içlerinde  Almanya, Hollanda, Fransa, Danimarka ve Polonya gibi beş Avrupa ülkesi dahil olmak üzere 32 ülke tarafından kabul edildi.

Israel'in Filistinlilere, İnsan Haklarını ihlal edecek şekilde davranmasının önünü açacak silahları kullanmasına karşı olan bu önergeye ilk kez, son dönem Israel'le dostluk kuran bir Körfez Ülkesi  olan Bahreyn oylamaya katılmayarak,  Hindistan, Çek Cumhuriyeti, Bahamalar, Nepal, İngiltere ve Marshall Adaları gibi çekimser oy kullanan diğer ülkelerin yanında, bu karara karşı sessiz kalmayı tercih etmiştir.

Bugüne dek Israel'e karşı oy kullanmamayı tercih eden Avrupa Ülkeleri, iddialara son eklenen belgelerle birlikte bu defa Israel'e karşı oy kullandılar .

Israel'in Cenevre'deki Temsilcisi Meirav Shahar, Avrupa'ya; Bu kararı nasıl adil ve uygun gördüklerine şaştığını söyledi.

Öncelikle Hamas'ın adının bile geçmediği bir belgede sadece tek tarafı suçlamanın nesi adil olabilir? Tüm suçlamaları tek bir tarafa yüklerken, karşı tarafın olaylardaki sorumluluklarını görmezden gelen bir kararın nesi adil olabilir?

2014'teki Gazze operasyonu sırasında Türkiye'de Milliyet Gazetesi, iki belge değerindeki resmi biraraya getirerek, Israel zulmünü ortaya koymak adına bir paylaşım yapmıştı. Sağ tarafta Nazi askerinin doğrultuğu tüfeğin önünde elleri havada, korkuyla duran bir çocuk. sol resimdeyse Israel askerinin önünde yine elleri havaya kalkmış şekilde duran bir Filistinli gençti. Ve tabi ortaya konulan klasik karşılaştırma ortadaydı.  Yahudilerin Soykırım'da gördükleri işkencelerin aynısını bugün Israel Filistinlilere uyguluyordu . 

Ancak bu resimlerde saklanan önemli gerçekse. sol tarafta, paltosuyla, gömleğini çıkartması beklenen 15 yaşındaki Filistinli çocuğun üzerinden çıkan bombaydı. Sol resimdeki çocuk bir canlı bombayken, sağ resimdeki ufaklık evinden, yatağından ölüme götürülen. kimseye zararı olmayan gerçek bir masumdu.

Dünya standartlarına göre 18 yaşının altındaki bir çocuğun silahla üzerini soymasını beklediğinizde siz zulüm yapmakla suçlanırsınız . Ancak, aynı çocuğun üzerinde bomba yüklü bir kemer koyup, masum insanları hedef almak için kullananları ağıza almayan standartlar adil olmaktan bir hayli uzaktırlar.

Israel Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Temsilcisi Shahar, iki millet arasında yaşanan çatışmalarda. Hamas'ı bir kez bile ağzına almayan, olayların  geçtiği yerde yaşanan gerçeklere doğru noktadan bakmayan ve savaş suçlarını sadece belli bir tarafa yüklemeye çalışan ülkelerin adil bir barış için yapılacak görüşmelerde dürüst olmalarını beklemek mümkün değildir demiş.


Batya R. Galanti 











Dilerim bu bahar tüm insanlık için "yeniden bir doğuş gibi " gelsin!

BAHARLA UYANAN DUYGULAR...

Yine bir bayram var önümüzde.  Her geçen bayramn ardından bu da bitti derken kendi kendime Rosh Ha Shana'da düşündüğüm şey aklıma geliyor bir kez daha. Dün gibi sonbahar'ın hüznüyle gelen yeni Yahudi Yılı ne de çabuk arkamızda kaldı demiştim. Sukkot, Kippur ve Hanukkah ve uzun bir kış  ( kimileri için kısacık ta olsa ) hepsi arkamızda kaldı. O hüzünle karşıladığımız sonbahar'la daha bir içe döndüğümüz dönemler bir kez daha geride kalarak yepyeni zamanları karşılamaya hazırlanıyoruz tekrardan. Benim için sene sanki iki bölüme ayrılır oldu bu şekilde son yıllarda. Sene,  zaman..  iki ayrı bloktan oluşurmuş gibi. Bu iki zamansal bloklaşmayı Israel'de hissetmekse çok daha olasıymış gibi geliyor bana. Ilıman bir ülke olmasının verdiği bir olgu bu sanırım.  Birinci bölüm, Pesah'tan Rosh Ha Shana'ya kadar devam eden yarım yıl; yazı ve yazın insan zihninde temsil ettiği tüm şeyleri içeriyor bu dönem. Mart ayında yavaş yavaş kendini belli etmeye başlayan bir yenilenme dönemidir bu. Uykuya yatan herşeyin birden bire yeniden hayat bulması gibidir bu uyanış.. Çıplak kalan ağaçlarda ilk kez yeniden tomurcukları farkedersiniz.  Yerlerde gezen ölü yaprakların boş bıraktığı dallarda yeniden belirmeye başlayan taptaze küçücük yapraklar görünce her daim bir dönüşümün parçası olduğunuzu hatırlarsınız. Belki de o sonu geldiğini düşündüğünüz hayatın da bir devri daim olduğuna inanmaya iter bu uyanış sizi. Dallarda yenilenen yapraklar gibi, yanınızdan geçen pusette yatan bebeğin o taze gülüşünde aynı uyanışı hissetmektir bu.

Hayat bir kez daha güzel görünmeye başlar. O taze yapraklar gibi burnunuza bir yerlerden bir bahar kokusu esmeye başlar . Kendi kendime, kokunun nereden geldiğini ararım...  o güzel kokuyu burnuma taşıyan  çiçekleri arar gözlerim? Sadece görsel bir şenlik değil bu! Kokusuyla, dokunuşuyla, içinizde uyuyakalan insani bir defa daha canlandıran doğanın sevinçli haberleri gibi bir uyanış. Sevgiyle etrafınızı kuvvetle sarmak için kollarınızı uzatmaya iter sizi daha da çok. Sizi bırakmayan sevdiklerinize sarılmak için derin bir haz uyanır, tüm canlanan bedeninizle birlikte. İçindeki o coşkuyu yaşamak için çevrenizde sevdiklerinize daha da çok sarılmak ister bulursunuz kendinizi. O hiç bitmeyen şefkatin canlanışı gibi. Doğaya olan sevgi, insana, kediye ve köpeğe yansır sanki. Sevdiklerimize olan ihtiyacımızı da anımsatır bir kez daha.

Doğanın bizi hiç hayal kırıklığına uğratmadığını farkederim her bahar. Yeniden parlayan bir ışık gibi içimi ısıtır bahar. Senenin en mutluluk veren günleridir bu günler. Baharla gelen bayram da bunu pekiştirir. Keşke sonsuza kadar sürse dersiniz bir an. Keşke, sizi bırakıp gidenler de bu şölene katılsalardı ya dersiniz birden. En güzel zamanlarda da bir anda içinizde kalan boşlukları ayrıca hatırlarsınız. Tam olan ne var ki? Keşke sizin değer verdiğiniz, çok sevdiğiniz kimi insanlar da içinizdeki o güzel duyguların küçücük bir ortağı olsalardı. Aynı hisleri sizinle paylaşmak isteselerdi. Halbuki her insan sizin yaşattığınız sevginin bir parçası olmak istemeyebiliyor. 

Vermeye hazır olduğum şeyleri kabul etmek istemeyenler de olabileğini hep hatırlatmam gerekiyor kendime.

Önümüzdeki Cumartesi gecesi biraraya geleceğimiz sevdiklerimizle esaretten özgürlüğe çıkışı anımsayacağız bir defa daha. Bu yıl, bir sene boyunca süren hapisten normal yaşama geri dönüşü de kutluyoruz biz burada. Dilerim, aldığımız bu derin nefes dünyanın her köşesinde çok yakında kendini hissettirmeye başlasın. Dilerim yeniden doğan doğayla beraber insanlık yavaş yavaş bu virüs'ün esiri olduğu günlerden çıksın artık.  Dilerim arkamızda bıraktığımız, karmaşık seçimin sonunda bizi açığa çıkaracak aklı başında bir hükümet kurulsun.

Dilerim bu bahar tüm insanlığa"yeniden bir doğuş gibi" gelsin!


Batya R. Galanti

20 Mart 2021 Cumartesi

HERŞEYDE DENGE  ÖNEMLİ                          


Bu geçtiğimiz sene çocuklarımızla düşündüğümüzden de fazla zaman harcamak zorunda kaldık. Evde geçirilen saatler, günler her zamankinden çok daha uzundu . Kimi karantina günleri, kimi eve kapatılan milyonlar ve kısıtlamalarla gencler zamanlarını evde, aileleriyle  geçirmek zorunda kaldılar çoğu kez.

Aynı şekilde biz evli, olgun yaşa gelen insanlar için de durum farklı değildi. Mecburen dört duvar arasına sıkışan hayatımızı sadece çocuklarımızla birlikte geçirmekten başka pek bir şey yapamadık bu son sene.

Onlarla her zamankinden daha çok birlikte olmanın avantajları oldu. Bazen her iki tarafta özelini özleyip odalarına çekilmeyi tercih etti.

Evde geçirilen uzun saatleri renklendirmenin en klasik yollarından biri de bol bol filmler izlemek oldu.

Bazıları belki hiç durmadan film izlerken, kimimiz daha çok araştırmaya, daha fazla okumaya, yazmaya vakit buldu.

Bazıları hiç durmadan çalıştı. İşlerini evden idare edenler hiç az değil bugün.  Hatta tahminim bu son zamanlardaki kapanışlarla oturmaya başlayan kimi yeni alışkanlıklarla birlikte pandemi sonrası  hayat yeniden gündeme geldiğinde bile bir çok şey değişmiş olacak.

Çok daha geniş boyutlu bir " online hayat " artık bir vazgeçilmez olacak gibi görünüyor.

Bilgisayarın evlerimize girdiği günden beri hiç birbirimizden böylesi uzaklıkta bir hayat sürmemiştik..

Neyse arada görüştüğümüz insan sayısı da inerken eve  genelde en yakınlarımız gelir oldu . Yakın aile, yakın arkadaşlarla sınırlandık, bulunduğumuz kapalı alanlarda ..

Geçenlerde kızımın askerlikten samimi bir arkadaşı bir çok akşam olduğu gibi bizimleydi.

Danielle'in bu arkadaşı salonda hep birlikte oturmayı sevenlerdendir. Bizimle birlikte zaman geçirmeyi seviyor.  Böylece bizler de onların sohbetinin bir parçası oluyoruz. Karşılıklı iletişim hepimizi kapsıyor.

O akşam eşim televizyon'da bir film koymuş izliyordu. Biz de hep birlikte kahve içip konuşmaya çalışırken filmde gayet açık bir seks sahnesi başladı.

Genelde dikkat ederim insanlar böyle bir anda  hemen suskunlaşır, dikkat " belli bir noktaya " kayar!!

Galiba hiç bir şey seks kadar insanın ilgisini çekmiyor. 😊

Aynı saniyelere kadar politikadan girip doğal yaşamı korumaktan çıkan koyu  bir muhabbetin içindeydik. Seks sahnesi başladığında bir anda hepimiz sustuk ve herşeyi o an bir kenara bırakıp neler döndüğuna bakmadan duramadık. Konu seks olunca, yaşınız kaç olursa olsun gözleriniz otomatik olarak o şeye kilitleniyor. 

Aklıma annemin iki yaşımdayken benimle yaşadığı komik bir durum geldi. Bunu bana kaç kez anlatmıştı. Yaşınız kaç olursa olsun konu cinsiyet olunca insanın tepkisi hep aynı derken bu olay aklıma geldi. Oturduğumuz Sıracevizler caddesi'nde bir sinema vardı. Haftada bir filme giderlermiş annemler. Bir defasında iki yaşımdayken beni de götürmüşler ( O zaman Türkiye'de demek bebeklerle sinemaya gidilebiliyordu ) Filmde iki liseli aşıkla bir romantik sahne varmış. İki genç aşık parkta oturdukları bankta birbirleriyle iyice  yakınlaşmışlar . Daha çok genç olmanın çekingenliğiyle kıza yaklaşan genç çocuk kızın gözlerine uzun uzun bakmaya devam ederken sahne yeterinden fazla uzayınca benim sabrım tükenmiş birden ve sinema'nın orta yerinde,  o sessizliğin içinden birden ben :  " Öpsene be öpsene! " diye bağırınca herkes gülmeye başlamış!!

Yani cinsellik daha bebek yaşta insanda mevcut olan, insiyaki, doğal bir dürtü. Bizimle doğan ve ölene dek bir şekilde hep var olan bir parçamız cinselliğimiz. O saniyelere dek ilgilenmediğimiz filme kayan bakışlarımız ve bir an konuştuğumuz konuyu unutuşumuz bu cinsel tarafımızın çok basit bir dışa yansımasıydı..Yataktaki çiftin nefes alışları hızlanırken, biz ekrandaki kadın ve erkeğin çırılçıplak bedenlerine bakarken Danielle'ın arkadaşı bana döndü gülerek; " Batya şimdi sen kesin utanıyorsundur " dedi.. Niye ben utanıyorum? diye sordum. Sen müslüman ülke'de büyüdün.. Sen daha kapalısındır mutlaka!! Onun kafasındaki tutuculuk ya da liberlizm standartlarını bilmiyordum . Bunu söylerken bahsettiği  kapalılığın ölçüleri neydi? Kimisine göre liberal  olan bir diğerine göre tutucu olabilir. Ben güldüm. Bu sahneyi onların yanında seyrederken utanıyormuyum, " Yok hayır, öyle bir sorunum yok!

Herşey sadece büyüdüğünüz ülkenin neresi olduğuyla bitmiyor sanırım.  Sizin kendi büyüdüğünüz ortam, aile yaşantınız ve bu konudaki kendi kişisel fikirleriniz,  kişisel donanımınız  gibi etmenler herşey de olduğu gibi cinsel konulardaki duruşunuzu da etkiliyor. Örneğin toplumun genelinin liberal olduğu Amerika'da kimi dindar kişilerin çok daha muhafazakar olabildikleri bilinir. O an ona; " Kafandaki kapalılık ve açıklık ölçülerini bilmiyorum ama sanırım ne çok açık ne de çok kapalı bir ortamda büyüdüm ben. " dedim. Düşünsel , fikirsel şeylerin bazen  kimi anlamda ölçülerini belirlemek kolay değilse de dengeli bir hayat sürmek insan için bir ihtiyaçtır  diye düşünüyorum 

Hayatımızın her alanında  " sağlıklı" bir ölçü olması gerektiğine inanıyorum. Cinsellikte de bu böyle. Cinsellik doğal bir parçamız ama onu o doğallığı içinde güzellikleriyle, insani taraflarımızla korumak zorundayız diye düşünüyorum ben. Bizi hayvanlardan ayıran duygusal yönümüzü sıfırlayan , moral değerleri tamamen unutan, sınırları belirsiz bir liberalizmi zararlı gördüğüm kadar  doğal gelişimimizin bir parçası olan cinsel gelişimi bastıran topumlara da tamamen karşıyım.

Sanırım sağlıklı bir cinsel gelişim için temel standartları destekleyen bir toplum ve bir ailenin içinde büyümek önemlidir. İnsan, yaşı büyüdükçe geliştikçe, karşılamak zorunda olduğu cinsel dürtülerini toplumsal tabular ve yasaklarla bastırmak zorunda bırakılmamalıdır. İnsan cinselliğini tatmin ederken vahşi hayvanlar gibi de davranamaz. İnsan psikolojisini olumsuz yönde etkileyecek tüm aşırılıklara karşıyım ben. Aslında insan hayatının her yönüne bu şekilde bakıyorum .. Örneğin politik görüşlerde de bu böyledir . Hiç bir aşırı uç iyilik getirmiyor insana .

Ne fazla kısıtlanmış toplumların kapattığı, baskı içine soktuğu insanların,  ne de kimi aşırı liberallerin oluşturduğu diğer toplumlardaki sınırları belirsiz bir serbestlik içinde yetişen bireylerin gerçekten mutlu ve  sağlıklı insanlar olacaklarına inanıyorum ben.


Batya R. GALANTI


















19 Mart 2021 Cuma

  05/03/2021


 İran güdümünden çıkamayan Lübnan'ın belini doğrultması zor!

Lübnan, Israel'i Birleşmiş Milletlere şikayet etmek için hazırlanıyormuş.

Geçtiğimiz hafta Israel kıyılarına vuran tonlarca petrol günler içinde Güney Lübnan kıyılarına kadar ulaştı.  Bu durum üzerine, Lübnan Dışişleri Israel'i Lübnan'a karşı Çevresel Terör yapmakla suçlamış.

Mantıksız insanlar çevremizde görürüz, sık sık. Ne konuştukları ne yaptıkları birbirini tutmayan insanlar vardır. Söyledikleri şeyleri kulakları duymayanlardır bunlar. Ya akılları kıttır, ya da mantıkları. Ancak yazıktır ki, yaşadığımız dünya'da sadece kişiler değil kimi toplumlar, kimi ülkeler de mantık dışı hareket edebiliyorlar.

Bazen dengesiz komşularınız olur. Bu tip komşular, sizi adres değiştirmeye kadar itebilir çünkü huzurunuz kalmaz. Sizi her an yaptıklarıyla, davranışları ve konuşmalarıyla huzursuz edebilirler, Hayatınızı burnunuzdan çıkarabilecek kadar mantıksız şeyler yapabilirler. Bazen gerçekten bu tip insanlardan uzaklaşmaktan başka çareniz kalmaz.

Ancak, konu bir ülke olduğunda adres değişikliği yapmanız zor!! Şubat ayı sonunda, İran'dan Suriye'ye doğru yol alan Libya bandıralı bir yük gemisi Israel açıklarından geçerken denize tonlarca katran ( petrol ) dökerek, Israel tarihinde görülmemiş
bir çevresel felaket yarattı.
Kıyıya vuran dalgalardan tüm Israel şeridi siyaha boyanmaya başladığında  Israel Çevre Bakanlığı aynı günlerde Israel sullarından geçen gemilerden hangisinin  bu felakete neden olduğunu bilmiyordu. Olayın gelişimini anlamak, suçluyu bulmak için Çevre Bakanlığından çıkan bir emirle aynı tarihlerde Israel kıyılarından geçmekte olan tüm gemiler Haifa Limanına çekilerek soruşturmaya alındılar. Sonuçta tüm gemilerden alınan örneklere göre, denize dökülen yakıtın hangi gemiden sızdığı tespit edildi.
190 kilometrelik Israel kıyı şeridinin 170 kilometresini kapsayan kirlilik Israel tarihinde hiç görülmemiş bir felaketi gösteriyor. Halkın kıyılardan uzak durmaları ilan edildikten hemen sonra başlatılan temizleme çalışmalarına Israel'in her köşesinden koşan gönüllülerin de katkılarıyla büyük bir yoğunluk verilirken,  yaşanan korkunç felaketin sonuçlarının bugüne dek görülmemiş boyutlarda olduğu ortaya çıktı.
Mart ayının ilk günlerinde Israel kıyılarına vuran ölü bir köpek balığının arkasından katrandan boyanan kıyılara vuran ölü yavru deniz kaplumbağları ve balıkları görmek içler acısıdır.
Bu kirliliği temizlemenin haftalar değil, aylar hatta yıllar alabileceği konuşulurken, Netanyahu İran'ın Israel'i her taraftan vurmak için elinden geleni yaptığını söyleyerek, bu son olayda da suçlunun, İran'dan Suriye'ye doğru yol alan gemiyi Israelí sabote etmek için kullanan İran olduğunu açıkladı.
İran, Israel'e karşı yürüttüğü terörün boyutlarını genişletmektedir. Her yoldan Israel'e zarar vermekle uğraşan bir terör Devletiyle karşı karşıyayız.
Bir taraftan Israel'i çevreleyen denize dökülen korkunç miktarlarda katranın bu kıyılara verdiği zararla uğraşırken, Kuzeyimizde bir komşu, kendisini içten içe kemiren bir terör devletinin yine kendi kıyılarına  verdiği zararı görmezden gelerek mantık dışı suçlamalarla Uluslararası Cemaate madur olan ülkeyi suçlamayı tercih etmektedir.
Kendi varlığına, bütünlüğüne, iç huzuruna,  ve ekonomisine en büyük zararları veren sinsi  düşmanına karşı yapamadıklarına karşılık, eğer barış elini uzatsa sadece yarar göreceği sözde düşmanına karşı aldığı tavır Lübanın yakın bir gelecekte bulunduğu çamurdan çıkmasının kolay olmadığının işaretlerini veriyor.
Lüban , kendi içişlerinden elini çekmeyen Şii İran'ın güdümünden çıkmadığı sürece belini doğrultamayacaktır. Bundan eminim.


Batya R. Galanti


18 Mart 2021 Perşembe

 Shuk Ha-Carmel'e bir gezi


Geçtiğimiz günlerde yine Tel Aviv'deydim.  Otobüsle vardığım Allenby Caddesinde indiğimde sevdiğim bir dostum için satın almak istediğim hediyeyi aramak için gezinmeye başladım. Bu cadde üzerinde çok fazla ıvır zıvır satan dükkanlar arasında seneler öncesinden tanıdığım, gümüş takılarla Israel'e özgü orijinal, sembolik şeyler bulabileceğim bazı nadide mağazalara doğru ağır adımlarla yürümeye başladım. Özellikle yurt dışından gelenler ve turistler için çok ideal, çekici şeyler bulmak mümkündür bu mağazalarda. Başka yerlerde kolay kolay rastlanılmayacak takılarla, dini ve yerel semboller vardır buralarda.  Kafamdaki hediyeyse, mistik kimi özellikleri olan ibranice harf ya da kelime, hatta bir cümle taşıyacak gümüş bir kolye.

Tuhaftır ki, bir taraftan öyle dindar bir insan olmadığımı söylerim hep ( ve gerçekten de öyledir ) ancak diğer taraftan kalbimin derinliklerinde taşıdığım kocaman bir manevi dünyam vardır benim. Bilemem bu bir ikilem midir? Bu yüzden bir çokları için anlamsız gelen kimi şeyler benim için çok farklı ifadelerle yüklü olabilirler. Tanrı'yla aramda kendime göre bir bağ vardır. Bu bağ bazen çok sessiz dönemlerden geçer, suskunlaşır adeta ama hep bir şekilde yeniden onu ararım ben... İşte, bu şekilde bazı sembolik şeylere karşı da ilgim büyüktür.. Bu yüzden manevi bir değer taşıyan türde hediyeler satın almayı da sevmişimdir hep. Tabii karşımdaki insan da buna uygun olduğu müddetçe!  Bu arkadaşıma da anlamlı bir hediye düşünerek üzerinde yaradılışla, Tanrı'nın üzerimize gönderdiği koruyucu enerjilerle ilgili harf ve sembolleri taşıyacak bir kolye bulmak istedim ve aradığımı bulduğumdaysa çok mutlu oldum tabi.

Ve daha sonra Shuk Ha Carmel yönünde yürümeye başladım tekrardan.  Corona başladığından beri tenhalaşan, sessizliğe bürünen Allenby caddesi uzun bir senenin ardından yeniden eski günlerindeki gibi kalabalıklaşıyor.

Dalgın bir şekilde bir kaç yüz metre ilerledikten sonra köşe başına geldiğimde, iskemlede oturan bir adam ateşimi ölçmek için elindeki aleti bana doğru uzatınca birden farkına bile varmadan Shuk' a yani Çarşı'ya vardığımı gördüm. Ve bir anda  kendimi öylesi bir insan selinin içinde buldum ki, ne olduğumu anlayamadım .

Carmel, 1920' den bugüne var olan bir pazar. Tel Aviv'in merkezinde en bilindik köşelerden biri burası. Israel'de aşılardan sonra hayat neredeyse normal'e dönerken, Shuk' un içinde insanlar alt alata üst üsteler. Ben yine de maskemi burnumun üzerine iyice kapatatarak herkesle beraber bir sele kapılmış gidiyorum. Bu kadar büyük bir kalabalığa girmeyeli çok uzun zaman geçmiş. Shuk o kadar canlı ki..bir an keyifleniyorsunuz.. Özlemişsiniz farklı bir ortamda bulunmayı. İnsan görmeyi, şehrin gürültüsünü ve yaşadığınız toplumun o kendine öz dinamizmini. Gerçi ben genelde sakin yerleri tercih etsem de..

Ufff bu cümbüşün içinde giyimden, hediyelik eşyalara, küçük el işi ıvır zıvırlardan,  rengarenk meyve ve sebzelere  herşeyden bulmak mümkün. Acıkanlar için de yeterli seçenekler var. Ancak kuyrukta bekleyecek kadar sabrınız ve gücünüz varsa tabii . İzgara et yapan küçük küçük stand'lar, hamburger, balık, lakerda satıcıları ve raflarında bin çeşit şey bulabileceğiniz,  Shuk Ha-Carmel'in kendine özgü atmosferine  Avrupa' nin farklı köşelerinden değişik değişik peynirleri de taşımış kocaman bir dükkansa size gel bana sana verebileceğim çok lezzetler var diyor..

Yok ama ben devam edeceğim daha aşağılara kadar.. Yanınızdan geçen tipler de shuk gibi, karışık ve karmaşık tipler..... onlar da çok renkliler, her yaştan, her renkten, her dilden her kafadan..çeşit çeşitler..

Seksen sene geçse de tarz hep aynı burada , aynı balagan ( yani karmaşa ) aynı yerde..nasıl bıraktıysanız.

Bazı yönleriyle o çok sevdiğim ortamın bir de hala sindiremediğim türden bir hali de var, benim için,  Bu kaotik ortam, düzensizlik ben ve benim gibilerinden başka esas sorumluları , tepedeki birilerini yeteri derecede rahatsız etmedikçe  daha planlı, daha tertipli, daha düzgün, daha çağdaş bir ortam yaratmak için buralara el atmaya sıra hiç gelmeyecek gibi görünüyor.. Bir şeylerin bir ömür  hiç değişmeyeceği noktalardan biri gibi buraları da.. İşin tuhaf tarafı da sanki çoğu kişi de buraların bu halini seviyorlar sanki.. Benimse Shuka Ha Karmel' in kendine özgü o cıvıl cıvıl halleriyle beraber daha az sevdiğim tarafıdır o eskiliği ve karmaşasıyla birlikte daha az estetik kalan çehresi... Bir terkedilmiş hissi uyandıran, bakımsızlık, özentisizlik gibidir bu.. Hep konuşulsa da , buraların yıkılıp yeniden düzenleneceği.. O kadar çok bürokratik engeller vardır ki. Seneler senesi bir çok şey bu yüzden yarı yolda kalır.. Milyonlarca şekellik hesaplar, davalar her tür planı suya düşürür hep.

Neyse boş ver diyorum. Bak herkes keyifli.

Tezgahlardan biri tropik meyvelerle dolu.. Birileri, bir kaç farklı yerde aynı shake' lerden satıyorlar. Adamın biri kıpkırmızı çilekleri aynen İstanbul' daki manavlar gibi dizmiş.  İnsanı nasıl da çekiyor. Sanki cart bir kırmızıyla boyanmış gibi duruyorlar. Öyle canlı bir renk ki bu... acaba üzerlerine cila mı koymuşlar ki bu şekilde pırıl pırıl duruyorlar diye fikirler geçiyor aklımdan. Doğa her ne kadar güzel olsa da bu meyveleri bu derece çekici yapmaya çalışan bir el değmiş gibi geliyor insana. Hiç bir şeyin doğallığını koruyamamış olduğunu bildiğiniz bu dünya'da bu çilekler nasıl doğal olabilirler ki?

Guyava' lar, ananaslı meyve suları satanlar. Denesem mi bir bardak?

Baklavalar ve nice Arap-Türk tatlıları bir başka tarafta.. Hala açıkta satılmasalardı ya!! 24 saat üzerlerine çöken toz, toprak. Şimdi bir de yetmemiş gibi Korona da var! Hangi akıllı yer diyecem ama umursamayıp yiyen çok!

Ve  bu kez tam karşıma Türk Böreği çıkıyor.. Tabela'da yazmış, " Turkish Börek " . Bir defasında yemiştik orada. Ama sunuş ve yeniş biçimiyle Türkiye' den çok farklıydı. Türkiye'de sade börekse eğer, bol pudra şekeriyle yenirdi, ya da kıymalı ve peynirlisi olurdu.. Burada peynirli böreğin yanına salatalık turşusu ve domates ezmesi koyuyorlar.. Çok isterseniz yanında bir bardak Coca Cola içebilirsiz, ya da meyve suyu. Israel'de çay içme alışkanlığı pek yok gibi. Böreklerse, bol peynirle çok lezzetliler ama bir çok şey gibi orijinalinden farklılar. Israel'de değişime uğramış geleneklere bir göz atış bu..

Bambaşka ülkelerden gelen alışkanlıklar da mutasyona uğruyorlar. Burada bir diğer alışkanlıklarla, farklı versyonlarla karışıyorlar  Herşey yeni bir şekil alıyor. Yemekler, diller ve melodiler..  Sonunda bir Israel turu ortaya çıkıyor. Sanırım içinde değişik kültürleri barındıran bütün ülkelerde, yerel kültürle dışarıdan gelen farklıların  yepyeni oluşumlar yarattığı gerçeği kaçınılmaz bir sonuç.

Aklıma Shabat'a girmeden annemin beni bazen yufka almaya gönderdiği günler geliyor. ( Böreğin bana yaptığı  çağrışım! ). Evde bir şey bazen eksik olduğunda çocuklar etraftaki küçük esnaftan gider satın alırlardı o zaman.   Börek ve baklava gibi şeyler hazırlamak için kullanılan Türkiye'ye özgü bu hamuru hazır olarak  yaprak yaprak satın satarlardı.  Bu hamurdan yapılan Filas' lar da çok lezzetli olurlardı. Kızartilmiş üçgen böreklere biz filas ya da filikas derdik.

Daha küçükken oturduğumuz evden yukarıya çıkan Hasat Yokuşundaki Pasajdaki mezeci satardı yufka. İki üç tanesini beyaz bir kağıdın içine sarmalardı. Yokuşu inene kadar, kenarından açtığım yufkanın bazen neredeyse yarısını mıncıklaya mıncıklaya kemirirdim. Filas severdim ama yufkayı çığ yemesini daha da çok severdim.. Aslında sadece yufkayı değil ben çok şeyi çiğ yerdim.

Ve yanlız çocukken değil. şimdi de yaparım böyle şeyler. Hatta şimdi daha da rahatım, çünkü o zaman annemin azarlamaları işi bozardı. Şimdiyse bana laf edecek kimse yoktur başımda!

Geçen günlerde, kakaolu bir kek yapmaya karar verdim. Daha doğrusu Gal istedi.  Ben de gerekli malzemeleri bir kasede karıştırmaya başladım..Yumurta, şeker, vanilya, kakao, çikolata,  süt ve un, yağ ve sonunda hepsini fırına koymak için özel bir yere boşaltmamın arkasından, çocukluğumdaki gibi kasenin içinde kalan çikolatayı parmağımla yalamaya başladım.. Tatlı şeylerden uzun zamandır uzak durduğumdan beri böyle ufak tefek kaçamaklar şimdi eskisinden de zevkli.

Parmağınızla o kalan çikolatayı yemenin en ilginç yanıysa bu işi yaparken etrafta anneniz yoksa da yine de gizlenmektir. En komik, en heyecanlı yönüdür çocuklar gibi saklanmak. Bu kez de çocuklarınız görmesin diye saklanırsınız. En yapılmayacak şekilde parmağınızı kaseye daldıra daldıra çikolata yalarken, çocuklarınıza, ellerle yemek yemek ayıptır dediğinizi unutmaktır bu bir an  !

Bunun gibi nice şeyler vardı çocukluğumda yaptığım ve hala daha sevdiğim. Bir çok şeyleri pişmeden yerdim ben. Mesela fasulyeyi pişirmeden evvel. kenarlarını soyarlardı, işte ben o sapları bile alır çiğnerdim..bezelyeleri de daha kese kağıdındayken çalar yerdim.  Bugün bile, elma yediğimde de kızım şaşırır, bazen koçan nerede diye sorar ... Elma'dan elimde neredeyse hiç bir şey kalmaz, sadece küçücük bir saptan başka. İçindeki çekirdekleriyle, bütün elmayı yerim ben.. 

Kısacası işsiz bir adaya düşsem ve ateş yakamazsam da benim için pekte sorun olmaz galiba. Artık balığı bile çiğ yemeğe alıştığıma göre. Ama işte çiğ balık için yanına bir iki sos lazım:))

Sonunda shuk' un içinde bir süre dolandıktan sonra girdiğim bir sandwich'çide içine bir kaç kebabla beraber bol salata ve sos koydurduğum pitayı yerken Tel Aviv'in yavaş yavaş geri gelen renklerini yeniden seyredaldım...



Batya R. Galanti




17 Mart 2021 Çarşamba

İstanbul'da trafik!


İlkokul kitaplarımızın birinde trafik kuralları işlenmişti. Trafik kuralları ve trafik ışıklarının ne olduğu konusunda okulda bir defa (!) konuşulduğunu anımsıyorum. Kırmızı, sarı ve yeşil ışığın ne olduğunu anlatmışlardı bize...Bir kez!!  O bile fazlaydi :) . Renkli olarak çizilmiş trafik lambasının ışıkları kitapta ne güzel duruyorlardı.  Hangisinde durulur, hangisinde hazır olunup ne zaman geçilir.. E önemliydi tabii!! Bilmek lazımdı! Trafik kuralları olmadan insanın yoldaki güvenliği nasıl sağlanır, trafiğin işleyişi nasıl düzenlenebilirdi diyecem de hangi trafik düzenlemesinden bahsediyorum ben? Ya kimin güvenliğinden?

Benim kitapta okuduğum trafik kuralları kimi ülkelerde olduğu gibiydi. Ama biz ne trafik düzeni, ne trafik güvenliği tanıyorduk!  Trafik lambalarını, yaşadığım mega şehirde o yaşlarda belki bir ya da iki noktada ya görmüş ya da görmemiştim.

İstanbul'da geçen 28 yıllık hayatımda, Allaha emanet büyüyen bir toplum içinde şansa başıma bir şeyler gelmemişti. O kadar fazla yanlış, o kadar fazla kaderciliğin ellerine teslim, bir o kadar eksiklerle dolu bir yaşam sizi ölümle hayat arası ince bir ip cambazına bile çevirebilirdi.


12 yaşıma gelinceye kadar okula servisle gidip geldikten sonra Sainte-Pulcherie'de 6. sınıfa geçtiğimde artık otobüse binmeye başlamıştım. Ben bugünkü kafamla düşündüğümde, annemle babamda iyi cesaret varmış diyorum. Gerçi çok bilinçliydim. Gerçekten çok temkinli hareket ettiğimi anımsarım. Karşıdan karşıya geçerken dikkatliydim. Ama ne olursa olsun böylesi bir karmaşanın içinde Şişli Taksim arası gidip gelmek  bir çocuk için büyük riskti. İstanbul'da yaya geçidi olmayan bir şehirde karşıdan karşıya geçmenin tehlikeleri bir tarafa her bindiğim otobüste cinsel tacize uğramak işin bir ayrı problematik  tarafıydı.

İstanbullu şoförler için araba kullanmanın hiç bir şekilde ciddi tarafı yoktu. Sanki bir oyundu bu. Bir labirentte gidip gelen arabaların keşmekeşi içinde ellerinden geldiğince manevralar yaparak, adeta bir arabanın bir diğerini alt etmeye çalıştığı kaotik trafiğin içinde en atak davranana yol verilen caddelerde araba kullanan insanlar vardı. Ve aynı arabaların aralarında gezinen yayalar.... Burası sanki bir Lunaparktı. Çarpışan arabalar gibi bir trafikte yol almaktı bu.

Hem halk eğitimsizdi hem yollara bir duzen verilmemişti. Ortaları çukurlar, deliklerle dolu caddelerde , yarım yamalak bir asfaltın üzerinde şeritler bile belirlenmemişti. İnsanlarsa nasıl isterlerse öyle hareket ediyorlardı. Kendi kurallarını kendileri belirliyorlardı. Sağ, sol..kimin kimi solladığı, salladığı belli değildi..Ve her an biri diğerini uyarmakla, bir taraftan klakson  çalarken diğer taraftan camını açıp bazen el kol hareketleriyle; " Ne yapıyosun sen lan?! " diye kızanlar çoktu. Bazen işler bunun ötesine geçerken. arabalarını durdurup iki serserinin yaka paça giriştikleri az görülen şeyler değildi.t

Yayalarınsa caddelerin en olmadık yerlerinde yüksek atlamadaki maharetlerini sergilemeleri ise ayrı bir show'du. Birden bir çevre yolu üzerinde bile, en olmadık yerlerden, ortadaki demir parmaklıkları olimpik bir beceriyle atlayarak ölüme meydan okuyan kahraman insanlar arabaların karmaşasına ayrı bir atraksyon katarlardı.

Böylece ilginç bir şekilde siz de bu karmaşanın bir parçası olmaya alışıyorsunuz.

Ancak gençliğimde br kaç tanıdığım insan bu korkunç trafiğin cezasını eğir ödemişlerdi.

Sainte-Pulcherie'den tanıdığım bir Yahudi arkadaşımın,  ki Sıracevizler'deki evimizin hemen karşısında otuturdu, bir gün Kütüphane'de ailesiyle tatile çıkacaklarından bahsettiğini anımsıyorum. Ertesi günlerde trafik kazasında öldüğünü duyduğumda şok olmuştum. Daha 13-14 yaşlarındaydım ve yaşıtım bir genç kızın ölümü bana inanılmaz bir şey gibi gelmişti. Onun bize tatile gideceğini anlattığı anlar aklımdan çıkmamıştı hiç..

Bir defa da komik bir şey başıma gelmişti. Harbiye'de ışıklarda bekliyordum. Ve ileriden ambulans sireni duyuluyordu. Olduğum yerde beklerken yanımdan birden üstü başı berduş halde bir adam kendini caddeye attınca ambulans adamı bir anda havada uçurmuştu ( ambulans çok hızlı gelmiyordu ) Derbeder haldeki adam popo üstü caddenin ortasına düşerken ayakkabıları oraya buraya dağılmıştı. Ambulanstan şoför ve yanındaki adam birlikte inmiş adama bakarlarken biri diğerine, " Abi alalım onu da!" demişti.  Öteki de tamam deyip, arka kapıları açıp yerden toparladıkları zavallıyı da içeri soktuktan sonra yeniden çalıştırdıkları sirenle beraber hızla yola koyulmuşlardı . Ambulansın arkasından bakarken, Şişli yönündeki bildiğim tek hastane olan Etfal'e varana kadar acaba daha kaç kişiyi toparlarlar diye düşünmüştüm. Dolmuş gibi toplama müşterilerle seyahat eden bir ambulans tahayül etmiştim kafamda.

Yıllar sonra Türkiye'nin Avrupa Birliğine kabul edilebilmesi için konulan şartlardan biri toplumdaki ehliyetli insan sayısı yüzdesiydi. Yani ileri bir toplum olmanın gereklerinden bir tanesi de insanların ehliyet sahibi olmalarıydı. Tabi AB, Türkiye'den  bakkaldan ehliyet alır gibi ehliyet dağıtmasını beklememişti diye tahmin ediyorum ama olan buydu. O zamanlar ben 20 yaşlarındaydım  Ağbim bana araba kullanmayı öğretmeye başladığı gibi ehliyet için başvurmuştum.

Sınav Maslakta bir yerlerdeydi. Arabayla kuyruktayım, sıram geldi. Trafik polisi arabaya bindi ve hemen bana; " Arabayı çalıştır!" demesinin ardından, " Devam et ! dedi.

Sonuçta en fazla beş metre ileri gidip, arabayı geri vitese koyduktan sonra iki metre de geri sürmemin ardından  bana önündeki belgeyi imzalatarak ehliyet vermişti Türk Trafik Polisi.

Trafikte nasıl kullandığım, arabaya gerçekten hakim olup olmadığım hiç önemli değildi. Bu şekilde kaç kişiye ehliyet vermişlerdi o dönem bilmiyorum ama ehliyeti aldığımda araba kullanmayı  bilmediğimden eminim. Ve tabii ki arabayı alıp hemen yola çıkmamıştım. Ağbim bana uzun süre trafikte eşlik etmişti.  Bugünkü Türkiye'de ehliyet almanın koşullarını bilmiyorum o zamansa o insanlar yeni şoförlere değil trafik canavarlarına yol açıyorlardı.

Yıllar sonra İstanbul'da trafik eskiye göre biraz daha düzene girmişse de toplumun agresif yapısı sanırım hala değişmedi.  Hatta Türkiye'nin bugününü yakından tanıyanlar Türk insanının eskisinden daha da agresif olduğunu söylüyorlar. Ve tabii bu agresif yapı kendini trafikte de fazlasıyla belli ediyordur diye tahmin ediyorum. 

2007'deki son Istanbul seyahatimde hiç unutmadığım bir olay olmuştu. Ağbimin arabasında gidiyorduk, eşi yanında ben de arkada oturuyordum. Trafik içinde birisi ağbimi sıkıştırınca ağbimin ne yapıyorsun  demesine kalmadan serseri kullandığı cibi bir anda trafiğin ortasında durdurarak arabadan hışımla indi, o an arabadan çıkan kıronun sinirle güneş gözlüğünü arabanın içine fırlattığını gördüğümde birden o kadar korktum ki. Türkiye'de gazetelerde öyle tuhaf cinayetler okurduk ki, hiç yoktan adam öldüren insanlarla dolu bir şehirdi bu  O an tek düşündüğüm adamın ağbimi öldüreceği idi. Ona panikle bağırmaya başlamıştım camını kapatsın diye. Serseri neyseki bütün pozuna rağmen bir iki bağırıp arabasına geri dönmüştü. Ancak o bir kaç saniyelik anlar hayatımda en çok korktuğum anlardandı diye tahmin ediyorum.

Benim bıraktığım Türkiye'den bugünlere geriye ne kaldı. Neler aynı? Neler tam olarak değişti..bunları ancak oralara bir gün yeniden gittiğimde (?!) , kendi gözlemlerimle daha iyi anlayacağım diye tahmin ediyorum.

İnsanın Kültür yapısı günlük yaşamın her alanına yansıyor. Yemenizden, içmenize, sokaktaki yürüyüşünüzden, giyiminize, konuşmanıza.. Hayatınızı yaşayış tarzınızdan, insanlarla olan tüm iletişiminize ve trafik içinde nasıl hareket ettiğinize kadar her konuda doğup büyüdüğünüz, yaşadığınız toplumun izleri var.  Ve toplumlar da insanlar gibi zamanla değişiyorlar. Bazen daha iyiye bir gidiş oluyor, bazen herşey çok daha olumsuz yönde değişebiliyor. Toplumun nasıl olaylardan, ne gibi süreçlerden geçtiğine bağlı bu değişimler.

Dünya da aynı şekilde değişiyor. Kimi yönlerden iletişim çağının getirdiği bambaşka bir ilerleyiş ve etkiler söz konusu diğer taraftan insanların makineler yüzünden birbirlerine daha da yabancılaştıkları, kimi anlamda daha hırçınlaştıkları bir süreç yaşıyoruz. Yaşayabildiğimiz kadar yaşayıp daha neler göreceğiz bakalım!


Batya R. Galanti






 

 Babamın anısına!


 

Geçenlerde bir arkadaşıma sordum İstanbul'da hala Murat araba görmek mümkün mü diye? Artık sadece Anadolu'nun kimi şehirlerinde rastlarsın Murat arabaya dedi. İstanbul'da çok daha lüks arabalar varmış şimdilerde ve daha fazla markalar..

Çocukluğumda Doğu Bloku ülkeleri gibiydi Türkiye de.  Murat,  yani İtalyan markası Fiat'ın Türk imalatı olan Murat'ın Şahin ya da Doğan modelleri şehir trafiğinin büyük bir bölümünü kapsıyorlardı.

Aslında ben doğmadan evvel babamın Opel'i varmış bir tane, Benim ilk çocukluk yıllarımdaysa arabamız yoktu. Annem araba kullanacak biri değildi. Zaten gözleriyle problemleri vardı. Babam'da da bir aralar trafiğe çıkma korkusu vardı.  Derken yıllar sonra ağbimin ısrarlarına dayanamayarak babam da çoğunluğa uyarak, bir Murat almıştı. Hem de "Kahverengi" bir Murat. Nereden buldysa?? Neyi mi? Kahverengi arabayı!! :)  Bir araba için en olmayacak renkti herhalde. Ama derler ya renkler ve zevkler tartışılmaz diye.

İlk günler kapının önüne koyduğu arabayı hemen kullanamamıştı. Bir zaman bu işi nasıl becereceğinin kaygısı onu kısmen engeller gibiydi ama annemin ona bir iki çıkışıyla ister istemez cesaretini toplayarak  işe arabayla gidip gelmeye başlamıştı.

İstanbul'da arabası olan birine o zamanlar neredeyse zengin biriymiş gibi bakabilirlerdi bir çokları. Mesela apartmandan çıkarken, kapının ağzında oturan kapıcımızın bakışlarını gördüğümde adeta tuhaf hissederdim. Sanki çok matah insanlar gibiydik. Bizler arabamıza binip çıkıyorduk. Onlarsa kapının eşiğinde oturuyorlardı. Toplumdaki eşitsizlikler Türkiye'de çok fazla göze çarpan bir şeydi hep. Sadece aptal bir Murat arabanız var diye kendinizi suçlu gibi hissedecek kadar fakirlik vardı toplumda. Halbuki biz de alelade  insanlardık. Sadece ekonomik seviyeler arasındaki uçurum büyüktü.

Ve işte ilk o zamanlar sabahları babam beni arabayla okula bırakmaya başlamıştı.  Yanıma kasetler alırdım okula giderken . Biraz olsun keyfimi yerine getiren tek şey özellikle Mireille Mathieu'nun sesiydi.Ve çok kez yarı yolda, Pangaltı civarlarında  Sciences Naturelles ( Yani Doğa Bilgisi ) hocamız olan Mme Satenik Şahiner' i toplardık. Her sabah aynı noktada dolmuş beklerdi. Biz de onu görünce arabamıza alırdık. Hep beraber konuşa konuşa okula giderdik. Okulda en sevdiğim hocalardandı bu kadın.. Çünkü Mme Satenik sadece Sciences Naturelles öğretmezdi. Bizimle herşeyi konuşurdu. Bize hayatı anlatırdı. İnsan seven bir kişiydi. İnsancıl olduğu kadar da akıllıydı. Güleryüzlü ve dersinde bulunmaktan memnuniyet duyacağınız bir öğretmendi. ( Hayattaysa ki pek sanmıyorum uzun ömürler diliyorum kendisine..ölmüşse de mekanı cennet olsun ).

Ve derken, çocukluğumun babamla en yakın olduğum dönemleriydi bu dönemler. Kavgasız, gürültüsüz,  genel olarak rahat bir ilişkimiz olmuştu. Çok fazla beklentileri olmayan bir insan olduğu için miydi bilmem ya da etrafına asi davranışları olmayan benim ılımlı ve uyumlu karakterim miydi ?

Eşime hep derim, ben ergenlik çağı krizi falan geçirmedim diye. Belki de karşımda bu krizi karşılayacak taraf yoktu. Bir çok açıdan kendi halimde büyümüştüm. Sorunlar peş peşe gelince Insanlar kendi dünyalarına, kendi şahsi problemlerine daldıkça çocuklar bazen ikinci plana düşebiliyorlar.

Aynı dönemlerde en sonunda, her fırsatta doktorlardan kaçan babamın en büyük endişesinin ona koyulacak teşhis olduğunu anlamıştık. Sol elinin eskisi gibi hareket edemediğinin getirdiği soru işaretleri annemi fazlasıyla meşgul ederken babam gerçeklerden kaçma mücadelesine girmişti. Bir eli kısmen donmuş gibiydi. Ve bunun ardından adımları yavaşlamış, ayaklarını yerde sürer şekilde yürümeye başlamıştı.

Sağlığının düşüşüyle birlikte, ben 20 yaşıma geldiğimde bu kez babamın işindeki hissesi elimize verilerek, kendi kurduğu şirketten çıkarılmıştı. Çünkü rahatsızlığı artık işte yeterlilik gösterebilmesine engeldi.

1963'te ağbimin adı Moşe' yi Türkleştirerek kurduğu Metin Çamaşırları Anonim Şirketi,  Mahmutpaşa'da, yani İstanbul Toptan Piyasasının ana merkezinde bulunan dükkan senelerle ilerleyerek büyümüştü. Üç katlı kocaman bir mağazayı birlikte yola çıktığı ortağıyla idare etmişlerdi. Fakat hastalığıyla birlikte oyunun kuralları bu kez tamamen değişmişti. Zamanla büyüyen işe giren üçüncü ortakla birlikte babamı işte tutmak işlerine gelmeyince kendimizi, işin esas kurucusu olan taraf dışarıda bulmuştuk.

Babam  durumuna ve yaşadıklarına karşı küsmeden hayata devam etmeyi tercih ederken bir seneden diğerine ağırlaşan bedenine rağmen annemin teşvikleriyle, ne kadar zorlansa da her gün çıktığı yürüyüşlerinden yılmamaya gayret ederken onun bir gün olsun şikayet ettiğini hatırlamıyorum..Hastalığıının getirdiği kısmi engellerle bile en büyük tutkusu hala araba kullanmaktı. Yıllarca araba sürmekten vazgeçmemişti. Bu her ne kadar büyük bir hata idiyse de . Başka bir ülkede zaten ehliyetine çoktan el konulmuş olmalıydı. O her ne kadar dikkatli bir sürücüyse de böylesi bir hastalıkla trafiğe çıkmanın getirebileceği zorlukları ve tehlikeleri tahmin etmek zor değil.

Dün, uzun zamandan sonra babamı düşündüm yeniden.. Christina Aguilera'nın " Hurt " şarkısını dinlerken birden göz yaşlarımı tutamadım. Hayatının son senesini düşündüm. O son seneye kadar sürdürdüğü gayreti ilk kez kırılmıştı. Artık elinde geriye hiç bir şey kalmamıştı, görüşünü de kaybettikten sonra! Artık hiç işlemeyen bedeni sadece başkasının ellerinde bakıma muhtaç olduğu son yılları zor olmanın ötesinde bir yaşama dönmüştü.

Dün onun yaşadıklarını hatırladım. Kendi hayat bocalamamın ortasında ona yeterli olamadığımı hissettim.  Ona veda ettiğim son sabah içtiği şeyin boğazında kalmasının ardından girdiği komadan çıkmamıştı.

1 Nisan 2006'da kaybettiğim babamın dün  İbrani tarihine göre  vefaatının 15. yılıydı.  Dilerim huzur içinde uyuyordur!

יהיה זכרו ברוך


Batya R. Galanti


15 Mart 2021 Pazartesi

Her insan bitlenebilir!

Hayatında hiç bitlenmemiş insan varmıdır bilmiyorum.  Benim çocukluğumdaki Türkiye'de bit yeterince yaygın bir sorundu. 

Aslında bugünlere dek Israel'de de ana okullarıyla ilkokullarda bit salgınları olur ve aileler çocuklarını kontrol edip,  tedavilerini yapmaları konusunda sürekli uyarılırlar.

Eskiden en anlamsız tabulardan biri de bitlenmek konusuyla ilgiliydi. 

Bitlenmeyen çocuk yoktu ama sorarsanız tek bitli sizsiniz zannedebilirdiniz. Bitin iğrençliği yetmemiş gibi bir de işin yerin dibine girmek tarafı vardı. Sosyal normlar sizi böyle konularda çok fazla sır saklamak zorunda bırakırlardı.

Bu yüzden bir çokları gibi sizin de başınıza bu nahoş durum geldiğinde, kendinizi zaten yeterince huzursuz hissettiren bu korkunç yaratıklardan bir an önce kurtulmaya çalışırken bir de çevrenizdeki insanların sizde ya da yanlışlıkla çocuğunuzda bit olduğunu bilmemeleri için gayretlere girerdiniz. 

Aslında siz istemeden bir yerden bitlenmişseniz yapmanız gereken esas şey, sizinle muhatap olmuş diğer insanları bir an önce uyararak saçlarına büyük ihtimalle sıçramış olan tek bir bitin bile kafalarında bir kasabaya dönüşmeden bir an önce tedaviye başlamaları için uyarmak olmalıydı. Hiç kimse pis olduğundan bitlenmez . Ve bu konu herkes tarafından biliniyor olmalı. Bu sadece bir salgındır.

İşin ilginç tarafı ben okulda değil de yazları adada bitlendiğimi anımsıyorum. Acaba sıcak yerlerde, ve sıcak ortamlarda daha çok mu bit salgını oluyor, onu da bilmiyorum. Çünkü Israel'de de bu konuda baya problemler oluyor.

Bir başka bilinen gerçekse kimi insanların bu yaratıklara daha cazip göründükleridir.  Bunun sebebi kan grubunuzla ilgili bir şey mi? Ciltle mi alakalıdır bilmem ? Ancak çocukluğumda bitlere çok çekici görünen insanlardan olduğumdan eminim.

Bir yazı hatırlarım, kuzenlerimle beraber üçümüz de bitlenmiştik. Annemler panik, büyük kuzenimi ezcaneye bit ilacı almaya göndermişti teyzem. O zaman Kwell Şampuan vardı. Arada tek tek  bizi taramaya başlamışlardı. Başımızda gördükleri küçücük yaratıklardan dehşete düşmekle meşgullerken birden kapının çalındığını hatırlıyorum. Kuzenimin arkadaşı gelmişti. Kardeşiyse,  ufaklık daha, ne yapsın;  "Ağbim yok,  bit şampuanı almaya gitti deyince!"Çocuk tabana kuvvet bir an önce olay merciinden uzaklaşmıştı bile.

Aynı günlerde, annemlerin arkadaşları gelmişlerdi bir akşam. Kuzenimin Down Sendromlu amcası evde bütün gün bit temizleme işlemlerini izlemekten çok etkilenmiş olacak, annemlerin arkadaşlarının küçük oğlunu yanına çekerek iki yaşındaki oğlanın başında bit aramaya başlamıştı.. Kadın birden durup. "Beto ne yapıyor, oğlumun başında bit mi arıyor? " derken annemler ne tepki vereceklerini bilememişlerdi. Allahtan biz artık temizlenmiştik.

Senelerden sonra artık 17 yaşımda bir genç kızken Israel'e gelmiştim annemle beraber. Aynı günlerde Amerika'da seyahatte olan kuzinimin evinde amcam ve eşiyle birlikte kalıyorduk.  Onlar torunlarıyla ilgilenirken, bizde onlarla birlikteydik.  Kuzinimin iki oğlu çok tatlı çocuklardı. Küçük olan daha ilkokula yeni başlamıştı. Beni çok seviyordu ve sürekli yanımda oturup omzuma başını koyuyordu.

Onlarla birlikte kaldığımız iki haftanın sonunda İstanbul'a dönmüştük. Ve Israel'den İstanbul'a döndüğümüz uçakta annem benim kaşınmaya başladığımı farketmişti. Alerjik bir tip olduğumu bildiği için,  kaşıntıların başladı yine senin derken, aklımıza Israel'den İstanbul'a bit nakliyatı yaptığımız gelmiyordu bile. İstanbul'da bir kaç gün içinde kaşıntım iyice artınca annem, "Gel ben senin başına bakayım,  çocukluğundaki gibi tuhaf tuhaf kaşınıyorsun sen! " demesiyle, kafamda Israel mahsulü sevimli yaratıklar bulduğunda ne derece mutlu olduğumu anlatamam.

Seneler sonra Israel'de, Danielle'in ilk yuva günlerinde , sürekli uyarılar olurdu. Yuva'da bit var, çocuklarınızı kontrol edip gerekeni yapın lütfen diye bildiriler konulur ve öğretmenler uyarı yapardı. Ancak Danielle ile bu konuda çok şanslı olduğumu anlamıştım. Kızım kesinlikle benim gibi değildi. Hiç bir defasında Danielle'de bit çıkmamıştı.

Bu şekilde okul zamanına aylar kalaydı. Bir gün bir tanıdığım, eşi yolculuğa çıkınca koca bir villa'da yanlız kaldığı için benden onu bir kaç günlüğüne evimde ağırlayabilip ağırlayamayacağımı sormuştu. Ben de tabii neden olmasın diyerek, aynı gün bana gelmesini söylemiştim.

Genç bayanın bana gelmesinin ertesi gününe ilk defa Danielle'in kafasını birden iyice kaşımaya başladığını farkettiğimi hatırlıyorum. Buna rağmen hala Danielle'ın kafasında bit olacağına inanmıyordum çünkü o nice salgınları tertemiz kalarak atlatmıştı o günlere dek.

Ancak bu kez yanılıyordum. Hayatında tek bir kez bitlenen kızım, tam eve misafir kabul ettiğimiz o günlerde bitlenmişti. Üstüne üstlük misafire de anında bulaştırmıştık. Bense tam Türk kafasıyla; " Şimdi  ne diyecek?! "fikirleriyle kendi kendimi ekstradan sıkıntıya sokuyordum. Biz böyle bitli bir aileymişiz gibi şeyler düşüneceği fikirleri nasıl beni huzursuz etmişti. Birine iyilik yapmak isterken zarar vermişim gibi bir his yaşıyordum.

Neyse bir şekilde hepimiz temizlenmiştik sonunda.

Şu satırları yazarken klavyeye mi basayım yoksa bit mevzusunu açmışken kafamda hissetmeye başladığım kaşıntılar yüzünden kafamı mı kaşıyayım bilemedim.

Artık en büyük umudum torunlarımdan yapışacağım günlerde 😂.


Batya R. Galanti 




  Vahid Beheshti @Vahid_Beheshti In spite of all the propaganda by the regime of the Islamic Republic, the people of Iran continue to risk t...