26 Ocak 2022 Çarşamba

 Sol basın kendini  karla oyalıyor!


Aşağıda, Jerusalem Post'ta bugün yayınlanan fotoğraf, Golan tepelerinin bu sabahki manzarasını gösteriyor. Basın, olağanüstü bir olaya çevirdiği kar yağışını normalin üstünde bir heyecanla beklerken her an Yeruşalayim'ın "hala" yağmurlu caddelerinin köşelerinde bekleyen muhabirleriyle yaptıkları canlı yayınlarda, bomboş sokaklarda kendileri dışında kimseciklerin olmaması dışında pek yeni bir şey taşımamaya devam ederlerken ekranlara, arada hastanelerden gelen son bilgilere göre Omikron'un Israel'de gittikçe daha  hızlı yayılması neticesinde, ağır durumda tedaviye alınan  çocukların sayısında büyük bir yükseliş görülüyor. 
Geçmiş hükümetin her hareketini, her adımını tenkit etmeye meraklı olan basın, bugünkü hükümetin politik çizgisine söz söylemekte  zorlanır gibi görünüyor.
Netanyahu'nun Başbakanlığındaki Koalisyon Hükümetine karşı ağır eleştirileriyle bilinen Bennettse  pandeminin ilk senesinde, "Pandemiyle Başetmenin yolları "adli bir kitap yazmış ve kitabıyla çok övünmüştü. Gerçek hayattaysa, bir kez daha ortaya çıkan, teoride kolay olan şeylerin, uygulamada her zaman başarı getirmeyebileceğidir.  Konuşmak, eleştirmek kolaydır ancak sorunu gerçekten çözmek için bir şeyler yapmanız gerektiğinde işler farklı yürüyor.
Bennett'in bir inat gibi, Netanyahu'nun, zamanında almış olduğu kararlarla benzer bir yol uygulamamasının getirdiği kimi yanlışları ve ortaya çıkan kaos ortamını kabul etmemesi, bu işin tabi politik bir hesap yönüdür.
Şu anda ülkede kapanma olmadan bir kapanış söz konusudur. Yani virüsün herkese bulaşmasına izin vermeleri sözde ekonomiyi kurtarmak adınaydı. Ancak ülkenin yarısı evlerinde hasta yatarken de ekonomiyi kurtarmak mümkün olamaz. Bir taraftan da insanlara kaybettiklerini ödemeyen Maliye Bakanı Avigdor Lieberman'ın insanlarla dalga geçer gibi konuşmaları inanılır gibi değildir. Bütün bunlar bir tarafa yüksek olan hasta sayısının içinden ağır durumdaki çocukların sayısı da birden bire çok büyük bir yükseliş gösterdi.
Şu an için hem yeterince hasta var hem de çalışabilecek durumdaki insanların sayısı geçmiş dalgalardan  daha az. ( çünkü hasta olan bir insanın çalışması zor olabilir, evden bile!)
Neyse, bugün yağan ve daha yağması beklenen kar, bugünkü hükümete kesinlikle toz kondurmayan sol basını yeterince oyalıyor.
Dedim ya yağmışken bari bizde de yağsaydı birazıcık, biz de oyalanırdık belki!!


Kuzey'de kar başladı


Uzuuun, sıcak ve yağışsız yazlarıyla tipik bir Akdeniz İklim ülkesi olan Israel'de bu son bir kaç haftadır devam eden ve normal derecelerin altında seyreden hava şartları bugünlerde rekor kırma seviyelerinde...
Geçtiğimiz akşam Türkiye'yi vuran "Alfis"(?) fırtınasının getirdiği yoğun kar yağışı, bugün buralara vardı.  
Israel'in kuzeyinden başlayarak, Yeruşalayim ve Hevron cıvarlarına kadar yayılacağı bilinen yağışın yeterince kuvvetli olması bekleniyor. Son bir iki saattir kar yağışının Golan tepelerinde, yani kuzeyde başladığı haber veriliyor.
Sıcak havalarla boğuşmaya alışık olmayan Avrupa'da, Ağustos ayında bir anda beklenmedik yükseklikde hava şartlarıyla, klima bulunmayan bir çok mekanlarla karşılaştığınızda ne yapacağınızı bilemediğinizde nasıl zorlanıyorsanız, soğuk hava şartlarına kendini hazırlamamış olan bu ülkede de kışın kısa ancak soğuk gecelerini geçirirken de bir o kadar zorlanabiliyorsunuz.
İşin ilginç tarafı, havaların artık yeterince serinlediği sonbahar sonu dönemlerinde bile, ben artık ısınmayı ararken Israel'de bir çok dükkanlarda, ofislerde, süpermarketlerde klimalar hala etrafı serinletmeye devam eder. Bu ülkedeki uzun ve çok sıcak yazlardan kalan ısıyı hala vücutlarında muhafaza eden insanlar, artık havaların serinlediğini hissetmezler mi bilmem. Deli bunlar derim hep!!
Şu son bir haftadır, özellikle geceleri 5-6 dereceye kadar inen hava sıcaklığının, ayazlı saatlerin sonunda, evlerin ve kapalı ortamların yeterince soğumalarının ardından, gündüz çıkan güneşe rağmen kapalı ortamlardaki soğuğu biraz olsun alacak bir ısıtma sisteminin olmaması Ocak ve Şubat aylarında insanı kat kat giyinmeye zorluyor.
Tüm bunların yanında, buralara çok ender yağan karı hayatlarında hiç görmeyen çocukları için bir anda yollara çıkanlar, Yeruşalayim girişinde uzun bir kuyruk oluştururlar arabalarıyla...
Çocuklar için dünyada en cezbedici şeylerden biri olan kar ve kartopu oynamanın keyfine varana kadar karların çoğu eriyip gitsede, yarım saatlik bir yolun saatlerce uzamasına bile değdiğine inananlarla doludur burası.
Bu yıl, hala daha virüsün etkileriyle yaşamın normal haline dönememiş olması da bu seferki karı karşılamaya gideceklerin sayısını azaltacaktır eminim.
Dün en az 80.000 yeni virüslü eklenen, ülkede trafik hala normalden çok daha rahat işliyor. Bu sayı daha resmi olarak bilinen. Bir de kendilerine ev testi yaptırıp haber vermeyenleri eklersek bu rakkam en az iki katına çıkacaktır.

Neyse, şimdi aklıma geldi de, İstanbul'da özellikle kışın ve karlı günlerde kestane yemeği ne kadar çok severdik biz. Yazın arabalarda satılan kaynamış mısırların yerini kışın, ateşte, küçücük kese kağıtlarında satılan kestaneler alırdı. Annemse evde kestane şekeri (marrons glacés) hazırlardı. Mmmmmm.. ne güzeldi o kestaneler.. Burada insanlar en çok yaz aktivitelerini tanıyorlar. Denizle, deniz sporlarıyla, açık hava şartlarındaki aktiviteleri... insanları yeterince çeken parklarda, bisiklete binmek, hasta olunca bile sıcak bir şeyler yerine yaz kış dondurma yemeğe gitmek Israel'de en sık yapılan şeylerdir. Kestaneyi süpermarketlerde bulmak mümkün. Ben, kestaneyle kendimce keşfettiğim başka lezzetler hazırlıyorum. Özellikle kimi kış günleri. Sonunda bir tek kendi yediğim şeydir bu da. Çünkü kestanenin tadına alışmamış olan bizim ailenin üyeleri bunu da tenezzül etmezler hahah... Kakaolu, kestaneli toplar hazırlarım ben... Harika olurlar...
Bu gece, bol karla birlikte hava hiç olmadığı kadar soğuk olacak bir kez daha...
Tel Aviv'e tarihte en son 1950'de kar yağmış. Bir sabah yataklarından kalktıklarında yerler hafiften beyaz bir örtüyle örtülüymüş. Tabi gözlerini açıp kapayana kadar eriyip gitmiş o kar.
Bakarsınız 70 sene sonra o bembeyaz pamukçuklar havada bir kez daha uçuşurlar Tel Aviv'de de.
Geçen senelerde yağan doluyu illede kar zannedip heyecanlanmıştım 😅. Her taraf bir anda bembeyaz olmuştu, aynen kar yağmış gibiydi...
 






 

25 Ocak 2022 Salı

İsraelli bir İnovasyon Firmasının, erkek civcivlerin kitleler halinde imhasına son getireceğini söylediği yenilik!


Biz Yahudilerin en çok yediğimiz et tavuktur. Hem beyaz et daha az yağlıdır denir, hem de kaşer'dir. Kısaca, sığır eti, balık ve tavuk, Yahudi sofralarında en sık bulacağınız protein çeşitleridir.
Özellikle her Shabat sofrasında bulunan bir klasiktir tavuk. Bir sebzenin yanında, kendinize göre pişirdiğiniz tavuk sofradan pek eksik olmaz. Ya da Yom Kipur'da da, ağır ve daha yağlı kırmızı et yerine, daha hafif olduğuna inanılan tavuk eti uygun görülür.

Ancak, ister sığır, ister tavuk olsun, bugün masamızda görmeğe alışkın olduğumuz protein kaynaklarının, sözde kaşer olarak nitelenen etin bile geçirdiği işlemlerin neler olduguna biraz baktigimizda,  insan denen varlığın, insafsızlığının bir daha farkına varmak zor olmaz.

Acı gerçeklerden çoğu zaman uzak kaldığımız sürece bizler, nasıl bir kıyımın bir parçası olduğumuzu reddetsekte gercekleri değiştiremeyiz.

Eskiden, doğal ortamlarda yetiştirilen hayvanların geçirdikleri işlemler bugünkü kadar sofistike değildi. Ancak bizim için, sözde en fazla verim ve kazancı sağlamak için gelişen ve geliştirilen sanayi hayvanlara karşı uygulanan acımasızlığı da azaltmadı arttırdı.

En basit örnek olarak tavukları verirsek; kesime gittikleri ana kadar geçirdikleri eziyet, küçücük kafeslerde tıkış tıkış tutulan bu hayvancıkların bulunduukları, tutuldukları hallerini görmek zordur.
Sadece tavuklar değil sığırlar ve diğerlerinin, etlerinin yumuşak olması için, daha fazla sürüm elde etmek için geliştirilen, insanlıktan çok uzak bir çok işlemlere tabii tutulmaları zaman zaman konuşulan şeyler. 

Sadece tüketmek amacıyla beslenilen tavukların yumurtalarından çıkan erkek civcivlerin, işe yaramadıkları sebebiyle aynı gün imha edilişleri...hep korkunç şeyler.

Hayvanlara karşı çok fazla eziyetin söz konusu olduğu bir endüstri alanıdır hayvancılık.
Son yıllarda, aynı paralelde, çevre ve hayvanlara olan duyarlılık artmakta yine de. İnsanoğlunun geçmişte hiç olmadığı kadar bazı gerçeklere uyanışları, bu insafsız hareketlere bir anlamda dur demek için büyük çaba harcamaya hazır kitleleri harekete geçiriyor. Bu hareketler, bu endüstri alanının daha insancıl yöntemler geliştirmek için arayışlara girmelerine sebebiyet veriyor.

Bunlardan biri, erkek civcivlerin, sanayi tarafından kitleler halinde imha edilmelerini sonlandırmak için aranan yollardır.  Şu ana kadar, dünya genelinde senede ortalama yedi milyar erkek civciv yumurtadan çıktığı gibi, özel makinelere sokulmak üzere ortadan kaldırılıyorlar.

Bu insafsız işleme bir son vermek isteyen, Almanya,  Hollanda gibi ülkelerde,  erkek civcivlerin yumurtadan çıkmadan evvel yok etmeyi, daha da doğrusu doğmalarını engellemeyi hedefleyen kimi yollar deneniyorlar. Ancak, özel ekipmanların gerekli olduğu sistemler masraflı oluşları yüzünden pek tutulmuyorlar.
Şimdi bir İsrael'li İnovasyon Şirketiyse, çok farklı bir yol geliştirmiş. Bu sistem hem çok etkili, hem zararsız hem de masrafsız. ( Sonuçta, insanlığın doğanın kendi gelişimine ve gidişine ille de ellerini atmalarını saymazsak tabi )

Dünya'da, tüm protein tüketimin % 30'unu oluşturan tavuğun daha insancıl koşullarla sofralara ulaşımını sağlamak için geliştirilen bir işlemden bahsediliyor.  Sözü edilen şey, erkek fetüslerin oluşumunu engelleyen basit bir genetik modifikasyon. Fetüsün gelişiminin daha çok erken safhalarında, erkek civcivlerin gelişimini durduran bir genetik mod ekleniyor. Dişi fetüslere aynı genetik değişim uygulanmadığı için onların çoğalmalarına olanak veriliyor. Ve böylece,  dişi civcivlerin sağlıklı ve genetiği modifie edilmeden çoğalmaları sağlanıyor.

Yaşadıkça, çoğaldıkça, doğanın tüm mükemmel özelliklerini kendi elleriyle denetlemeye çalışan insanın, Tanrısal özellikleri kendi ellerine alarak, hayvanları, doğayı yeniden kodlamaya çalışarak,  modifie ederek, kendi şartlarına uydurmak için savaşmaya başladıkları bir çağda, yeryüzünün hala bize isyan etmemesini beklemek komik gibi aslında. Ne kadar dikkatle yapılsa da, ne kadar bilinçle uygulandıkları iddia edilse de, insan elinin değdiği doğadaki tüm teknik dokunuşlar ve değişiklikler, bir yerden sonra dengede yürüyen bir şeylerin uyumunu bozacaktır diye düşünüyorum. 

24 Ocak 2022 Pazartesi

Kelimelerin gücü 

Hayatlarının orta yerinde, birden durup dururken isimlerini değiştiren insanlar tanıdınız mı hiç? Evlenip kocalarının soyadlarını alan kadınlardan değil kendi özel isimlerini değiştiren insanlardan bahsediyorum.

Çocukluğumda ismimi hiç sevmezdim nedense. Hayatımda duyduğum tek Batya idi diye mi yoksa çoğu kez insanların ismimi söylerken, ağızlarından çıkan bu adın kulağıma çalınışının yeterince kaba oluşumuydu bilmiyorum. Hayal meyal, cemiyetimizin bir yerlerinde, benimle aynı ismi taşıyan biri daha olduğunu bilmemin dışında, yine de bu koca evrende sanki bir Batya bendim. Ancak, adımın anlamını bildiğimden, böyle bir ismi başka bir şeyle değiştirmek Tanrı'ya ihanet gibi gelmişti bana. "Tanrının kızı!"anlamında bir ismi değiştirmek, kafamdaki inanışa göre, doğru bir hareket olmazdı. Bunun özel bir değeri olmalıydı mutlaka.

İsim değişikliği yapmak aslında her yerde duyulmuş bir şeydir. İnsanların, anne babaları tarafından, kendilerini çağırdıkları ada sempati duymamaları her yerde olabilecek bir şeydir. Ve bu anlamda dünyanın heryerinde, belli bir yaşa gelen bir insanın adını değiştirmeye karar vermesi olasıdır.

Israel'de, adını beğenmemenin dışında, isim değişikliğine sebep başka bir yaygın neden daha vardır. O da Yahudilikte, her adın bir enerjisi olduğuna ait olan inançtır. Her ismin taşıdığı anlamın etkisinin dışında, örneğin, fırtına, yağmur, güneş.. tüm bu isimlerin anlamlarının kişiliğinizin oluşumunda, hayatınızda belli bir etkisi olduğuna inanılır. Ayrıca, her insanın isim ve soyadına göre bir de kabalistik sayısı vardır. İbrani alfabesindeki harfler, aleften başlayarak  1'den 400 sayısına kadar numaralanmıştır. Ve böylece her kişinin isminin, bir de doğum tarihinin hesabı yapılır. Doğduğunuz tarihi değiştiremezsiniz. Ancak, bazen, bazı şartlarda, isimde yapılacak ufak tefek değişiklikler, adınızdaki bir harf değişimi bazense tamamen farklı bir isim almanın yaratacağı farklı enerjinin  insanın kendi enerjisini de değiştirebileceğine inanılır. Kimi zaman insanların hayatında bir anda herşey ters gitmeye başladığı olur. Üst üste  kimi olumsuzluklar yaşayanlar bazen isimlerinde söylediğim şekilde bir değişikliğe giderler.

İnsanın kimi şeyleri değiştirmesi mümkün değildir mutlaka. Belli bir rahatsızlıkla dünyaya gelen çocuğunuzun ismini değiştirdiğiniz için onun normal olmasını beklemezsiniz. Ancak daha olumlu bir enerji yaratmak her zaman mümkündür.

Yahudilikte kelimelerin özellikle hayatımızı şekillendirebildiklerine inanılır. Ağzınızdan çıkan sözlerin direk etkileri vardır. Söylediklerinizin hayatınızı şekillendirdiklerine inanılır. Bu yüzden olumsuz sözler söylemek sizi olumsuz etkileyecektir. İyi dileklerde bulunmak her zaman en doğrusudur.

Kabbala'ya göre, sayıların, harflerin ve kelimelerin insan hayatında yarattıkları bir enerji vardır.

Bu yüzden tüm söylediklerinizi nasıl ifade ettiğinizin önemi sandığınızdan daha büyüktür.

Annem geçenlerde, bana "Allah daha kötü şeylerden korusun!!"dediğinde. Söylediğinin iyi dilekten çok bir tehtidi andırdığının farkındamısın ? diye sordum gülerek. Türkçe'de bu tip, sözde iyi dilekler çoktur.

Facebook'taki, Türkiyeli arkadaşlarımın paylaşımlarından zaman zaman rastladığım bu tip, tuhaf tonlardaki iyi dilekler, o toplumda yetişen insanlar için çok normal karşılanır.

"Tanrı hiç kimseyi evlatlarıyla sınamasın!"

"Tanrı beterinden korusun"

"Tanrı hiç bir anneye evlat acısı yaşatmasın!"

"Tanrı kimseye böyle hastalık vermesin"

Halbuki, aynı iyi niyet sözlerini, pozitif bir tarzda söylemek mümkün değil mi?

"Tanrı size çocuklarınız bağışlasın!"( Sonuçta bu dilek türkçe lügatta mevcut olan bir dilektir)

"Tanrı beterinden korusun yerine, Tanrı her zaman iyilikler ya da esenlik getirsin!" gibi

"Tanrı böyle hastalık vermesin yerine,  size sağlık versin"... gibi.....

İstediğiniz mesajı, acı, hastalık, beter ve vermemek, sınamak gibi negatif kelimeler dizdiğiniz cümleler yerine, tamamen olumlu kelimeler, kulağa daha iyi, çok daha pozitif gelecek sözlerle değiştirmeniz kesinlikle önemlidir. Bu şekilde, doğa da sizin ondan ne beklediğinizi daha iyi anlar bence. Dramatik türden iyi dilekler dileyip iyi şeyler beklemek daha zor. Cümlelerinizde, hastalık ayrılık  acı, ölüm ve beter gibi kelimler kullanmayın lütfen. Madem melekler sizi duyacak, onlara olumlu mesajları direk olumlu cümleler kurarak verin.

Kendi kulaklarınızı dramatik sözlerle, ruhunuzu tehtid gibi cümleler kurarak deprese etmeyin daha iyi  Olumlu sözlerin gücünü kullanın !!

Aynı şekilde, hayatımızı değiştirebilen şeylerden biri, kendimiz, çevremiz ve yaşadıklarımızla ilgili ağzımızdan çıkan sözlerdir.

Olumlu yorumlar, positif mesajlar, yaşantımıza yine aynı şekilde yansırlar.

Bir çok defa, çocukların, okuldaki başarısızlıklarının,  anne babalarının positif sözlerle, yaklaşımlarıyla değişebildiklerini görürsünüz. Bazen bir çiçeğe bile, sürekli güzel sözler söylediğinizde, çiçeğin canlandığına tanık olabilirsiniz.

Bu şekilde hastalıkları aşmayı başaran insanlar vardır!!

Kendiniz, aileniz ve çocuklarınıza söylediğiniz sözlerin düşündüğünüzden çok daha büyük bir enerji yarattığını unutmamak lazım. Ne verirsek onu alırız!!

Geçtiğimiz günlerde aniden hastalanan arkadaşım için de aynı şeyi yapıyorum.

Meditasyon, reiki, olumlu enerji gönderimine çok inandığını bildiğim, 35 senelik arkadaşım için dua etmek yerine ben  ( ki bunu şu an yapan çok insan olduğunu biliyorum) ona direk konuşuyorum.

Her gün, her hatırıma geldiği an, ona sesleniyorum. Onun beynine olumlu mesajlar göndermeye çalışıyorum. Dışarıda yeniden parlayan güneşi anlatıyorum, onu hepimizin beklediğini, onu sevdiğimizi söylüyorum. O an sadece onun beynine kanalize olarak. Yanındayken konuştuğumda, elini kımıldattığını gördüm. Bizi duyduğuna eminim. Tüm kuvvetimle ona olumlu enerji gönderiyorum. Biliyorum, onun şu an en çok ihtiyacı olduğu şeylerden biri bu.



21 Ocak 2022 Cuma

 Başlamadan biten bir hayat hikayesi

Çocukluğumda bir Ahmet Amca vardı.  Kimdi bu Ahmet Amca anlatacağım. 6 yaşımdan 11 yaşıma,  beş sene boyunca, sabah akşam beni Şişli On Dokuz Mayıs İlkokulu'yla evim arası taşıyan servis şoförüydü Ahmet Amca.

Beyaz sakallarıyla, yine kır saçları olan hafif tombulca yüzlü, orta yaşlı bir adamdı bu. Hep gri, bej kıyafetler giyer, yine bej rengi Peugeot minibüsüyle bizleri getirir  götürüdü. Türkçe'de o çok kullanılan terimlerden biri ona gerçekten yakışacak türden bir insandı Ahmet Amca; kısaca "nur yüzlü" bir adamdı o.

Gülümsemesi eksik olmayan, hep yumuşacık bir tonda konuşan tatlı bir insandı. Her gün arabaya bizzat benim, bedenimi  eelleriyle kavradığı gibi, hoop diyerek minibüsün içine bindirirdi. Her defasında. nasılsın küçük kız diye sormadan da olmazdı. Çok dostane bir çevrede büyümediğinizde, size gülen insanlar sizi bir kat daha etkiler. Onlara bağlanırsınız adeta. Ben çekingen bir çocuktum. Belki de bu yüzden büyükler beni daha da çok severlerdi. Ahmet Amca da öyle.

O dönem,  çocukların seyahat  güvenliğinin  çok düşünülmeden ayarlandığı servislerden biriydi bu da. Ben severdim yine de :). Bir de her servise binişimden evvel, kıpkırmızı kalem şekerlerden almayı hayal ederdim ilk önce. O şekerlerden kaç kez satın aldığımı bilmiyorum ancak bugüne kadar bende yarattıkları cazibeleri zihnimde yer etmişlerdir.

Ahmet Amcayla gidip geldiğim serviste benimle birlikte seyahat eden çocukları pek anımsamam. Sadece Y'yi unutmam.

Sanırım 10 çocuktan fazlaydık. Yan yan seyahat etmek benim için tam bir cefa olsa da, ki arabayla gitmek midemi bulandırırdı çoğu zaman. Neyseki yolumuz kısaydı. Y dışındaki hiç bir çocuğun simasını bile hatırlamam bugün.

Y kimdi peki? Y  Şişli pasajının hemen ilk girişindeki sokakta otururdu. Kocamansur Sokakta. O ve ailesi bizim aile dostlarımızdılar. Yani kısaca Y sadece, okula beraber gittiğim diğer çocuklardan biri değildi. Benden iki yaş küçüktü. Ve onların evlerine zaman zaman gittğimizi anımsarım. Annemlerle birlikte sık sık bulunduğum evlerden biriydi, Y'nin evi. Onu,  ablasını ve annelerini çok beğendiğimi anımsarım. Y'nin uzun saçları kulaklarının arkasına düşerdi, ve hep gülen gözleri vardı. Muzur,  yaramaz bir çocuktu. Sanırım o yaştaki bir çok erkek çocuğu gibiydi o da. Annesi ve ablasınin, hepsinin güzel yüzleri ve özellikle çok güzel saçları olduğunu hatırlarım. Bazen onlar bize gelirler bazen biz onlara giderdik. Kısaca annelerimiz arkadaştılar, babalarımız da tabii.

Kısaca, Y'ler  ve ailesiyle çok yakındık biz. Babamla o aile arasında, maddi, manevi bir güven olacak kadar, yardımlaşmaya varacak kadar büyük bir yakınlıktı bu oluşan. Gerçek bir dostluktu onların aralarındaki.

Ondan bana yadigar en büyük hatıraysa, Büyükada'da ağaçlıklı bir mekanda, bir bahçede, piknik yaptığımız bir gündü. Tam olarak yaşımızı anımsamıyorum. Sanırım ben yine 6 yaşlarımdaysam o da bu hesaba göre daha da küçüktü. Zihnimde kalan tek sahne, toprak zemindeki bir taşa attığım tekmeydi. Karşımda duran Y ona doğru gelen taşı yerden aldığı gibi, bana doğru fırlatmıştı. Alnıma gelen taşın acısını anmsamasam da, o sayniyelerde yüzümden aşağı akan şeyi hatırlıyorum. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Alnıma gelen taştan açılan yaradan kanlar akıyordu ve elimi yüzüme koyup şöyle bir baktığımda elimin kıpkırmızı olduğunu görmüştüm. Birden çığlıklar atmaya başlamıştım. Annemlerin yanına koştuktan sonrası hayal meyal aklımda.  Adadaki tek Sağlık Kurumu olan dispansere gitmiştik. Bu yerde sanırım bir tek pansıman yaptırmak mümkündü. Eğer yanlışlıkla kalp krizi geçiren biri olursa adada, ölürdü. Orada başıma pens koymuşlardı.

Y ne yaptığını bilmeyecek kadar küçüktü. Ve tabi kimse ona kızmamıştı. Tahminim, sadece yaptığı şeyin getirdiği zararı anlatmışlardı o zaman.

Ve Y Ahmet Amca'nın servisinin maskotuydu. Hem yaramaz, hem de sevimliydi. Ona lakap bile taktıklarını anımsıyorum. Tom ve Jerry'deki tiplemelerden biriydi ismi, şimdi hangisi olduğunu bilmiyorum.

Bir sabah servisle evlerine geldiğimizde, Y'nin ateşi olduğunu söylemişlerdi. O gün okula gitmemişti Y. Ve ertesi gün yine ateşliydi. Ve günler günleri takip ederken Y okula gitmez olmuştu.

Aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum. Annemden Y'nin hastalığının ciddi olduğunu duymuştum. Annesiyle birlikte Israel'e gidiyordu.

Bir yıl sonra, Israel'e uçtuğumuzda, onu göreceğimizi duyduğumda çok sevinmiştim. Annesiyle birlikte teyzemin evine geldikleri akşam  Y'nin  elinde hediyeler vardı. Kuzinime güzel bir paketin içindeki kalem kutusunu verirken, " en güzelini senin için seçtim "dediğini anımsıyorum. Daha küçücük bir çocuk olarak, ona özel duygular besliyordu.

Güzel saçları tamamen dökülmüş, yüzü aldığı kortizonlardan şişmişti.

Bu onu son görüşümüzdü.

Y daha sonraki aylarda, belki bir sene sonra, bundan emin değilim Lösemi yüzünden hayata gözlerini yumduğunda, bizim için çok yakın bir arkadaşımızın ölümünü anlamak ne derece kolay olmuştu bilmiyorum.

Y'nin rahatsızlığı için geldikleri ülkeden bir daha dönmeyen aile, burada kendilerine iş kurmuş, ilerlemişlerdi. Çok zeki ve atılgan bir kadın olan annesi, kurduğu şirkette hayatını sadece işine adamıştı. Çocuğunun ölümüyle sanırım bir daha hiç aynı insan olmamıştı o.

Seneler sonra, genç bir kız olarak karşısına çıktığımda, ilk aradığı şey, Y'nin attığı taştan alnımda kalan izdi. O izi öpmüştü...

.........................................

Ben. çocukluğumda büyükanne, büyükbaba gibi kavramlarla iç içe büyümedim. Hiç birini tanımadım. Ne bir taraftan ne de diğer. Bu yüzden o insanların sevgisinin tadını da tatmamıştım.

O yüzden bir aile büyüğünün vefaatinin getirdiği üzüntüyü bilmedim çocukken.

Y'nin zamansız ölümüyse, bir çocuğun bile bu dünyadan bir anda göçüp gidebileceğinin göstergesiydi.

Daha ölüm kavramının tam olarak ne olduğunu bile bilmeyen bir çocuğun başlamadan biten hikayesiydi bu.

19 Ocak 2022 Çarşamba

Yeniden yaşanan kayıpların ardından

Aşağıda paylaştığım şarkı, Şehitler Gününde radio'larda dinletilen şarkılar arasındadır. Bu tip şarkılar her zaman bestelenir Israel'de. Kaybedilen bir kardeşin, çocukluk ya da yuva arkadaşının ardından yazılmış notalar, kimi çatışmaların içinden yasanilanlari en yalın şekilde ifade eden sözler. Uzun savaş gecelerinin karanlığında, top atışlarına karışan yaralı bir arkadaşın inlemelerini, kollarında son nefesini veren komutanının arkasından, unutulmayan anları melodilere dökmeyi tercih eden sanatçılar, müzisyenler çoktur.

Her savaşın, her çatışmanın sonrasında, hassas kişilikler bir daha aynı insanlar olamazlar. Geçen her savaşın ardında, bedensel sakatlıkların yanında, manen değişenler belki de en büyük zararı görenlerdir. 17 yaşımda, teyzemin Holon'daki evinde kalmaya geldiğimde, bana verdiği küçük odada kuzinimle birlikte yatacaktık. Karşılıklı iki yatak ve duvardaki resimde, annemlerin 13 yaşında ölen kardeşlerinin yemyeşil gözleri sanki bize bakıyordu. Karşı taraftaysa kim olduğunu bilmediğim bir gencin fotoğrafı asılıydı. Onun kim olduğunu sorduğumda, Eli'nin en yakın sınıf arkadaşıydı dedi teyzem. I. Lübnan Savaşında ölmüştü. Bu olaydan sonra, Eli aylarca odasına kapanmış.

Eşimin bir amcası Post Trauma yaşamış biriydi. Ve yine aileden bir başkasında daha, asker sonrası aynı ruhsal durum ortaya çıktı. Ve böyle insanlar çok fazla. Savaşı, çatışmaları, ölümü ve vurulan insan manzaralarını kaldıramayacak kişiler az değiller.

Yazılan şiirler, şarkılar nereye kadar ifade edebilirler sakat kalmış, bir anlamda bırakılmış ruhları?

Bir ülkenin daha yaşanır bir yer olması için huzura, barışa ihtiyacı vardır.

Bugünkü çocuk 20 yaşına geldiğinde, silah, barut ve tank görmek zorunda olmamalı. İnsanlar daha adil, daha güzel, daha huzurlu bir dünya yaratabilecek kadar akıllı ve duyarlı olabilmeliydiler. Küçücük bir toprağın arkasından ölenlerin canları bir hiçmiş gibi geliyor insana, Geçtiğimiz hafta Israel de iki trajik olay yaşandı. İki ayrı kaza. İki ayrı felakette, dört genç insan hayatlarının daha en başlarındayken öldüler. Biri, askeri talim sırasında, gece yarısı, Israel'in en seçkin komando birliklerinden birinde bir askerin, karanlıkta karşı taraftan gelen askerleri terörist zannederek ateş açmasıyla meydana geldi. O korkunç anlarda, iki genç olay yerinde vurularak öldüler. Onları yanlışlıkla öldüren askerin bir daha kendini toparlayıp toparlayamayacağını kim bilebilir. Bir anlık bir yanlış anlama ya da algılama, belki bir anlık bir panik haliyle bir tüfekten çıkan kurşunlar yanlız o iki askeri değil, geride kalan bir gencin de yaşamını bitirmedi mi?? Bir anlık bir hatanın yükünü üzerinden bir gün, biraz olsun atabilecek mi acaba?

Diğer olaysa, Haifa kıyılarında, teknik bir arıza yüzünden düşen helikopterdeki dört askerden ikisinin ölümüydü... Melodiler yeter mi, geride kalan ailenin, dost ve yakınların acısını ifade etmeye. Kimi bölüklerden çıkan askerlerin manen bir daha hiç bir zaman aynı insanlar olmadıkları bir ülkede her gün, artık bu savaşlar bitse deseniz de sabahın ilk ışıklarıyla gözlerinizi açtığınızda, yaşadığınız koşullarda bu barışın nasıl geleceğini bilmezsiniz.


Şay Gabso söylüyor... Başımı kaldıracağım....

Sözlerin tercümesi... Şimdiki zamanda yürüyorum Kaybolmuş bir çocuk gibi.... Avuçlarım uzanıyor, yardım istiyorlar, seninle bu yolculuğa devam edebilmek için Ama yolun kenarındaki çiçekler benliklerini kaybetmiş gibiler Işığı, güneşi arıyorlar, yardım etsin diye Bilgelik pınarından, umudu yeşertecek bir damla su istiyorlar, Başımı, gözlerimi uzaklardaki dağlara kaldırıp bağırmak istiyorum..

Sesim bir insanın duasına dönsün, bir çığlık gibi duyulsun diye!

Ya kalbim haykırdığında, yardım nereden gelecek? ......................... Yeni yollardan, manzaralardan geçerken Birden adımlarım yavaşlıyor.... Orada olup burada bulunmayan ne var? diye soruyor bir geçen Kalbinde sakladığın nedir? Bütün geçmişini sırtında taşıyan bir yaşlı gibi Dönüp, arıyorum, Bugün böylesine zorken Susup başımı kaldırarak Uzaktaki dağlara bağırmak istiyorum.. Sesim bir dua gibi duyulsun diye.. Yardım nereden gelecek bilmiyorum....












17 Ocak 2022 Pazartesi

Askerden korkmak ya da askere güvenmek, yaşadığınız yer ve yaşatıldıklarınıza göre değişen hisler...

 

Yıl 1980, 12 Eylül sabahı, uzun ve farklı bir yazı arkamızda bırakmıştık. Benim, o yıl bir yerlerden kaptığım tuhaf bir viral enfeksiyonla sisen lenf bezlerim ve uzun araştırmalarla devam eden haftalar... Kanser şüphesinin getirdiği korkulu geceler ve sonuçta ortaya konulan basit bir teşhis.  Sadece bir iki kutu penisilinle dinen endişeler... Ve aynı günlerin ardından, 70'li  yıllardan o 12 Eylül sabahına, hayatımızın bir parçası haline gelen sokak çatışmalarının zirveye çıktığı bir kışın ardından yazın son günlerini yaşadığımız, yeni gelen mevsimde bir anda kapımızı vuran ihtilal...

Sabah sabah hoparlörlerden yapılan anonsları unutmuyorum. "Ordu asayişe el koymuştur!" Kenan Evren ve ordusunun, askeri diktasının başladığı sabah sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Bense daha çocuk olduğum için yine de evin merdivenlerini inerek sokağın köşesine kadar, yaklaşık üç beş metre giderek vardığım noktadan, ana caddede duran askerleri gördüğümü hatırlıyorum. Ve o an koşarak yeniden eve girdiğimi.

Ve o dönemin ardından İstanbul'da, çok sık görmeğe alışkın olduğumuz polislerin dışında bir de askerler belirmişti etrafta. Eskisinden çok daha fazla askerler vardı artık sokaklarda.

Asayişi sağlamakta zorlanan, dengelerin bir türlü oturmadığı, sağ sol sürtüşmeleriyle, irtica ve islam korkusunun bekçiliği görevini silah zoruyla sağlamaya çalışan bir ülkenin kaderinin içindeki küçük piyonlar da sokaklarda polisler, askerler ve çatışmalar görmeğe alışık bir zihniyet içinde büyürler.

Bizim için bu gibi şeyler hayatımızın monoton ve doğal bir parçasıydı o zamanlar...

Savaşları uzun zaman geride bırakmış bir ülkeden sizi görmeğe gelen bir dostunuz size, "Burada neden bu kadar asker var? " şeklinde bir soru yönelttiği ana kadar, her sokak ve her cadde başında bulunan  askerlerin varlığı size hayatın doğal bir parçası gibi görünür. Birden o an uyanıverirsiniz, olağanüstü bir durumun içinde yaşadığınız gerçeğine.

O dönem gençlerinin, üniversite öğrencilerinin, hak ve özgürlük için savaşanların, sadece düşündükleri ya da yazdıkları fikirleri yüzünden yargı önüne çıkarılan, hapise atılan hatta bazen asılan insanların yaşadığı bir ülkeye gelen bir yabancıya asker gördüğünde neler hissettiğini sorduğunuzda cevabı oradakilerden  farklı olacaktır tabii.

Türkiye'de asker birinci viteste giden demokrasinin freni gibiydi.

...................................................

Almanya'da yaşayan bir çocukluk arkadaşıma Israel'de, her yerde rastladığı askerler tuhaf hisler yaratıyordu. Biz Almanya'da asker görmeğe alışkın değiliz demişti bana. Haklıydı!!!

Yeniden aynı noktaya döndüğümüz an, sokaklarda askerler gördükleri yıllardan bugünlere çok uzun bir zaman geçen ülkelerde,  II. Dünya Savaşının yıkıntılarını hatırlatan bir kavramdır herhalde sokaklarda askerlerle iç içe bir hayat....

Tel Aviv merkezinde, özellikle hafta başında evlerinden üstlerine dönmek üzere yola çıkan yirmili yaşlardaki Israelli gençleri,  kendilerinden büyük sırt çantaları, bir çoklarının omuzlarında asılı kocaman silahlarıyla tek tek ya da gruplar halinde otobüslere, trene binerken gördüklerinde, kimileri için, bu görüntülerin zihinlerinde canlandırdıkları,  alışık oldukları yaşantılarıyla büyük bir tezat teşkil edebilir.

Bu ülke içinse yaşamı özgür kılan, insanların hayatlarına devam edebilmelerinin ne yazık ki tek teminatı dır asker gençlerin varlıkları.

Günlük hayatın içinde her tarafta karşınıza çıkışlarının bir yabancıya hatırlattıklarıyla sizde uyandırdığı hisler arasında dağlar kadar fark vardır.  Bu çocuları yakından tanıdığınız için, daha dün başladıkları askeri eğitim içinde, ailenizin ya da bütün bir ülkenin güvenliğini teslim ettikleriniz olduklarını bildiğiniz için sizin onlara bakışınız bir yabancıdan farklı olacaktır.

Onları gördüğünüzde tek dileğiniz vardır, evlerine sağsalım dönmeleri.

Doğru,  asker çok kez hayatı, insanı yok eden  savaşın aracı olabilir. Hiç olmaması gereken savaşların dünyasında, kimi zaman masum insanların da ölümüne neden olan çatışmaların silahından çıkan kurşunları ateşleyenler olabilir aralarından bazıları. İstemeden!!!

Yaşadığınız koşullar sizi kendinizi korumaya zorladığında, bunun için elinizden gelen bir başka seçenek kalmadığında, her çocuğun 18 yaşına geldiğinde üzerine o üniformayı giymek zorunda olduğunda, kimi şeylere bakışınız da değişiyor.

Askeri hizmetin çoktan zorunluluktan çıkarılmış olduğu, dünyanın belli başlı ülkeleri için savaşlar ve ölümler, hep uzaklarda bir yerlerdedir.  Ve onlar bu savaşlara karşıdan bakanlardır. Hükümetlerinin çoğu zaman dünyanın bir çok yerindeki savaşlarda çıkar payları unutulur.

Mesela, Ortadoğu'da bir çok terörist organizasyonların sömürdükleri ülkeler batmanın eşiğindeyken, ( Lübnan gibi )  milyarlarca dolarlık servete sahip terörist gruplar bu devletlerin kaderinde büyük rol oynayanlardır. Hizbullah ya da Al Qaida gibi grupların ellerinde dönen kara paralar, bu bölgede çok fazla çocuğun yaşamını kurtarabilirdi oysa. Bu gruplara silah satmayı kesmeyenler Birleşmiş Milletlerde Israeli kınayan ülkeler arasındadırlar.

Ancak, radikal akımların artık bölgeden dışarıya taştıklarını biliyoruz. Göçlerle, ilticalarla, binler ve yüzbinlerle vardıkları toplumlar içinde tutunamayanlardan hep çıkacaktır, kimi radikal insanlar.

....................................

6 Eylül 1986 Cumartesi sabahı Filistinli terör grubu Abu Nidal'ın Neve Şalom'a  saldırısınının ardından geçen senelerde.  elinde silah bizi korumak için kapıda bekleyen askere karşı hissettiğimiz şey korku değil bir güven duygusuydu.

Askere ve polise, ya da elinde silah taşıyan insana karşı hissettiklerimizi belirleyen o askerin hangi amaca hizmet ettiğiyle ilgilidir. Bir askerin sizi,  hedeflerine alacaklara karşı korumak için görevli olduğu bilgisi siz rahatatacaktır.  Buna karşın sakin ve huzur içinde,  güvende olduğunuz bir mekanda durup dururken elinde makineli tüfek taşıyan bir asker görürseniz korkmanız olasıdır. Hisleriniz, tepkileriniz ve duygularınız bulunduğunuz şartlara göre değişiyor.

Amerika'da son bir kaç yıldır, eskiden alışkın oldukları gibi sakin bir hayat yaşamaya çalışan Amerikan Yahudi Cemaati, yakın zamana dek, Ortadoğu'da görmeğe alışkın oldukları terörü artık belli aralıklarla kendi içlerinde yaşamaya başlamış gibiler.

Otuz sene evvel Bağdad'ta bir bomba patladığında, normaldir denirdi. 1986'da bizi hedef aldıklarında da aynı şeyi düşünmüşlerdi mutlaka.

Son bir kaç senedir, Avrupa'nın farklı yerlerinde ve Amerika'da tekrarlayan Antisemitik saldırıların çoğunun arkasında radikal dinciler yatıyor.

Geçtiğimiz Cumartesi günü, Dallas Kenti Batısında, Colleyville'deki Beit Israel Sinagogunu kendine hedef seçen  Pakistan asıllı Muhammad Siddiqui, içeride Sabat duası için bulunan kişileri rehin aldı.

Bu olayın sonunda öleceğini bildiğini söyleyen Muhammad Siddiqui Amerikan Hapishanesinde tutuklu bulunan kız kardeşi Aafia Siddiqui'nin özgür bırakılmasını istediğini yetkililere iletti. Üzerinde taşıdığı silahıyla içerideki kişilere 11 saatlik bir cehennem yaşatmayı başaran adam, Amerika'da Mimarlık okumuş bir Müslüman.

Sonuçta, tüm zekası, bilgisi ve sahip olduğu bir çok özelliklerin bir adım önüne geçen radikalizm onu da kız kardeşi gibi esir almış bir insandı bu.

Aafia Siddiqui en çok aranan terör zanlıları içinde olup, 2003'te Amerika tarafından Pakistan'da ele geçirilmiş.  Al Qaida Terör örgütüne para toplamak ve Amerikan Ordusu askerlerine saldırı girişiminden  86 yıl mühebbet hapis cezasıyla tutuklu, Aafia Siddiqui yine Amerikadaki en prestijli Üniversitelerden biyoloji, teknoloji ve beyin bilimi üzerine diplomala almış, bir kadın. Fakat yine de insanlara için iyi işler yerine zarar vermeyi seçmiş olması üzücü.

Aafia Siddiqui'nin serbest bırakılmasını talep eden ve 11 saatlik eyleminin sonunda bir anlık boşluğundan faydalanarak dışarı kaçmayı başaran 2 rehinenin ardından, olay yerinde bulunan FBI'a ait güvenlik birimleri tarafından  öldürülerek ele geçirilen Muhammad'ın eylemi için bir sinagog seçmesi nedense şaşırtmıyor.

Bir çok defa bu tip saldırıları klasik bir terörist hareket olarak nitelemek yoluna gidenler, Amerika'da ve dünyada herkesten fazla saldırıya uğrayanların hep Yahudiler olduğu gerçeğini zaman zaman kabul etseler de bir çok kez, bu tip olayların arkasındaki gerekçeklerin üstleri örtülür gibi.

Hedefte çoğu zaman Yahudilerin olması kimilerince tesadüf ya da önemsiz bir olay gibi karşılanması kendimizi diğer insanlar kadar rahat ve diğerleri kadar güvende hissedemememize fayda etmiyor sanırım.

Paris'te dövüldükten sonra balkondan aşağı atılan Yahudi kadının katiline verilen cezanın yetersizliği,  zanlının olay anında uyuşturucu etkisi altında olduğu gerekçesiydi. Paris Mahkemesi tarafından cezada yapılan indirimde, zanlının, daha evvel kadını bir çok defalar Yahudi olduğu için rahatsız etmiş olması yeterli bir suç kanıtı olarak kabul edilmemiş olması üzücüdür.

Batıda çoğu İslamcı, kimi faşist  insanların dinimize ait yerleri, Yahudi sembolleri taşıyan insanları hedef seçmeleri artık sık rastlanan bir durum olmaya başlarken tek tek insanları korumak zor olabilir ancak cemaatler daha fazla korunabilirler.  İstedikleri her sinagoga ellerini kollarını sallayarak girecek teröristleri durduracak önlemlerin arttırılmasının zamanıdır şimdi.

Kimilerini ürküten askerleri bazı yerlerde görmekten memnuniyet duyacak insanlar vardır eminim. Eğer o askerler yerine sizi silahlarıyla hedef alacak düşmanların kurbanları olmak istemiyorsanız!!!!!


16 Ocak 2022 Pazar

Beşinci dalganın ortasından haberler

Son günlerde buralarda sessizden bir fırtına kopar gibi. Pandeminin ilk günlerinde insanları alan korkuya rağmen çoğunluğun hasta olmadan yakalarını sıyırdığı salgın, başlayan beşinci dalgayla bir anda bir tufana dönüşmüş gibi. Kimseden çok ses çıkmasa da, virüs aldı başını gitti. Ne tarafa dönseniz birilerinin artık Omikrona yakalandığını duyuyorsunuz. Okula gidemeyenler ya da işinden olanlar bir tarafa sokaklar, caddeler ilk defa tamamen insanlardan boşaldı. Geçtiğimiz günlerde Tel Aviv'de bir haftasonu havası hakimdi. Sanki insanların işi yokmuş gibi bir durum var. Tabi ki insanların işi var da bir sürü insan ya hasta, ya da bir sürü insan bir hastanın yanında bulundukları için evlerinde kapalı kalmak zorundalar.

Kısacası bugünleri Omikron Bayramı ilan etmek mümkün!!!

Pcr ya da antigen yaptıranlar kuyruklarda. Eczanelerde bazen test bulmakta bile zorlandığınız saatler, günler var.

Ve bizde de durum farklı değil. Geçen salı akşamı eve girdiğimde Israel'in de ateşi çıkmıştı birden. Gece 11'de ailece test yaptırmak için yola çıktık. Pcr'in cevabı gelene kadar gece ilk yaptığımız hızlı  antigen testler negatif çıktı. Ancak ertesi gün, benim dışımda evde herkesin positif olduğu belli oldu.

O gün bugündür bizimkiler karantinadalar. Yeni kurallara  gore ben pozitif çıkmadığım için dışarı çıkmamda bir sorun yok. Birisinin kalanlara bakması lazım tabi :). Alışveriş, yemek, ve alınacak şeyler. Soranlara, köpeği birinin indirmesi gerekiyordu diyorum. Dün gece eve kuriyenin getirdiği bir şeyi kapıya bırakıp gitmesini söylediğimde, gözetleme deliğinden genç çocuğun hala kapının biraz ilerisinde beklediğini görünce ağzımı kapatarak kapıyı hafiften açtım, gidebilirsin demek için. Benden en az iki metre uzakta duran çocuk bir hayli panik oldu, dur orda bana yaklaşma derken bana. Yaklaşmayı düşünmüyordum zaten. Hem ben hasta değilim ki!! Söylemeye fırsatım olmadan koşarak gitti. Hahahaa onu da anlıyorum.

Bir çokları bu virüsü artık gayet hafife alırlarken bazıları hala korku içindeler. Ancak bugünleri omikrona yapışmadan atlatmak pek mümkün görünmüyor. Benim nasıl yapışmadığım üzerinde yürüttüğümüz ihtimallerin hangisi doğru bilinmez. Demek ya hala daha bedenimde yeterince antikor taşıyorum ya da kimi insanlar bazı sebeplerden bu virüse yapışmayabiliyorlar.

Çocukluğumdan beri geçirdiğim grip sayısı azdır. ( Bu bildiğimiz griplerden farklı biliyorum ) Yatak döşek yattığım çok olmadı. Genç kızlığımda sadece bir defa çok kuvvetli geçirdiğim bir grip olmuştu. Bir kaç gün ağrılardan inlediğimi, ateşimin 39'lara çıktığını anımsıyorum ama o şekilde bir grip bir daha hiç olmadım gibi. Hafif üşütmeler, kimi halsizlikler dışında.

Annemi daha eşim rahatsızlanmadan bir gün evvel dördüncü aşıya götürmüştük. Bu yüzden annemden Israel'in ve çocukların  Korona olduklarını düne kadar sakladım panik olmasın diye ve dua ettim.

Bir taraftan 60 yaş üstü insanlar geçtiğimiz hafta aşı oldular hep ancak aynı günlerde basında Pfizer'in önümüzdeki mart ayında yeniden aşı çıkaracağı haberi yayınlandı.  Peki dördüncü aşıyı yaptıkları 60 yaş üstü nüfusa, Pfızer İlaç Firmasının Omikron'a uygun ürettiği aşıyı da mı verecekler??? Dördüncü aşıyı laf olsun diye mi atıyorlar anlıyamadım ben???!!! Bu aşının Omikron'a karşı çok etkili olmadığı biliniyor. Ancak aşılar başladıktan sonra gelen bu açıklamalarla şimdi ne yapmamız bekleniyor?

Ve bütün ülke bir salgının peşinde hasta yatarken, Israel'deki hükümetin kararsızlıkları kafaları o kadar karıştırmış bir durumdaki artık herkes biraz da kendi kafalarına göre davranmaya başlamış gibi.

Zaten ekonomiyi kurtarmak adına hiç bir kısıtlamaya gitmemeyi tercih eden Hazine Bakanı, ülkenin iflas etmemesinin öncelikli olduğunun altını çizdiği günden beri, insanların virüsü toplu olarak yapışarak geçirmelerinin yolunu açmıştı.   Bu karar, Omikron'un hızlı yapıştığı kadar hafif geçirilen bir variant olduğu kesinleştiğinden beri gündemededir.

Şu an için burada okullar açık oldukları halde yarı kapalı gibiler. İş yerleri yarı yarıya hizmet eder durumdalar. Üç kişinin yaptığı görevi şu an bir  kişi yapıyor. Sokaklar insanlardan boşaldı.

Belki bu son dalga gerçekten salgının sonunu getirir. Ama bunun için  çok yüksek bir yüzdenin salgına karşı yeterli antikor geliştirmiş olması gerekiyor.  Ve arada bu gece Ağaç Bayramı Tu Bişvat. Bu defa çok fazla geziler organize edilebildi mi bilmem. Bizimkiler zoom'dan öğreniyorlar bu iki gün.

Ağaçların hayata uyanışlarını hatırlatan, Israel'de Toprağın Yeni Yılı olarak kabul edilen Tu Bişvat ağaç dikimiyle sembolleşmiş bir gün. 1908 tarihinden bugüne Israel için resmi bir önem taşıyan  bu bayram ve bu ülkenin ağaca verdiği önem sayesinde KKL (Keren Kayemet LeY'israel ) tarafından 230 milyon ağaç dikilmiş.

Hayatı temsil eden ağacı, yeşertmeye devam ettiğimiz sürece bu dünyayı yok olmaktan kurtaracak en önemli görevlerimizden birini yerine getirmiş oluruz. Atmosferdeki zehirleri toplayarak, oksijen sağlayan ağaçları koruyarak ve yenilerini dikerek, kaybolan doğal dengeyi yeniden sağlamamız mümkündür.

Daha temiz bir hava solumak, hayvanları korumak, yeni hastalıkların, virüslerin önünü kapatmak adına iklimi koruyan en önemli faktörlerden biri üzerinde çok daha fazla durmamız önemlidir.

Böyle bir salgının ortasında bulunduğumuz günlerde kaç çocuk, kaç genç ağaç dikmiştir bilinmez bu Tu Bişvat?! Dilerim gelecek seneye kadar insanlıkta kendini yenilemiş, zor dönemleri aşmış olur.

Herkese daha çok sağlık diliyorum.


13 Ocak 2022 Perşembe

İsrael adına çalışan yunusların tehtid ettiği Hamas

        

İnsanlarda paranoya, bilinen en kötü mental hastalıklardan biridir. Kişinin hayatını yeterince etkileyen bu psikiatrik bozukluk, sadece kendisinin değil yakın çevresinin de yaşam kalitesini yeterince düşürür.  Psikolog ya da psikiatr olmadan da konu üzerinde genel olarak bilgi sahibi olduğumuz, insanların çevrelerine ve arkadaşlarına güven duymalarını engelleyen normal dışı korkular ve şüphecilikle kendini gösteren bir şeydir paranoya.

Çevremizde bu tip insanlar tanımış olsakta olmasakta toplumda en sık kullanılan terimlerden biridir, Paranoyak olmak... "Paranoyaklaşmak.... gibi kelimeler her zaman duyarız insanlardan..Gereğinden fazla şüpheci olanlar için kullanılan bir sıfata dönüşmüştür bu kelime.

Paranoya, zannederim, insan beyninde bir şeylerin doğru çalışmamasıyla alakalıdır. Genetik bir sorun olduğu söylenir. Ancak  kimi psikolojik travmalar da bazen kişinin bu tip bir mental rahatsızlık geliştirmesine sebebiyet verebilir. Fakat yine de genetik bir eğilim söz konusu olmalıdır diye tahmin ediyorum.

Ve, toplumda da kitle halinde mantığın yitirilmiş olduğu durumlar vardır. Yani insanlarda olan paranoyanın toplumsal bir problem olarak görülmesi de mümkün. Toplumsal paranoya,  toplumun bünyesinde yaşayan azınlıklara, ya da kimi gruplara karşı mantıklı, mantıksız şüpheci tavırlar geliştirmeye başlamasıdır. Örneğin Türklerin, Anadolu'da yaşayan Ermenilerin, Kürtlerin, Alevi, Rum ya da Yahudilerin kendilerine karşı faaliyet içinde olduklarını ortaya atmak huyları ezelden beri bilinir. Herhangi bir azınlık grubuna devamlı  şüpheyle bakmak, onlar hakkında mantıksız iddialar üretmek, ya da komşu ülkelerin size karşı komplo üzerinde olduklarına inanarak mantık dışı korkular geliştirmek toplumsal bir paranoyadır.

Bazı grupların toplum üzerinde denetimlerini kolaylaştırmak adına, insanları hayali korkularla yöneten elit kesimlerin, bilinçli olarak, yönetilen  tabakaların beyinlerini yıkamalarıyla alakalı bir şeydir bu söylediğim. Mesela benim gençliğimden beri, zaman zaman Türk gazetelerinde atılan iddialar olurdu. Bu olay Mossad'ın bir oyunu...Ya da; "Mossad'ın başının altından çıkan son şey!! "gibi başlıklarla gündeme getirilen sansasyonel haberler olurdu.

Burada birinci şey, gazetenin tirajını yükseltmek için aradığı göze batan haber yapmak arayışıdır. İkincisi ülkede meydana gelen faili meçhul kimi olayların, kimi cinayetlerin, insanları hayal kırıklığına uğratmayacak şekilde, zaten düşman olarak bellenmiş bir grubun üzerine atarak bir rahatlama sağlamak kaygısıdır. Ve, böylece bir ülkede kendi içinde dönen kimi dolapların, kimi hesapların faturasını kolayca yabancı birgruba,  kuruma veya  ülkeye atarak soruşturmalardan, açıklamalardan, sorumluluklardan kurtularak gerçek hesap vermesi gerekenler, rahatça, istedikleri gibi hareket etmeye devam ederek, sömürdükleri toplumu kullanmaya, ya da ayakta uyutmaya ve serbest olmaya devam edebilirler. Anti demokratik ve totaliter rejimlerde bu yüzden, hayali dış güçlerle uğraşmak, çok daha yaygın bir yoldur.

Ülkeyi yöneten kişi ya da grubun elinde olan medya sürekli olarak o hayali düşmanı öne sürerek, insanları belli şeylere inandırmaya, beyinlerini yıkamaya devam ederler.

Türkiye'de en olmadık şeylerin altında Mossad'ı arayarak, Israel'i suçlayarak Türk halkının topunu bir paranoya içine sokmayı becermişlerdir. Bu insanlar artık her taşın altında belli adresleri arar duruma getirilmişlerdir.  Tabi bu sadece Türkiye'de değil, bu çevredeki tüm Müslüman ülkelerde işe yarayan bir ikna aracıdır.

İnsanlar bir süre sonra, sel olsa, deprem sallasa, fırtına çıksa Israel'i ya da kimi başka "düşman"ları suçlayacak psikoloji içindedirler. Bunun pek sağlıklı bir toplum yapısı olmadığını anlamayanlar içinde gayet okumuş, gayet aklı başında görünen yığınla insan da göze çarpmaktadır.

Geçtiğimiz günlerde, Hamas, Gazze şeridi kıyılarında şüpheli "Yunus Balıkları"na rastladıklarını iddia etti.

Hamas'ın iddialarına göre, Gazze deniz şeridinde, Hamas'ın özel "Kurbağa Biriminin" ( !) talimlerini,  üzerlerine monte edilen kameralarla takip eden ve gerekirse karşı tarafa saldırı yapabilecek şekilde silahlandırılmış yunuslar Israel tarafından bölgede görevlendirilmişler.

Doğal ortamlarından çıkarılılarak, birer katil adayına dönüştürülen bu sevimli hayvanların, Hamas'ın faaliyetlerini yerinde incelemekle görevlendirilmişler.

Hamas ve İslami Cihad son günlerde, Israel'e karşı yeni bir saldırı için hazırlıklarını hızlandırdıklarını da özellikle belirtmeden geçmediler.

Benimse aklıma Tora'da anlatılan hikayelerden biri geldi şimdi. Tanrının, kötülüğe giden insanlığı yeryüzünden silmek için getirdiği tufandan sadece Noah (Nuh) ve  ailesini kurtarma sözü sonrası, Noah inşa ettiği gemiye her canlıdan bir çift alarak yola çıkmış. Ve Noah'nin gönderdiği beyaz güvercin ağzında yeşil bir şeytin dalı olmak üzere döndüğü an, tufanın artık sona erdiğinin işaretiymiş.

Tanrı tüm insanlar içinden seçtiği Noah'ya bir daha böyle bir tufan olmayacağı sözünü vermiş.

O zamanlardan bugünlere, ağzında zeytin dalı taşıyan beyaz güvercin "Barış"sembolü oldu.

Araplara sorarsanız Israel hayvanlari hep onlara karşı kullanıyor.  Mossad, geçen yıllarda, Suudi Arabistan'da yakalanan Akbabanın üzerine alıcılar koymakla suçlandı. Türkler yine bir kaç yıl evvel  sınırlarında yakaladıkları kuşun üzerindeki kameraların Mossad'ın işi olduğunu iddia ettiler.

Ancak, Yunusların üzerine silahlar yüklenip Hamas'ı hedep aldıkları hikayesi bu kez fazla uçuk bir senaryo. Ancak, Türkleri ve Arapları Mossad'la ilgili söylentilere ikna etmek için çok fazla ter dökmenize gerek yok.

Bu kez seneler önce bir Türk şarkıcının evde grup seks yaparken yakalanmasının ardından: "Tüm bunlar bana Mossad'ın bir komplosu "dediği haberi anımsadım  😂.




12 Ocak 2022 Çarşamba

İnsanlar keşke biraz daha dürüst olsalardı

Geçtiğimiz günlerde, Mısır'daki hapishanelerde 900 gün tutuklu kalmış olan,  Filistin-Mısır kökenli, İnsan Hakları Savunucusu Ramy Shaath Fransız makamlarının gösterdikleri büyük çabayla, Mısır Cumhurbaşkanı Al Sisi tarafından serbest bırakılarak, Ürdün yoluyla, Fransa'ya, eşinin yanına getirilerek özgürlüğüne kavuşturuldu.

Ramy Shaath, Filistin Yönetimi Kurucu ve Yöneticilerinden olan Nabil Shaath'in oğludur.

Ramy Shaath, Arap Baharıyla gelen akımların içinden sivrilmiş, Mısır'da bir çok farklı politik gruplarla ilgisi olan bir İnsan Hakları Savunucusu olarak tanınıyor.

Ayrıca, Filistin Halkının Israel işgalinden kurtarılması adına yürüttüğü politik savaş çerçevesinde, Mısır'da Israel'e karşı, Boykot ve Yaptırım Hareketinin (  BDS 'in ) kurucusudur.

Abdel Fatteh Al-Sisi'nin iddialarına göreyse, Mısır Hapishanelerinde bulunanlar politik tutuklular değildir. Hapishanede bulunan tutuklular,  Mısır'daki politik dengeleri bozmak için hareket eden, kimi terör destekçileri ve militanlardır. Batı ise Mısır Hükümetini bu ülkedeki insan haklarını korumadığı için kınamakta ve Amerika Mısır'a belli bir yaptırım uygulamaktadır.

Fransız Cumhurbaşkanı Macron, Mısır'ın İnsan Hakları Raporunun kötü olduğunu ancak bunun iki ülke arasında işbirliğini engellemediğini de belirtti,

Fransız Cumhurbaşkanının, Abdel Fatah Al Sisi'nin, Fransa'ya 20 Aralık 2020'de yaptığı ziyarette, Ramy Shaath'in tutukluğuna son verilmesi konusunu gündeme getirmiş olduğu biliniyor.

Fransız Devletinin ileri gelenleri, Ramy Shaath'in özgürlüğüne kavuşarak, Fransa'ya gelmiş olmasını sevinçle karşıladılar. Shaath'in Fransız eşi Celine Lebrun'un gösterdiği yoğun çabalar sayesinde, Mısır Hükümetine uygulanan diplomatik baskıyla serbest kalan Ramy Shaath' in Fransa'ya gelişi demokrasinin insan hakları savunucularının bir zaferi gibi sunulurken, bir çok politikacılar, ki buna Macron da dahil olmak üzere  Fransanın diplomatik bir başarısıymışcasına memnun görünüyorlar.

Söz ve hareket özgürlüğü adına bir zafer olarak kabul edilen bu girişim, Batının koruduğu değerlerin ışığında, halkını savunmak adına savaşan bir ismin arkasında durduklarına inananların gösterdikleri sevinç kimileri için belli bir hayal kırıklığı olabilir mi acaba?

Mısır'ın, düşünce suçlarıyla, muhalif akımları bastırmak amacıyla, bir çok insanı hapiste tuttuğu bilinen bir gerçek. Fakat herşeye rağmen, Al-Sisi'nin, Mısır'daki en güçlü muhalefet olan Müslüman Kardeşlere karşı yürüttüğü savaşı bilen Batı,  diğer akımların karşısında, Batı'ya daha açık, daha yakın bir lideri Mısır'daki hükümetin başında görmeyi tercih ediyor. Sonuçta, politik hesaplar esasen iddia edilen tüm diğer hakların üstünde geliyor.

Esasen yumuşak kılıfların arkasında, yumuşatılmış, süslenmiş sözler ve kimi sözde korunan değerlerin altında kocaman bir menfaat yatıyor ve bu menfaatler arkasında devletlerin istediklerinde çok farklı politik çizgiler çizebildiklerini de gösteriyor.

Ramy Shaathy'nin serbest bırakılması, Mısır vatandaşlığından çıkarılma on koşuluyla kabul edilirken, Fransız yetkililerle, İnsan Hakları Savunucuları ve Ramy'nin yakınları, bu özgürlüğün, bu şartlarda verilmiş olmasından üzüntü duyduklarını eklediler. Ramy'nin özgürlüğünün bedeli, Mısır'a bir daha yaklaşmasına izin verilmemesi şartıdır.

Mısır Cumhurbaşkanı Sisi kendi koltuğunu kurtarmak için elinden geleni yapabilir. Mısır ya da ortadoğu'daki zemin her zaman bu tip liderlere alışıktır. Her dönem bir kısım insan karşı çıksa da totaliter rejimlerde güç kullanarak mualefeti susturmak ezelden beri varolan bir sistemdir Bu bugün de aynen  devam ediyor.

Ancak digerleri Sisi'nin kendi halkına nasıl davrandığından çok kendileriyle nasıl olduğuna bakarlar. Sisi'nin karşısında Müslüman Kardeşleri bulmaktan çekinenler, bir İslam Hegemonyasına karşı, diğerini tutmayı tercih edecektir.

Israel'in kaygısı ise bambaşkadır. Dünyanın her bir köşesinde, Israel'e karşı gelişen akımların, Batı'da bu derece sıcak karşılanması, Israel açısından yeni bir engel, yeni bir hayal kırıklığı ve yeni bir mücadele alanıdır.

Kendilerini İnsan Hakları Koruyucuları olarak adlandıran bir sürü politik akımlar, kültürel ve toplumsal grupların içinde sivrilmiş, önemli kişiler arasında Israel karşıtlığının son senelerde gittikçe daha popülerleştiğini görüyoruz. Bu anlamda, Israel de kendisine karşı yürütülen ve antisemitik izler taşıyan bu akıma karşı gittikçe daha aktif bir şekilde, belli bir savunma politikası geliştirmeye başladı. Her ne kadar, karşısında, kocaman bir dünya varsa da...

Ramy Shaath'i Fransa'da bir kahraman gibi karşılayanlar, onu bir özgürlük sembolü olarak görenler, ona kollarını açarken, BDS gibi kurumların gerçek yüzünün farkında (?) değiller.

Ve ilginç olansa bir taraftan, BDS'in antisionist politiklarinin antisemitizmin bugünkü yeni yüzü olduğunu kabul edip, BDS'e karşı çıkan. bunu yasaklayan yasalar kabul eden kimi ülkeler, diğer taraftan hala bu akımlara karşı sempati duymaya, onları kucaklamaya devam ediyorlar.

BDS'in bir halkın özgürlüğünden çok, bir ülkenin yıkımını arzu edenlerin savaşı olduğunu bilmeyenler ya da bilipte bunu arzu edenlerle aynı safta olmayı tercih edenlerin, sözde ezilenleri korumak savaşı kılıfına uydurulmuş, düşmanca bir hareketi destekleyerek hiç kimseye iyilik yapmamaktalar.

Filistin sorununa çözüm bulmak, Israel'e karşı olmaktan değil Filistinlilerin, Israel'in varoluş hakkını tanımalarından ve terör hareketlerine son vermelerinden geçiyor.

Bugüne dek, kendilerine tanınan her hak, her fırsat karşılığında daha çok terörle karşılık verenlerin, dünyanın anladığı dilde " 1967 toprakları" nı iddia edenlerin, İbranice ya da Arapça'da, bu toprakların son milimetresinden çıkacağınız güne dek bu mücadele bitmeyecek diyen grupların arkasında onlara destek çıkarak, mazlumun yanında olduklarını zannedenler yanılıyor.

Ramy Shaath gibi, BDS gibi gruplara,  Israel'in yıkmak için çalışanlara arka çıkan Batı insan haklarından, konuşma özgürlüğünden bahsettiğinde, hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığı bu dünyada yaşarken, dönen iki yüzlülüğe karşı gülsem mi ağlasam mı bilmiyorum ben!!!!

Örneğin Fransa'daki Ekolojistler yani çevreciler Ramy Shaath'in serbest bırakılmasından çok memnun olduklarını yayınlamışlar.

Aydın Çevreci politik akımların insanların özgürlüklerini savunmaları kadar doğal bir şey yoktur tabi. Çevreciler daha iyi bir dünyada, daha iyi çevre koşullarında, eşit şartların tüm halklar tarafından eşit bir şekilde paylaşıldığı, özgür, temiz, huzurlu bir dünya için savaştıklarını biliyoruz.

Onların rüyalarına ben de katılıyorum. Doğal ortamların, hayvan ve insanların sömürülmediği bir dünyada, en ideal koşullar için ellerinden geleni yapmaya yemin eden, fedakar insanlar var. Tabi onlar Filistinlilerin haklarını desteklemeyecekler de kimler destekleyecek?

Ancak ben bu grupların, Ortadoğudaki kurallarla dönen toplumlardaki yaşam şartlarına bir göz atmalarını tavsiye ederim önce. Buradaki insan denen varlığın onların koydukları kriteryonlardan hangisine saygı duyduğunu bir defa daha incelemeleri gerek. 

Onlarsa idealden yeterince uzak olanların hayatlarından, çocukların, kadınların ve tüm diğer zayıfların sömürülüşünden rahatsızlık duymuyorlar sanki. Iddia ettikleri değerlere karşı işlenen suçları görmüyorlar ancak, Israel'den istedikleri özgürlük adına savaştıklarını iddia edenlerin arkasında gözleri kör ve kapalı koşuyorlar.

Hayat ve insanlar keşke biraz daha dürüst olsalardı!!




10 Ocak 2022 Pazartesi

Tek başınıza yemek yemeği severmisiniz?

Hayattan zevk almayı bilen insanlar kendi kendilerine vakit geçirmeyi bilen insanlardır değil mi? Her dakika mutlaka yanlarında kalabalık isteyenleri, birilerini arayanları, sürekli yeni heyecanlar peşinde koşanları pek anlayamam desem de, benim neyi nasıl anladığımın da pek önemi yoktur herhalde. Galiba biri dışa diğeri içe dönük insanlardan bahsediyorum ben kısaca.

Uzun bir günün sonunda, tek başına yürümek, bisiklete binmek, resim yapmak, yazı yazmak gibi faaliyetler insanın kafasındaki dağınık düşünceleri, yeterince ayaklanmış kimi duyuları, hisleri bir hizaya sokmanın en güzel yollarındandır. Ve bu çeşit yanlızlık, sağlıklı olan bir yanlızlıktır. Kendiniz için, değerli anlardır bu anlar. Hem bir çeşit üretgenlik içerirler, hem de bedeniniz ve ruhunuza ihtiyaç duydukları bir besini elde etmek için ayrılmış bir zamandır bu.

Bu anlamda anlıyoruz ki bir insanın kendini tüm dünyadan kopardığı negatif türden bir yanlızlık vardır, bir de normal bir tempoda geçen bir günün, ya da saatlerin sonunda kendinize ayırdığınız, sizi besleyen, sizi büyüten, sizin için gerekli olan. sakinliği, sukuneti getiren o tek başına kalmak için seçilen saatler vardır. Bazı şeyleri bir filtre etmek gibidir bu saatler insan için. Sizin için gerekli olanı kendinize almak, istenmeyenleri süzüp atmak için bir değerlendirme zamanıdır. Bu sağlıklı bir kendi kendinle baş başa kalma fırsatıdır.

Tek başınıza yapmaktan hoşlanacağınız şeyler okumak, yazmak, müzik dinlemekten başka her insanın kendine göre seçenekleri olabilir.

Ancak bazı şeyleri tek başına yapmaksa tuhafımıza gidebilir. Benim tek başıma yapmaktan hoşlanmayacağım tek tük şeylerden biri sanırım, oturup bir restoranda yanlız yemek yemektir. Genelde herkesin birarada eğlendiği bir ortamda tek başınıza olmak sizi yeterince yanlızlaştırır gibidir.









Geçen akşam eşimle deniz kıyısında yürüdüğümüzde, sahildeki restoranlardan birinde tek başına keyifle yemek yiyen genç bir adamı birasını yudumlarken gördüğümde o insan gerçekten yediğinden, içtiğinden kesinlikle keyif duyar gibiydi. Ve eğer o bundan mutlu idiyse, demek ki kimi insanlar, tek başlarına denize karşı, bir bardak sarapla, yarı olmuş bir bonfilenin tadını çıkarmayı becerebiliyorlar dedim. Ve ne mutlu onlara. Hayattan memnun olmak, bir şeyler yapmak için hiç kimseye ihtiyacınız olmaması, bunu başarabilmek ne güzel. Denizin karşısında, güzel bir atmosferde, hiç kimseyi bulamamışsa da yanında kendisi vardı. Mutlu olmak için, yaşamak için..o an ikinci bir insana ihtiyacı yoktu.

Bense hemen adamın tek başına yemek yemeyi seçmesiyle ilgili olasılıklar üzerinde fikirler yürütmeye başladım  Belki acele bir işin arasında acıkınca bir şeyler yemeğe karar vermişti. ( gerçi iş için saat epey geçti!!) Belki son anda yemeğe birlikte çıkmaya karar verdikleri kişi onu ekmişti. Belki sevgilisinden yeni ayrılmıştı. Belki sadece bir yerlerden geldiği bu şehirde normal olarak yemek yemesi gerekiyordu.

Adamın yediği yer, bir çok orta halli restoranlara göre biraz daha şıktır sanki. Bütün masalarda, aynen Türkiye'de olduğu gibi bembeyaz masa örtüleriyle ve her masanın kenarına konulmuş küçücük abajurlarla, sevimli güzel bir restorandır burası. Bir iki kez yediğim bu yerin lezzetleri de fena değildi.

Israel'de çoğu orta halli restoranlarda pek öyle özenli bir dekorasyona, masa örtülerine genelde rastlamazsınız. Orta halli restoranların çoğunda çıplak ahşap masalardaki servis üzerinde yemek yemek mümkündür. Ortalama restoranların çoğu fast food tarzına yakındır. Ancak yine de ucuz sayılmazlar. ( Orta bir restoranda, "orta halli" bir yemek için  kişi başına verilecek ücret 100 şekel civarıdır)  Çoğu et restoranları, balıkçılar, hamburger, sosisli ya da pizzacılardır. Uzakdoğu yemekleri de çok popüler sayılabilirler. Bir çoğu da Ortadoğu usulü kebap tarzı şeylerdir ...

( Tel Aviv ya da Yeruşalayim gibi büyük şehirler, yine sık rastlanılacak cafelerle, fast food tarzı basit yerlerin yanında dünyanın her yerinden gelecek insanı memnun edebilecek lezzette yemeklerin tadına bakmanın mümkün olduğu restoranlara da sahiptir. Aslında Israel'de bu konuda büyük bir çeşitlilik olduğu söylenebilir. Tabii tanımak lazımdır. )

Neyse, tek başına yemek yemekte kalmıştım ben.

Tek başıma yemek yemek benim için günlük hayatımda, işimin ortasındayken, evde yanlızken mümkündür. Tüm hayatım boyunca, ayaküstü bir şeyler atıştırmanın dışında, ciddi bir restoranda tek başıma yemek yediğimi çok fazla hatırlamıyorum.

Yemek konusu  hassas bir konudur sanki. Kimi anlamda törensel yönleri vardır. Tabii  eğer siz hazırlamışsanız. Kimi anlamda adeta kutsal bir mevzudur. Size o yemeği hazırlayana, getirene ve  yediğiniz her lokmaya bir saygıdır, şükretmektir....yemek çoğu kez mutluluktur..

Alelacele alınan öğünler dışında, çoğu zaman bizi sosyalleştiren aktivitelerin de en başında gelir yemek yemek. Sözleştiğiniz kişilerle, bazen de bir kişiyle tattığınız lezzetlerdir. Saatlerce devam ettirebileceğiniz bir birliktelik bahanesidir. 

Eğer aşık olduğunuz kişiyle ilk yemeğinizse, yediklerinizden çok karşınızdaki insanın içinizde yarattığı hislerle meşgul olsanız da romantizmin zirve yaptığı anlardır.

Seneler süren dostlukların en güzel bir buluşmasıdır bir restoranda birlikte yiyip içmek. Bulunduğunuz kişiye göre bazen ne yediğinizden çok, kiminle yediğinizle de ilgilidir...

O beyaz örtüde, elindeki çatal ve bıçağıyla balığından kestiği küçük bir lokmayla beraber buz gibi birasından bir yudumla yemeğine devam eden adama baktığımda kim bilir hangi düşünceler içinde olduğunu bilmediğim o insan bana 2007'de Boğaz'da tek başıma yediğim bir öğle yemeğini hatırlattı.Bembeyaz örtüleriyle, Anadolu Kavağında yediğim bir öğle yemeğini ( Çok kuşkudayım, bir yazımda daha önce bahsetmiş olabilirim bu yemekten!!)

Denizin hemen üstünde, balığın yanında bir roka salatası ve bir bardak ta bira ve tepemde dikilen üç tane, papyonlu garsonla birlikte. Çok merak etmişlerdi, nerelerden geldiğimi. Bense, geçmişime dalıp gitmek, düşünmek istiyordum biraz. Eskilerde kalan şeyleri. Babamı, ailemi, çocukluğumu, genç kızlığımı, geride kalan eski bir hikayeyi...Karşı taraftaki yemyeşil tepelere gelmeden, iki yakanın ortasında bir yerlerde sanırım 1979 yılıydı, bir de petrol tankeri patlamıştı....

O gün belki de en son böylesi bir restoranda yanlız başıma bir yemek yemiştim.





 

9 Ocak 2022 Pazar

Pandemiden etkilenenler

 

Bugünkü nesli kaybolmuş bir nesil olarak adlandırmak mümkünmüdür?

Bu soru kulağıma haber saatinde çalınan bir başlıktı. Tam işimin ortasındayken haberlerde konuşulanları duymaya vaktim olmadı. Ancak aklımda özellikle yer etti bu soru ":  Kaybolan nesil!!!"  Kaybolan insanlar!! 

Ve dahası aklıma geldi benim.... Silinen toplumlar..Yaşam imkanları sıfırlanan bölge ve ülkeler.. Bitmeyen savaşların, didişmelerin, yolsuzlukların  peşinde boğuşan milyonların hayatlarını bir adım daha yok eden bir pandeminin arkasında kimi kaybolan hayatlar!

I. ve II. Dünya Savaşları dönemlerinde, milyonlarca genç insanın hayatlarını kaybettikleri ya da sakat kaldıkları yıllarda da kaybolmuş nesillerden bahsediliyordu.

Dönem dönem hep oldu kaybolan, kaybolmuş, kaybolduklarına inanılmış nesiller ve insanlar.

O zamanlarla mukayese edilmese de pandemi heryeri darma duman etti yeterince. V ehala da ediyor. 

Pandeminin getirdiği krizin etkilemediği toplum yok gibi.

Savaşların, krizlerin ilk etkilediği toplumsal tabakaysa mutlaka gençlerdir.

Dünya tarihini bugünlere kadar ele alan, tarihçiler, sosyologlar  insanların geçirdikleri dönüşümleri, evrimleri, kimi yükseliş, kimi gerileme dönemlerini,  buluntulardan, kalıntı,  belgeler ve kitaplardan yola çıkarak  her zaman analiz etmişlerdir. Bu şekilde. tarihi farklı yönleriyle ele alan araştırma yazıları çıkmıştır.  Bugünse saniye saniye, yaşadğımız tarihi bir süreci bizimle birlikte, online, ekranlardan, makalelerden, televizyon, radyo ve internet sitelerinden, akademik çevrelerden direk yorumlayan, gazeteciler, psikologlar,  ekonomisyen ve araştırmacılar, doktorlar, toplum bilimciler var karşımızda. Konuyu global bir şekilde ele alanlar,  araştıranlar pandeminin daha orta yerinde olaylara ışık tutmaya, salgının ekonomik, toplumsal sonuçlarına çözüm bulmak için çabalıyorlar. Hükümetlerin salgını durdurmak için aldıkları tedbirler ve çözümler de şimdiden akademik araştırmalara dahil olan konular kapsamında belgeleniyorlar mutlaka. 

Pandemi yüzünden alınan tedbirlerse kimilerince doğru, bir çoklarınca yetersiz, bazılarınca delilik, bir diğer kitleler içinse  anti demokratik olarak ses getirmeye devam ediyorlar. Lider ülkeler yaşadığımız bu son dönemi, aktüel krizi atlatabilecek güce sahip görünürlerken, yine sorunları aşmak için en çok çabayı harcayanlar olarak ortaya çıkıyorlar.  Dünyanın bir çok köşesindeki batmış ülkelerle, kimi anlamda kaybolmuş toplumlar sadece bir şekilde var olmaya belki de sürünmeye devam ediyorlar demek daha doğru olabilir.  Gelişmiş toplumlar da bir yerde pandeminin etkilerini kendileri açılarından zor olarak adlandırdıkları bu zamanları atlatmaya gayret ederlerken, soruna teşhis koyup çözüme ulaşmak için bitmeyen bir çaba içindeler.

Yani yeni global krize çözüm arayıp bulanlar, normal bir hayat lüksüne zaten sahip  olanlar. Hala insan gibi yaşayanların bir şeyleri düşünmek ve çözmek için "imkanları" ve halleri vardır. Diğerleri tamamen sekteye uğramış hayatlarına bir problemin daha eklenmesiyle biraz daha çamura batmışlarken, yerel savaşlarla zaten  alt üst olmuş hayatlarından kaçmaktan başka bir şey ellerinden gelmeyenler aç kalan karınlarını doyurmak için kendilerine hiç durmadan yeni yerler aramaya devam ediyorlar .. Geçen zaman onların yaşamlarını hiç bir zaman daha iyiye götürmüyor. En baştan yanlış başlayan bir şeyden beklenebilecek tek sonuç, hep daha kötüsüdür..... Botlara binip açık denizlerde yeni ufuklara yelken açanlar. ölümüne bir yolculuğu göze alıyorlar... Kaybedecek tek şeyleri;  canları (!!)

Pandeminin getirdiği belirsizlikler,  ekonomik olarak en iyi durumda olan  ülkeleri bile kimi anlamda etkilemeye devam ederken sağlığımızın nereye gittiğini (?)  hala cevaplayamayan profesörler, yolun ilerisini  kestiremeyen bilim adamlarının hiç bir şeye kesin bir cevap verememelerinin getirdiği soru işaretleri dünya  ekonomisini etkilemeye devam ediyor. Belirsizliğin ilk vurduklarıysa gençler..

Yükü çekmekte zorlanan firmaların ilk kapıya koymayı düşündükleri gençler oluyor. Tecrübeli elemanlar yerine, işin daha başında olanlara yol görünüyor. Zoom' da eğitim görmeye çalışanların başarıyı tutturmakta çektikleri zorluklar da hayatı bir kat daha zorlaştırırken, evde geçen zaman içinde depresyona girenlere,  çıkmazın eşiğine gelen binler ve milyonlarca gence el uzatmaları beklenen hükümetlere düşen yükümlülükler zorluyor...Hayatlarının daha en başlarında her alanda zora girenlerin, iş bulamayan gençlerin sekteye uğrayan psikolojileri, alkol ve uyuşturucuya kaçanların sayısında görülen artışla toptan etkilenen toplum ve aile ilişkileri..

.Bu pandemiden herkesin bir şekilde etkilendiğini görüyoruz aslında..

Okumayı çözememiş 1.sınıf talebeleriyle,  yuvalardan uzak kalmış bebeklerin insanlara adaptasyon sorunları, çarpım tablosunu öğrenmekte zorlanan kimi çocukların zoomda  parmaklarını sayarak matematik alıştırmalarını çözmeye çalışırken, Yaşlılar Yurdunda terk edilmişlik hissine karışan duygularla sağlıklarını kaybeden  yaşlılar.... .

Son dönemi sakinlikle atlatan pek az insan var sanırım.

Tam bir şeyler artık sonuna yaklaşıyor mu acaba derken son gelen dalgayla ayakta kendini tutmakta zorlanan insanlık, bu sefer tam bir bekleme içinde. Virüs artık kuvvetten düşmüş dense de bu defa da çok hızlı yayılıyor. Bu da sonuçta işi kolaylaştırmıyor. Hastalığı çoğu insan hafif geçirse de, ağır hasta sayısı, bu kez çok yayılan virüs yüzünden tekrardan yükseliyor. Mücadele etmek yine zor. Belki daha da zor. Kendinden, hastalıktan, verilen emirlerden bıkmışların aymazlığını zaptetmekte zorlanan yönetimlerin elleri kolları bağlanıyor. Kurallar, yasalar ya da emirler bazılarını ilgilendirmiyor. Yaşasın Demokrasi!! diye  kendi kafalarının dikine gidenler diğerlerinin yaşam özgürlüklerini ellerinden almaktan çekinmiyorlar.

Tsunami gibi geliyor bu kış. Bu son dalga devirdiğini devirecek ve sonunda insanlar bir şekilde kaldıklari yerden yola devam edecekler.  Büyük çoğunluk  bugünleri torunlarına anlatacak.... ben!! (?)

Fırtına dindikten sonra zarar hesapları tam olarak ortaya dökülecek.

İnsanlığın geçtiği karanlık tünelin ötesinde  görünen ışığın tünelin sonunun mu yoksa karşımıza gelen  yeni bir tehlikenin işareti mi olduğunu bilmeden yolumuza devam ederken kendimizi, o hep var olan umudumuza yaslıyoruz. Herşeyin bir başı ve bir sonu olduğunu hatırlayarak devam ediyoruz.   






5 Ocak 2022 Çarşamba

Oturma odasındaki floresan ışığı

Çocukluğumdaki evimizin oturma odasını hatırlarım. Normal günlerde ailece oturduğumuz odaydı bu. Çünkü salon sadece misafirler ya da özel günler için kullanılan bir yerdi. Oturma odasıysa günlük hayatımızın büyük bir bölümünü geçirdiğimiz, yine pek küçük olmayan, koltuklar ve ortada bir masayla, komple döşenmiş ayrı bir yaşam alanıydı. Misafirler için kullanıma açık tutulması gerektiğine inanılan salonu ve buradaki şık eşyaları eskitmemek için, çekirdek aileye ayrılan bir küçük salon fikriydi bu. Bir çeşit gelenek, bir Türk evi mantığıydı bu sanırım.

Çok defa, Türkiye'de, ödenmeyen aidatlar yüzünden, kömür alındı alınmadı hikayeleriyle mevsimin en soğuk günlerinde ısıtmada sorunlar yaşadığımız dönemlerde, kışın yağmurlu geceleriyle, ısının 5-6 derecelere indiği hatta kar yağdığı günlerde evi sıcak tutmak için kalorifer dışında başka yollara başvurmak durumunda kaldığımızda, oturma odasının kapısını kapatıp, içeride saatlerce küçücük bir sobayla oturduğumuzda ben eşofmanımın içinde hala yeterince üşüdüğümü anımsarım.

Odanın tepesindeki lambadan yayılan sarı ışıkla beraber kapı pervazının yukarısına monte edilmiş beyaz floresanın altında otururken, odadaki ortamın rengi de beyaz sarı tonlarındaydı sanki. Kimi an içinizi ısıtan, çoğu kezse soğuk, soluk hatta pek çok defa dondurucu bir atmosferdi bu..Yıllarca süren, bir çeşit alışkanlığa dönen aile içi monoton ilişkilerle, belli bir mesafenin umursamazlığa,  lakayitliğe vardığı tuhaf bir aile ortamında geçen zamanların, aynı çatı altında yaşayan insanların iletişim bozukluğuna karışan tutumlarıyla şekillenen aile kavramının, kimi bozuk dengelerin arasında serpilen, büyüyen, bir anlamda  kendini arayan ve herşeyi  terketmek için yanıp tutuşan genç bir insanın geçirdiği "son dönemi " hatırlatan oda... Bugün ne hayallerde, ne de gerçekte izi kalmamış o odadan geriye sadece  beyaz floresan ışığın yarattığı  etki vardır belki de...

Seneler önce floresan ışığının insanları depresif bir ruh haline soktuğu konusunda bir araştırma yazısı okumuştum.

Floresan lambalar öncelikle tasarruf için kullanıldıklarından genelde ya hastaneleri ya da devlet dairelerini anımsatırlar.  Çünkü en çok bu yerlerde görürsünüz bu beyaz lambaları. Ya da elektrik faturasının yüklü gelmesinden çekinen insanların, eski zamanlarda evlerinin her odasına koydukları bu ampuller belki de kimi yoklukla bütünleşen duygulara da götürürler insanı.

Sonuçta bir şeyin hem bilimsel hem de psikolojik boyutları vardır genelde. Birincisi bir şeyin, bir durum ya da cismin bedeninize yaptığı açık, ölçülebilir etkilerdir, diğeriyse zihninizde yer eden duygularla, fikirlerin, algıların, hatıra ya da çağrışımların düşüncelerinizde sizi nerelere götürdükleriyle ilgilidirler.

Bazen Pitzi'yi dışarıda gezdirirken, aşağımızdaki parkın etrafını çevreleyen apartmanların camlarından çevreye yansıyan ışıklara bakarım. Aynen çocukluğumdaki gibi. Çoğu evlerde bugüne dek kullanılan o beyaz floresan ışığını tercih edenlerin ne kadar  çok olduğunu gördüğümde baya şaşırırım her defasında. Bu ışığın diğerine göre daha iyi aydınlattığına inananlar vardır ya!!!  Ve beyaz ışığı sevenler....

Dışarıya beyaz ışık yansıyan bir evde sıcak bir ortam hayal etmek zor geliyor bana. Gözüm hep farklı bir şeyleri arıyor. Bir de kocaman spotlar yerine yumuşak tonları  mesela... Salonun bir köşesindeki camın kenarına bitişik köşede yanan bir abajur olabilir bu. Ve o abajurun bulunduğu yerdeki koltuğun yastıkları arasında, ellerinde sıcacık birer içecek ve hafif bir müzikle günün son saatlerini birlikte dinlenirken bir iki satır bir şey okumakla geçiren insanları düşlüyorum bir an.  Ya da yorucu bir günün sonunda, gün boyu yaşadıklarını paylaşan çiftin konuşmalarının arkasından yan odada yanan Mickey Mouse lambanın bitişiğindeki yatağında kendi kendine mırıldandığı melodiyle huzurlu bir uykuya dalmak üzere olan küçük bir çocuğu hayal ediyorum... Evlerin camlarından dışarı vuran ışıkların taşıdığı düşlere sık sık dalar giderim ben...bizim kocaman apartman bloklarının ortasında dolanırken, senelerle büyüyen serpilen ağaçların altında, sanki bir korunun içindeymişim gibi bir his yaşatan parkın içinde diğer köpeklerin arasına karışan bizimkisinin bir o bacak ve bir diğerini kaldırıken her bir iki metrede koyduğu işaretlerin arkasından, kulağımda çalan melodinin temposu içinde kaybolup gittiğim dakikalarda...

Geçenlerde söylediğim gibi, duyularımız tam bir birliktelik içinde çalışıyorlar. Koku alma duyumuzda olduğu gibi, gözümüzün algıladıklarıyla her daim ruhumuza ve beynimize değen şeyler oluyor. Gördüklerimizin bizi götürdüğü geçmişle bugün arası giden hep bir ruh yolculuğumuz vardır. Bazen çocukluğumuzda görmeye alıştıklarımızı bugün bulmak ve yaşatmak için savaşırken bazen de yine çocukluğumuzdaki kimi anıları kimi yaşadıklarımızı hatırlatanlardan kaçmak için çabalar dururuz. 


  Vahid Beheshti @Vahid_Beheshti In spite of all the propaganda by the regime of the Islamic Republic, the people of Iran continue to risk t...