11 Aralık 2017 Pazartesi


                                                   BENİM KIZIM ASKER





Geçen hafta akşam yürüyüşüme çıkmıştım. Her zamanki güzergahımda , kulağımda en sevdiğim melodilerle yaptığım yürüyüşlerimden birine.

Her gün kendime ayırdığım bir saatlik yürüyüş beni günlük stresimden uzaklaştıran, rahatlatan tek şeydir. Yol boyu gözümü çoğu kez alamadığım palmiye ağaçları ve etrafta kimi kimi rastladığım müdavim jogging severler dışında çoğu kez kendimi kah yirmi otuz yıl evvelinde bulduğum,  kah günlük olayların analizini yaptığım, ya da içimi sadece yoğun duygulardan  boşaltıp adeta bir çeşit meditatasyon moduna girdiğim yürüyüşlerimden biriydi ki yine , karşıdan bir grup gencin koşar tempoda geldiğini gördüm.

Hepsi siyah t-shirtlerleydi. Çoğunluğunun erkeklerden oluştuğu , aralarında iki üç kızın da bulunduğunu gözlemlediğim çocukların arasında en önde koşanlar ellerinde bir sedye taşıyorlardı.

O an bulunduğum nokta evime bir kilometre uzaklıkta bulunan yemyeşil kocaman bir  sahanın hemen yanıydı. Yıllar önce o yeşil sahada spor yapan insanların ortasında görmüştüm ilk kez böyle siyah t-Shirtlerle idman yapan gençleri ve o gün bana eşim bu çocukların  askeriye tarafından komando erliğine seçilmiş gençler olduğunu söylemişti.



Her yıl liseyi bitirmek için sınavlardan geçen gençler tüm bu yoğun dönem içinde okul bitirme sınavları dışında askeriye tarafından üç ayrı görüşme için Israel'in Tel Ha Shomer'deki merkezine çağırılırlar. Bu görüşmelerde her gencin bedensel, psikolojik ve kognitif  durumları inceden inceye kontrolden geçirilerek , lise sonrası girecekleri mecburi hizmette yer alabilecek durumda olanların hangi görevlere tayin edileceklerine karar verirler.



Karşımda koşan genç çocukların çoğunun hala yüzleri yeterince olgun bir erkek havasına girmemiş göründüler bana. Sanki ben hala çocuğum diyorlar . Arkalarında erkeklerin temposuna ayak uydurmaya çalışan genç kızlara inanmaksa ne zor. Çünkü erkeklere karşın kızlar komando erliğine sadece gönüllü olarak katılabilirler. Sadece kendileri isterlerse ve tabii bu zor görevi kaldırabilecek kuvvete sahiplerse.

Kimileri arkadaşlarını sırtlarına almışlar .  Bir an bütün vücudumu bir ürperti sardı. Gözlerim doldu. Beni , küçük oğlumu, karşı kaldırımda yürüyen yaşlı adamı korumak için omuzlarına yüklendikleri bu çok tehlikeli görev için ne kadar da genç olduklarını düşündüm. Hayatlarının en civcivli zamanlarında haftasonu hangi diskoteğe gideceklerini düşünmek yerine arkadaşlarını  sırtlarına almış koşuyorlar.

Önümüzdeki bir iki ay içinde alınacakları askerlik programı içinde en zor koşullar için kendilerini hazırlayan bu gençler bugüne dek dünyadaki her normal çocuk gibi, tarih, felsefe ve matematik okudular. Annelerinin gözbebekleri olan bu çocukların ne yedikleri , ne içtikleri, gece nasıl uyudukları, okulda mutlu olup olmadıkları ne kadar büyük önem taşıdı hep.

Her normal çocuk gibi denize gittiler, arkadaşlarıyla oyun oynadılar .. Buraya kadar her şey Amerika'da, Avrupa'da olduğu gibi idi.

 Hayatın normal olduğu diğer gelişmiş ülkelerde 18 yasındaki çocuklar bundan sonra da biten  sınavların ardından gidecekleri tatilin hayallerine kaptırıverirler kendilerini. Belki de ilk aşklarının büyüsünü yaşadıkları güzel gecelerde dansın, müziğin temposunda sarhoş olurlar.



İki ay evvel kızımı askeriye'ye teslim ettiğim sabaha döndüm birden.



Son güne kadar çok fazla üzerinde durmadığım bu önemli olgu o sabah bir anda beni bambaşka duygulara alıp götürdü. Bu kadar heyecanlanacağımı hiç düşünmemiştim . Bana kızımın askerliği , sanki bir çeşit okul yıllarının farklı bir versyonda devamı gibi geliyordu ilk başlarda. Kız asker işte!

Ona verilecek görev için her sabah evden çıkacak . akşam da yine evine gelecekti.



Askere alındığı gün gelip çatınca, sabah evimize bir hayli yakın olan Tel Ha shomer'e götürdük onu. Yanında kocaman bir valizle. Tüm ihtiyaç duyabileği günlük seylerle dolu valizi.

Merkeze vardığımızda karşılaştığım manzara karşısında bir anda kalbim sıkıştı, o ana kadar hissetmediğim çok yoğun bir heyecan kapladı içimi. Geldiğimiz yer o kadar kalabalıktı ki. Tüm askere alınan genç çocukların   aileleri ve yakın arkadaşları yanlarındaydı. Etrafıma baktığımda çoğu annenin gözlerinde yaşlar gördüm.

Kızım bana daha önceleri sormuştu, " Anne, sen eminim askere gideceğim gün ağlarsın degil mi? !" . Kızım beni tanıyor, nasıl duygusal olduğumu. Bense " Ne var ağlayacak, sen her gün eve geleceksin demiştim. ! " saf saf...

Bu geçtiğimiz yaz , askeriyede aylar önce gittiği görüşmelerin ardından geçen uzun zamandan sonra,  görevinin ne olduğunu öğrenmişti. Kısaltılmış kelimelerden oluşan bu görevin adı bende hiç bir çağrışım yapmıyordu. Kızım bana " Anne araştırdım, kabul edildiğim görevde çok önemli ve gurur duyman gereken bir sorumluluk taşıyacağım hizmetim boyunca!"


Onun her gün eve geleceğini zannettigimde  bu yüzden gülüp geçmişti. O benden daha iyi biliyordu.


Tel Har Shomer'de digital tabloda ismi çıkınca, onları çaylaklık dönemi için bekleyen üs istikametinde  yola çıkacak otobüse doğru adımları hızlanırken içimde bir anda bir şeyler koptu.

Bana ne olduğunu anlamadım; sadece dört yaşındayken bembeyaz elbisesi ile doğum günü için yuvaya koşuşturduğu günü anımsadım birden. Elimde onun için hazırladığım doğum günü pastası vardı. O sabah ne kadar da neşeliydi,   fakat bir anda ayağı takılıp düşmüştü.  En sevinçli anında bacaklarından akan kanlarla bir anda yüzündeki sevincin yerini alan üzüntü ve acıdan kıvranan küçük kızım.


O küçük kızın nasıl büyüdüğünü anlamamışım .


Bana bir anda sarıldı, " Maman!" Kızım beni Maman diye çağırır. Sıkı sıkı sarıldı Ne tuhaf! onun kollarında kayboldum. Küçücükken onu kucağıma aldığım günlerin tersine bugün onun kollarında ben küçük kalıyorum. Onu askeriyeye teslim ettiğim günün ilk gecesi annelik görevimin sonuna geldiğimi sandım bir an. Ona karşı olan sorumluluğum o gün askeriye ile el değiştirmişti.



Bazı şeyleri toparlamam bir iki gün sürdü.



Anneliğimin hiç bitmeyeceğini  sadece bir dönemin kapanıp yepyeni bir dönemin başladığını anlamam. Her akşam , beni özlemle arayan kızımın sorduğu sorularda, iki haftada bir döndüğü yuvasında aradığı sıcaklık anneliğin hayat boyu bitmediğini bana hep gösteriyor.

Dün yine en az iki haftalık bir süreç için yeni üssüne doğru yola çıktı.


Trump'ın geçen günlerde yaptığı " Jerusalem Israel'in başkentidir " açıklamalarıyla yeniden alevlenen kimi olayların neler getireceği soruları akıllarda dönüp duruken sırtında kocaman  çantasıyla onu bekleyen görevi için ilk otobüse binmek üzere bana yeniden sarıldı.

İki yıllık bir dönemi kapsayacak bu görev ona sadece gurur veriyor.


Kızlar için iki , erkekler içinse üç yıl  süren bu hizmet dönemi insan hayatını baştan sona etkileyen ve  Israel gerçeklerini diğerlerinden en keskin hatlarıyla ayıran bambaşka bir olgu.


Daha aylar önce matematik sınavı için saatlerce odasından çıkmayan Danielle ve onun gibi tüm gençler eğitimlerine bir kaç yıl ara vererek alındıkları askeri hizmetle dünyanın belki de hiç bir ülkesinde mevcut olmayan bir şekilde her şeylerinden bir çırpıda  ödün vermek zorunda kalıyorlar. Ancak yıllar sonra kaldığı yerden devam edecek olan yüksek eğitimlerinden,  özel hayatlarından, kişisel isteklerinden, hobilerinden, aşklarından  ve ailelerinden ödün vererek bu küçücük toprağı koruyabilmek ve kalan insanların  gündelik yaşamlarına normal bir şekilde devam edebilmelerini  sağlayabilmek için.


Israel'den ve  askerinden ve onunla ilgili herşeyden ölesiyle nefret eden milyarlarca insana rağmen, sevgiyle, özveriyle ve en içten duygularla vatanlarına hizmet eden  ve bu toprağı korumaya devam etmezlerse onlar için başka hiç bir gerçek yuvanın mevcut olmadığının bilinciyle gencecik yaşlarında omuzlarına yüklenen bu ağır yükü olgunlukla taşıyan evlatların bizim için ne kadar değerli oldukları açıktır.


Bugün tamamen bir ütopia gibi gelen gerçek bir barış hayali ise gencecik yaşta bir karış toprak için ölmemesi gereken çocukların son derece değerli olan canları için her gece yatağımızda ettiğimiz duaları süslüyor.

8 Eylül 2017 Cuma

                     

                NE TATLI DİLDİR ŞU LADİNO


Geçen akşam annem bize yemeğe geldi..

Baktım oturdu oturmadı teyzemi arıyor. Haber vermeyi unutmuş. Merak etmesin.

Teyzem annemin hemen yukarısında oturur. Her şey haberli yapılır onlarda..

" Mi ijika  vino a tomar me!" Kızım beni almaya geldi..

Mi ijika...Ne hoş .. Küçük kızım benim...

Gelecek ay 50 yaşıma basacağım ama hala Annem bana " İjika diyor..

İspanyolca'da İja kız demek ..sonuna eklenen " ka"  ise , küçültme eki.. Kızcağızım, küçük kızım, minik kızım    ..işte öyle bir anlam oluyor ijika denince..

Ben hadi 50'ye basacağım..ya 60'ına 65'ine gelmiş bir tanıdığımız için  bugün Esterika uğradı demiyor mu hala bizimkiler.

Tatlı mı tatlı, şeker mi şeker bir dil şu bizim Ladino..

Herşey güzellikle, tatlılıkla, küçültme ekleriyle bezenmiş bir dil..

Sadece insanlar değil her şey çok şirin, çok hoş..

Yemekler, yerler, nesneler vs...

Un pedaso de keziko...una azetunika, una kazıka hermoza, una kucharika...

Adam ada'da üç katlı villa almıştır.. Kadın anlatırken " Merkaron una kazıka en L'ada  :) der...

( Ada'da küçük bir ev almışlar..:))) )

Sabah kahvaltıda anne çocuğuna " Kome dos tres azetunikas ez bueno!!" diye diretir...

( Bir iki tane zeytincik ye, ne var! )

Geçen yıllarda eşimin yeğeni anlatıyor.

Onlar da Türk kökenli.. Küçüklüğünden hoş bir anı..Birinci sınıfın ilk günlerinde öğretmen sınıfta sormuş..

" Mem  harfiyle yani M harfi'yle bir meyve ismi yazın.. Karmit parmağını kaldırmış heyecanla;

" Mansanika!!" Öğretmen, böyle bir meyve yok! demiş. Karmit " Olmaz olur mu benim annem bize her gün  mansanika verir!!" demez mi :))) ( Mansana , elma demek )

Bir de bu lisanı bozuk konuşanlar var. Hani kararından fazla türkçeyi içine sokanlar.  Arkasına önüne koydukları sözümona ispanyolca eklemelerle ortaya attıkları yeni, yepyeni kelimelerle bu lisanı iyice kepaze edenler..

Bunun üzerinden kendi cemaatimizde bestelenen şarkılar..herkesin tanıdığı klasik " El vapor se yanaşeyo al'askala de Büyükada.. " cinsi komple türkçe cümleler..

Yıllar evvel Osmanbey'de gidiyordum , çok genç iki bayan aralarında nedense İspanyolca konuşmaya çalışıyorlardı. Shabat için ne yemek yaptığını söyleyen kadın " Pişiriyi fasulyas!!" derken , kendimi oldu olacak Türkçe konuşun olsun bitsin dememek için zor tutmuştum.

Eh böyle bir ladinoyla sohbet etmeye çalışan iki vaziyo'ya ( Boş insana bizde vaziyo derler ) Türk garsonun " Valla abi bu Ladinoyu ben bile anlıyorum yaw " diyebilmesi doğal..

500 yıldan fazla geçen bir dönemin ardından genç sayılacak bir nesilden daha iyi bir İspanyolca çıkamıyor  sanırım..

Türkçe kelimeler her halükarda Ladinonun  lugatında bir hayli yer tutarken eşimin gençliğinden kalma bir hikayesi  geldi aklıma..

Eşim genç çocukken bir gün işten gelmiş annesine " Anne bak bu loteri , çekilişe katıldım, büyük hediye de otomobil demiş.. Annesi o an .. " Ya es bueno si te sale un otiko çikitiko" deyivermiş..  ( Hadi, küçük bir otomobil çıkar sana inşallah giblerinden! )

Ertesi günlerde eşim iş dönüşü, elinde bir ütüyle gelivermiş :)) " Anne , bir daha ki sefere otiko motiko yok.. Oto de lütfen " Açık ve net.. Çıka çıka   " Utiko" çıktı ..........( Ütü..ispanyolcalasmış haliyle bizde uti olmuş..küçültmesiyle  de utiko olmuş!!!)

Neyse bu kez de böyle oldu, biraz da gülümsemek istedim..

Arada Shabat için kalkayım da " Metere a kozer :) unas bamyikas kon un aroz ( Akşam için bamyacıkla  pilav pişireyim:) )

Herkese benden Shabat Shalom...























22 Ağustos 2017 Salı




                       ORTADOĞUDAN DÜNYAYA YAYILAN RADİKALİZM

                                                  VE ARAP ISRAEL SORUNU




Geçtiğimiz Cumartesi sabahı, sıcaklarla birlikte  uykusuz geçen bir çok geceler gibi yine  bölük pörçük bir uykunun ardından günün ilk ışıklarıyla başlayan  bir güne daha zoraki gözümü açtım. Aklıma gelen ilk şey gece yatmadan izlemiş olduğum korkuç görüntüler oldu.

Barcelona'da  Terör!!

Yıllar evvel Israel'de , Tel Aviv'de hayatımızı karartan terörün on beş yıl sonra Avrupa'nın tam orta yerinde boy göstereceğini kim düşünebilirdi.

Barcelona'nın göbeğinde binlerce kişinin gezdiği bir anda, dünyanın en güzel , en popüler,  en turistik köşelerinden birinde güzel bir yaz günün tam orta yerinde kimin aklına gelirdi böylesine dehşet anlarının vuku bulabileceği!!

Fas uyruklu gencin kullandığı araçla önüne çıkan insanları yaşı, cinsiyeti farketmeden acımasızca ezmesinin ardından  çekilen görüntüler unutulacak gibi değil.

Sabah gözlerimi acar açmaz zihnimde tekrar o küçük çocuk canlandı. Bembeyaz bluzu, sortu yine tertemiz çoraplarıyla yerde kanlar içinde yatan küçücük çocuğun cansız görüntüsü.
Tanrım bu nasıl şeytanca bir eylem. Hangi insan bile bile küçücük bir çocuğu öldürebilir?

Peki bu insanların amaçları ne? Avrupa'dan , dünyadan istedikleri şey nedir?

Ben çocukken dünyanın sonunun geldiğini gösterecek olan alametlerden bahsederlerdi. Bunlardan ikisi hep aklıma takılır. Mevsimlerin birbirine karışması ve din savaşları.

O zamanlar 21. yüzyıla girdiğimiz bu devirde din savaşları neden olsun derdim.

Aklıma gelmezdi ki..

1988 yılında Hint asıllı İngiliz yazar Salman Rushdie " Satanic Verses " ( Şeytan Ayetleri ) kitabını yayınladığı zaman İran Cumhurbaşkanı Ayetullah Humeini başta olmak üzere hakkında ölüm fetvası çıkardıklarında Ortadoğu insanının liberalizm ve demokrasi karşısında aldıkları tavır açıkça belliydi.

Bugün Avrupa'yı yavaş yavaş saran ateş doğunun batıya karşı açtığı bir savaştır. Karanlığın aydınlığa karşı başlattığı bir savaş. Yüzyıllardır eğitimi, bilimi , sanatı reddedenlerin köhneleşmiş beyinlerinde ağını ören örümcek misalidir din adamlarının onlara zikrettiği saplantılı mesajlar.

Israel'de 2000'lerden bugüne yaşanılan terör  bugün Arapların  Avrupa'ya göçüyle beraber bu kıtaya taşınıyor. Bu insanlar gittikleri her yere adeta ölümü de taşıyorlar.

Ortadoğudaki savaşlardan  kaçanlar geldikleri cenneti de cehenneme çevirmekte hiç geç kalmamış görünüyorlar.

Milyonlarca insanın savaş halinde olduğu Ortadoğu'da terör kamplarında eğitilen çocukların ortasında sadece tek bir ülke  tüm dünyaya bilim ve teknoloji ihraç ediyor.  Ve onu yayılmacılıkla suçlayan Batı kendi içindeki radikalizmi Israel'in yaşadıklarından ayrı tutuyor.

Barcelona'da yaşanan terör hadisesinden bir ay evvel El Aksa yakınlarında görev başında bekleyen iki polis üç arap gencin silahlı saldırısında öldürüldüler. Olay yerinde çıkan silahlı çatışmada daha sonra bu silahlı teröristler Israel Polisi tarafından ölü ele geçirildiler.

Olayın hemen ardından filistinli gençlerin silahları camiinin içinden aldıklarına dair görüntüler meydana çıktığı için polis El Aksa'nın içinde  saklanılmış başka silahlar olup olmadığını araştırmak amacıyla camiyi geçici olarak kapattı. ( sadece iki gün) . Arama ve soruşturma için.

Arapların her tür şiddet olayında kendilerine fırsat bildikleri durumlar yeniden gündeme geldi tabii. Israel'in Tapınak Tepesinde Status Quo'yu değiştirmeye  çalıştığı iddiaları, esas amacın El Aksayı yıkıp burada Yahudilere ait beklenen tapınağın inşaası gibi uydurma hikayelerle yenilenen gösteriler. ve şiddet olayları..

Tüm bu olayların ardından camiinin girişine sadece güvenliği kontrol altında tutmak için konulmak istenen özel güvenlik kapıları ise yanlız Arapları değil adeta bütün dünyayı ayağa kaldırdı.

Ne tuhaf değil mi?

Güvenliği sağlayan iki polisi sen gel camiiye soktuğun silahınla çık öldür ve sonra her tür önleme karşı dünyaları kopar.

En ilginci ise Avrupa basınında o günlerde takip ettiğim haber başlıkları ve yazılar.

Örneğin Le Monde gazetesindeki makalede sorunun temelinin Israel'in sürdürdüğü işgal olduğu üzerinde durulmuş.

1967'den bugüne süren işgal ve yapılan yeni yerleşim birimleri.

Araplardan çok Arap haklarını savunanlar.

İçlerinde yaşayan milyonlarca Müslümanın varlığı mı onları buna iten? Kendilerinden bir parça haline gelen yakın dostlukları mı? Belki bugün  kurdukları ortak kültür mü? Komşuları mı? Okul arkadaşları mı? Yoksa ticaret mi? Yaşadıkları ortak dünyada onlardan olan beklentilerinin bizden çok daha fazla oluşu mu? ya da bugün enselerinde daha da çok hissettikleri terör tehtidi mi onları bu derece Anti Israel yapıyor.

Kimse bana insan haklarından bahsetmesin...

İkiyüzlü olmanın haceti yok..

2000 yılında Ehu Barak Arafat'a Camp David zirvesinde Yerushalayım'ın statüsü dahil herşeyi masaya yatırdığında Arafat bunu barış için , kendi gelecekleri için bir fırsat olarak göreceğine elinin tersiyle tüm teklifleri reddederek Ramallaha döndüğünde II. İntifada için yeşil ışığı yakmıştı..

2000-2005 yılları arasında  1000'den fazla Israelli teröre kurban gitti. Neden? Barışa şans vermek istedikleri için. Kurulduğu günden beri savaşmaktan yoruldukları için. Artık insan gibi yaşamak istedikleri için.

Bugünlerin gelişi  barışa verilen şans ile başladı. Israel solu 90'larda Araplarla barış için masaya defalarca oturdu.

Israelin kendilerine ödün vermeye hazır olduğunu görmelerinin ardından , gözlerinde düşmanın zayıf düştüğü imajı canlanan Araplar hiç bir zaman varlığını kabul etmeye hazır olmadıkları Yahudi Devletinden sadece uluslararası cemiyetin barış karşılığı ön gördükleri toprakları değil Israel'in  tümünü istediklerini çekinmeden söylerken teröre hız verdiler. Amaçları barış değildi.

1993 Oslo Antlaması ardından otobüsler, kafeler, restoranlar her yer hedefti, her zamankinden daha fazla hedef..

Parçalanan cesetleri duvarlardan kazımak, patlayan bombalardan geriye kalan otobüs iskeletinin içinde oturduğu yerde kömür haline gelmiş insan manzaraları ve bu dehşete tanıklık eden  beyinlerden yıllarca çıkmayacak travmalar bugünlere kadar bizi taşıdı..

Batı Şeria ile Israeli ayıran Duvar bu intihar bombalarının sonuçlarından.

Ülkelerinde gerçekleşen bir iki terör eyleminin ardından Aşırı Sağ Partilere verdikleri oy oranı bir anda fırlayan Avrupa Israeli utanç duvarı örmekle suçluyor.

Israel Barış yapmalı..doğru bence de yapmalı..


Sizinle barış içinde yaşamak isteyen insanlarla yanyana daha güzel bir dünya için barış en doğrusu. Büyük emeklerle, sevgiyle büyüttüğünüz çocuklarınızı bir gün savaşta kaybetmemek için barış . Umutla dolu bir gelecek için barış.  Hayatımıza anlamsızlık yükleyen bir savaşın ardından koşmamak adına barış.

Halbuki bugüne dek Israel'in Arapların ellerine teslim  ettiği her karış toprak bugün terör yuvası.

2000'de Ehud Barak'ın boşalttığı Güney Lubanan'da Hizbullah Israel'e karşı gelecek savaşta kullanmayı planladığı  binlerce füzeyi depolamakla meşgul , 2005'te Ariel Sharon'un çıktığı Gush Katif  bugün Hamasin  terör merkezi, Mısır'la yaptığı barista Begin tarafından Enver Sedat'a geri iade edilen Sinai Yarımadası Daesh'in en büyük terör üstlerinden biri bugün.

Üç karış toprağın ne tarafına dönerseniz radikal islam karşınıza çıkıyor.

Örneğin Golan Tepeleri.. Israel için hayati bir öneme sahip olan bu tepeler 1967'den beri Israel'in kuzeyini güvence altına alan tepeler.

Batı her fırsatta bu tepelerin de Araplara geri iadesinden bahsediyor.

Bugünkü durumu şöyle bir gözden geçirecek olursak,  Israel acaba hangi Araplara geri vermeli bu tepeleri?

Hizbullah? Özgür Suriye Ordusu?  Esad?  Daesh?  Hangi radikal grubu seçmemizi isterdiniz??

1967'de alınan topraklardan çekilmek mümkündü  EĞER

Karşımızda Israel Devletinin varlığını tanıyan , barış içinde yaşamayı gerçekten isteyen , çocuklarını korumak ve eğitmek için ellerinden gelen her şeyi yapan, Israel ve Uluslararası Cemiyet tarafından  kendilerine verilen yardımları eğitim için daha iyi bir gelecek için harcayan bir toplumla yaşamak durumunda olsaydık. İşte o zaman barış için ümit beslemek mümkündü. Ve bu uğurda çok daha fazla ödün ve toprak vermek mümkündü..

Kuzey Amerika'da yaşayan milyonlarca Kızıldereli'den geriye bıraktıkları  bir avuç insanla birlikte bugün İngilizce konuşan Kuzey Amerika kıtası, Güney Amerika'da İnkalar ve Mayalar'ın topraklarına  İspanyolcayı sokanlar, Avustralya'da Yeni Zelanda'daki yerliler yerine yeni kıtalarda yeni ülkeler kuranlar, Afrika Kıtasını bugüne dek sömürenler Israel'i yayılmacılıkla suçluyor.

Bense 8 milyon nüfusuyla 1948'den bugüne var olan  ülkeme bakığımda haritada hala küçük bir kırmızı nokta görüyorum.

Batı Şeria'da yerleşen yahudilerse Israel'in merkezini koruyan etten bir duvardır.

Keşke bu yerleri gerçek bir barış uğruna verebilecek bir ayrıcalığa sahip olsaydık.

Israel'in yayılmacı denen  politikasının temeli kanımca  sadece ve sadece çevresinde güçlenen radikal akıma ve düşmana karşı Israeli dar bir koridora sıkıştıramayacak kadar tehlike altına sokacak ödünlere şimdilik hazır olmamasının bir sonucudur.

Tapınak Tepesinde gezen güvenlik güçlerine duydukları husumeti en az Araplar kadar dile getiren Batı Basınının anlamadığı şey 1967'de Yerushalayım istila edilmedi , ilk kez özgürlüğe kavuştu.

Her yıl bir kaç milyon Hıristiyan Hacının ziyaret ettiği Saint Sepulcre Kilisesine varan Via Dolorosa yolunda Yeşhu'nun ( Hz, İsa'nın) çektiği acıyı anan inananları koruyan varlıktır Israel askeri . ( Sizler ona nefretle bakmaya devam etseniz de )

Yahudi Devleti bu şehirde üç dine var olmak özgürlüğünü getirmiştir.

Yerushalayım'de, eski şehirde  El Aksanın hemen dibinde bir kilisenin çanlarını hala  çalabilmesinin tek güvencesidir bu devlet.

Radikal İslami Avrupa'da Yahudi Devletine karşı savunan liberal dünya bunu bugün görse de görmese de ..

Franz Kafka'yı, Henri Bergson'u, Sigmund Freud'u Albert Einstein'ı,  Mendelssohn'u, Baruch Spinoza'yı ve daha nice yazar, düşünür, bilim adamı ve müzik insanını  Avrupa'ya hediye eden bir cemiyete karşı durmuş toplumların bugün Israel devletine karşı katıksız düşmanlığını anlayabilmek mümkün belki de....











23 Haziran 2017 Cuma



                        APARTHEİD ÜLKENİN MUTLU AZINLIĞI


Bundan iki hafta evvel birden bire dişim ağrımaya başladı.  İki yıl evvel de aynı şey olmuştu.  Sonunda bir sorun çıkmamıştı. Yine aynı diş, bu kez daha çok ağrıyor. Bu sefer kaçış yok diye düşündüm. Mutlaka bir sorun var. Ne kadar da nefret ederim dişçiye gitmekten. Ama çaresi yok tabii..
Bir kaç günlük bekleyişin ardından mecburen Dr. Halled'in kliniğinde buldum yine kendimi.
Doktor her zamanki babacan haliyle beni karşıladı.
Yafo'nun bilinmiş ailelerinden gelen Halled  Müslüman Arap bir Israelli. Hastalarının büyük çoğunluğu ise yahudiler. Onunla tanıştığım ilk günden ona kanım ısındı çünkü hastasını rahatlatan , güven veren kişiliğinin yanında  işinin ustası bir insan.
Dişçi koltuğuna  her zamanki ürkek halimle yerleşirken bu kez başıma mutlaka bir iş çıkacağından emindim. Fakat kısa bir muhayenin ardından , Halled  " Dişlerin mükemmel, hiç bir sorun yok. Sancının sebebini bilmiyorum ama bazen insanda açıklanması güç şeyler olur ve bunlar kendiliğinden geldikleri gibi geçerler " dedi.
Dr'dan çıktığımda çok mutluydum. Üzerimden büyük bir yük kalkmış hissi vardı.
Her zamanki güneşli havanın keyfini çıkarmaya karar verdim.
En iyisi yürümekti. Genç kızlığımdan beri en sevdiğim şey olabildiğince yürümektir.
Etrafımı seyrederek, günlük yaşam içindeki insanları gözlemleyerek yolları arşınlamak en büyük zevktir benim için.
Yaşadığınız yerde bir turist gibi gezinmekte mümkün zaman zaman. Kendiniz için programlamadığınız bir zaman boşluğuna soktuğunuz bir gezi.
Soldan gitsem, Yafo'nun denize bakan ara sokaklarından direk limana yürüyebilirim.  Sağdan gidersem Yafo'nun iki ana caddesinden biri olan Yefet'e , oradan da Bit Pazarı ve eski Osmanlı saatinin olduğu meydana kadar yolumu uzatmam da mümkündü.
Yafo bana Yeruşalayım'de ( Kudüs'te )  Eski Şehir 'in bulunduğu dar sokaklarda da hissettiğim benzer duyguları yaşatır. Tipik bir Ortadoğu şehrini solumak hissidir bu.

Dr. Halled'in kliniğinin bulunduğu noktadan denize devam eden ara yollar aslında çok hoş evlerle doludur.

Bu evler son yıllarda restore edilmiş, kimileri tamamen yeni inşaatler . Yafo gittikçe daha çok değer kazanıyor. Burada ev almak herkesin harcı değil. Milyonlarca dolarlık mülklerle dolu Yafo'nun bu bölgesi.  Kimi eski evlerin de yanında çoğu yeni yapılarla dolu dar yollar masmavi denize kadar uzanıyorlar.

Şimdilik sağdan gitmeye karar verdim. Yefet caddesi tam bir Ortadoğu karmaşası örneği. Buranın esnafının büyük çoğunluğu Israelli Araplar. Yan yana dizilmiş dükkanlar tipik Arap tarzını yansıtıyorlar. Dükkanlarının önlerinde iskemlede müşteri bekleyen genç adamlar bana İstanbul'un kimi semtlerindeki dükkan sahiplerini hatırlatıyorlar .

Yafo'da yaşayan bir çok Hıristiyan Arap ta var.

Bit Pazarına vardığımda ise ortam kısmen değişiyor. Yahudiler ve Arapların karma bir ortamda çalıştıkları Bit Pazarında  kafeler , küçük lokantalar gün geçtikçe daha çok yer kaplarken son yıllarda buraları daha bir bohem tarza bürünmeye başladı.

Ivır zıvır bir  çok şeylerin satıldığı, kimi el halılarının yerlerde satışa çıktığı dar sokaktan sağa saptığımda birazdan Osmanlı saatininin bulunduğu meydana çıktım. Yine sağımda Yafo'nun en ünlü Fırını; Abulafya.

Taa 1879 yılından bugüne işleyen Fırın Israellilerin en çok rağbet ettikleri yerlerden biri Yafo'da.
Haftasonu trafik tam bu noktada kilitlenir.

Yafo'nun en tanınmış başka bir Müslüman ailesi tarafından işletilen Fırını Israel'de tanımayan yok.
Bir çok hamur işi  çeşitleri , son derece leziz Borekas'ların  tadına bakmadan geçmek imkansız.
( Borekas kelimesi Börek'ten ladinoya uyarlanarak Borekas' a dönüşmüş ve aynı bu şekilde de İbraniceye girmiş )

Hemen karşımda  Osmanlı Sultanı Abdülhamid'in tahta çıkışının 25. yılı şerefine inşaa edilmiş Saat kulesi. (1903)

Bu küçük meydanın çevresi turistik dükkanlarla, kafeler, butik oteller ve eski tas evlerle çevrili. Kıyıya doğru yürümek için karşıya geçtim.
Elimde Abulafya'dan aldığım mütevazı öğle yemeğim, peynirli sambusak var.
Daha kuzeye doğru yürürsem buradan sonrası Tel Aviv sahili..

Yafo Tel Aviv birbirine geçmiş aynı şehrin iki farklı parçası.

Bu şehir kültürel açıdansa doğu ve batının birleştiği nokta.

Yafo'nun kıyı şeridinden güneye, limana doğru ilerlemeye devam ediyorum. Birden Yafo Camii'nden imamın sesi yükseliyor. İnananlarını namaza  çağıran imamın sesi.. Bir çok erkeği camiiye doğru giderken görüyorum. Şimdi Ramazan, müslümanlar en kutsal günleri yaşıyorlar. Oruç ve namaz bugünlerde onlar için herşeyden önemli.

Ve aklıma Erdoğan geldi. Israel'de imamların  ezan çağırıları ile ilgili alınan karara tepkilerini hatırladım .

Geçen aylarda Israel Meclisinden yeni bir karar tasarısı geçirildi . Bu tasarıya göre, günün belli  saatlerinde ( Sabahın ilk saatlerinde özellikle )  hoparlörler aracılığıyla namaza çağırı yapan imamların desibel indirmeleri gerekliliği idi.

Erdoğan her zamanki gibi fırsatı kaçırmadı tabii.  Bunun İslama yapılan bir saldırı olduğunu söyleyen Kasımpaşalı tv'de yine kükredi bol bol.

Tabii her fırsatta yapılan provokasyonlar halk içinde kesin yerini buluyor.

Dünya basınında bu konu nasıl yansıtıldı takip etmedim. Tek bildiğim , kimsenin kimseden çok farklı olmadığı.

Yafo'da gezerken insanların huşu içinde sürdürdükleri günlük hayatları en belirgin hatlarıyla gözüme çarpıyor. Zaten burayı hep çok sevmişimdir. Belki de müslüman bir ülkede büyüdüğüm için , çocukluğuma ait bir çok alışılmış şeylerin buralarda bana bir çeşit nostalji yaşatmasıdır bu hislerim.

Yafo aslında tam bir kültür salatası gibi.

Bir yandan tam bir ortadoğu şehri ama diğer tarafta ise insan manzaraları çok farklı ve  çeşitli. Günlük yaşam içinde rastlanan kimi alışkanlıklar, hayat tarzı herşeyden bir tat gibi burada mevcut. Ancak Batı'da rastlayacağınız türde görüntülerle, doğunun klasik özellikleri birlikte..
Yiyecekler, kokular , mimarı yapı ve her türden insan bu düşünceleri destekliyor.

Ama önemli olan tüm bunların birbiriyle son derece büyük bir uyum içinde var olması.

Geçenlerde Colombia Üniversitesi'nde, evet hani Amerika'nın en prestijli Üniversitelerinden birinde, Amerikalı öğrencilerin Apartheid  yani Irkçı Devletlere karşıtlığın dile getirildiği özel bir günde Israel karşıtı  yaptıkları gösterileri gösterdi Israel televizyonu.

Bu insanlar Colombia Üniversitesi bahçesinde Israel'e karşı bağırıp çağırırken, Israelli bir genç onlara yaklaşıp , kendini ve Israeli açıklamak istedi. Genç kız ona bağırdı. " Git buradan katil! " diye.
Bir Amerikalı için her Israelli bir katil. Her Israel vatandaşı  Irkçı ve gözü kan bürümüş azili bir katil!

O genç bayan Israelli bir gençle iki kelime konuşmak istemeyecek kadar nefretle doluydu.
İnsanlar sadece Amerika'da değil, tüm dünyada Israel karşıtı geniş bir anti propagandanın güdümü altındalar.

Apartheid bundan çok kısa bir süre önce Güney Afrika'da Afrikalıların kendi ana kıtalarında, kendi topraklarında  beyazlar tarafından yaşadıkları insanlık dışı ayırımcılıkların bir bütünüydü.
Bu ayırımcılıklar  en temel yaşam kurallarını içine alıyordu. Güney Afrika'da beyazlar zencilere hiç bir hak tanımayacak kadar ileri götürmüşerdi barbarlıklarını. .
Beyazların olduğu hiç bir ortama ait değildi bu insanlar.
Aynı bankta yan yana oturmalarının bile yasak olduğu bir ülke tüm dünyanın gözleri önünde yerel halkı yıllarca ezdi.
1990'da zencilerin hakları için savaşan  Nelson Mandela'nın hapisten salıverilmesinin ardından. 1992'de sadece beyazların katılımına izin verilen bir referandum sonrası yıllar süren bir geçiş dönemiyle, zenci karşıtı olan yasalar adım adım kaldırıldı.

Dünya bugün bağırıyor . Israel Apartheid ! " diye..


1948'den beri savaş halinde olduğumuz tüm Araplara rağmen Israeli düşünüyorum.

Bu ülkede yaşayan müslüman arapları düşünüyorum.

Sekiz milyon nüfus ve ortalama 20.770 km karelik yüzölçümü ile Amerika'nın New Jersey Eyaleti kadar  küçük olan  bu ülkeyi düşünüyorum .

Tüm dünyanın herkesten ve  herşeyden çok sorun yaptığı İsraeli ve Arap Israel sorununu .

Arada yürümeye devam ediyorum.
Sağımda güneşin altında pırıl pırıl parlayan Akdeniz. kuzeye doğru başımı çevirince Tel Aviv'in yüksek binaları gözüme çarpıyor.
Limanda ise  Arap balıkçılar ağlarını açıyorlar, bir sonraki gün tekrar balığa çıkmak için şimdiden hazırlanıyorlar.
Bir çoklarının dudaklarının arasında sigaraları koyu bir sohbet içinder. Kimi Arap çocukları limandan denize atlıyorlar. Bir huşu var her yerde.
Bir yanımda Ha Zaken ve Ha yam... Yani " Yaşlı adam ve deniz" Yafo'nun en gözde , Tel Aviv'in yine en popüler , en büyük restoranları arasında olan Ha Zaken ve Ha Yam .. Bu restoran da bir müslüman Araba ait.  Hafta içi olduğundan sadece, tek tük turistler yemek yiyorlar. Cumartesi günleri ise  insanlar kapıda uzun kuyruklar oluşturuyor,  çeşit çeşit mezelerin tadına bakmak, taptaze balıklardan yemek için.

Hayat zannedildiğinden ne kadar farklı Israelde.

Yafo'daki Araplara sormuşlar, kurulacak Filistin Devletine gitmeyi isterler mi diye, biz burada memnunuz demişler.

Ortadoğu kan gölü , her taraf barut kokuyor, Daesh, Al Kaida, Hizbullah ve bilimum Radikal İslami örgütler birbirlerinin boğazlarını kesiyor. Binlerce,  milyonlarca müslüman öldürüldü bugüne dek.
Araplar yaşadıkları 21 ülkede teokratik monarşiler, dikta rejimleri , muz cumhuriyeti cinsten cumhuriyetlerle yönetilimeye devam ediyorlar.

İnsan haklarının sıfır olduğu Ortadoğu'da yargısız infazlar Suudi Arabistan dahil olmak üzere günlük hayatın doğal bir parçası. Mısırda sünnet edilen kız çocukları, zina yaptıkları iddiası ile kocaları tarafından öldürülen binlerce kadın Arap ülkelerinde hayatın doğal akışı içinde var olan gerçekler.
Küçücük yaşta evlendirilen , gerdek gecesinde dedeleri yaşlarında erkekler tarafından iğfal edilmeleri sonucu yaşamlarını yitiren minicik kız çocukları.
Farklı inançlara sahip oldukları, değişik mezheplerden geldikleri için kafaları kesilen, hırsızlık yaptıkları iddialarıyla elleri bileklerinden ayrılan binlerce insan..
Kocalarını izni olmadan evlerinden dışarı çıkmalarına izin verilmeyen , kısacası insanı hiç bir hakka sahip olmayan kadınlar.

Düşüncelerini yazdıkları için, rejime karşı oldukları için yargısız direk içeri atılan düşünürler ve yazarlar.

Amerika  Colombia Üniversitesi'nde bağıran genç bayan çok şey bildiğini zannediyor.

Geçen haftalarda teyzem ameliyat geçirdiği zaman Israel'in en büyük hastanelerinden birinde onu ziyaret ettim. Tam odasına bulunduğum dakikalarda hemşirelerden biri tansyonunu ölçmek için odaya girdi. İşini severek yaptığı belli, güler yüzlü , sevimli genç hemşireyle hemen oracıkta laflaştık. Genç bayan çıktığında teyzem bana; " Burada çalışan çok Arap bayan var, hepside çok candan, işlerini sonuna kadar yapan güzel insanlar " dedi. Benim de yüzüm güldü.

Aklıma bir kaç gün evvel alışveriş yaptığım dükkanda yine bir iki çift laf ettiğim  başı örtlu Arap kız geldi.

Mc Donald's ta çalışan, New Pharm'da , Super Pharm, Bezeq'te Hot ve bilimum büyük firmalarda tercih edilen elemanlar aklıma geldi... heryerde birlikte var olduğumuz dostlarımız.

Üniversitelerde birlikte eğitim aldığımız Müslüman Araplar. Yine aynı üniversitelerde Profesör olanlar.

Hastanelerde hasta olan ve yine Dr'luk mesleğini yahudi meslektaşlarıyla yapıp yahudilere şifa dağıtan Israelli ve gururlu Arap vatandaşlarımız..

Bu ülkenin ikinci resmi dilinin arapça olduğu gerçeği, telefon açtığınız her resmi dairede size cevap veren telesekreterde kayıtlı ikinci dilin arapça olduğu. Kızımın okulda iki yıl mecburi arapça öğrendiği..

Tv'deki arapça alt yazılar, arapça programlar., Arap spikerler, ..Polis teşkilatının içinde görev yapan yüksek rütbeli Arap polisler...

Israel'in sekizinci cumhurbaşkanı Moshe Katsav'i yedi yıl hapis cezasına çarptıran Yüksek Mahkeme Kurulunun yargıçlarından birinin Arap olduğunu düşündüm.

Knesset'te ( yani Israel meclisinde ) milletvekili olan ve yeri geldiğinde Israel karşıtı akımların içinde işler becerdikleri halde hala daha o çatıda görevlerini sürdümeye devam eden Arap Milletvekillerini..

Israel'i suçlayan yazarların, politikacı ve ünlülerin umurunda değildir mutlaka  Hanan Zoabi , Azmi Bishara, Ahmed Tibi gibi Israel Meclis'nde görev yapıp Radikal İslami Terör örgütlerine destek vermeye devam eden Israel düşmanı Arap Milletvekilleri.

Azmi Bishara'nın başkanı olduğu Balad Partisinin terör destekçisi olduğu gerekçesiyle bir çok ülke tarafından ilşikleri kesilen Qatar tarafından Hamas'la paralel olarak finanse edilmekte olduğunu hatırladım birden.

Birileri bir yerlerde durmadan Israel Apartheid diye bağırıyor hala. Londra sokaklarında BDS örgütünü destekleyen İngilizler , Araplara destek amaçlı gösterilerde!..

Israel'in yıkılmasını arzu edenler dolu Avrupa'da ..

Ortadoğu'da demokrasinin tek kalesini de Uygar Batı yıkmak istiyor. Ekonomik ve politik akımlar Israel'i hedef alıyor, hiç durmadan.

Bu arada, liman'da yer alan eski Yunan manastırının hemen yanındaki dar taş merdivenlerden yukarı doğru çıkmaya başladım. Yafo'nun uzun yıllar evvel restore edilmiş otantik sokakları öyle güzeller ki. El işi takılar, bir çok el sanatlarının sergilendiği, satıldığı galerilerle dolu. Tepeye doğru, balkonları Akdenize açılan evlerde kimi büyük Israelli sanatçılar oturuyor.

En yukarıya vardığımda Yafonun nadide parkı karşısına bir Fransisken Kilisesi olan St Peters'i almış.
Pazarları ülkede yaşayan Filipinli, Afrikalı ve bilimum inanalarına kapılarını açan kilise çok güzel.

Israel'de farklı dinler, inanışlar ve ırklar yasalarla koruma altında . Her din, her ırk bu ülkenin Yahudi Devleti adı altında kurulmasına rağmen yasalarla güvencesi altındadır.

Zaman zaman Israel'de çalışan Afrikalı işçilerin bayramlar, özel günler ve düğünlerde rengarenk kıyafetleriyle adeta bir panayıra çevirdikleri bu park denizden 80 m yüksiklikte. Cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar ve parkın en yüksek yerinde asılı Burçlar köprüsünde dilek tutan Çinli turistler.

Ortadoğu'da normal bir soluk alınabilen  bu yerde, Moshe, İtzik ve David'in yanında Ahmed, Mahmud,  Maryam  Suriye'den , Irak'tan, Yemen'den daha özgür yaşıyor aslında.

7500 yıldır hiç terk edilmemiş bir liman yeri olan Yafo'da insanlar sakin ve huzurlu bugün.

Israel'in yönetimi Araplara terk ettiği Gazze'de ise kendilerine seçtikleri Hamas  diğer Arap ülkelerinde devam eden zihniyetin buradaki şubesi olmaya devam ediyor.   Batı Şeria'da El Fetih'in yönetimi altında yaşayanlar kısmen daha iyi durumda olsalar da Araplar için yaşam bir çok bakımdan hep aynı.

Israele boykot çağırısı yapan Batılılar Israel'deki her nefes alan kurumu, müziği, sanatı , politikadan uzak tüm faaliyetler dahil  yaşatmamak için BDS 'si  kullanmaya kararlı. ( Bunun antisemitizmle ilgisi olmadığını söyleyen kimi Israelli solcular var hala )  Israelli sanatçıları, sporcuları , herşeyi sıfırlayarak Israelin varlığını her yönüyle yeryüzünden silmek için çalışıyorlar.

En büyük gerekçeleri ise Israel'in Apartheid olduğu.

Bu arada Daesh Suriye'de Irakın kuzeyinde ele geçirdikleri yerlerdeki Hıristiyan mezarlıklarını , kiliseleri, İsa ve Meryem Ana heykellerini kırıp yok etmeye devam ediyorlar. Kendilerinden başka tüm uygarlıklara karşı duranlar güç kazanırken Batı şimdilik işine geldiğine destek vermeye devam ediyor.

Avrupa'ya taşan radikal akımlar bile hala onları derin uykularından tam olarak uyandırmışa benzemiyor.

Israel'in hayati buluşlarını, bilgisayar ve sağlık ürünlerini boykot etmek işlerine gelmeyen iki yüzlüler kozmetik ürünlerini kullanmamak ve soda stream içmemek için süper marketlerde bağırmaya devam ediyorlar. Türkiye'de Coca Cola'yı yerlere boşaltan aptallarla Batı'daki sözde gelişmiş toplumlar arasında bazı yönlerden hiç fark yok aslında.







16 Mayıs 2017 Salı

 Örnek bir hayat hikayesi



Buzdolabımın üzerinde iliştirdiğim bazı resimler vardır. Dolabı her açıp kapattığımda gözümüzün önünde olan o mıknatıslı  resimlerden hani. Kızımın, oğlumun küçüklüklerinden  bir iki fotoğraf ve kimi hatırlanması gereken önemli notlarla birlikte. Ve tüm bunların ortasında  ayrıca bir resim daha durur. Yıllardır aynı noktadan bizi gözler. Gri kısa saçları ve gülen gözleriyle  her ona  bakışımda adeta sizi hiç bırakmadım ben buradayım diyen kayınvalidemin resmi hep aynı yerde durur.

Ölmeden bir kaç yıl evvel bizimle birlikte geçirdiği güzel bir yaz gününde çekilmiş, hala keyifle gülebildiği zamanlardan kalmış bir anı. O gün bizimle havuza gelmişti. Çocuklar havuzda oynarken o gölgede serinlemiş, bizimle birlikte olmaktan gayet memnun bir gün geçirmişti.

Kişiliği son derece güçlü, muhafazakar olduğu kadar insan sevgisiyle dolu, karşısındaki her ki
şide saygı hissi uyandıran, şanssız bir çocukluktan zorlu  geçen gençlik yıllarının ardından  hiçten varettiği kocaman ailesinin ana direği olan bu kadını anmadığım gün yoktur diyebilirim.

Aslında  kayınvalide ve gelin ilişkileri fıkralara konu olmuş en çetrefilli en zor insan ilişkilerinin başında gelir. Kayınvalide olmak zor iştir denir.  Gelin olmak ta keza.

Genç bir adamı annesinin yıllar süren mülkiyetinden alan,  adeta bir imparatorun yeni kraliçesi konumuna gelen yabancı bir kadındır gelin  kayınvalide için.  Genç kadın içinse ortak bir yaşamı paylaştığı eşinin üzerinde üçüncü bir şahsın bir gölge gibi yaşayan varlığıdır kayınvalide.

Fakat bütün bu tanımlamalar tüm gelin ve kayınvalideleri kapsamıyor mutlaka.

Bugüne dek sevgiyle hatırladığım, yüreğimde sıcacık hislerle ayrıldığım bir insandır kayınvalidem, bayan Lea ....

Hayatımda  gidişiyle  arkasında büyük bir boşluk yaratan şahıslardan bir tanesidir.
Tanıdığım zaman 80 yaşında olan kayınvalidem aslında benim için bir bakıma bir büyükanne gibiydi.
Nesil ve kültür farkı bu durumda daha çok kendini belli etse de sevgi ve saygıyla yaklaştığınız her insanla ilişkilerinizi sağlıklı olarak geliştirmek  mümkün . İyi niyet ve karşılıklı olumlu hisler oldukça aşılamayacak sorun yoktur çoğu zaman.

Onun bende yarattığı boşluk, 80'lerinde  bir insandan aldığım uzun hayat derslerinin bana öğrettikleriydi 
Beni her dinleyişinde  ağzından çıkan öğütlerinde bana uzattığı anahtardı. Bu anahtar her fırsatta tekrarladığı bir sözün altında yatan fikir, bazen  uzun söylevlerin yerini alan  bir deyim ve her kelimede yaşanmış tecrübelerdi. Kulağımdan gitmeyen sesi ve tembihleri.  Kimi şartlarda, bazı zor anlarda, sabır gereken durumlarda nasıl davranmam gerektiği, nasıl tepki vermemin en doğrusu olduğunu öğreten tavsiyeleri.

Eşime onu yeni tanıdığım günlerde kaç kardeş olduklarını sorduğumda ne kadar şaşırmıştım yedi kardeşi olduğunu duyduğumda. Kendisi burada doğmuş olmakla birlikte ailesinin 1948'de İzmir'den Israel'e göç ettiklerini biliyordum. Ve Türk kökenli ailelerin bu kadar çok çocuk sahibi olduğunu hiç duymamıştım o güne dek. En azından kendi neslim için bu böyleydi. Annemin jenerasyonunda çoğu aileler en az beş altı kardeştiler fakat bize gelindiğinde Türkiye'de kalan cemiyet artık ya tek ya da iki çocuklu ailelerdi. Üç kardeş olan bir arkadaşımı çok çocuklu aile olarak nitelerdim kafamda hep :) .

Israel'i ve buradaki hayat görüşünü, dindar aileleri daha pek tanımıyordum.  Eşimle olan ilişkimi evlilikle tamamlamaya karar verdiğim gün ailesini tanımamın zamanı da gelmişti. İlk kez bu kocaman ailenin içine girdiğim gün gerçekten şaşırmıştım.  Benim alıştığım çekirdek aile ya da birinci derece kuzenlerle birlikte bayramlarda biraraya geldiğim geniş ailem çok küçük sayılırdı. Ya da bu şekliyle bana göre çok normatif bir aileydi.

Onun ailesini tanıdığım gün, tüm kardeşleri yeğenleri ve onların çocukları özel bir gün için biraradaydılar. Bu insanların hepsinin aynı ailenin bireyleri olduklarını düşünmek delilikti benim için.
O gün benim gözümde  karşımda gördüğüm insan grubu bir kabile topluluğu kadar genişti.  Ve bu güler yüzlü kabile bireyleri bana ilk günden kucak açmış  kendilerinden biri gibi davranmışlardı.
Belki de böyle büyük ailelerin kendilerine özgü sıcaklığıydı bu.

O günün ardından eşime sekiz kardeşle yaşamın nasıl bir şey olduğu üzerine bir sürü soru sorup durdum çünkü ben tek kardeşe sahipken  hayatımın uzun dönemleri ondan ayrı geçmişti.  Sonuçta ben çok daha yanlız bir yaşama alışıktım.

Bayan Lea'yı ilk tanıdığım gün salonda kendine ait koltuğunda otururken ki o vakur  halini hiç unutamam.  Duruşunda, konuşmasında ve her hareketinde şahsiyetini güçlü kişiliğini ortaya koyan kadın bana  karş
ı çok saygılıydı. Bu durum onu tanıdığım ilk günden bize veda ettiği ana kadar değişmedi.

Yıllarca aynı saygı ve mesafeyle koruduğum olumlu ilişkimiz bana  bir çok şeyler öğretti. Onunla olan iletişimimizden bana kalan  en önemli hayat dersi eğitimin  veremeyeceği kimi insanı değerler başta olmak üzere yaşam boyu kişinin  her insandan öğrenebileceği bir şeyler olduğudur.

Her cuma akşamı Şabat yemeklerinde biraraya  geldiğimiz kayınvalidem çocukluğunu, genç kızlığında yaşadığı tüm zorlukları bana yıllarca durmadan, defalarca anlatmıştı.  Benim hayatımdan o kadar farklıydı ki onun yaşadıkları.

1918 yılında,  1. Dünya Savaşının İzmir'inde dünyaya gelen bu kadın savaşın olası tüm çirkin taraflarına, tüm zorluklarına tanık olmuştu. Savaşın getirdiği yokluk, karışıklık ve azınlıklara olan hınç ve daha bir çok şey bu hayatın içindeydi.1922'de İzmir'in Rumlardan temizlenişi esnasında şehrin ateşe verilişi, yanan mahalleler hep zihnindeydi.

Bazı şeyleri tekrar tekrar anlatmıştı bana.  Dört yaşındaki küçük kızın tanık olduğu atlı arabalarda taşınan yanmış cesetler de buna dahildi.  1941 yılına kadar iyi kötü götürdükleri mütevazı yaşamları önce annesinin göğüs kanserinden ölüşüyle ters düz olmuş. Kendinden altı yaş küçük kız kardeşi ve babasıyla yanlız kalan 13 ya
şındaki Lea okul yerine dikiş atölyesinin yolunu tutmuştu. Kendisi okula gidemese de kardeşinin eğitimiyle yakından ilgilenmeye devam etmiş, hatta ona  özel dersler bile aldırtmıştı.

O yıllarda küçücük bir çocuğun evini çekip çevirmek zorunda kalması, kendisinden altı yaş küçük olan kardeşine annelik görevini üstlenmesi ender rastlanır bir durum değildi. Hele Türkiye'de !
O dönemin şartları insanları çok kez çocuk yaştan hayat mücadelesi içine itebiliyordu.

1942 yılı ise Türkiye'deki azınlıklar için tarihte yaşanmış en büyük darbelerden birini getirmişti.
Savaşın devletin üzerinden yükünü kaldırmak için hükümetin ön gördüğü vergilendirme sonuçta azınlıkları hedef almıştı.  Bir anda herşeyleri ellerinden alınan insanlar büyük bir yokluk içine düşürülmüşlerdi. Tüm varlıklarına el konulduğu gibi Aşkale'de taş kırmaya giden erkeklerden geri dönemeyenler çok olmuştu.

Varlık vergisinde babasının dükkanını ellerinden almalarının ardından bir cuma günü evlerine kadar gelerek, yatakları ve yemek masaları dahil evlerini de boşaltmışlardı.  Tüm bu olayların ardından 1948'de Israel Devletinin kurulmasıyla birlikte özellikle İzmir'deki yahudi nüfusunun çoğu olmak üzere Türk yahudileri beş yüz yıla yakın yaşadıkları toprakları bırakıp yeniden yola çıkmışlardı.

Mavna tipi bir gemide 12 gün süren seyirlerinin ardından vardıkları Haifa limanında demirleyen göçmenler arasında bulunan Lea ve İşayahu Galanti de yanlarında iki küçük çocukla vardıkları çöllerde kendilerine bir buçuk odalı küçücük bir bahçesi olan derme çatma bir evde sıcak bir yuva bulmuşlardı.

Sıfırdan başlayacak yepyeni bir hayata merhabaydı bu.

Israel Devletinin kurulmasının ardından Kuzey Afrika ülkelerinden kovulanlar,  Soykırımdan kurtulmayı başaran  Doğu Avrupa Yahudileri, Türkler ve Bulgarlarla birlikte eniden başlayan bir hayat.

Yafonun göbeğinde, beyaz badanalı, müstakil, tek odalı evlerde yan yana gelen yahudiler ve araplar. Farklı yerlerden getirdikleri alışkanlıkları, gelenekleri, dilleri, her birinin kendine özgü yemekleriyle... kısaca  farklı kültürlerin biraraya getirdiği komşulardan meydana gelen mahallelerle gelişen büyüyen bir şehir, bir ülke..

Bir an kendimi düşünüyorum birden , kendi geçmişimi, çocukluğumu, geride bıraktığım, ülkeyi, cemaatimi , değerlerimizi, değersizliklerimizi..

Bugün 80 milyona ulaşan kocaman bir ülkede barınan küçücük bir cemaatin içinde büyüdüm. Tıkış tıkış mahallelerde, milyonların yaşadığı bir şehirde aynı apartmanda  komşumu tanımadan, en yakınımdaki insanların kimler olduklarını bilmeden yetiştim.

Israel'de Bayan Lea'nın yarım asır evvel yetiştirdiği sekiz çocuğu,  Yafo'da o mütevazı ortamda büyüyen Israel cocuklarıyla benim İstanbul'umda kendi küçük yahudi çevremde yetiştiğim ortamı karşılaştırdım.
Bundan bir kaç ay evvel her Tu Bishvat geleneksel aile buluşmasında her zamanki gibi şöyle bir köşeden onlara bakmıştım, eşimin en büyük ağbisinden en küçük nesil çocuğa kadar onları gözlemlemiştim.

Nasıl da güler yüzlü,  hoşgörülü, karşılarındaki insana özel alanına girmeden gösterdikleri sıcaklık  ve kişiyi her haliyle kabul edip kucaklayan insanlardi bunlar. Kariyerleri, her birinin kendi çekirdek ailesi, bir sonraki nesle vermeyi başardıkları tüm güzelliklerle sahip oldukları en önemli şeyi düşündüm,           " Huzur!!"

Bu insanları bir kadın öyle değerlerle büyütebilmişti ki, bu değerlerin başında, aile sevgisi, dayanışma ve elindekiyle mutlu olabilmek vardı.

O yıllarda yaşadıkları köy havası ortamında iç içe büyüdükleri tüm diğer insanlarla  birlikte sahip oldukları bütünlük ve beraberlik, iç içe yaşayan komşularla, teklifsiz yaşamları içinde kurulmuş içten ilişkilerin yanında disiplini ön planda tutan kuvvetli bir annenin hiç bir doğrudan ödün vermeyen ilgisi ve sevgisiyle ortaya çıkan bir  mükafattı bu,  huzuru ve güveni bütün insanlar yetiştirmek.

Benim büyüdüğüm çevredeyse yaşanan ve yaşatılan en belirgin his, insanlara,  topluma güvenmemekti. Bu açıkça söylenen değil ama hissedilen bir şeydi. Cemiyetim içinde her adımda bir kendini kanıtlama savaşı vardı. Kişiliğinizi, maddi gücünüzü, manevi kuvvetinizi, aklınızı her yönünüzle bir kendinizi ispat savaşıydı bu.

Tüm toplumlarda bu böyle değilmidir diye soranlara benim cevabım azınlık toplumunda , küçük bir cemiyette bu daha belirgindir. Ya da en azından Türkiye'de  bu çok daha güçlü bir duyguydu .

Siz siz değil, toplumun sizden beklediği neyse siz oydunuz. Ya da o olmak zorundaydınız. Farklılıkları içinde barındıramayan bu kişilerin belirlediği yeni hedefler vardır hep ve siz bu hedeflere ulaşmak için savaş vermek zorundasınızdır sürekli.

Mutluluğunuzun hiç bir önemi yoktur aslında. Kendiniz bile mutluluğunuz ya da huzurunuz yerine belirlenen kriterler için verdiğiniz mücadeleyi ön plana koyarsınız farkında olarak ya da olmayarak.. Böylece toplumun tümü  bir tiyatronun süslü kuklaları haline gelir.

Ben bu tiyatrodan hiç bir zaman hoşlanmamıştım ve kendimi bu yapmacık hayata hiç bir zaman ait hissetmemiştim.

Kendi çocuklarım için  bugün koyduğum en büyük hedefim ise  her annenin, her babanın çocukları için en çok dilediği şeylerin başında gelen  başarılı insanlar olmalarından çok daha önce,  hayata gülümseyen kendilerini oldukları gibi sevebilen, kendileriyle barışık bireyler olmaları. Yani kısaca mutlu olmalarıdır. Ve kendileri için  alacakları tüm kararları kendi özgür seçimleriyle sadece kendileri vermeleridir.

Rahmetli kayınvalidemden bana yadigar kalan hayat felsefesi, hiç unutmadığım şey çocuklarimi büyütürken sükunetin anahtar bir  kelime olduğunu her koşulda hatirlamam gerektiğidir.

Ve tüm bunların yanında ki  hedef  aile değerlerinin kaybolmaması ve bizi biz olarak tutmaya devam eden kesin kuralların hiç bir zaman sekteye uğramaması için gereken  otoriteyi onlarla olan arkadaşça ilişkime ve gülücüklerle bezenen ortama rağmen korumaya devam etmektir.

Kanaatimce kayınvalidemin  başarısındaki gerçek anahtar buydu.

14 Mart 2017 Salı


                                                         VATAN



Geçenlerde Facebook'tan bir arkadaşım bana sordu; " Türkiye'ye hiç gelmiyormusun? Buraları hiç özlemedin mi? "
Bu soru karşısında birden Türkiye'ye son ziyaretimden bu yana tam on yıl geçtiğini hatırladım. Ne kadar da uzun bir süre geçmiş. İnanamadım.
Arkadaşım, " Vatanını hiç göresin gelmiyor mu? " diye devam etti sorularına..
Türkiye? Vatan???
Bu çok anlamlı bir soru.
Kendi şahsi açımdan baktığımda içinde çok şeyler ifade eden, bende karmakarışık duygular uyandıran bir soru.
Öncelikle vatan nedir?   Bence vatan kendini ait hissettiğin topraklardır. Sadece doğup büyüdüğün yer olmasının dışında şeyler vardır vatanım dediğin topraklar için yüreğinde. Bu bir çeşit aşk gibidir. Sizin ona ait olduğunuz kadar onun size verdikleridir vatan. Sizi kendinden kabul eden topraklardır vatan toprakları. Sizi başkalaştırmayan.. Kendinizi evinizde hissettiren,  koruyan ve gözeten bir eldir vatan.
Zaman zaman internette İstanbul Turistik Kameraları diye ararım google'dan  . İstanbul'un değişik mekanlarını kameralardan izlerim. Sanırım bunun adı özlemdir. Geçmişiniz, eskilerde bıraktığınız bir şehri ve hatıralarınızı aramak istersiniz birden, işte benim yaptığım da bu..
En çok İstiklal caddesi kameralarına  girerim. Orada o an yürüyen ınsanları izlerim. Böylesi kalabalık bir şehri geride bıraktığım yirmi yılda İstanbul nüfusuna  ne kadar daha insan eklendiğini gözlemlerim bir kez daha.
Kameranın hemen karşısına düşen duvarın dibindeki seyyar simitçiye, kestaneci ya da mısırcıya, hani mevsimine göre bir şeyler satan seyyar satıcılar var ya , işte  en çok o satıcılara gözüm takılır.
Sainte-Pulcherie zamanlarından üniversite yıllarına dek uzun bir dönem o mekanlar benim en çok bulunduğum yerlerdi.
Ders araları, okul çıkışları , her fırsatta arşınladığım Daha o zamanlarda bile içimde hep tuhaf bir nostalji hissetirirdi bu karanlık cadde bana . O eski  evleri, sinemaları, restoranları, gece kulüpleri,  kiliseleri ve kitapçılarıyla çok farklı bir ortamı yaşatırdı bana bu cadde.. Dolu dolu yaşayan , her noktası sizi ayrı bir zamana taşıyan, her kesimden, her dinden ve her ülkeden insanların kendilerini kaptırdığı bir sel gibiydi  tarihi İstiklal caddesi.
Çok kez tek başıma da gezsem bu mekanları paylaştığım farklı dönemlerden okul  arkadaşlarım ise bu yerlere  ayrı bir anlam katan insanlardı benim için.
Çok sevdiğim, saydığım ve hep gülümseyerek andığım güzel arkadaşlarım..

Fakat senelerden sonra bugün geçmişimdeki tüm olumlu hislerime rağmen o çocukluk ve gençlik yıllarımdaki  insanlar içinden kimilerini  bilmediğim, daha önce görmediğim yönleriyle tanımak anlamak fırsatı buldum sanal dünya yoluyla. İçlerinden bazıları bana bir anda sırtlarını dönüverdiler bu sanal ortamda.

Facebook sayesinde ulaştığım, konuştuğum ve yazıştığım eski simalar bana Israel'e gelişimi ve Türkiye'yi bırakma sebeplerimi en keskin şekliyle yeniden hatırlatırlarken, gerçek anlamda bir vatan olgusunun benim için ne demek olduğunu tekrardan düşündürdü yıllardan sonra ve sonuç olarak doğduğum ve büyüdüğüm topraklara neden hiç bir zaman ait olmadığımı  anlamamı sağladılar bir kez daha.

On yargılarıyla, kendi insanı zaaflarıyla şekillenen ayırımcı ve hısmi taraflarıyla gerçek yüzlerini keşfettiğim kimi arkadaşlar beni Türkiye'nin o sevmediğim yönüyle tekrardan yüz yüze getirdi.

Ben bunları yaşarken   bir diğerleri Facebook'ta  " Türkiye benim vatanım dedi " bana.

Bu duygularımın nefretle hiç ilgisi yok. Hislerim sadece  yabancılık duygusuyla büyüdüğüm bu ülkeye karşı içimde duyduğum tepkidir, nefret değil. Özlem se , belli yönleriyle her zaman içimde  mevcut ..

Aslında bu tepki çocukluğumdan beri varolan , içimde hep yaşayan  bir çekingeydi  . Yaşadığım ülke insanına karşı yeterince rahat olamamak duygusu, bir kaçınma, bir mesafe ve tam olarak onlardan  biri olamamak. Sebepleri mi? Sebepleri  geçmişte yaşanmış şeylerdi çoğu kez..

Bir çok yaşananlar sa benden bile eskiydiler.

6-7 Eylül olayları, vatandaş türkçe konuş politikaları, İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı yıllarında artan antisemitizm ve bütün bunların benden önceki nesle yaşattıklarıydı taa bize gelene dek devam eden o duygu.

Evet ailem bir çok şeyden çekinirdi ve her zaman bir çok konuda uyarılırdım onlar tarafından. Sakın öyle söyleme , böyle sakın konuşma gibi şeyler. Çünkü onlar çocukluklarında bir çok olaylar yaşamışlardı ve bu yaşanmışların getirdiği bir korku ve tedirgin bir duruş hep vardı .
.
Annem gittiği 39. İlkokulda çocuklardan çok hakaret görmüş ve dayak yemişti.

Ben se şahsıma okul yıllarımda çok iyi arkadaşlara sahip oldum. Onların arasından hiç biri bana en küçük bir yanlış davranışta bulunmadı. O zamanlar aramızda gerçek bir sevgi ve dostluk vardı.
Sorun kişisel arkadaşlıklarımda değildi .

Sorun toplumun genelindeydi..

Arkadaşınız olmayan diğerlerindeydi sorun. Bazen bir komşu,  bazen bir devlet dairesindeki memurun davranışıydı size . Tv'deki program sunucusunun ağzından çıkan sözdeydi sorun...
Kitaplarda anlatılan hikayelerde,  yazılan çizilen gazete yazılarında, filmlerdeki tiplemelerdeydi sorun ve on yargı ve olumsuz fikirler yüklenen beyinlerdeydi sorun..

Türkiye'deki insanın zihnindeki Yahudi  ne kadar da  sevimsizdi.

İnsanları aralarında duyardınız konuşurlarken, Yahudi sıfatı olumlu şeyleri çağrıştırmazdı toplumda.
Yani şahsınıza bir şey yapılmasına pek gerek yoktu aslında .
Sevilmeyen bir toplum olduğunuzu hatırlatan yeterince şeyler vardı.

Annem çocukluğunda yaşadıklarını bana  anlatıp durmuştu. Okul yolunda midesine tekmeler atan çocukları.. " Pis Yahudi !  diye sık sık çağrılışını. Bu onu yeterinden fazla incitmişti. Atılan tekmelerin acısından çok yapılan hakaretler daha da çok yer etmişti zihninde. O yaşadıklarını hiç unutamadı.

Bugün bana çıkıp Cumhuriyetçi, laik,  modern Türkler bizler de bugün rahat değiliz, bizler de zorluklar yaşıyoruz. Kendi toplumumuz içinde güvende değiliz . Kendi içimizde yaşayan yabancılarız çünkü iktidardaki partiye karşıyız diyorlar.

Ve sanki tüm sorun Türkiye'deki şeriatçı kitle ile alakalı imiş gibi konuşan çok insan var.

Ben kendimi bir Türk gibi hissedemediysem bunun sorumlusu Şeriatçılar değil Laik Cumhuriyetçilerdi.

İlk zamanlar Facebook'ta  bir çok arkadaşımı bulmuştum. Ve her bulduğum kişi benim için bir mutluluktu.

Ancak,  Facebook'ta zaman zaman yazdığım kimi politik görüşlerimin, Israel'de yaşıyor olmam gerçeğinin, son yıllarda Israel Filistin sorunun getirdiği  büyük on yargıların  kişisel ilişkilerimi  bu derece etkileyeceğini tahayyül bile edemezdim.

Kısa bir zaman önce Üniversite yıllarımdan çok sempati duyduğum bir arkadaşımı bir süredir Facebook'ta görmediğimi farkettim. Sık rastladığım, selfie'leri, paylaşımları kaybolmuştu.
İsmini yazdım, yoktu. Onu buldum ama artık listesinde değildim.

Halbuki aramızda hiç bir şey geçmedi. Hatırladığım son kişisel yazışmamızda , İstanbul'a gittiğimde mutlaka görüşeceğimizi söylemiş olduğumuzdu.

Son bir kaç yılda nice okul arkadaşlarım beni bu şekilde hayal kırıklığına uğrattı. Nice okul arkadaşım Israel hakkında olumlu fikirler paylaştığım, Israel'i savunduğum için beni listelerinden çıkardılar. Onların kafalarındaki şeytanı savunmam. Çocukluklarından beri yüklenmiş kötü bir modelin arkasında çıkmam onları rahatsız etti.

Ortaokul yıllarından en iyi arkadaşlarımdan  bir tanesi ise II. Dünya Savaşında Yahudilerin yok edilmesinden en ufak bir esef duymadığını açıkça lanse ettiği için listemden  onu ben bizzat kendim çıkardım.

Yine  diğer bir lise arkadaşım  sayfasında Arap ülkelerinin kapılarını çalan şeytanın üzerinde  Davudun Yıldızı olan bir karikatür paylaşmıştı bundan aylar önce. Ona paylaştığı karikatürün yeterinden fazla antisemit olduğunu özelinden yazdığımda bana cevap vermeyi bile fazla gördü.

Hele Sainte-Pulcherie sıralarında daha mini mini çocuklar iken  birlikte basket topu elimizden düşmeyen bir arkadaşımı seneler sonra Facebook'ta arkadaşımın sayfasında gördüğümde, ne de sevinmiştim. Ona aynı sevinçle , özelinden nasılsın? ne yaptın bunca senedir? seni bulduğuma çok sevindim dediğimde onun bana ilk tepkisi :

" Senin orada ne işin var kızım ??! " olmuştu. O an benim bütün olumlu duygularım bir anda silinmişti. Çünkü karşımdaki arkadaşımın tüm önyargılarının devreye girdiğini hissetmiştim bir anda.
O andan sonra benimle araya koyduğu mesafeyi hep hissettim. Artık bu insan çocukluğumda tanıdığım, beni seven  ve sayan arkadaşım değildi. Diğer sıra arkadaşlarımla içten yazışmalarına bakıyordum , bana hiç bulaşmamaya gayret ediyor, yazdıklarıma bir tepki vermiyor, paylaştıklarıma yorum yapmıyordu. Bir gün Israel karşıtı bir paylaşımı sayfasında görene dek ona bir şey demedim. O gün onu sessizce sildim. Bana nedenini hiç sormadı bile.

Başka bir arkadaşımsa benimle Israel hakkındaki düşüncelerini hep açıkça paylaştı.

Onunla demokratik bir dostluğu sürdürmeyi  uygun gördüm. En azından beni kişisel; olarak sevdiğini düşündüğüm için ona yanlış bildiği şeyleri öğretmek için arkadaşlığımı sürdürmek istedim hep.

Bugüne dek bunu başardığımı zannetmiyorum.

Tam dedikleri gibi önyargıları parçalamak  atomu parçalamaktan daha zor.

Zaten Türk toplumunun en büyük sorunu  genel olarak kendinden başkalarını sevmekte zorlanmasıdır.

Türk toplumu Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren azınlıklarla çok sancılı yıllar geçirmiştir. Bunlar hiç bir zaman okullarda okutulmamış ve ders kitaplarında yazılıp çizilmemiş olsalar da.

Kürtler, Rumlar, Süryaniler, Ermeniler ve Aleviler , bu azınlıkların hiç biri Yahudilerden daha şen daha rahat olmadılar. Daha çok sevilmediler..

Demokrasi sözde hep vardı ama hakkını savunmak hep zordu. Doğruları söylemek, Aşkaleye taş kırmaya giden neslin yaşadıklarını konuşmak ise mümkün değildi..

İnsanların ellerinden alınmışları konuşmak sa kimin haddineydi..

Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyete dört elle sarılan Türk insanına büyük saygı duymakla birlikte. Bence Türkiye'nin bugünlere gelmesinin sebepleri demokrasinin hiç bir zaman gerçek anlamda oturtulmamış olmasıydı..

Laikliğin ve Türklüğün katı temeller üzerinde durması büyük sorundu. Demokrasi olan bir ülkede din özgürlüğü olması gerektiği gibi , başını örtmek isteyen insanlara bu  özgürlüğü tanımak ta bir ödev olmalıydı. Laiklik aslında budur. Laiklik demokratik düşüncenin bir parçasıysa eğer..

Bugün yavaş yavaş yerleştirilmek istenen İlahi düzen ne kadar yanlışsa Atatürk'ü eleştirmekten çekinen ve onu da  İlahlaştıran düzen de o kadar yanlıştı.

Atatürk'e minnetar olmak onu illahlaştırmak olmamalıydı.

Bu ülke insanı yeterince demokrat olabilmiş olsaydı içindeki azınlıkları bugüne dek korumuş olurdu..

Cumhuriyet öncesi Yahudiler, Ermeniler, Rumlar ve Süryaniler nerede bugün?

Bu insanlar nereye gitti?

Bu soruyu bugüne dek kaç kişi merak etti?

Sanırım sadece haftasonu en pahalı restoranda en güzel şarabi içmekle , Fransız mutafığını tanımakla, en son filmi sinemada izlemiş olmakla medeni olunmuyor. Demokrat sa hiç ama hiç olunmuyor.

Beni en son listesinden sessizce sepetleyen, ve ona  beni listenden neden çıkardığını öğerebilirmiyim soruma cevap vermeyi fazla gören arkadaşım görünürde çok medeni bir insan.

Sarışın mavi gözlü olan bu arkadaşım büyük ihtimalle Balkan göçmeni bir ailenin kızı.
Dış görünümu hoş, ilk bakışta tamamen Batılı bir imaj uyandıran çekici bir bayan.
Yabancı müzik seviyor, çok güzel giyiniyor. Her açıdan ilk intiba olarak medeni standartlar yansıtan biri. . Geçen yaz uzakdoğudan resimler paylaşmıştı.. Yani gezen gören ve ona göre bakış açısını genişletmiş olması beklenen bir insan.

İşte bazen sorun burada olabiliyor, bazen ve çok zaman Türkiye'de bir çok şey şekilde kalabiliyor.

O ve onun gibiler medeniyeti yaşam standartlarındaki noktada görüyor ama medeni olmanın belki de onun gibilerinin işlerine pek gelmeyen çok farklı standartları daha var.

Demokrasiyi gerçek anlamda  içine sindirmiş olmak gibi.

Ama hiç demokrat olamamış bir toplumdan bunu beklemek ne derece mümkün?

Kendinden  farklı olabileni kabul edebilmek gibi. Başka düşüncelere değer verebilmek gibi. Onunla birlikte yaşayabilmek, kendin gibi olmayanı sevebilmek gibi.

Bir fikir mozayiğini yaşatabilmek, farklı kültürlere kendi içinizde yer verebilmek gibi.

Kanatımce  " Ne mutlu Türküm diyene" diyerek...

" Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur" andıyla sanıyorum ancak bu kadarı mümkündü..

Vatan toprağı ise,  ne mutlu ki vatandaşınım diyebilen her canlı için bir yuvadır..




Batya R. Galanti





































  Vahid Beheshti @Vahid_Beheshti In spite of all the propaganda by the regime of the Islamic Republic, the people of Iran continue to risk t...