26 Şubat 2021 Cuma

 


                                  

                     Hasidik yaşlıya son görevi yapan Müslüman hemşire


Korona günleri başladığından beri her gün basına, gazetelere farklı farklı hikayeler yansıyor.

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki insanların hayatları bazen pamuk ipliğine bağlıymış gibi bir his yaşatırken bazen kimi genç ya da yaşlı insanların yaşamı ölümle hayat arası bir maceraya dönmüş gibi...

Son bir senede Korona'yla birlikte inanılmaz hikayeler duyar olduk. Hiç beklenmedik şeylerin yaşandığı son bir senede . Haberlerde hava durumu raporu gibi günlük hasta ve ölüm rakkamları verlir oldu. 

Bir de Israel'de son günlerde televizyonlarda  insanları aşı olmaları için devamlı iknaya çalışırlarken, her gün hiç beklenmedik bir şekilde Korona'dan hayatlarını kaybetmiş insanların hikayeleri anlatılıyor.

Tüm bu durumların içinde her zaman insani duygulandıran olaylar yaşanıyor.

Geçen günlerde Israel'in Kuzeyindeki,  Ha' Emek Medical Center 'da ( Kuzey'de bir Hastane'de  )  yine insanları duygulandıran bir olay yaşandı.

Geçmişte anlatmıştım; Israel hastanelerinde çalışan personel içinde hatırı sayılır miktarda Arap kökenli Israelliler vardır.. Bunlar hademelik, hemşirelik, doktorluk ve hastane yönetimi içinde farklı farklı bölümlerde çalışan insanlardır.

Afula'daki bu hastane'ye bundan bir ay evvel Shlomo Glaster isminde bir Covid-19 hastası getirilmiş.

Hasidik akımdan olan yaşlı adamın bakımını üstlenen sağlık ekibi bir ay boyunca yaşlı adamın hayatını kurtarmak için yoğun çaba harcamalarına rağmen  Glaster'in durumu gittikçe ağırlaşmaya devam etmiş.

Geçtiğimiz haftasonu, bir sabah sağlık ekibi yaşlının sayılı saatleri kaldığını anladıklarında aileyi arayarak bir an önce gelmelerinde fayda olduğunu bildirmişler.

Ancak aynı gün  Israel'in Kuzeyi'nde olan yoğun kar yağışıyla yolların kapanması yüzünden ailenin babalarından ayrılmak için yetişmelerinin imkansız olduğu belli olunca, Glaster'in son anlarında yanında olup, son bir aydır onu yakından takip eden Müslüman hemşire İbrahim Maher bu dindar adam için kendisine bir görev düştüğünü hissetmiş..

Yaşlı adamın inancına göre bu hayattan ayrılmasının ne kadar önemli olduğunu hisseden Maher,  Te'ilim kitabını bularak ailesi yerine son vazifenin kendisine düştüğünden emin bir şekilde " Shema!" ( Sh'ma Yisrael Adonai )  duasını hiç tecrübesi olmadığı halde onun için okumuş.

Bu dua Yahudilikte en önemli duadir.  Dindar Yahudilerde bu dua sabah ve akşam okunarak, yaşadığımız, nefes aldığımız sürece bu dünyayı, bu evreni ve bizleri yaratan tek bir kuvvetin varlığını hatırlatır bize. 

Göklerdeki Kralımız, Efendimiz ve Babamız olan , evrenin tek bir gücün elinden çıktığını unutmamamızı hatırlatan bu duayı her fırsatta, her an okumak mümkündür.

Bu dua Yahudiliğin, Yahudi inancının temelidir ve tek Tanrılı din olmanın, tek bir kuvvete inanmanın sembolüdür.

Beklediğimiz herşeyin sadece o kuvvete dayandığını biliriz.

Ve bir Yahudi son nefesini verirken okunan dua yine budur... Sh'ma Yisrael Adonai , Eloheinu Adonai Ehad!

İbrahim Maher, İslam inancına göre büyüyen biri de olsa, bir başkasına son görevini yerine getirirken, kendi alışmadığı bir duayı okumakta en ufak bir çekinge göstermemiş, tersine bunun en doğru hareket olduğuna inanarak ve içtenlikle yaparak insanlararası gerçek dostluğun tekrar bir örneği olmuştur.

Shlomo Glatser, Maher'in ona okuduğu Shema ile gözlerini kapatırken eminim onun için minettardı.

Glatser 'ín ailesi Maher'i sevgiyle kucaklarken aralarında özel bir dostluk kurulduğunu görmek mümkündü.

İşte bu şekilde bazı dostluklar kimi acı olayların içinden filizleniyor. Ve aramızdaki ufak tefek farklılıkların hepimizin insan olduğumuz gerçeğini değiştirmediğini yeniden hatırlatıyor.



Batya R. Galanti















Unutulmayan kostümler 


2020' de Korona'nın gölgesinde kalan Purim'den bir yıl geçmişPandemi'nin getirdiği koşullarda farklılaşan bayramlardı peş peşe gelen... Pesah, Lag Ba Omer, Yom Atsmaut ( Cumhuriyet Bayramı ) ve diğerleri....Tekleşen, yanlızlaşan insanlarla doluydu heryer...

Bu sene yapılan aşıların ardından bir çokları kendilerini artık biraz rahatlamış hissetseler de daha bildiğimiz o büyük Purim Festivali geri gelmedi. Partiler yine yok... Gençlerin içkili gece eğlenceleri ve kıyafet baloları iptal. Hatta dün geceden itibaren  Pazara kadar gece sokağa çıkmak yasak. Tabi birileri yasakları delmeye devam etselerde..

Çocuklar okul avlularında kısmen biraraya geldiler. Okullarda müzik ve yine kimi kısıtlı eğlenceler tertiplendi..  Halbuki Purim ne güzeldir. Rengarenk bir bayramdır bu. Çok renkli ve çok gürültülüdür,  Bir o kadar da  şekerlemelerle doludur.. Caddelerin insan kaynadığı bir festivaldir bu.Daha aylar öncesinden organize edilen,  düşünülen sevinilen, yenilen içilen ve danslar edilinen bir bayram!

Özellikle çocukların giyecekleri kostümlerin, fikirleri ve ortaya çıkışları baya bir zaman alır kimi anneler, ya da büyükanneler için..

Ya her Purim yeni bir kostüm düşünülüp dikilir ya bir sürü para verilerek en çok sevilen, en çok arzu edilen satın alınır ya da en basit ve en  pratik ve bir o kadar da yaratıcı fikirlerle yepyeni kostümler yaratılır. Şansınız varsa da bazen çocuğunuz bir önceki yıl giydiği kıyafeti yeniden giymek ister!!

Gençlerse hep birlikte kendi elleriyle kendileri için fikirler yaratırlar. Kartonlardan, naylon ya da kutulardan,  hiç akla gelmeyecek bir çok günlük atıklardan Purim kıyafetleri çıkarırlar kendilerine. Bazen grup halinde aynı kostümü giyerler, mesela bazen bütün bir sınıf  "Smurfs!' olur. İş yerlerinde de hafif  içkiler içmek, tatlılar ve güzel yemekler ısmarlamak ve yine aksesuarlar ve zaman zaman  yaratıcı kıyafetler ve peruklarla  gelip insanlara süprizler yapmak bu bayrama özgü geleneklerdir.

Bazıları içinse Purim de diğerleri gibi bir gündür.

Gal'e geçenlerde sordum,  herhangi bir kıyafet düşünüp düşünmediğini? Oğlum durur durur insanı güldürür birden..Nereden aklına gelmişse? "Ortodoks Yahudi Cowboy!" olacakmış! Gal öyle bir kıyafet mi olur ? diye güldüm Neyse sonunda  geçen sene satın aldığı güzel ceketi yeniden giymek istedi.. Şapkası ve kravatıyla.. ve tabii jeans pantalonla.. Bu kadarı yetti ona. Zaten suratini yarım yamalak kaplayan tüylerini de traş etmemek için  (sakalı) Ortodoks Yahudilik tam bir sebep olarak çıkınca ondan mutlusu yoktu.

Daniellese artık umursamıyor böyle eğlenceleri.. Ama aklına geldi birden onun ilk Purim macerası. "Anne hatırlıyormusun, üç yaşımdayken fil olmuştum ben!" dedi.

"Nasıl unuturum ki!".  Üç yaşında iken  Purim Partisi vardı yuvasında. Bütün çocuklar kıyafetle geleceklerdi. Danielle tutturmuştu, "Anne ben fil olmak istiyorum!"diye.. İlle ben Fil olacam!! Ben de nasıl istersen demiştim.. Gidip ona, fil kıyafeti bulmuştuk.

Purim sabahı sadece fil kıyafetini giydirmekle kalmamış, öyle her tarafı dökülen zapzayıf bir fil olmasın, kıyafetin içinde kaybolmasın diye, içine de şişirdiğim can simidini koymuştum. İşte bu fikirle Danielle tam küçük bir file dönmüştü.  Yuva'nın kapısına kadar keyifle gelmişti. Halinden gayet memnundu.. Yanlardan içine koyduğum simidi yakalayarak yuvadan güle güle içeri girmişti.

Herşey işte o kapıdan içeriye attığı ilk adımdan sonra alt üst olmuştu. Çocuğun yüzü bir anda değişmişti. Kızların büyük çoğunluğu rengarenk elbiseler içinde, tüllerle, saten eteklerle, masal kitaplarından fırlamış tiplemeler gibi duruyorlardı. Bir çokları ya kraliçe ya da prensestiler. Bir diğerleri Walt Disney'in eserleriydiler sanki.. Bir tek o National Geographic'teki vahşi hayvanlardan biriydi! 😄Küçücük, şirin bir fildi ama o böyle düşünmüyordu! Çocuklar Danielle'e bakıyorlardı. Aslında onu o simitle şişirmem çocukların ilgisini çekmişti. O ise  olduğu halden utanmıştı birden. Hem de öyle çok utanmıştı ki daha bir ya da iki fotoğraf çekmeme kalmadan,  "Ben fil olmak istemiyorum!"diye ağlamaya başlamıştı.  Yaşadığı hayalkırıklığı kocamandı. Farklı olmaktan utanmış gibiydi.  Kendini dünyalılar arasına düşmüş bir uzaylı gibi hissetiği belliydi. Diğerleri gibi cici bici bir kız çocuğu değildi.Kıyafetini orada o anda üzerinden çıkarmıştı.  O senenin ardından yaşı biraz büyüyene kadar bir dahaki tüm Purimler'de Danielle ısrarla her seferinde prenses olmuştu.

Bu da bana benim ondan çok daha büyük bir yaşta yaşadığım benzer bir anımı hatırlattı bana.. Liseyi bitireceğimiz zaman Hilton Otelinde okulun balosu olacaktı. Benim kafamda ille de sade, gereksiz şatafattan, saten kumaşlardan uzak bir kıyafet giymemin en güzeli olacağı  düşüncesi saplanmıştı. Kimi arkadaşlarımın uzun tualetlerden, saten kumaşlardan elbiseler diktirmekten bahsettiklerini duyduğumda bunun çok abartılı olacağında ikna olmuş bir şekilde, ne gerek var diyordum hep. Ama partinin ismi belliydi, bu bir "Balo'ydu "ve ben işin içeriğini hala pek anlıyamamıştım.

Baloya bir kaç gün kala, Nişantaşı'ndan gayet alelade bir beyaz takım, etek ve kısa bir ceket almıştım. Sorun bunun uzun bir elbise olmamasından çok kumaşıydı.  Kumaşı tamamen alelade bir pamukluydu. Gece için değildi. Ben o yaşlara kadar arkadaş partilerine, sıradan eğlencelere gitmeye alışkındım ama böylesi ciddi bir balo tecrübem yoktu. Peki diğerlerinin varmıydı? Evet, belki vardı. Belki diğerleri daha tecrübeliydiler belki de diğerlerine doğru fikirler veren birileri vardı. Beni uyaransa olmamıştı..

Babam beni otelin kapısında bırakıp gittiğinde, içeri girdiğim gibi tüm kızların, istisnasız herkesin saten kumaşlardan diktirilmiş gece elbiseleri içinde olduklarını görünce ne kadar yanıldığımı anlamıştım. Ancak yapacak bir şey yoktu. Saçlarım yapılı, makyajım yerindeydi.. Belki de kimse benim alelade kumaştan eteğime bakmıyordu bile.. Her biri yeterince kendileriyle meşgullerdi belki.

O şekilde merdivenlerden yukarı çıkarak, yerimi aradığımı anımsıyorum. Kocaman salonda rengarenk kıyafetler içindeki kızların ortasında kendime bir yer bulmuştum sonunda. Rejin de yakınlarımdaydı.. Sadece yerime yerleşeli dakikalar geçmişti ki  bir an için iskemlemden doğrularak masanın daha ilerisine konulmuş olan camdan su sürahisini almak için uzanmak istemiştim. Kolumu ileri attığımda birden bire caaaart diye bir ses duyduğum gibi elimi arkama atınca  eteğimin baştan aşağı söküldüğünü farketmiştim..  Öyle böyle değildi, eteğimi elimle tutmasam üzerimde durmayacak şekilde boydan boya sökülmüştü. İnanamıyordum, elbisemin ortamla hiç bir ilgisi olmadığı yetmemiş gibi şimdi bir de baştan aşağı ikiye ayrılmıştı.

Herşeyi bırakarak, elim arkamı yakalamış şekilde Lobby'ye indiğimde evi telefonla aramaktan başka çarem olmadığını biliyordum. Ama o zaman daha cep telefonları da yoktu. Nasıl ve nereden bilmiyorum  otel'in telefonunu kullanmak için izin isteyerek annemi aramıştım. "Anne lütfen hemen gel, eteğimi dikmek zorundasın derken ağlamıyordum ama epey büyük bir sıkıntı içindeydim!"

Yarım saat tualetlerde annemi beklemiştim. Geldiğinde en çabuk şekilde içeriden eteği yeniden dikmişti. Arkadan eteğin dikilmiş olduğu bellimiydi, onu bile pek bilemiyordum.. Bir süre sonra herkes müziğe kendisini kaptırıp resmiyet yerini eğlenceye bıraktığında ben de ister istemez biraz rahatlamaya çalışmıştım, ( böyle şeylerde yine de daha mülayimdim )

Danielle'in küçüklüğünde yaşadığı o bir anlık olduğu gibi olmaktan utanç duymanın çok daha ağırıydı belki de bu. Çünkü artık genç bir bayandım ben ve bu Purim değil ciddi bir baloydu. Fakat eminim ki yine de hangi yaşta ya da durumda olursa olsun yaşanılan yoğun utanç duygusu insan için bir unutulmaza dönüşebilir!


Batya R. Galanti






25 Şubat 2021 Perşembe

Balkona tırmanmayı seven küçük kız


Danielle, salondaki Laptop'ta uzun seneler önce ada'da çektiğim bir diski koymuş.. Yanında bebekliğine ait bir sürü başka disklerle beraber.  Kimi yerde, bir yaşında, kimi yerde yuva'da ve Purim kıyafetleriyle bir sürü videoyu izlerken o da çocukluğunu hatırlamak istemiş gibi birden..

Tüm disklerin arasında, bebekliğindeki İstanbul ziyaretimizi bulmuş. Ağbimin Zekeriyaköy'deki evinde kaldığımız sefer çekilmiş videolardan biri. Bu tip şeyler bir zaman sonra o kadar değerleniyorlar ki. Hele kimi kaybettiğiniz sevdiklerinizin ardından geriye kalan tek değerli hatıralar oluyorlar bu görüntüler..

Danielle beni yanına çağırdı bir an; "Bak burada genç kız gibisin anne !"diyor..  ! O ise sanki küçük bir " ben" gibi duruyor.. Benim çocukluğuma ait çekimler yoksa da bu videolardaki Danielle'de ben hem onu hem de sanki kendimi görür gibi oluyorum. Küçüklüğünde kızım bana çok benziyordu. Bugünse biraz daha az...

Nasıl da rahat bir çocuktu Danielle.. her ortama, her duruma çok çabuk uyum sağlardı..kaprisleri yoktu. Ağlamazdı ve kısacası bir annenin isteyebileceği en ideal çocuktu!

Görüntülerdeki Danielle'ín o bebek halinden kocaman erişkin bir insan olduğu bugünlere gelişi sanki bir anlık bir film gibi   Bazı şeyleri belki de düşünmeye vaktiniz olmadan yaşamış ve geride bırakmış gibi hissediyorsunuz.. Hayat bir göz kırpışı kadar hızlı geçerken uzun zamanlar evvel yaşadığınız kimi dakikaları bile bazen o an gibi anımsıyorsunuz. Sanki tüm geçenler bir rüyaymış gibi bir his veriyorlar insana..

O an video'daki görüntüleri çekerken düşündüklerim şimdiye kadar hafızamdalar.. Kızımın doğumundan yaklaşık altı ay sonra bir bahar günü Büyükada'ya gitmiştik, ağbimle.. Senelerden sonra adanın sokaklarında dolaşmıştık, hep birlikte.. Çocukken, aynı mevsimde. yaz sezonu için ev bakmaya giderdik oralara.. Sanırım nisan gibiydi. Eğer mayıs olsaydı tam mimozalara denk gelirdik sanıyorum. 

Çamlarda, orada burada hafiften ısınmaya başlayan havayla birlikte sapsarı mimozalar açardı ben çocukken. Mimozalar, muhteşem kokuları ve renkleriyle, zihnimde yaklaşan yazın müjdecileriydiler.. 

O gün mimozalar gördüğümüzü hatırlamıyorum ama günün ileri saatlerinde üzerimdeki paltomu çıkarmak ihtiyacı hissedeceğim bir hava vardı..Artık oralara bahar gelmişti. Çamların arkalarına vardığımızda  adanın yemyeşil ortamını çevreleyen masmavi denizin görüntüsü gözlerimde hala..

O günkü gezimizin büyük bir bölümünü kameraya çekmiştim. Bazı anları özellikle belgelemek istersiniz...İki ya da üç neslin geçmişle buluşmasıydı o saatler..

O eski büyük, yandan minik bir kaset sokulan kamerlaradan vardı elimde.. Herkes  önden giderken ben gerilerde kalıyordum.. Kameraya sürekli konuşurken, o gün için geçmişte bıraktıklarıma bakıp bir an geleceği yaşadığımı zannederken o günlerden bugüne bir yirmi sene daha geçtikten sonra  geçmişle  gelecek arası geçen zaman dilimlerinin adeta bir algı oyunundan ibaret olduğu hissine kapılıyorum artık.

O gün, Kumsal caddesi..yani iskeleden lokantaları kıyı boyunca takip eden cadde üzerinden yürümüştük.. Çarşının sonunda oturduğumuz evin ilerisinde o zamanlar adanın belki de tek otel'i olan Plaj Otelínin karşısında oturduğumuz kocaman balkonlu küçücük karanlık evi özellikle  görüntülemişim.

Benim için hayat sanki o sene o yerlerde, o zamanlarda başlamıştı. İlk sosyalleşmem, üç tekerlekli bisikletimle etrafta ilk turlayışlarım ve belki yine yüzmeyi ilk kez öğrendiğim zamanlardı bu zamanlar..

O sene çok fazla ilkler vardı sanki.. Ve Plaj Oteli karşısındaki  o ev giriş katıydı.. Balkon yerle birdi.  İşte o ziyaretimizde, uzun zamandan sonra o evin yanından geçtiğimde şaşırmıştım. Çünkü daha ilkokula bile başlamadığım o evde,  en sevdiğim şeyin  kapıdan değil, balkondan eve girmek olduğunu hatırlıyorum. Ve yanından geçerken balkonun altı yaşına daha varmamış küçük bir çocuk için hiçte alçak olmadığını görünce baya şaşırmıştım.

Ben o balkona nasıl tırmanıyordum? Aşağıdan demirleri yakalayıp kendimi yavaş yavaş yukarı çektiğimi hatırlarım.

Ve o yaz bir de arkadaşım vardı. Ama ne tipini ne de yüzünü hiç ama hiç anımsamadığım bir çocuktu bu. Sadece ismi aklımda kalmış; Danny!  Danny'nin içeriden pedalli, direksyonlu, kırmızı bir arabası vardı.

Sanırım Danny'nin kendisinden çok o dört tekerlekli yarış arabasını seviyordum.  Ben ona üç tekerlekli bisikletimi veriyordum o da bana kırmızı arabasını.  Galiba o da halinden memnundu. Kısaca o sene o balkon ve Danny'nin arabası benim en büyük iki eğlencemdi

Danny ve balkona tırmanışlarımdan başka aklımda kalan bir olay daha vardır.. O da  evin iki sokak gerisinde kuzenlerimle koştururken ağaca çarpmışımdı.

Genel olarak sessiz ve söz dinleyen bir çocuk olmamla beraber yine de çok hareketliymişim.. Koşmayı her zaman sevdiğimi hatırlarım . ( Şimdi artık sadece hızlı adım yürümeyi sevsem de )

Kumsalın ağaçlı yolunda bir gün koştururken bir an dönüp arkama bakmak istemiştim. Sonrası ağaca hızla çarpışım ve yere düşüp kendimden geçmem olmuş. Etraftan gelen insanlar benim yüzüme sular koyarak beni ayıltmaya çalışmışlar. Daha sonra eve geri yürüdüğümde yanımda kim vardı hatırlamıyorum. Kapıya geldiğimde başım hala yana düşüyormuş. Anneme, zar zor " Anne ben bayıldım " demişim..

Ve sonra anneme tedbir olarak birileri; "Onu hep dolaştır" demişler. Ve annem saatlerce beni dolaştırmaya kalkmış.  Durumumun pek normal olmadığını görünce beni doktora götürmüş akşam.

Başkalarının sözleriyle hiç bir zaman sağlık konusunda kafanıza göre iş yapmamanız gerektiği bu olayda da ortaya çıkmış. Doktor, kesinlikle dolaştırmanın tehlikeli olduğunu ve hareketsiz yatmam gerektiğini ve o gece uyumamam ve bir kusma durumunda acilen hastaneye götürülmemin şart olduğunu söylemiş.

Seneler sonra, hayatımda bir kez daha bir balkona tırmandığımı anımsadım . Bu kez 27 yaşımdaydım . 

Bir pazar öğleden sonra eve işten yorgun döndüğümde anahtarımı almadığımı görünce, kapıcının yerinden arkadaki bahçeye çıkarak evin arka penceresinin açık olup olmadığına bakmıştım.

Yazdı ve annemler çıkmışlardı ve biliyordum ki yakın bir saatte gelecekleri yoktu. Giriş katından bizim evin balkonuna tırmanmıştım. Oradan da pencereden içeri girmiştim..

Annem duyduğunda sen delisin demişti..

Bugün artık en fazla iskemleye tırmanıyorum 😂

Bir çok şeye rağmen içimde hala Büyükada'da koşuşturan küçük kızın yaşadığını hissederim..

Hala daha yolda yürürken bir taş görsem tekme atarım..

Hala daha kaldırımın kenarında dengemi kaybetmeden yürümeye çalışırım.

Hala daha bizim parkta Pitzi' yi gezdirirken , yandaki alçak duvarın kenarına sıçrayıp, önce orada yürür sonra  yeniden aşağı atlarım.  Sadece bunları yapmadan önce etrafa bir göz atarım bana deli diyecek birileri var mı diye !


Batya R. Galanti

Annemi anımsarım, bir yere gideceği zaman aynanın önünde kıyafetini inceden inceye gözden geçirirdi. Dakikalarca bir önden bir arkadan aynaya uzun uzun bakıp analiz ettikten sonra olmadı pantalonun ya da bluzun birini çıkarıp diğerini denerdi hiç bıkmadan.

   Kadın güzelliği maddi ve manevi bir sömürüye dönüştü.



Bilinen bir gerçektir, genç kızların estetiklerine olan düşkünlükleri.. Kendilerini büyüteç altında incelerken, en ufak bir noktaya nasıl takılıp kaldıkları. Onlar için dış görünümleri herşeyin çok ötesinde bir öneme sahiptir.

Aslında kadın dediğiniz zaman, hangi yaşta olursa olsun genelde aynanın önünde saatlerini geçiren bir varlıktır o. Mesela annemi anımsarım, bir yere gideceği zaman aynanın önünde kıyafetini inceden inceye gözden geçirirdi. Dakikalarca bir önden bir arkadan aynaya uzun uzun bakıp analiz ettikten sonra olmadı pantalonun ya da bluzun birini çıkarıp diğerini denerdi hiç bıkmadan. Ben oturduğum yatağın üzerinde onu şaşkınlıkla seyrederdim, bir kenardan!

En büyük sıkıntılarından biridir, bir yere gidileceği zaman, traş olmaktan başka herhangi bir süslenme derdi olmayan erkeğin, üzerine geçirdiği pantalon ve ceketten sonra kapının yanında dikilip; "Hadi hala hazır değilmisin? "diye seslendiği karısının onu saatlerce bekletmesi.

Benim eşim bu konuda şanslıdır.  Çünkü ben neredeyse hiç bir zaman makyajla zaman harcayan biri olmadım. Ne makyaj ne başka oyalanmalar!!. ne de ne giyineceğime karar vermek için gardrob'un önünde saatler harcamak. Boyle şeylerim genelde pek olmadı benim  Ancak yine de ben de iyi görünmek isterim tabi her zaman. Ama genelde  ne istediğimi bilirim galiba ve yüzlerce kıyafet satın almak yerine ihtiyacım olanı kullanırım, olmayanı bir süre sonra veririm ya da atarım.

Çok süslülük  bana göre değil . Ancak yakışanı giymek isterim mutlaka.. Kendimi beğenmeden bir yere gitmek istemem ben de. Sonuçta belki eşimden bir parça daha fazla zamana ihtiyaç duysam da onu beklettiğimi söyleyemem.

Giydiğim şeyi, kendi estetik değerlerime göre, kendi zevkime göre, kendime yakıştırmaya gayret ederim. Ancak benim için bir kadının esas bakımı başka şeylere dayanıyor sanki. Sağlıklı yaşamla  bedeninize elden geldiğince bakmak yani elden geldiğince kilo almamak,  hijyene önem vermek ( temiz kokmak makyaj ya da parfümlerden çok daha önemli ) sigara kullanmamak, ve saç bakımı çok ayrı bir öneme sahip ve  karşınızdaki inasana gülümsemek hepsinden daha da önemli!!

Temiz dişlerle gülümseyen bir bayan olmak ! ( ya da erkek...beyaz dişlerse tamamen ayrı bir şans mutlaka!!)

Ergenlik döneminde başlar genelde kadınların o saplantısal ayna dostluğu..

Ben de kendime aynada hep bakardım.. Gördüğümden memnunmuydum. Genel olarak evet.. Ancak genç kızların hep bir takıntıları olur.. Ve tabi benim de vardı bir takıntım!!

Benimkisi  saçlarımdı.

Annemde benim saçlarım o kadar saplantı olmuştu ki bu konuda beni çok uyarırdı. Saçın kabardı yine, saçını düzelt. saçın iyi durmuyor. kıvırcıkta toplu iyi durmuyor, senin kuyruğun güzel olmuyor. Git berbere bir fön  çektir gibi uyarıları bitmezdi .. Bu şekilde bende saçıma karşı bir kompleks yaratmıştı artık.. En iyi durumda bile coğu kez saçımın işi bozduğunu düşünürdüm.

Saç gerçekten insanın yüzünün çerçevesi gibidir.

Güzel saçın insanı çok değiştirdiği bir gerçektir.

Özellikle bir kadını. Ya baştan yaratır ya da tamamen bozabilir,

Müslümanlıkta boşuna kapatmazlar başlarını. Bir kadının kadınlığını elinden almak istiyorsanız ilk iş saçlarını örtün yeter!! Aslında bu örtünme Müslümanlardan evvel Yahudiler'de vardır. Fakat Yahudi kadınları boyunlarını kapatmazlar.

Bense bu şekilde uyarıla uyarıla saçımı sürekli düzleştirmek isterken ardaşlarımın kıvırcık saçlarıma yaptıkları komplimanları duymuyordum bile. Halbuki bir çokları benim lülelerimi seviyorlardı. Hele yazın deniz mevsiminde belli bir parlaklık gelen o lüleler insanların baya ilgisini çekerdi. 

Benimse kendi kafamda yer etmiş,  "Saçların çok kabardı ! " cümlesinden başka şey düşünmüyordum!!

Bunun sadece seneler sonra farkına vardım..

Bugün kızımın kimi arkadaşlarına bakıyorum, bize geldikleri zaman, soruyorlar, nasıl göründüklerini, yeterli olup olmadıklarını..

Genç kızlığım aklıma geliyor benim..

Ben kaç saat harcardim kendimi bir şekle sokmak için.. Sanırım duruma göre değişirdi..ama hiç bir zaman bugünkü genç kızlarda gördüğüm düzeyde bir şey değildi bu..

Instagram ve bir çok sosyal media paylaşımlarında genç kızlar çok daha büyük bir yarışın içinde buldular kendilerini.

Sanki her biri birer top model.

Dudaklarını büzerek, öpücük verir gibi pozlarla, her gün onlarca resim paylaşanlar var.

Bu yüzden estetiklerine  olan meraklarının boyutları da saplantı seviyelerine  vardı artık.

Derken estetik ameliyatlar bile bugün eskisinden çok daha yaygın.

Seneler önce bir arkadaşımın daha 15 yaşında olan kızı tutturmutu burnunu ameliyat ettirecek diye,

Kızı babası bir plastik cerraha götürmüştü,

Doktor genç kızın ameliyat gerektirecek bir durumda olmadığını ve burnuna el sürmenin bazı şeyleri düzeltmek yerine bozabileceğini söylediğinde kızlarının ille de,  "Bu doktor değilse ben de başkasında yaptırtırım!! "  kaprisleriyle uğraşıyorlardı.

Daha lisedeyken Danielle'in sınıfında kaç genç kız hatta kimi genç çocuklar estetik operasyonlar geçirmişlerdi.

Eskiden sadece kimi defektleri düzeltmenin bir yolu olan estetik müdahaleler bugün neredeyse toplumda en yaygın şeylerden biri oldu.

Dişlerinde çok büyük bir hata olmadan tel takanlar, çenesine, yanaklarlına  ameliyatla gamze yaptıranlar.. Renkli lensler takanlar!! Göğüslerine silikon ekletenler ki eskiden yine sadece artistlerin yaptıkları bir şeydi bu....

Silikonun yapabileceği zararları kızlar düşünmüyor bile.  İllede büyük göğüs saplantısı olan bayanların hepsi yaptırıyor bunu .

Şu an aklıma gelen ve gelmeyen yığınla şeyler var.

Aslında ciddi bir kompleksle yaşamak yerine bazı ufak tefek hataları düzeltmek yanlış bir şey değil, eğer o insanı psikolojik olarak değiştirecekse..

Ama bir diğer taraftan, artık toplumsal standartlar genç kızları gereksiz bir yarışın bir parçası haline de getirdi.

Güzellik her zaman önemliydi ancak gittikçe yükselen ( ?! ) estetik standartlariyla artık tamamen bir obsesyon haline geldi.

Bugün kadın güzelliği maddi ve manevi bir  sömürüye dönüştü.

Ergenlerin akıllarıysa artık çok fazla yüzeyselleşiyor bu durumda. Sanki bir erkeği elde etmenin tek yolu  silikonlu göğüsler, silikonlu dudaklar ve sentetik şeylerden, amelilyatla ufaltılmış burunlardan ibaret oluyor.

İnsanların kendi doğal güzelliklerinin değeriyse gittikçe kayboluyor.

Çünkü normal  bir insanın mutlaka ufak tefek kusurları bulunur. Ama bugün bu kusurları hemen düzeltmekle uğraşıyorlar.

Mesela bazen biraz daha büyük bir burun bile o insanın yüz hatlarıyla daha uyumlu olabiliyor.

Bizi biz yapan tüm özelliklerimizi yok etmek doğal olan her şeye karşı olmak gibi!!

Halbuki hiç bir sonradan yapılan gerçeğiyle bir olmuyor.

Kendimizi olduğumuz gibi sevebilmeyi öğreten birileri çıksa keşke..

Çok büyük bir sorun yoksa kendimizi olduğumuz gibi sevebilmeyi bilmemiz lazim.

Ya da bilmiyorsak ogrenmemiz!!

Ve bu şekilde yüzeysel bir dünya'da dıştan gördüğümüz şey kadar içinde gizli olan insanın ne kadar büyük değer taşıdığını hatırlamak.

Dış güzellik kadar, sevgi dolu bir kalp . başkalarına verebilecek bir şeyleri olan bir beyin.. ve kimi moral değerlerin sahip olduğunuz o kocaman silikonlu göğüslerin üstünde olsa ..bu daha önemli değil mi?

Boş bir güzellik yerine!!!


Batya R. Galanti


.



22 Şubat 2021 Pazartesi

 Resmi bir kütüphanenin raflarında saklı nefret



Geçtiğimiz günlerde,  Türkiye'den Israel'e aliya yapan eski bir arkadaşım İbraniceyi daha çok az bildiği için benden onunla birlikte doktora gitmemi rica etti. Birlikte sabah erkenden bulunduğumuz muayehane'de içeri girebilmek için  daha epey zaman olduğunu söyleyen sekreter bir süre dışarıda beklerseniz sıranız geldiğinde ben sizi çağırırım dedi. Dışarıdaki küçük kafeterya'da oturmuş sohbet ederken etraftaki insanlar birbirlerinden uzak köşelerde ya kahvaltı ediyor ya da bir şey içiyorlardı.Yine biz de makinelerden aldığımız birer hindi salamlı ve turşulu sandwichler elimizde bulduğumuz boş bir masaya yerleştik.

Yirmi beş sene evvel bu sandwichleri ilk yediğimi hatırladım.. Israel'de sokaktaki kimi otomatik makinelerde satılan bu sandwich'lerden hep yerdim  o zamanlar.  Ne zaman  acıksam,  ne zaman ayaküstü; "Ne yesem acaba ?"desem bir sandwich satın alırdım ve hep te mutlu olurdum. Özellikle salamın içindeki turşuyla olan birlikteliği ne de hoşuma gider bugüne dek. Neyse seneler evvelindeki gibi yine o sandwich'lerden aldık.

Arkadaşım Ola Hadaşa yani yeni göçmen olmanın zorluklarından bahsediyor, Israel'de yaşadığı güçlükleri anlatıyor bana.. Onunla konuşurken,  kimi şikayetlerini dinliyorum.. Söylediklerinin bir çoğu benim de geçmişte yaşadığım şeyler.. En büyük sorunu dil. Hele araya bir de Korona da girince adaptasyonu iyice güçleşti. Çünkü hiç bir şey normal seyrinde devam etmedi son bir sene..

Arada yaşlı bir kadın yanımda oturmak için bizden izin istedi. Bize," Ikinci aşımı da oldum ben o yüzden sanırım problem olmaz. " dedi. Eh, doğrusu biz de aşımızı olduk çoktan...Maskemi gerisin geriye yukarıya kaldırırken ; "Oturabilirsiniz tabii "dedim..Kadın ilk bir iki dakika elindeki içecekle sessizce bizi dinledikten sonra , yüzünde adeta masum bir çocuğun ifadesiyle  gülümseyerek; "Size hangi lisanı konuştuğunuzu sorsam? dedi. Ben;"Türkçe !"diye cevap verdim.. Ve bana soruyu yöneltirken kendisinin İspanyolca aksanı kulağıma çalındı hemen. "Siz sanırım Arjantinlisiniz? ".... O da, " Evet!" dedi..

Arkadaşım İbranice konuşmaktan yeterince çekingenlik duyarken,  33 senedir Israel'de yaşadığını söyleyen kadın ondan çok daha iyi konuşmuyordu.. Bize Türkçe'nin kulağına hoş geldiğini söyledi..Onunla İspanyolca konuşmaya başladığımda. Ha siz Ladino biliyorsunuz değil mi? diye sordu..Kendisi de aileden Yiddish biliyormuş.

Polonya ve Lituanya kökleri olan kadın bizimle konuşurkan  çoğu kez İspanyolcayı tercih ederken,  Israel'i çok sevdiğini ama bazı şeylerde bugüne dek zorlandığını anlattı. Israel'lilerin ve Israel'e gelen tüm Yahudilerin en çok şikayet ettikleri şeyden bahsetti o da, Buradaki insanların sabırsızlıklarından!İşin tuhaf tarafı, her an, " Biraz sabır!"  diye size tembih edenlerin kendilerinin hiç sabırları olmamasıdır. Bir çok şeyden tartışma koparırlar her an. Ve herkes bir diğerinin çok sabırsız olduğunu söyler ama sonunda herkes aynıdır.. Ve herşey sonuç olarak aynı noktayla ilişkilendirilir;  savaş ülkesi olmasıdır sebep.

Bir  taraftan, Israel öncesi tarihlerden gelen şeyler vardır, ya Shoah'dir ya da Arap Ülkelerinden gelenlerin geçmişte geçirdikleri korkulardır ve yine yeni kurulan ülkede de  hiç bitmeyen güvenlik sorunlarıdır. İnsanlar bir taraftan artık kendi ülkemdeyim diye rahat bir nefes aldıklarını söylerlerken, hiç bir şeyden korkmaları için sebepleri kalmadıklarını düşünürlerken aslında 48'den bugüne hiç bitmeyen savaşlar aksini ispatlar gibidir. Bu da bilinçaltında hep rahatsız eder durur insanı!

Örneğin Yom Kipur'da oruç ortasında bir anda gelen süpriz saldırıların getirdiği travmayı üzerlerinden atamamışlardır. Mesela eşimin kuzeni, Palombo ölmüş Yom Kipur Savaşı'nda . (soyadı Palombo idi ve eşim onu öyle çağırır! )  Her aileden vardır böylesi bir ya da bir kaç kayıp. Daha altı ay evvelinde evlenmiş genç adam..Kippur günü. tam oruçluyken, akıllarına gelmemiş ki, birilerinin onlara böylesi bir saldırı planlayacakları . Evlerinden, aniden gelen çağırıyla çantalarını alarak çıkmış genç erkekler..Halbuki aynı günler Ramazanmış bir de... Sanki burada bir kültürel farklılık var yine. Birine göre kutsal bir günde savaşılmaz..Bu aklına gelmez bile. Böyle bir günde silah atılmaz ..Diğeriyse Ramazan ayındayız, şimdi tam zamanı diye düşünebilmişler işte !

 En akıllarına gelmeyecek anda saldırırız!

Bu yüzden onlar kutsallıktan bahsettiklerinden gülerim ben.. Sadece yaşayıp görenler bilirler. Kutsal değerlere ölümü ve savaşı kimlerin en çok karıştırdıklarını.. Sadece politik arena'da puan toplama sırası geldiğinde ağlamak için dini değerlere sığınanları.

Yaşlı kadının kastettikleri de işte bu savaşların getirdiği bir sabırsızlık, kimi asabi haller.Savaşlar, Israel öncesindeki savaşlar, sonrası savaşlar.. terör saldırıları ve çocuklarını askere göndermek zorunda olan annelerin kalbinde hep var olan bir korku.. Bir gün  sınırda bir yerde ellerine makineli tüfek verilecek çocuklar yetiştirmek her ülkenin, her milletin kaderi değildir.  

Dışarıdan gazel okuyanlar, nefret kusanlar sadece haberlerde anlatılanlarla fikir yürütenlerdir..Haberler, filmler ve palavralar.. Filmin oyuncusu olmakla seyircisi olmak arası farkları bilmez çoğu insan....

Arada yaşlı kadın devam ediyor kendinden biraz daha bahsetmeye...

Ben Arjantinliyim, eşimse Fasl'li. Anne babasının kökleri Doğu Avrupa'ya inen, Buenos Aires'te doğup, Rishon Le Tzion'da yaşlanan bir kadın. Evlendiği eşiyse Kuzey Afrika kıyılarındaki evlerini, para ve işlerini ve tüm ellerindeki malları bırakarak kaçmak zorunda kalanlardan. Farklı bir kıtadan, farklı bir kültürden Israel'e gelen  bir başka Yahudi.

Yahudiliklerine rağmen birbirlerinden bir çok yönden apayrı kültürlerle yoğrulmuş iki kişinin kurdukları yuva... Kaderleri burada birleşmiş çok farklılar var bu ülkede.. Ve bu farklılıkların da bir bütünü!

Bu farklı kültürlerden gelen Yahudiler bana seneler evvel Fransız Kütüphanesi'nde bulduğum bir kitabu hatırlatıyor. Bundan 30 sene evvel, Fransız Konsolosluğunun Kütüphanesi'nde Yahudilerle ilgili bir kitap arıyordum.. J harfinin olduğu sıradaki kitaplar arasında öyle çok kalınca olmayan eski, küçük bir kitap bulmuştum.. Tabi Yine Juifs'ler hakinda..Yani Yahudilerle ilgili. Kitabın ismini anımsamıyorum.

Öyle uzun uzadıya alıp okunmaya değer bir yönü yoktu.

Kitabın içeriğine bakılacak olursa Yahudilerin dünyanın her köşesine yayılmış olmaları ve gittikleri heryerde sahip oldukları tipik özellikleriyle ön plana çıkmalarıyla ilgili bir antisemitik yayındı bu.

Türkiye'de hayat boyu Yahudilere karşı olan nefrete alışkın sayılırdım da Fransızların kaleminden çıkan böylesi bir kitap ilk anda nedense bende kısmi bir şok etkisi yaratmıştı. Nedense pek beklemiyordum.Türkiye'deki nefrete az buçuk alışkındım da Avrupa'nın gelişmiş yüzüne, daha safça bir duruşla bakıyordum hala.

Türkiye'nin dini ve kültürel yapısıyla alakalı gibi görüyordum  bu tip bir nefreti o günlere dek.

Belki kısmen dini bir şeydi bu! Fakat sonraları başka unsurların da bu nefretteki etkilerini okumuştum.  1880'lerde başlayan Pan-Türkizm hareketleriyle Ziya Gökalp'ın başını çektiği Turancılık akımının desteklediği ve fikirlerini yaydığı Türk Milliyetçiliğiyle gelişip büyüyen ve Yahudilere ve Türk olmayan diğer azınlıklara karşı büyüyen bir ırkçılık mevcuttu. Bu akımın etkileri benim çocukluk yıllarıma kadar yansıyacaktı. Ancak kafamda belki de çok daha idealize ettiğim, o gelişmiş Batının orta yerinde böylesi kin ve nefret körükleyici yayınların en azından benim genç kızlık dönemlerime kadar ulaşmayacağını tahmin ediyordum. Nedense?  Nazizim'in artık gerilerde kaldığı 1990'lardan bahsediyorduk. (?)

Ne bileyim ben!     

Modern çağdaki  fikilerle hiç uyuşmuyordu bunlar.  Demokrasinin ve insan haklarının orta yerindeki Avrupa'da hala daha Yahudileri böylesi nefretle anacak yayınlar olabilirmiydi?

Gerçi bu kitap, eski sayılırdı! Kim bilir, hangi tarihlerden beri o kütüphanedeki raflardaydı. Ama o günlere dek kimseyi rahatsız etmemişti!!!

Beni en çok rahatsız edense bu kitabı herhangi bir özel kitapçıda değil Fransız Devletini temsil eden Konsolosluğun Kütüphanesi'nde görmüş olmamdi.

Lise'de içinde bin bir saçmalık ve propaganda dolu "Yahudilik ve Masonluk"diye bir kitap kimi tarikat üyelerinin ellerinde gezerdi. Tek amacı bir milleti elinden geldiğince karalamak olan ve yalan yanlış bir sürü saçmalık yazmış olan Harun Yahya takma adlı yazarın elinden çıkan zırvalıktan hiç bir farkı yoktu bu Fransızca kitabın da!!

İkisinin de tek hedefi insanların kafalarını kirletmekti. Bir millet hakkında nefret söylemleriyle akılları karıştırmaktı. Böylesi bir çöplük, nasıl olurda Fransız Kütüphanesindeki binlerce kitaptan biri olmuştu.?.

İşte. Arjantinli kadınla konuşurken, bizim farklı yerlerden sonunda Israel'e gelişimizi konuşurken, o kitapta gördüğüm son derece çirkin bir karikatür aklıma geldi..

Karikatür'de ayakta çizilen Yahudi bir anne ve babanın kocaman burunları vardı.. Her ikisinin kucaklarında tuttukları bebeklerin de yine kocaman yahudi burunları vardı ve aynı şekilde yanlarına çizilmiş üç beş çocuğun hepsi aynı tipteydi . Ve adam karısına şöyle diyordu; "Neyse son olarak bir tane de İngiliz ve bir de Fransız yaptık!".. 

Yani  Yahudiler, aynı burunla, aynı özelliklerle...dünyanın her yerindeler!!! Dünya'ya yayılan bir virüs gibiler. Kocaman burunları ve diğer özellikleriyle...

Geçtiğimiz günlerde arkadaşım benimle 2003'teki Neve Şalom ve Şişli Beth Israel Sinagoglarına atılan bombalarda ölenler hakkında konuşuyordu. O saldırıda Yahudileri hedef alanlar,  sinagogların dışında Yahudilerden daha fazla Türk vatandaşının ölümüne neden olmuşlardı.

Bu olaylardan sonra o mahalledeki esnaf Yahudi Cemiyetine karşı kızgınlıklarını ortaya koymuşlar.  "Sizler yüzünden biz öldük" diye tepki vermişler!! Sonuçta, Yahudileri hedef alan teröristlere değil, Yahudi vatandaşlara kin tutmuşlar.. 

Suç kaos yaratanlarda, ölüm kusanlarda ve terör yapanlarda değil hedef olandaydı onlara göre.

Bu kitaba göre de Yahudilerin her defasında bir yeri terk ederek ve bir çok defa da terke zorlanarak  kendilerine daha yaşanabilir bir yer bulmak için  dünya'ya yayılmalarının arkasındaki, sosyal ve ekonomik nedenler önemli değildi. ( Bugün Türkiyeyi bir kez daha terk eden Yahudiler gibi )

Onun yerine dünyayı bir ele geçiriş teorisi gibi bir anlam yüklenen karikatürse ortadaydı.

Kendimi Yahudi olmayan bir çocuğun yerine koyuyorum .. böyle yayınlar, karikatürler, kitaplar ve anlatımlarla, fıkralar ve festivallerle büyütüldüğümü düşündüm... (Belçika'da ve İspanya'da iki senedir gazetelere yansıyan. kimi tipik Yahudi tiplemelerle ve kuklaların yansıttığı antisemitik sembollerin yer aldığı festivallerden bahsediyorum ) 



Batya R. Galanti


 







17 Şubat 2021 Çarşamba

İster istemez bir çeşit kobay grup haline geldik. Labaratuar'daki beyaz farelere döndük bizler...




  Israel'de bizler kobay, ülkeyse bir deneme modeli rolünde.


 Geçtiğimiz günlerde kızımın arkadaşları arasında ateşli bir tartışma olduğunu gördüm..

Aralarındaki problem Covid-19'a karşı yapılan aşılar.

Aşıya karşı çıkan arkadaşlarından bir tanesinin iddialarına göre, aşılanmış kitle içinde gözlemlendiğini iddia ettiği yeni bir mutasyon, daha tehlikeli bir virüs geliştirmiş ve bu yüzden aşı olmuş arkadaşlarını evine davet etmekten korkuyormuş.

Sonuçta aşıya karşı çıkan kitle içinden ortaya atılan yalan yanlış teorilerden biri daha ortada.

Tabi kızların arasında büyük bir tartışma yarattı bu iddia.

İnsanların, bilmedikleri bir aşıdan çekinmelerini anlayabiliyorum. Vücutlarına hiç tanımadıkları bir maddenin enjekte edilmesinin onlarda tedirginlik yaratmasını anlamak tabi ki mümkün.

Sonuçta herşeye rağmen bugüne dek ilk kez bu derece büyük kitleler üzerinde yeni denenendiği söylenebilecek bir ilaç söz konusu. ( Senelerdir binlerce hasta üzerinde denenmiş olduğu söylense de )

Bu aşıyı olurken benim de kafamı en fazla meşgul eden şeylerden biri, seneler sonra bedenimizde yaratabileceği zararlar üzerinde en ufak bir fikrimizin olmaması idi.

Yaşı 80'i geçen birinin bugünü kurtarması çok daha mantıklı gibi görünürken 30 yaşlarındaki bir genç kadının, acaba söylenildiği gibi doğurganlığıma bir zarar gelebilir mi gibi soru işaretlerini tuhaf karşıladığımı söylesem yalan olur!

Geçmişimde bana verilen bazı ilaçların uzun dönemde bedenime verdiği zararları bilen biri olarak, ilaçların ya da aşıların sadece bugünkü etkilerini tanıyan araştırmalara çok ta fazla güvenmeyen insanları çok iyi anlıyorum aslında. 

Fakat şu an için yaşadığımız tehlikenin içinde ne yazık ki önümüzde bizi bekleyen daha iyi bir seçeneğimiz yok gibi görünüyor.  Ve sanırım bir yerden sonra insanların azımsanmayacak bir bölümü ister  istemez şu an için bundan daha iyi bir seçenekleri olmadığına inanmış görünüyorlar.

Israel'de ilk etapta büyük kitlelerin aşılanması tamamlandıktan sonra, geriye kalan insanlardaysa aşıya koşmadaki hızda baya bir yavaşlama görülüyor.

16 Şubat tarihini gösteren takvime baktığımızda Israel'de 30 yaş üzeri insanların yarısı en az birinci aşıyı oldular.

60 yaş üzeri grubun yüzde 90'ini ikinci aşıyı dahil olmuş görünüyorlar.

Fakat 50 yaş ve altında olanlar arasında kesinlikle karşı çıkanları aşı olmaya ikna etmek daha zor olacağa benziyor.

Dünya'da aşılama ağır aksak giderken,  bu konuda lider ülke konumuna yerleştiğimiz şu günlerde aşıların toplumun sağlığında nasıl bir değişim yarattığı ve yaratacağı konusu üzerinde tüm uluslar tarafından sıkı bir takibe alındığımız açıktır.

İster istemez bir çeşit kobay grup haline geldik. Labaratuar'daki beyaz farelere döndük bizler 

Ve bu labaratuar'daki  (!)  gözlemlemelere göre farklı grupların aşıya nasıl tepki verdikleri kayıtlara geçiyor gün ve gün.

Aşıdan kaç kişinin öldüğü, yapışma  ve hastalığı bulaştırma oranlarında olan farklar ve yan etkiler üzerine yapılan geniş bir araştırmanın bir parçasıyız artık bizler.

Efendim model olmuşuz.

Yani ya batacağız ya çıkacağız!! 😅

60 yaş üstü grupta hastalanma yüzdesi son derece ( %90) azalırken, şu an hastanelerde yatan insanlar 50 yaşın altında ve çocuklarda da yeni variantların da işin içine girmesiyle hasta oranları artışta..

Şu an önümüzde görülen ilk sorun  aşıya direnen en az 500.000 kişilik bir kitle olması ve 16 yaşın altındaki çocuklar üzerinde yeterli bir araştırma yapılmamış olduğu için çocuklara bu aşıyı yapmanın mümkün olmaması .

Arada dünya nüfusunun çok büyük bir bölümün aşılanmamış olması ve geçen zamanla gittikçe daha fazla mutasyonların ortaya çıkması yüzünden sizin aşılanmış olmanızın sizi  garantiye almayabileceği sorunu da ayrı.

Bu virüsten gerçekten kurtulabilmek için aşının tüm dünya nüfusunu hedef alması gerekiyor.

Arada Israel'de ilk kez aylardan sonra kültürel tüm aktivitelerin yeniden açılması söz konusu. Tiyatrolar, konser ve gösteriler uzun bir aradan sonra yeniden hayata geri dönüyorlar..

Restoranlar tekrardan müşterileri kabul edebilecekler.

Alışveriş Merkezleri önümüzdeki hafta yeniden alışveriş yapmak isteyen kitleleri karşılayacaklar.

Tüm bunlar çok büyük bir denetim altında olacak deniyor.

Hiç bir şey eskisi gibi rahat olmayacak.

Çok daha sıkı kontrollerle.. insanlar arası mesafeler korunarak ve özellikle hastalığı geçirdiğinize ya da aşı olduğunuza dair elinizde bir belgeyle normal yaşamınızı sürdürebilmeniz mümkün olacak. Bu da oyunun kurallarını değiştirecek.

Bir taraftan aşı olmak zorunlu değil denirken diğer taraftan aşı olmayanlara bir çok şeyin kapalı tutulacağı gerçeği demokrasi tartışmalarını yeniden gündeme taşıyacak ve taşıyor da ve daha bu konu üzerinde insanların başı çok ağrıyacak gibi.

Kişilerin Hak ve Özgürlükleri üzerinde tartışmalar doğal olarak artacak..

İnsanları zorla aşı olmaya itecek kurallar demokrasi savunucularını sokaklara dökecek diye tahmin ediyorum. Şimdilik sadece konuşulan şeyler yakında uygulamaya geçildiğinde yeterince polemi ve karmaşa yaratacak.

Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir yazıda bu son sene, dünya demokrasilerinde Covid-19'la birlikte gelen kimi kısıtlamalar,  sokağa çıkma yasakları, pandemi yüzünden kişilerin hareket özgürlüklerinin kısıtlanmış olması demokrasiyi genel olarak tüm dünyada geriletmiş.

Covid-19'la gelen tedbirler demokratik standartlarda yaşanan bir gerileme olarak kayda geçmiş.

Batı Avrupa Ülkeleri demokrasileri'nde de  uzun zamandan sonra  ilk kez bir gerileme görülmüş.

Bana kalırsa bu tip bir kayda geçirme tam kesin bir mantık taşımıyor.

Griple yatan bir hastanın 40 derece ateşi olduğunu gözlemleyip. bu hastanın artık ölümcül bir hasta olduğuna karar veren doktorun yanlış teşhis koymasına benzetiyorum ben bu anlamsız standartları..

Griple yatan bir hastanın genel sağlık durumu için sağlıksız bir insan denemeyeceği gibi!! (Normal şartlarda tabi ) 

Yaşanan olay, ölümcül bir virüs olduğuna, büyük kitleleri tehdit eden bir pandemi söz konusu olduğuna göre, bu pandemiyi durdurmak adına, insan hayatını ve dünya ekonomisinin uzun vadede kurtarmak adına alınan "geçici" tedbirler yüzünden hemen demokrasinin artık gerilediğinde karar kılmak ne kadar doğrudur?

Bu tedbirler sadece yaşam normale dönene kadar alınmış tedbirlerdir.

Ancak, Covid-19 arkamızda kaldıktan sonra hala daha yönetimler denetimlerini halkların üzerinden çekmezlerse  o zaman demokrasiler gerçekten tehlike altına girmiş demek olacaktır.

Dilerim dünya'da aşılar hızla yapılmaya başlanır. Ve hayat bir an önce tekrar eski temposuna yeniden geri döner.




Batya R. Galanti





16 Şubat 2021 Salı

                

             Bu yıl bizde mevsimler komple birbirlerine karıştılar sanki..


Israel'de iklim bazen insana feleğini şaşırtır.

Özellikle buranın her an farklı tonlardada kendini gösteren kış iklimi, insana nasıl davranacağını iyice şaşırtabiliyor.

Dün gece günlerden beri devam eden yaz sıcaklarına rağmen oturduğum yerde birden iyice üşümeye başladığımı hissettim. Koltuktan kalkarak üzerime örtmek için bir şeyler arayınca eşim hemen benimle  dalga geçmeye başladı.

Çünkü buranın insanı pek üşümez, üşünülecek havalarda da üşümezler!

Ve ben buna bir anlam veremem.

Sonuçta en sıcak günlerin akşamlarında bile aslında geceleri bastıran bir ayaz vardır buralarda..

Çöl ikliminin en klasik özelliklerindendir bu.

Gece ile gündüz arasında çok büyük bir sıcaklık farkı olabiliyor .

Ama onları bu farklılıklar, kimi leri de gerçekten soğuyan havalar hiç etkilemiyor.

Sanırım  Israelliler her yıl devam eden  uzun yaz günlerinden vücutlarına bol D vitamini yüklüyorlar..


Peki ya ben? Bende niye yüklenmiyor o vitamin?

Ah pardon, şimdi hatırladım, bu iddiam zaten pek doğru olamaz, çünkü geçtiğimiz yıllarda yapılan bir araştırmada Israellilerin bir çoğunda D vitamini eksikliği olduğu ortaya çıkmıştı.

Ve bu da sanırım, yaz günlerinde sıcaktan kaçmak için insanların kapalı yerde klimayla kalmayı tercih etmelerine dayanıyor.

Yani ilk başta ortaya attığım iddiayı saniyeler içinde çürütmüş oldum..

Ancak gerçekten yine de çok sıcak havalara alışkın olan ve bunalan bu insanlar serin havaları seviyorlar galiba..

Israel'e ilk geldiğim kışı hatırlıyorum..

Ben Türkiye'de kış denince kat kat giyinen bir insandım. Belki ben de çok klasik bir örnek sayılmıyorum

Burada da Şubat ayı geldiği gibi hava sonunda soğumuştu.

Sabah erken saatlerde evden çıktığımda iliklerime kadar üşüyordum. Sanki buranın 13-14 derecesi daha bir soğuk gibi hissettiriyordu kendini.

Havada nem oranının yüksek oluşu da bunu etkiliyor herhalde.

Üstelik o zaman ikamet ettiğim yer denize yakın sayılırdı, deniz yönünden esen soğuk rüzgarlar  otobüsü beklerken içime kadar işlerdi sanki.

Ve aynı sabahlarda,  durakta, yanımda sırılsıklam saçlarıyla  bekleyen kızlar görürdüm. Sabah sabah banyo olup saçlarını hiç kurutmadan evden çıkıyorlardı genç kızlar..

Üzerlerinde incecik kıyafetlerle o kadar rahat görünüyorlardı ki.. O an etrafta üşüyen tek kişi hala bendim!

Dün gece sonunda yatağa girmeden daha kalınca olan pijamamı giydim ve bir çiftte çorap.. Çorapları ısındıktan sonra hemen çıkarırım..

O şekilde yatağın içinde buldum kendimi, buna rağmen uyumadan evvel okumak istediğim bir kaç satır yüzünden örtünün dışında kalan kolum soğuğa dayanamadı 😂.. Işığı kapatarak bu kez iyice yorganın içine gömüldüm.. Bir saat sonra birden uyandığımda bu kez terlemeye başladığımı farkettim.. Ve tabii kalkıp bu sefer üzerime daha ince bir şeyler giyip yeniden yatağa döndüm..

Israel'in mevsimsel cilveleri..her an sahne kıyafeti değiştiren star'lar gibi hissedebiliyor insana kendini..

Bir ceketli, bir ceketsiz, bir pantalonlu bir etekli, bir sandeltlerle ertesi gün botlarla..

Aynı gün paltoyla evden çıkıp kısa kollu bluzla eve dönmek te var!

Bir gün önce denize girerken ertesi gün evde ısıtıcıyı çalıştırıp, camdan  yağan yağmuru izlemekte olası...

Bunların hepsi Israel kışının cilveleri!!


Bu sabah kalktığımda Gal mutfak tarafındaki camı sonuna kadar açmış arkamızdaki futbol sahasını nasıl yenilediklerini izliyordu.

Tabii ev buz gibiydi yeniden..

Gal üşümüyormusun sen diye sorduğumda.  salonda sabah ayazı esiyordu.. O ise üzerindeki incecik pijamasına rağmen; Karşımızda yenilenen futbol sahasını göstererek;  "Yok anne bak kamyonlar taş yığıyorlar sahaya !"

Geçen gün Tel Aviv'de arkadaşlarımız denize girdiler Şubat ortasında...

Bu kadarı da bu kez gerçekten istisna sanırım.

Bu yıl mevsimler komple karıştı!

Bana göreyse denize girmek için birazıcık  serin sayılırdı, ama güneş herşeye rağmen yeterince sıcaktı..

Plaj'da oturduğumuz saatlerden sonra eve döndüğümde yüzümün yandığını keşfettim...

Avrupa'daysa bir çok yer karlar altında!.

25 sene evvel, anneme buralardan ilk gönderdiğim mektupta. bu ülkede yaşamak için en geçerli sebeplerden biri ocak ayında olup hala açık pencereden giren deniz kokusunu solumak demiştim...

Geçen günlerde yağan yağmurlardan sonra  hiç beklemeden yeniden yüzünü gösteren güneş beni dışarıya çekti. Ama bu kez yürüyüşte, kaldırımlara fırlayan sümüklü böceklerden birini farketmeyip üzerine bastığımda bir an için içim gitti, nasıl görmedim diye...

Her yağmurdan sonra  boy boy gösterirler kendilerini..

Ben İstanbul'da sümüklü böceklerle karşılaştığımı niye hatırlamam bilmem!! 

Bu sabah yine kuş sesleriyle uyandım.. Cıvıl cıvıl ötüşüyorlardı camımda..güneş pırıl pırıl yeni bir güne merhaba derken, içimde var olan kimi olumsuzlukları bana unutturmak için gayret eden doğaya kulak verdim ben de!!

İçimdeki endişeleri dağıtan güneş sorunları unutturmaya çalışır gibiydi bu kış, özellikle..

Uzun yaz günlerinden sonra , bu çarşamba Yeruşalayim'e kar düşecekmiş!

Beyazlar giyinmiş şehir manzaralarının güzelliği de tartışılmaz...

İstanbul'un havasını yeniden yaşamak için Şubat ayı idealdir oraları ziyaret...

Şimdilik yazı masamda otururken yanımdaki pencereden göz kırpan masmavi gökyüzü bana  merak etme, bir kaç gün ara versem de yakında yine burada olacağım der gibi..


Batya R. Galanti




15 Şubat 2021 Pazartesi

   İstanbul'da 1987 karı


Burada şimdilik hala yazı yaşarken duydum ki İstanbul' a kar düşmüş..

Biraz evvel (dün gece)  İstanbul Belediyesi' nin internet sitesinden turistik Kameralara girdim; bir bakayım İstanbul'a hala kar yağıyor mu diye.. Beyazıt Kulesi Kamerası'nı açtım, Golden Horn,  Fransızca deyişiyle La Corne d'Or, Türkçesiyle tüm Haliç pırıl pırıl çıktı karşıma.

İstanbul'da eski şehir olarak anılan mahallelere bir bakış bu...

Gerçekten hafiften kar çiselediğini gördüm.. İç içe evlerin, yan yana dizili damları beyaz bir örtüyle kaplanmış çoktan.. İstanbul'un o en bilindik manzarasına gözüm dalıyor bir an.. Turistlerin tanıdığı eski İstanbul bu! İngilizlere, Amerikalılara mütahasip bir İstanbul'un örneği eski şehir. Tüm tarih buralarda yazılı! Her yerde camiler,  başı örtülü kadınlar var. Kapalı Çarşı, Mısır Çarşısı; baharat kokularıyla Kahire'yle aynı tonlarda bir atmosfere taşıyor insanı. Buralarda dolaşırken sizin gezdiğiniz, sizin bildiğinizle bir çok yönlerden çok daha farklı bir yaşantının İstanbul'uyla karşı karşıyasınız... Beyazıt, Eyüp Sultan, Fatih gibi semtler size daha uzak kimi gelenek ve görenekleri temsil ediyorlar.. Müslüman olmayanın yabancılaştığı, Müslüman olupta modern, laik Türklerin bile kendilerini muhtemelen daha az ait hissettiği ama esasen en otantik, en çekici yerler de belki de yine buraları. Özellikle İstanbul'u ziyarete gelen bir turist için! Aslında kameralara yansıyan manzara bana çok aşina geliyor, iyisiyle kötüsüyle çok şey yaşatıyorlar beynimde..

Hiç mi özlemez insan? diye hep bıkmadan soranlar var! Görüntüler, beynimde yer etmiş çocukluktan, gençlikten bir sürü iz taşıyorlar. Her noktada, her yerde bir şeyler geçirmişim. Bunun adı da nostalji..

Neyse sadece kar yağıyor mu hala diye bakacaktım ben! Çocukken ne sevinirdim, yavaştan kar başladığı zaman. Yeterince soğuk olan gecelerde, kar yağışını beklemeye başlardım.. koridorun sonundaki oturma odasından salona gider, kocaman pencerelerden sokak ışıklarına gözümü dikerdim, dikkatle bakardım, hafiften yağan bir şeyler varsa gözümden kaçmasın diye.. Kar yağacağı zaman gökyüzü kırmızıya çalardı. Bayılırdım işte o renge!  Karı müjdeleyen işaretlerden biri de gecenin kızıllığı idi. Yatana kadar kaç kez pencereye geri dönerdim bilmiyorum. Arada kameralardan yağan kara bakarken, Haliç'in diğer tarafındaki Galata Kulesinin biraz ötesinde eski bir binayı hayal ediyorum. 1987 yılında yağan kar aklıma geliyor.

Yanılmıyorsam, o sene yağan kardı bizi ilk etapta okulda yakalayan ve yoğun bir tipiyle başlayıp  günlerce durmayan bir kar fırtınasıydı bu. Öyle bir başlamıştıki.. İstanbul'da genelde hafiften serpiştirip en fazla bir iki gün devam eden kar yağışlarına benzemiyordu bu. Biz daha okuldayken bir anda bastırmıştı. Eve gitme zamanı geldiğinde artık tüm yolları örten kar yüzünden arabalar işlemiyorlardı Bense Beşiktaş yönünde yürümeye başladığımda nasıl büyük bir hata yaptığımı düşünememiştim..

Karaköy'ü daha az tanıyordum belki. Nasıl da aklıma gelmemişti, Tünel'e gidip. direk İstiklal caddesine çıkmak! Dolmuşla tanıdığım yolu izlemeye kalkmıştım..salak gibi! Herşey bir anda durmuştu...çare yoktu! ( Öyle hatırlıyorum ) Ve İnönü Stadyumundan yukarı çıktıktan sonra  o karda o şekilde Şişli'ye kadar yürümüştüm. Eve vardığımda, kapıdan girdiğim gibi ağlamaya başladığımı anımsıyorum. Botlarımın içinde donmuş olan  parmaklarım kesiliyorlardı sanki. Tecrübesizliğimin cezasını çok ağır ödemiştim. Ve bizim için o kar bir ilk ve bir son olmuştu..

İstanbul'un bir daha öylesi bir kar gördüğünü sanmıyorum. Günlerce hiç durmamıştı.. Kimi yerlerde ilk günden park yerinde kalan arabalar kar yığının içine gömülmüş kaybolmuşlardı. İnsanlar iki hafta boyunca ne okula ne işe gidememişlerdi. Günlük ihtiyaçlarımızı karşılamak için evden çıktığımızda bakkala kadar ancak yürüyebiliyorduk. Bense hayatımından çok ama çok memnundum. Şehir bembeyaz bir geline dönerken, çirkin olan herşeyi kapatmıştı. Geriye kalan tek şey sadece her yeri kaplayan bembeyaz bir gelinlikti. Ara tatiliyle denk gelen bu yağış evde oturduğumuz günleri yeterince uzatmıştı. Hapishane'den ( yani okuldan 😄 ) uzak olmanın rahatlığı ise hiç bir şeyle mukayese kabul edilmeyecek kadar iyiydi! Bana kalsa bu kar bir sene daha devam etse daha da iyi olabilirdi.. Ne Madame Cathy'nin, ne sarhoş matematik hocamız Boivin'nin, hele  hele o hiç mi hiç sempatik olmayan Coğrafya Hocamız Şenay'ın özlenecek tarafları yoktu.. En azından benim için!! Bir tek matrak olan Üstün Gürtuna'ydı.. Adam durup durup bana döner; "Vahşi Güzelim!"😅 derdi. Bir günse bana "Sen Israelli kız askerlere benziyorsun!" demişti. Sanırım folklor ekibiyle Israel'e gelmişliği vardı. Tabi Yahudi olduğum için kafasında öyle bağlantılar kurmuştu. En azından öğrencileriyle samimi, arkadaş gibi olan ender hocalarımızdandı.

Neyse buraya Çarşamba gecesi yağacak kar. Buraya derken, evimden kırk dakika ötelere. Ama her defasında oralara kar yağdığında bütün Israel arabalarına atlar kar görecekler diye. Dibinizdeki bir şehre varmanız saatler alır!! Neymiş o beyaz şeyi görecez. İyi ki kameralar var..ben açar oradan bakarım daha kolay...hem de daha sıcak!!!



Batya R, Galanti




Stres'in insan performansı üzerindeki etkileri!


Hayatımda ilk kez gerçek yapabilirliklerimle, bildiklerimi icra etmekte problem yaşadığımı farkettiğimde daha çok gençtim.  Sanırım 15 yaşlarımdaydım. Bir şeyleri bildiğim halde girdiğim sıkıntı, heyecan, başararamama korkusu, hatta bile bile aptal olarak adlandırılma endişemi anladığımda ne yazık ki çevremde yardım isteyebileceğim birileri yoktu.

Daha çocuk yaşta beynimin bir yerlerinde bir şeylerin,  farklı  işleyen  bazı fonksyonların kimi yoğun duygulardan ( heyecan, endişe gibi )  nasıl etkilendiklerini farketmiş olmam  çaresizliğimi değiştirmiyordu..Bir taraftan yaşadığım zorluklara rağmen yine de içimde okula duyduğum belli bir ilgi vardı ve yine bir o kadar yanlız olmanın cefası !.

Hayatımda yaşadığım en yoğun performans endişelerimden biri ilk kez özel okul sınavlarına girişte olmuştu.. Bu şekilde Saint-Benoit Lisesi'yle ilk tanışmam gerçekleşmişti.

Yazın en sıcak günlerinden birinde, kız tarafının bahçesinde toplanmış olan yoğun kalabalığı, velileri küçücük çocukları ve bendeki; "Burada işim ne? "duygularıyla karışık bir farkındalıkla kaybolmuşluk arasındaki durumumu anımsıyorum.

Sizin için toplumun koyduğu standartları tutturmak, ailenize ve onların egolarına küçücük yaştan borçlu olduğunuz şeyler üzerinize hiç hazır olmadığınız bir yük gibi bindiriliyor bazen. Hele bir de bazı insanlardan kimi açılardan farklıysanız bu yük sizi çok daha fazla ezerken aklınızdan  anlam veremediğiniz sorular geçiyor. Cevap verecek kimse yoksa da!!

Neden sınavlardan geçiriliyorum? Özel okul ne demek? Başaramazsam ne olacak ?

Hele İlkokul'da geçen senelerimden sonra... Bize hiç bir şey öğretmeyen o cadı öğretmenin sınavlarından aldığım ilk düşük notlardan ve birileri benden bir yaş büyük kuzenimin ne kadar zeki ve  iyi bir talebe olduğundan bahsederlerken yaşadığım utançtan sonra şimdi de bu çok önemli sınavlar....

Peki eğer kazanırsam  ne olacak? Bu kimi mutlu edecek? Aile mi? Beni??? Belki birisi sonunda affeder mi!! Artık belki kızmaz bana annem.. Sonuçta sınava gelmiştik ve sanırım bahçede bizi gruplara ayırmışlardı.. Avludan direk girilen bir sınıf vardı. Sanırım hemen çeşmelerin yanında idiGaliba hazırlık sınıflarıydı oraları..Mideme giren sancıyı anımsıyorum.. Ya da bulantımıydı....ikisi birbirine mi karışıyordu yoksa? Neden bu kadar korkuyordum? Öylesi büyük bir heyecana kapılmıştım ki o anlar.  Avucumda tuttuğum kalemler, silgim bir anda terden ıslanırken ellerim iyice titremeye başlamışlardı.Bu da başıma gelebilecek en kötü şeydi o an.. eğer ellerim çok titrerlerse nasıl yazacaktım ben?!


.............................


Yıllar sonra o bahçeye tekrardan geri geldiğimde 16 yaşımdaydım. Aynı senenin başında Madame Janet Çekmez'in sınavında Panik Atak gelmişti ilk kez! O sene yaşadığım heyecana yenik düştüğümü  biliyorum. Aptal gibiydim bir yandan..öyle olduğuma inanmaya başlamıştım artık. Günlük hayatta bir çok arkadaşımdan daha becerikli, çözüm bulmaktaysa hızlı olsam da! Yine de anlamıyordum neden?Pratik zekam bir çoklarınkinden çabuk işliyor, günlük yaşam içinde bir çoklarının beceremediklerini beceriyordum. Sorunum bu değildi. Dikkat Problemimle birlikte yaşadığım kimi öğrenme güçlükleri yetmemiş gibi büyük bir heyecan sorunum vardı!!!  Zaten bütün bunlar birbiriyle yakından alakalı problemlerdi.


............................


İnsanların büyük bir bölümü normal zekaya sahiptirler. Yani açıklamalarda şöyle deniyor; insanların yaklaşık yüzde 68'ínin IQ' su 85'le 115 arası bir yerdeymiş..

Ortalama % 95'ín IQ'su 70 ile 130 arası seviyelerde yer değiştirirken . % 99.7' si 55 ile 140 arasında bulunuyorlarmış. Yani genel nüfusun yalaşık %70'i normal seviyelerde bir yerlerdeler.. Geri kalan da daha aşağı ya da üstün zeka grupları içinde yüzdeyi değiştirenler..

Mesela Pfızer aşısını geliştiren, Amerika'da Manhattan'da gökdelenler dikenler, uzayı araştırıp yepyeni buluşlara imza atan kimi Da Vinci ya da Nikola Tesla gibi muhteşem zekalar küçücük bir yüzde içinde hayatımızı değiştiren dehalar grubundalar .

Ve kocaman bir normal kitle içinde ufak tefek farklılıkla yaşayan insanlar çoğunluğu oluşturuyorlar. Ve tabi bir de ben gibiler var .. Aslında sanıldığından daha çokuz ben gibiler. Diğerlerinden kimi konularda belki biraz daha zayıfken, kimi konularda daha üstün olabiliriz. Ama yine de yaşadığımız zorluklar hafife alınamaz. 

Normal zekalarına rağmen kimi performans sıkıntısı yaşayan insanların hayatları kolay değildir!!

Yıllar evvel bana ilk kez kimi psikolojik ve zeka testleri yapmış bir psikoloğu hatırladım..Ilk panik ataklarımın peşinden Dr. Joseph Benbanaste'ye yaptığım tek seferlik ziyaretimde, bana olanları anlattığımda beni Türkiye'de çok  ünlü bir isim olan psikolog Suna Tanaltay' ın kliniğine göndermişti.

Suna Tanaltay yine kendi gibi psikolog olan eşiyle birlikte çalışıyorlardı.Bana bir kaç defada yapacakları psikolojik testlerden sonra problemimin gerçekten sadece bir Panik Atak sorunundan ibaret olup olmadığını anlamak istiyordu sanırım.

Sonuçta muayehanesine geldiğimde doktora  kendi kendime yabancılaşmaktan bahsetmiştim. Ve bu sorun sadece endişe bozukluğunda değil  Şizofreni hastalarında da adı geçen bir şikayetti. Ancak endişe bozukluğundaki kendinden bir an için uzaklaşıyor olma hissiyle Şizofreni'de görülen yabancılaşma aynı değildir. Bendeki durum sadece yaşadığım  yoğun endişenin verdiği bir hisle alakalıydı. Bir bulutun içine girer gibi olmaktır bu.  Ve bu uzaklaşma kesinlikle mantığın kaybolması demek değildir

Sonuçta  gittiğim klinikte,  bu iki psikologla doktorun  temel amaçlarının bana yardımdan çok, iki ihtisas sahibi tarafın birbirleri arasında  hastayı paslaşmaktan ileri hiç bir şey yoktu belki de..Suna Tanaltay, yeterince güleryüzlü tatlı bir bayandı, Ama o kadar!

İlk randevumuzda bana Rorschach Testi yapmıştı. Elime verdiği kartlarda bulunan kocaman lekeleri içinde ne gibi şekiller, neler gördüğümü söylüyordum. Benzettiklerim hakkımda biraz daha ipucu veriyordu kadına. Bu test hoşuma gitmişti. Bu tam benlikti..Konuştukça konuşmuş, anlattıkça anlatmıştım. Sonunda Tanaltay bana;  "Duygulu ve akıllı bir genç kızsın "demişti. Ertesi sefer geldiğimde bu defa diğer odada, daha soğuk ve daha resmi olan kocası kabul etmişti beni .. Oda da adam gibi soguktu 😕. Sağ taraftaki büyük yazı masası yerine ortada bulunan küçük yuvarlak sehpanın üzerine bir kağıtlar koymuştu. Masanın yanına iliştirdiği iskemleye en başından sıkıntıyla oturduğumda elime verilen kalemle, sayfadaki kısa soruları  bir an önce cevaplamam gerektiğini anladığımda artık iyice gerilmiştim.

Birbirini takip eden şekiller , kimi seri numaralar ve onları takip edenleri bulmak, kelimeler... kısaca bu bir IQ testiydi. Adamsa tepemde dönüp duruyordu. Dur be adam diyecem ama diyemiyorum 😟Arada o devamlı saatine bakarken bana verilen teste kendimi vermekte zorlanıyordum. Bazen adamın açık mavi pantalonuna bakıyordum, bazen kemerine, bazen mokasenlerine gözlerim kayıyordu... Adam sanki bir an önce bitirmemi ister gibiydi.. Sabrı mı yoktu yoksa  bana mı öyle geliyordu.. 

O testten çıkan sonucu  bana söylememişlerdi!

Bilmekse istememiştim.

.................................

İki sene sonra, onuncu sınıfta iken benim aklimda bir yerlerde hala o test vardi...

Bir gün ders sonunda psikoloji hocamizin yanına giderek: "  Zeka testlerindeki performansın heyecan ve stresten  ne derece etkilenebileceğini ? "  sormuştum Madame Liliane bana heyecanın testte çok büyük bir etkisi olmaz diye cevap verip bitirmişti işi!! "Bunu bir de sen bana sor ! " diyecektim .  Demedim !Ancak söylediğinde bu kez tamamen yanıldığına inanıyordum. Peki eğer öğretmenin cevabını kabul etmeyeceksem niye sormuştum? Belki bu cevabı beklemiyordum.

Ancak gerçekten zamanında bizi eğitmiş insanları gözümde gerektiğinden fazla büyüttüğümü anladığımda hayata başka türlü bakmaya başladım.. Bize öğretilen herşeyin mutlaka doğru olmadığını farkettiğim gün dünyaya ve insanlara bakışımın çoktan değişmiş olduğunu anladım.

Seneler sonra bir kitapçı'da zeka testleri olan bir kitapçık bularak hemen satın almıştım.Eve geldiğimde ilk işim o testleri çözmek için odama kapanmak olmuştu. Karşıma saati kurarak, o testi sessiz bir ortamda çözmüştüm. Ve cevaplara baktığımda inanamamıştım. Sonuçlar çok iyiydi! Rakkamsal olarak eskisiyle mukayese edecek bir bilgim olmadığı halde çok daha iyi bir sonuç aldığımdan emindim.

Ancak belki şöyle bir iddia olabilir; stresli anda ölçülerek elde edilen rakkam esas olarak alınıyor olabilir. Fakat bu da sizin yine esas zekanızın değil, stres anındaki performansınızın göstergesidir sadece. Hayatın kendisi içinde gösterdiğiniz performansınız sakin ortamlardaki gibi olsaydı belki herşey çok daha kolay olabilirdi. Gereksiz stresler, gereksiz sınavlar ve toplumsal baskı daha çok küçük yaştan  düşmanınız olabilir.

Eğitmenlerin bu konudaki yetersizlikleri, bilinçlenmemiş toplum ve yeterli ilgi ve sevgiyi vermeyen anne babalar çocukların düşmanları olabiliyorlar . Buna karşın modern toplumlarda çocuklar daha çok küçük yaştan ilgi alanlarına ve yapabilirliklerine göre eğitiliyorlar. Daha çok sevgi ve ihtimamla çok daha fazla performans alabilmek mümkün. Ve bu sadece bireysel değil toplumsal gelişimi de getiren en baş şeylerden biridir diye düşünüyorum..



Batya R. Galanti 

  Vahid Beheshti @Vahid_Beheshti In spite of all the propaganda by the regime of the Islamic Republic, the people of Iran continue to risk t...