22 Eylül 2016 Perşembe



                           ALTIN KUBBELİ ŞEHİR



Arabayla Yehuda Dağlarını aştık, Rishon Le Tzion'dan  bir numaralı yoldan Yerushalayim'e ( Kudüs'e ) , dünyanın en eski şehirlerinden birine doğru ilerliyoruz.  Yol inişli ve çıkışlı olmakla beraber bizi Akdenizin düz ovalarından Yehuda dağlarının çevrelediği yüksek tepelere taşıyor her kilometrede biraz daha..

İşte bu tepelerden biri olan Ein Karem'de kurulmuş Hadassah Hastanesine doğru yola çıkarken babam aklıma geldi. Nasıl da zorla götürürdük onu doktoruna.. Öyle büyük korkusu vardı ki doktora gideceğine ölmeyi tercih edebilirdi..

                                                                        Yeruşalayim Tepeleri 

Arabada dinlediğim çoğu soft pop olan şarkılar beni her an farklı farklı dünyalara götürürken gözüm sağ tarafta bodur ağaçlarla kaplı tepelere takılıyor. Yıllar evveline gittim bir anda 1990'larda annemi zaman zaman Hadassah'daki doktoruna götürdüğüm günleri hatırladım.

Bundan neredeyse kırk yıl evvel ona gözlerini yeniden bağışlayan ve onun için çok saygı ve sevgi duyduğu, son derece güvendiği Prof. Saul Marin ( Z"L) 'e birlikte gittiğimiz bir gün aklıma geldi.  O gün otobüsle buralardan geçtiğimizde dağlar kimi yerlerde yemyeşil kimi yerlerde sıra sıra  çorak terasalardan oluşuyordu.. O zamanlardan ağaçlandırılmaya çalışılan bu yerlerde bugün küçük ağaçlar bitmiş, her yer yeşil olmuş. Aynı gün otobüse yanlış istikametten binip bir de Ein Karem yerine Doğu Kudüsün Arapların bulunduğu en son durağına vardığımızda,  İntifada yıllarından çok geçmediğimiz o zamanlarda kendimi bir anda herkesin kefiyeyle olduğu bir yerde bulunca baya tedirgin olmuştum.  Mecburen aynı otobüsle şehrin tekrar öbür ucuna seyahat etmiştik..

Yeruşalayim'e girmeden sağdan Hadassah istikametine doğru yeni bir yola girdik..Her tarafı çiçeklerle bezenmiş bu yerlerden aşağılara sonra tekrar yukarı ve bu şekilde dolanbaçlı tepeleri aşarak hastaneye doğru yol aldık..

Ein Karem tarihi bronz çağlarına kadar inen ve Tanah'ta  Beit Ha Karem olarak adı geçen çok eski bir yerleşim yeri . Tepeleri aşarken her iki tarafta üç dine ait yapılar bulmak mümkün.
Burası ayrıca Hıristiyanlar için önemli hac noktalarından bir tanesi.  İsa'yı vaftiz eden Yahya ( Yohannan )  Ein Karem'de doğmuş.. Ayrıca eski çağlardan kalma bir mikveh ( yahudi banyosu ) da var bu çevrede. Sağ taraftaki  Arap köyüne baktım. Minareleriyle  göze çarpan camiye.  Bu güneşli günde bu Arap köyü nasıl da huzuru yansıtıyor.. Bir anda Ortadoğu'da olduğumuzu hatırladım.. Ortadoğudaki kan gölünün ortasında bir ülke; kuş sesleri, yemyeşil dağların ortasında huzurla bana bakan bir arap köyü...

                                                         Hadassah Ein Karem Hastanesi 

Dünyanın Israel'e karşı duruşu aklıma geldi.. Yerushalayım Israel'e ait değil diyorlar . Haklılar burası sadece bize ait değil çünkü burada herkes yaşıyor.. Huzurla...
Ortadoğu'da kanın ve barut kokusunun ortasında istikrarın beşiği Israel'de , Yerusahalyim'deki bu köy bana gülümseyerek göz kırpıyor bir anda.

Sol taraftaysa pırıl pırıl parlayan altın kubbeleriyle güzeller güzeli bir Rus Manastırı ağaçların arasından bir mücevher gibi çıkmış adeta..

                                                     Yeruşalayim'deki Rus Ortodoks Kilisesi 

Bu arada hastanenin park yerine girdiğimizi fark ettim.. Hadassah Hastanesinin kocaman kompleksine doğru yürürken karşıma ilk çıkan insanlar Haredim 'ler ( Dindar Yahudiler ) ve Araplar... İnsan Tel Aviv ve çevresinde yaşarken kendini dünyanın herhangi bir modern şehrinde hisseder, Ortadoğuda denizin , güneşin ve liberalizm'in merkezidir buraları.. Tel Aviv'den  yarım saatlik bir mesafedeki bu kutsal şehire vardığınızdaysa bir anda kendinizi bambaşka bir ortamda buluverirsiniz. Dinlerin beşiği bu kutsal şehirse  her yönüyle tutuculuğun ve tarihin, üç ayrı din ve kültürün bir mozaik bir bütün olarak yansıdığı çok farklı bir havaya taşıyıverir sizi..  Yerushalayım'ın kalkerli taşlarından yapılı evlerinden çıkan çoğu insan ya 19. yüzyıl Polonyasının formasını üzerinden atamamış  Yahudiler ya da Yahudilerle içiçe yaşayan ve bu şehrin vazgeçilmez parçaları olan Araplardır..

Hastanenin içine girerken yanımdan geçen insanların büyük çoğunluğu yine dindar insanlar. Farklı diller konuşan o kadar çok kişi geçiyor ki yanımızdan. Bu şehir dünyanın her tarafından gelmiş dini bütün yahudileri biraraya getirmiş geçen zaman içinde.. Fötr şapkalılar,  kipalılar ( kipa, yahudilerin din takkesi ) , kipalılar içinden örgülü kipalılar, siyah kıpalılar vs.... Her biri dindarlık derecesi ve dine bakış tarzlarına göre farklı farklı semboller taşıyor üstlerinde; kimisi daha tutucu kimisi daha milliyetçi kimisi daha liberal ama hepsi dindar...

Asansörü beklerken yanımda duran sakallı, cübbeli Arabın yanında bizim gibiler ve diğerleri...

Sıram gelip doktora girdiğimde ise  benden önce içeride olan Arap bayan kapıyı çalarak tekrardan Profesöre bir iki soru yöneltti.  Profesör son derece büyük bir nezaket ve sabırla yanıtladı onu..

Bulunduğum sağlık kuruluşu yerine kendi seçimimle gittiğim ve kendi alanında isme sahip olan bu profesör için ödediğim ücret özel olmasına rağmen sadece yirmibeş dolar civarıydı.

Bu ayrıcalık hepimize ait , ben ve bu memleketin tüm eşit vatandaşlarına..

Ortadoğu'da kurşunların ve bombaların hiç susmadığı bu bölgede , tek bir yerde, Israel'de ,  Hadassah hastanesinde Dr. Mahmud görevini Prof. Zvi'nin yanında icra ederken , sağlıkları için burada bulunan  insanların kimliklerine bakılmadan dünyanın sayılı doktorları arasına girmiş mütehasıslara tedavi olmaları mümkün.. ( İşte bu sebepten dolayıdır ki Hadassah Hastanesi 2005 yılında Nobel barış ödülüne aday gösterilmiş) Bu da insanlığın en doğal , en olması gerektirdiği şeylerden biri değil mi zaten?

Yeruşalayim Yahudi egemenliği altında, aslında uzun  tarihinde hiç olmadığı kadar serbest ve huzur doludur.. ( yeter ki terör olmasın! ) . Dünya bunu görmek istese de ismese de ..

Hıristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlık,  bu üç din , Arapların tüm alehimizdeki propagandalarına rağmen bugün yaşamlarını normal bir insan gibi sadece ve sadece yahudi egemenliği sayesinde sürdürmeye devam edebilmektedirler.

Bu bölgede yaşayanların birbirleriyle devam eden savaşları düşündükçe , Irakta ve Suriye'\de kendilerinden olmayan her tür varlığı yok edenlere,  medeniyetlerden geriye kalan her ne varsa silenlere  baktığimda dünyanın  Yahudilere  karşı çıkışlarının arkasındaki mantığın ne olduğunu anlamaya çalışıyorum..


Batya R. Galanti


1 Eylül 2016 Perşembe



                         İSTANBUL'DA BİR TURİST



Geçen ay eski bir dostumuz bizi ziyarete geldi. Willy! Her yıl eşiyle birlikte yazın bir ayını Israel'in kuzeyinde Naharıya şehrinde geçiren bu eski dostumuz Israeli çok seven bir Norveçli..
Her yıl hiç kaçırmadan yaptığı ziyaretlerde mutlaka görüştüğümüz bu özel insani seneler önce tamamen tesadüfi bir şekilde tanıdım..

1995 yılında Israel'de turist olarak gezdiğim günlerden birinde Yerushalayım'de Yad Vashem ( Holocaust ) Müzesini arıyordum ki ileriden kuzey Avrupalı oldukları belli olan iki uzun boylu sarışın genç adamın geldiğini gördüm. Bu iki insan turist olduklarına göre onlar da kesin Yad Vashem'e gidiyorlardır diye düşündüm ve yanlarına yaklaşarak onlara müzeyi sordum " Biz de oraya  gidiyoruz istersen bizimle gel dediler" ..derken onlarla birlikte  yürümeye başladım..
Tabii yolda nereli olduğumuzu ve Israel'de nereleri gezdiğimizi birbirimize anlatırken yavaş yavaş müzeye vardık..
O gün müze ziyareti boyunca Willy ve arkadaşı yanımdan hiç ayrılmadılar. Willy İnşaat Mühendisi iken arkadaşı Lübnan Barış Gücünde askerdi..
Müzenin Kafeteryasında devam ettiğimiz sohbetimizde Willy arkadaşının Israel hakkındaki önyargılarını kırmaya çalışıyordu. İlginç olanı üzerinde Magen David olan bu Norveçli adam Yahudi bile değildi.
O günün sonunda  otobüse binmeden Willy ile adreslerimizi birbirimize verdik..
İstanbul'da geçirdiğim o son kış Willy İstanbul'a geldi..
Zaten esasen anlatacağım şey de Willy'nin bu seyahatte başından geçenler..
Beni aradığı zaman kendisinin memnuniyetle turlarıma katılabileceğini söyledim..
İstanbulun güzelliğinden büyülenen Willy boğaz turunda grubuma katılmıştı.
Sonuçta dört gün geldiği bu kısa İstanbul macerasının onun için nelere mal olduğunu eşiyle birlikte bize yaptıkları son ziyaretlerinde   bol bol gülerek hatırladık.
Willy'nin İstanbul seyahati gayet güzel başlamış fakat karmaşık ve sancılı olaylarla son bulmuştu..
Evet İstanbulun kendine özgü güzellikleri yanında şehrin karmaşasının getirdiği alışılmadık şeyler bazen bir turistin başını son derece ağrıtabiliyordu..
1990'ların sonuna kadar İstanbul sokaklarının ne hallerde olduğunu az buçuk hepimiz anımsarız. Şimdilerde sanırım o zamanlarla mukayese edilmeyecek kadar bir düzen var artık caddelerde..
Benim çocukluğumda durum pek öyle değildi, İstanbul sokaklarında yürümek başlı başına bir cefaydı.  Hele kışın başlayan yağmurlarla şehri kaplayan çamurlardan sokaklarda neredeyse adım atmak  bile  zordu . .
İşte Willy'nin seyahati de gayet sempatik bir havada başlamıştı. Boğaz turu ve  İstiklal caddesinde götürdüğüm akşam yemeğiyle beraber İstanbul'un gizemli havası onun için Norveç'te alışkın olduğu ortamdan çok farklıydı.
Willy'nin İstanbul'da bulunduğu ikinci günün akşamı ben  evde iş dönüşü yorgunluğunu atmaya çalışırken  gece 10:00 civarı telefon çaldı.  Hattın  bir ucunda Willy " Hello Batya! " Evet nasılsın? nasıl geçti akşamın derken  bana " Pek iyi değilim, bacağımı kırdım! ..dedi.  Şu anda otel odasındayım , acaba yarın bir ara bana uğrayabilirmisin diye sordu çok büyük bir ricayla.. Tabii dedim,  Tabii mutlaka uğrarım..
Ertesi gün otelinde sadece kahvaltısı olduğu için ona öğlen dışarıdan yemek getirdim.
Otel odasına geldiğimde Willy'nin elinde kitap olduğu halde bacağını uzatmış çok mutsuz bir hali vardı..
Başından geçenleri anlattığında ağlasam mı gülsem mi bilemedim..
Akşam kaldığı otelden çıkarak normal bir turist gibi etrafta biraz gezinmek istemiş..

Tabii o zamanlar İstanbul metrosunun inşaat yıllarıydı. Taksim  Mecidiyeköy güzergahı inşaa halindeyken çevre civar normalde alışık olduğumuz kazıların da üstünde bir karışıklık içindeydi.  O da yetmezmiş gibi yok telefon hattı yok su borusu geçirmek gereği derken kimi ara yollar da tam bir  köstebek tarlasını anımsatıyordu. Ayrıca ara sokaklar  yeterince aydınlatılmadığı için de  buralarda gezinmek başlı başına bir sorundu.

Her şey bir yana, tek problem bu da değildi, İstanbul'da kazılan çukurların  kenarına bir uyarı işareti koymak alışkanlığı da yoktu hiç bir zaman. Bu da sanırım Belediye'den insanlara hazırlanan hoş süprizlerin bir parçasımıydı acaba ? :)

Kısaca Willy, Taksim'de tamamladığı turunun sonunda oteline doğru yürürken gecenin karanlığında biraz ilerideki  çukuru görememiş ve en az  bir buçuk metre derinliğe attığı adımla beraber bir anda kendini aşağılarda bir yerlerde bulurken bacağına saplanan sancıyla birlikte bağırmaya başlamış.. Oteline bir hayli yakın olduğunu tahmin ediyorum ki otelin çalışanlarından bir genç çocuk sesini duyup koşmuş .Yanında bir iki kişi daha Willy'yi çukurdan çıkarmışlar. Willy son derece kuvvetli sancılarla kıvranırken tabii ayağına kesinlikle basamaz durumda iken  otelden bir taksi çağırmışlar ve onu Taksim İlkyardıma götürmüşler..
Bundan sonrası nasıl söylesem tam bir rezalet.  Gerçi buraya kadar olan kısım da bir ülkenin kabul ettiği turiste sunduğu imkanlar ve şehrin genel hali açısından çok hoş bir tablo çizmiş değil fakat sonrası bundan da kötü.
Taksim Acile getirdiklerinde acilde bir yatağa koydukları Willy'nin yanına mavi gömlekli bir adam gelmiş.. Tahminim o saatte artık Taksim Acil'de doktorun bulunmadığı ve doktor yerine hademenin iş gördüğüydü.. Ayrıca etrafta kimse ingilzce konuşmadığı için Willy neler olduğunu anlamaktan uzak bir şekilde sadece insanların vücut dilinden olayları çözmeye çalışıyordu büyük ihtimalle.
Mavi gömlekli adam 10 yaşlarında bir çocuğu yanına çağırmış ve eline bir kaç kuruş  verek onu göndermiş. Bir kaç dakika sonra küçük çocuk elinde bir torbayla dönmüş. Mavi gömlekli Willy'nin ağrıyan bacağının paçasını sıvayarak getirdikleri alçıyı suyla yaptıkları bir karışım olarak bacağına sürmeye başlamış   ( .tabii hepimizin bildiği üzere bir yerinde kırık olan kişiye önce kırığın durumu hakkında tespit için röntgen çekilir ve arkasından alçılı suya batırılmış bir bandaj uygun şekilde sarılır )  Bu arada alçı yetmemiş , hademe çocuğa  işaret ederek eline bir kez daha para vererek çocuğu ikinci kez tahminen o saatte açık olan tek yer olan nalbura göndermiş yeniden  ve bu işlem üçüncü kerede ancak  tamamlanarak Willy' nin bacağına ekledikleri en az bir kaç kiloluk fazlalıkla oteline onu geri götürmüşler..
İşte o gün  bu halde adam oteline mıhlanırken tualete gitmek için bile bacağını kaldırmakta zorlanıyordu..  Ertesi gün kalkacak olan uçağına bu kadar ağır bir bacakla gitmesinin mümkün olmadığı ise açıktı..
Sabah  sigorta şirketiyle görüşmesinin ardından  havaalanına gitmeden evvel Alman Hastanesine giderek normal bir alçı yaptırabilmişti Willy.
Alman Hastanesindeki doktor alçıyı çıkarmak için bacağındaki bütün tüyleri de beraberinde yolmak zorunda kalmış ve eğer bu alçıyla bir kaç gün daha dursaydın sakat kalmaman için en az bir iki operasyon geçirmek zorunda olacağın kesindi demiş..
Biz çocukken İstanbul'un yolları bir çok zaman taşradan farksızdı, İstanbul'un en nadide semtleri,  güzeller güzeli villaların bulunduğu caddeler , boğazdaki en pahalı yalıların bulunduğu Yeniköy, Tarabya , Bebek gibi en güzel semtlerde dahi  yollar , kaldırımlar o lüksle uyumlu değildi hiç bir zaman.
Üç hafta önce Willy'yle İstanbul seyahatini andığımızda ona İstanbul'dan ayrıldığındaki izlenimlerinden geçen yıllarda İstanbul'daki olan değişimi anlattım.
Evet değişmeyen tek şey değişim ;  belki bugünkü Erdoğan Türkiyesi yeterince karışık ve güvenilmez olsa da sanırım yolda yürürken çukura düşme olasılığı yirmi beş sene evveline göre herşeye rağmen  daha azdır


Batya R. Galanti.





  Vahid Beheshti @Vahid_Beheshti In spite of all the propaganda by the regime of the Islamic Republic, the people of Iran continue to risk t...