27 Kasım 2020 Cuma

               



                                           Pandemiyle gelen şiddet!


(Geçtiğimiz haftalarda  yazdığım bu yazıyı , 25 Kasım Kadınlara Yönelik Şiddetle Mücadele Günü dolayısıyla yeniden paylaşıyorum.....) 


Pandeminin getirdiği en olumsuz şeylerden biri de  aile içi şiddette görülen artış sanırım...

Alt üst olan istatistikler içinde aile içi şiddette ilk sıralarda.

Zorlaşan hayat koşullarıyla artan ailevi problemler, depresyon, kaygı sorunu ve tüm bunların getirdiği  alkol, uyuşturucu gibi şeylerde olan büyük artış insan davranışlarını yeterince olumsuz etkilemiş gibi görünüyor..

Son bir senede Israel'de cinayete kurban giden kadınların sayısında da bu yüzden belli bir artış gözleniyor..

İşte bu son sene yaşanan hadiselerden bir tanesi de geçen ay ülkeyi yeterince sarsan bir cinayete teşebbüs olayıydı..

Beer Şeva şehrinin 85 kilometre güneyinde , Negev Çölünün tam orta yerinde küçücük bir yerleşim yeri olan Mitzpe Ramon'da meydaha gelen olay insanların kanını donduracak nitelikteydi...


Kocası tarafından belli bir zamandır şiddete maruz kalan Şira'nın üzücü hikayesi bir çok açıdan insanı düşündürecek nitelikte .

Eşi tarafından sürekli horlanan, dayak yiyen güzel bir genç kadının hikayesi..

Uzun süredir ( bir çokları gibi)  herkesten sakladığı şiddete sonunda dayanamayarak kocasına boşanmaל isteğini belirten kadının yüz yüze geldiği ölümün nasıl da korkutucu  olduğu gerçeği!!

Son aylarda yaşanan aile içi şiddet olaylarından  biri daha sadece ..

Her şiddet içeren olay  özellikle yaşayanı bağlarken , , artış gösteren böylesi olayların nedenlerini, niçinlerini araştırıp  çözüm aramak devlete düşen görevlerden bir tanesi..( Ben şiddet uygulayanlara da tedavi ve  terapi yollarının  önünü açmak önemli diye düşünüyorum..)

İnsanlık, ulaşabildiği en ileri noktada en primitif hayvandan bile daha acımasız, daha vahşi olabiliyor..

Kendisinden boşanmak istediğini söyleyen eşinin canını alarak ondan intikam almak isteyen koca, karısını sevdiğini söyleyebilecek kadar hasta olabiliyor..

Kadını kendi mülkiyeti altında gören bir erkeğin ona köleliği layik gören ruh halinin in bir uzantı,  bir yansıması bu...

Aşık olarak evlendiği insanın kendisinin katili olabileceğini düşünemeyecek kadar saf olan kadınların varlığı ise ayrıca şaşkınlık verici.

Nasıl olur da bir kadın, kendisini istismar eden bir erkekle evlenir. İşte bu hep beynimi kurcalıyor..

Bir kadın nasıl olur da böyle bir erkeği kendine eş olarak seçer?

Eminim ki bu tip erkekler ne mal olduklarını ilişkilerinin daha ilk günlerden bir şekilde gösterirler..

Belki ilk zamanlar, basit bir kıskançlık krizi gibi başlar herşey

Bu da belki de güçlü bir erkek arayışında olan  kadınların önce gururlarını okşar..

Eşlerinin sevgilerinin bir işareti olarak algılarlar bu kıskançlığı.

Sanırım , her kadın belli bir kıskançlığı hoş karşılayabilir. Ama bunun gerçekten normal bir sınırı olmalı...

Sonra bu kıskançlıklar yaşanmaz , yaşatılmaz bir hal alır ve derken  hakaret başlar ve bir gün bir tokat gelir ve tabii sonrası ...


O gün Şira'nın bir buçuk yaşındaki bebeği olay yerinde çığlık çığlığa ağlarken aynı anlarda oradan geçen  yan komşularının beş yaşındaki çocuğu annesine koşmuş hemen..

Çocuk  bir şeylerin yolunda gitmediğini hissetmiş adeta..

Bu hikaye'de böylece, bir tarafta insanın tüylerini diken diken eden bir adamın korkunç eylemi söz konusu ama diğer taraftan daha beş yaşında olan bir çocuğun etrafına olan duyarlılığı. hassasiyeti ve zekası..

Çocuk koşarak ; " Anne karşı  evdeki bebek çok ağlıyor !" diye annesine haber verdiğinde.genç kadın, bebeklerin ağlamasının normal olduğunu,  anne ve babasının mutlaka ona baktıklarını söylediği halde çocuk bebeğin ağlamasının doğal olmadığında inat ediyor ve annesini olay yerine gitmeye ikna ediyor..

İşte o an o evde bir erkeğin bir kadına darbeler indirdiğini duyuyor kadın!!

Tüm cesaretiyle, insanlığı, hassasiyetiyle ve o an ona  göklerden gelen  güçle korkmadan kapıya yumruklar indirererek bağırıyor.. " Bırak onu!!"  diye.. Elinde bıçakla üstü başı kan içinde kapıyı açan erkeğe bağırmaya devam ediyor:  " Bırak onu!!

"Lütfen yardım edin ! diye yardım isterken etraftan, elinden geldiğince başkalarının kendisini duymasını sağlıyor..

Genç Şira kocası tarafından, bir çoğu yüzüne olmak üzere,  20 bıçak darbesi almış.. Görüşünün yüzde yetmişini kaybederken..yüzünü normal bir hale getirebilmek için bir çok estetik ameliyatlar geçirmesi gerekeceğini yazdı basın..

Korkusuzca onu kurtarmak için elinden geleni yapan komşusuna hayatını borçlu olan  Şira dilerim yaşadığı travmayı atlatmayı ve kendine normal bir yaşam kurmayı başarır..

Dilerim bu krizi atlattığımızda iyice karmaşaya dönen yaşamımızı sonunda  normal istatistiki verilere çekerek yeniden toparlamayı başarırız..

Bir taraftan pandemi yüzünden artan şiddet, diğer taraftan politik çıkmaz..ekonomik sorunlar..toplumsal karmaşa, uzaktan eğitimle,  öğrenim kapasitesi düşen çocuklar, işsizlik yüzünden evde kalan, şimdilik kayıp giden gençler.. artan alkol, uyuşturucu kullanımı ve bir çok şey daha!!



Batya R. GALANTI





  
                          25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü!




25 Kasım , yani iki gün evvel Kadına Şiddete karşı Mücadele günüydü..

Birleşmiş Milletler tarafından 2000 yılında kabul edilmiş bir tasarıyla senede bir kez tüm dünya'da bu konu gündeme damgasını vuruyor. Koronayla,  epidemiyle gelen sağlık  ve ekonomik krizin getirdiği karmaşanın gölgesinde kalan kadın hakları....

Kadınların sadece insan gibi yaşamak için istedikleri temel haklar senede bir gün gündeme taşınıyor!

Senede bir gün derken, normal şartlarda  aynı günün haftası bu konu üzerine sempozyumlar, konferanslar devam etmektedir mutlaka. . Ancak 2020'nin getirdiği bambaşka ortam yüzünden bu sene herşey genel olarak online devam ederken, konuya çekilmesi gereken dikkatin  yeterince toparlananamamış olması üzücüdür..

Özellikle bu kriz döneminde dünya genelinde kadına karşı uygulanan şiddette açık bir artış görülürken bu konuda daha aktif anlamda çok fazla şeyler yapılamadığını tahmin ediyorum . Kadınların, eşit,  özgür ve rahat bir yaşam sürebilmeleri için,  sağlıklı bir toplum ve de  tüm insanlar için bu konuda kişileri bilinçlendirmenin ilerisinde ahlaki değerlerde, toplumsal  tabu ve kültürel anlayışta,  erkek egemen grupların artık değişime uğramasını sağlayacak  kişisel eğitim ve şiddete eğilim gösteren, ruhen tedaviye ihtiyaç duyanlara el vermek adına ihtiyaç duyulan miktarda bir bütçe  ayrılabilmesi için neler yapılabileceği üzerinde ciddiyetle durmak gerekiyor 
.
Kadının erkekle eşit bir statüye sahip olması demek, genel toplumun bir kaç adım ilerlemesi demektir.

Kadına uygulanan şiddete son vermek demek daha sağlıklı, daha aktif, daha etkin bir ülke yaratmak demektir.. Öncelikle bunu unutmamamızx lazım.

Dominik Cumhuriyetinin verdiği bir önergenin yıllar süren sürüncemeden sonra kabulünden beri 25 Kasım'da kadınlar hatırlanıyor.

25 Kasım 1960'da, Dominik Cumhuriyeti'nde üç kız kardeş; Patria Minerva ve Maria Teresa Kardeşlerin Trujillo yönetimine karşı hareketler içinde olduklarına dair çıkan şaiyalar yüzünden öldürülmeleri arkasından Dominik Cumhuriyeti'nde her yıl bu tarihte bu üç kadın anılmaya başlanmış .

Mirabal Kardeşler Dominik Cumhuriyetinde Popüler feminist direnişin sembolüne dönüşürken,   "Kadına Yönelik Şiddete karşı Uluslararası Mücadele Günü"  tasarısı kabul edilerek yine ilk kez 2000 yılında bugün resmi bir güne dönüşmüş.


Bir taraftan bugüne başlık olan bu konu dünya televizyonlarında ana haberlerden  biri olurken ,  gazetelerde çıkan yazılar , kamu yerleri tarafından konuyla ilgili yapılan açıklamalar, okullarda kadına karşı uygulanan şiddet üzerine gençlere verilen mesajlar varken.. Resmi ağızlardan açıklanan klişe sözlerin günlük hayata ne kadar geçirilebildiği, ne derece  somut çözümlere ulaşıldığı esas sorudur.

Bugün dünya genelinde kadının hakketiği yeri, eşitliği ve saygıyı ne derece gördüğü sorusunun cevabı ne yazık ki çok iç açıcı değildir hala.

Endüstrileşmiş ülkelerde dahi Corona ile başlayan krizden en çok etkilenenler kadınlar olmuştur yeniden.

Halihazırda Batı'da bile erkekle aynı mesleği paylaşan kadınların daha düşük maaşla çalıştırıldıkları bilinirken, Corona'yla başlayan yeni dönemde işlerini en çok kaybedenler yine kadınlar olmuştur.
Bugün dünya genelinde çok daha fazla kadın işsiz kalıp yeniden evlerinde oturmak zorunda kalmışlardır.

Yine kadınlar hem dışarıda hem evde çalışmak zorunda kalanlardır. Bugüne dek hala çoğu erkek evde eşine yardım etmekten kaçınırken, saatlerce dışarıda çalışan kadınlar eve döndüklerinde bir de evin annesi rolünü üstlenmek zorundadırlar..

Eve uzun süreli kapatılan ailelerde erkekler tarafından uygulanan şiddette ise yine artış görülüyor..

Fiziksel gücünün üstünlüğünü kadınlar üzerinde egemenliğe dönüştüren erkeklere hala daha dünyanın her yerinde rastlanmakta.. Sağlıksız beyinlerin güçlerini kötüye kullanmaları son derece üzücü bir şeydir..

Bu konuda konuşulacak şey çoktur. Bilgisayara çağı'nda aklıyla, yapabilirlikleriyle, becerileriyle kendilerini fazlasıyla kanıtlayan kadınlar hala daha çok fazla ezilmeye devam ediyorlar.

Gelişmiş ülkelerde en azından bu konu daha çok gündemi koruruken, akıllı ve ileri toplumlarda olaya çözüm aramak için çok daha etkin bir savaş götürülebilmektedir. Hala daha yapılacak şey çok varsa da , Ama buna karşın Ortadoğu , Latin Amerika hatta Uzakdoğu'daki kimi refah ülkelerinde bile  kadınlar şanslı görünmüyorlar.

İnsanlık kimi anlamda ne kadar ilerlese de içindeki kimi primitif özelliklerinden kurtulamıyor. Kimi yerdeyse birileri bir diğerlerinin üzerinde egemenlik kurararak kendine avantaj sağlamaya devam ediyor..

Hep diyorum dünya dengesizlikler üzerine kurulu...


Batya R. Galanti


25 Kasım 2020 Çarşamba

 



                                       

                  

                            Savaşın yıkıntıları arasında geleceği arayan çocuklar


Geçtiğimiz günlerde Amerikalı genç bir YouTuber'in  2019'daki Suriye seyahati sırasında yaptığı çekimlerini izledim.  Otuz yaşlarındaki Amerikalı genç adamın Lübnan'dan özel bir otomobil, özel şoför ve ona eşlik eden bir rehber bayanla birlikte çıktığı son derece tehlikeli maceranın görüntüleriydi bunlar..

Öyle tehlikeli bir seyahatiki bu sınırdan geçerken şoför askerler tarafından terörist gruplarla ilişkisi olduğu şüphesiype durdurulmuş!

Suriye'de kaldığı sayılı günlerde tanıştığı insanların gündelik yaşamlarından görüntüler, kimi izlenimlerini paylaştığı yaklaşık  yarım saatlik, yani kısacık bir video çekimi bu.

Tabi doğal olarak insanın aklından ilk anda, savaşın herşeyi sildiği bu topraklara, halihazırda her an her yerde silahların, bombaların patladığı  bir ülkeye insan neden seyahat etsin gibi bir düşünce geçiyor.

Aslında  dünyanın en bilindik, en çok konuşulan en turistik köşeleri bir yana  hiç olmadık ülkelere de gidesim gelir hep . Uçuk fikirlerdir bunlar belki de. Mesela Suudi Arabistan, İran ya da Afrika'da Sudan gibi yerleri görmek bana son derece ilginç gelir. Hayatın  bildiklerimizden , tanıdıklarımızdan çok farklı olduğu bambaşka kültürlere sahip olan yerleri gezip, değişik anlayışta yaşamları yakından tanıyasım gelir . Şimdiye kadar bu isteklerimi ve merakımı gerçekleştirmek için şansım olmamışsa da.

Fakat bu son senelerde Suriye ve Irak gibi  radikal grupların, kimi isyancıların savaşları arkasında yerle bir olmuş bir bölgeyi özellikle ziyaret etmek için sanırım biraz deli olmak lazım! Her an bombaların patlayabildiği şehirlerin merkezlerinde  kimin kime karşı savaştığını bilmediğiniz, hangi köşeden sizi kimin hedef alabileceğini tahmin bile edemeyeceğiniz bir ülkeye gitmek....

Şu son dokuz sene içinde kendi ülkelerini kendi elleriyle haritadan silmiş insanların , birlikte yaşamayı becerememiş kardeşlerin kanla yıkanmış topraklarında ne aramış bu genç adam diye sorsam da sonuçta yarım saatlik bir video sonunda insanı yeterince düşündüren bir etki yaratıyor gördükleriniz.. Sanırım bu gencin amacı da buydu. Kimsenin yapmadığı bir şeyi yaparak,  alelade bir dünya vatandaşı olarak böyle bir savaş ülkesine gidip, hala hayatta kalan insanların , sokaktaki Suriye'linin yaşamını gözlerimizin önüne sermek.. insanların uzaktan baktıkları kimi gerçekleri yakınınıza taşımak. Koltuklarında rahat oturanlara bir yerlerde kimilerinin yaşayacak bir yuvaları olmadığını hatırlatmak. Savaşların bugün hala insanlığın en büyük sorunlarından biri olduğunu unutturmamak. Belki de bir kez daha satılan silahların nelere yaradığının altını çizmek .

Suriye'de, Halep ya da  Hums gibi şehirlerden geriye kalan ya da kalmayan binaların yıkıntıları arasında hala gelecek için savaşan birileri var!

Bir taraftan görüntüleri çekerke sürekli düşündüklerini paylaşan gencin o kadar huşu veren bir sesi var ki. Ona son derece sıcak ve dost davranan yerli halka duyduğu şefkati , onlara karşı hissettiği insanlığı  ifade ederken ve kimi yerde sorduğu sorularında ,  ,,"Bu savaş ne için  ? " gibi içten yaklaşımlarında genç adamın sesi  çocuğunu teskin etmeye çalışan bir babanın kullandığı tondaydı....

Bir diğer taraftan paylaşılamayan güç dengelerinin ardından patlayan mücadeleyle geçen  dehşet dolu yıllardan  geriye kalan manzaralar sizi teskin eden aynı sese karşı müthiş bir tezat teşkil ediyor.

İnsanlardan neredeyse tamamen boşalmış binalar hayalet bir şehir yaratmış gibi.

Enkazların arasında yeni yepyeni hayatlar kurmak için mücadele eden tek tük insanlar kalmış..Bazıları bisikletlerinin üzerinde sırtlarında bir şeyler taşıyorlar. Bir kaçı bir arada bindikleri eski bir motosikletin üzerinde insanlar geçiyor .. Bir binanın yıkıntılarının içinde hala daha ayakta kalan dört duvarı yeniden yaşanır bir yuva haline getirmeye çalışan güler yüzlü yaşlı boyacı adamın ellerindeki fırçadan çıkan bembeyaz duvarların çevrelediği  odada yeni bir yaşam kurmak için dışarılarda bir yerlerde mutlaka bir aile bekliyor, soğuk gecelerde  üşüyen  çocuklar için yaşam bir şekilde devam ediyor..Ümit silahların hic susmadığı yerlerde bile  var.

Bir kaç adım sonra, hala bir yerlerde eğitime devam eden bir okuldan evlerine yürüyen, tertemiz kıyafetli çocuklar sırtlarında çantalarıyla geçerlerken,  hiç bilmedikleri diyarlardan gelen yabancıya gösterdikleri sıcak karşılama insanın içini ısıtıyor. Tek tük konuştukları ingilizce kelimelerle  ettikleri kısacık sohbetlerinde yüzlerinden düşmeyen gülümsemelerinde çocukların her nerede olurlarsa olsunlar yine de ümit dolu olduklarına şahitsiniz bir kez daha..

Halbuki, milyonlarca insanın terk ettiği , bir o kadarının en zalim şekillerde hayatlarını kaybettikleri yerler buraları. Kendi insanına kucak açamamış, koruyamamış , onlara güven yerine savaş, istikrarsızlık, terör, ve istismardan başka bir şey verememiş bir vatan burası.

İdeal bir devletin sahip olması gerektiği temeller üzerine kurulmamış yönetimlerle  hiç bir zaman  istikrar ve refah getirmeyenlerin,  halklarını ezenlerin bitmeyen bir örneği Ortadoğu...

Bu çevre bir şekilde hep aynı..

Arap Baharıyla başlayan ve bugüne dek devam eden bir kaos var...Ortadoğu'da sınırlı kalmayan bir karmaşanın etkileri  her yerde bir şekilde hissediliyor .

Dinleri bir , mezhepleri farklı , kabile ülkelerinin dağılmalarıyla değişen çok şeyler var..Ortadoğu'da, Avrupa'da ve dünya'da..

Ekrandaki güzel çocukların neşelerinden bir umut çıkarmak istiyorsunuz..Dokuz sene sonunda ellerindekini de kaybetmiş bir ülkeden geriye tek kalan  bir kaç okullu çocuğun her şeye rağmen  gülen gözlerinde yine de değişmeyecek gibi görünen  o geleceği göreceğinizden korkuyorsunuz..


Batya R. Galanti




18 Kasım 2020 Çarşamba

   EVİMİZİN KARŞISINDAKİ IŞIKLAR



Geçtigimiz günlerde bir  akşam üzeri odamdaki masamda okurken birden saatin geç olduğunu farkettim. Saat sekizdi ve oğlumdan ses çıkmıyordu. Gal neredesin? diye seslendim. Cevap gelmedi. Akşam saatleri Gal genelde odasına girer, kapısını kapatır kendince sevdiği dizileri , video kliplerini izler ve yine kendiyle günlük hesaplaşmasını yapar . Kalan vaktinde ertesi gün için gerekli hazırlıklarının ve onunla olan her günkü bire bir mücadelemin ardından  girdiği banyodan sonra yaşına göre erken denebilecek bir saatte yatağına girer. Günün yorgunluğu onu her zaman çok erken yatağına çekmiştir. Gerçi artık yaşı biraz büyüdükçe geçmişe göre kısmen daha geç yatabiliyor.
Onu aradım odasında değildi. Ekim ayının ortasında olmamıza rağmen akşam hala çok sıcaktı . Klima yandığı zaman camlar tabii kapalı oluyor.  Salonda  onu ararken balkon tarafına doğru baktım  tülün arkasından onu gördüm. Kapıyı açtım, Gal şehrin ışıklarına doğru dönük duruyordu . Bana anne şu an yanlız olmaktan memnunum dedi . A tabii dedim ben sadece sana bir şey soracaktım.
 Ona;  "Acaba ne yemek istersin ?" diye sormak istemiştim!   dedim. Aslında ona genelde ters tepki vermesin diye direk ne yemek istersin diye sormam çünkü Gal'in en büyük sorunlarından biri de yemek yemeye karşı gösterdiği dirençtir. Bu tip çocukları olan ebeveynler zamanla onlara uygun davraniş ve taktikler geliştirmeyi öğrenirler. Bu yüzden genelde ona , ' Gal acaba bir şeyler atıştırmak istermisin diye düşündüm! ' şeklinde söylemeyi tercih ederim. Yemek yemekle atıştırmak kelimeleri arasında olan basit nüans farkı çocuğun direncinde başkalarının belki de nedenini hiç anlayamayacağı bir fark yaratabiliyor.
Gal birden durdu ve bana , Anne bak manzara ne güzel dedi. Kendini, duygularını genelde ifade ederken uygun kelimeleri bulmakta çok zorlanan Gal; ' Biliyormusun böyle bir evde oturduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyorum ' diye devam ederken, ben "  Nasıl yani? "  diye sordum. Bak evimiz şehri tamamen karşısına almış ve gece ne kadar güzel bir manzaramız var . Şu an balkonda durupta karşıda yanan pırıl pırıl ışıkları seyretmek ne kadar güzel!"
 Bana  aynen bu kelimelerle konuşurken ben bir an şaskınlığımdan ne  diyeceğimi bilemedim. O ise devam etti. ' İşte bu yüzden bizler ve burada yaşayan herkes çok şansli ve ben çok huzurluyum ve yanlız kalmak istiyorum ve söz ne yemek istediğime de  birazdan karar vereceğim çünkü şu anki sessizlik konsantre olmama da çok yardımcı oluyor .Ben o an Gal'in gerçekten çok özel duygular yaşadığını hissettim . Aklıma çocukken Şişli'deki evimizin salonundaki kocaman pencereden dışarıyı izlediğim zamanlar geldi. Ben karşıda bütün bir şehri değil, sadece karşımıza düşen apartmanları görürdüm. Onlara bakar her evin yanan ışığındaki sıcacık yuvaları hayal ederdim. O yuvalarda yaşayan mutlu çocukları. Yanlızlık bir anda sevginin ve sıcacık ortamların hayallerine dönüşürdü gözlerimde. O salonlardan dışarı yansıyan ışıklarla birlikte... Hemen sağ tarafta Okymeydanı istikametine doğru devam eden çevre yolunun o sonu nereye vardığı bellı olmayan kıvrımında ise  hiç bilinmedik başka bir dünyaya doğru bir çıkış düşünürdüm.
Hayallerim ne kadar da genişti o zaman . Tanrı bana ufacık dünyamdaki kocaman  hayallerin içinden bazılarını seçti. Kimilerini ise hep beynimin bir köşesinde sakladım . Kimilerini yüreğimin içine gömdüm, kimi yenilerle yaşamayı öğrendim kimilerinin avuntusu belki  hala yaşama sebebim ve tüm bunlarla birlikte hayat devam ederken bugün evimizin karşısındaki ışıkları seyreden oğluma baktığımda otizminin gölgesindeki " Beni "  net olarak görebiliyorum..



Batya R. Galanti

16 Kasım 2020 Pazartesi

                                             


                                      Duygularımızın midemizle direk ilişkisi var!

                            


 Hayatımda ilk kez mutfağa 10 yaşlarımdayken girmiştim. Annemin kısa süreli kimi ufak tefek rahatsızlık dönemlerinde  bana verdiği komutlarla ona hazırladığım kimi basit yemekleri, bir tabaklık öğünleri hatırlarım... O yataktan kalkamayainca ben görevi üstlenirdim..Onun için mutfağa girip bir şeyler yapmaya çalıştığımda sevgimi ifade etmek için gösterdiğim çaba vardı.

20 yaşlarıma geldiğimde,  ara sıra girdiğim mutfakta bu kez ben kendimi mutlu etmek için bir şeyler hazırlardım ..bazen de Şabat sofrasına yapacaağım ufak bir ek yemek için heveslenirdim .  Canım farklı bir şeyler çektiğinde de denemeler yapmak için yeniden kendimi evimizin küçücük mutfağında buluverirdim. Çoğu zaman kendi marifetlerimden yine ben kendim memnun olurdum..

Yemek yapmayı kimden öğrendin diye sorarlar insana bazen.. Yemek yapmayı ille birisinden  öğrenmek mi gerekir? Bence bizim gibiler için bu iş öğrenilmez. En azından  kendi kendinin ahçısı olmak için öğrenmeye  gerek yoktur.

Bence dünyanın en basit şeylerindendir yemek yapmak. Sadece biraz tahminle bile yürüyebilir bu iş. Zaten bir kez bir yemek yaptınız mı, temel olarak tüm yemekleri pişirmenin yolunu keşfetmişsinizdir.  Sadece farklı tatları farklı şeylerle karıştırmaktır geriye kalan iş.  Bu da sanırım biraz biraz mantık, biraz  tecrübe ve tabii bir parçacıkta yaratıcılıkla oluyor.

Gençliğimden beri mutfağa girdiğimde daha önce gördüklerimden aklımda kalanlardan  yola çıkarak kendime öğünler çıkardığımı anımsarım. Sanırım özellikle mutfak, yemek gibi şeyler biraz da bu konuya olan ilginizle alakalıdır. Eğer yemek  yemeği seviyorsanız ve bir de kendi kendinize yetmekten başka çareniz yoksa kendinizi iş başında buluyorsunuz.

Bir de çocukluğumdan beri yemek programlarını izlemeyi severdim.



Ahçıların becerikli elleriyle, ustalıkla yemek hazırlayışlarını seyretmek en büyük zevkimdi. Son senelerde yemek üzerine yapılan programlar da daha bir sofistike oldular. Bir sürü farklı tip yarışmalara dönüşen şeyler var ayrıca. Bu tip programlar da evrim geçirdiler..

Alelade insanların MasterChef gibi programlarda yarıştığı televizyon showları son derece büyük bir reyting yaparken, ekranlarda izlediğiniz yemekler sizin de zaman zaman mutfağınıza yenilikler getiriyor. İşin rekabet yönü  ve  ekranlara yansıttığı renk cümbüşü bir tarafa   bu programların arkasında insanı düşündürecek pek çok şeyler daha  var aslında. Her biri adeta bir sanat ustasının ellerinden çıkan  muhteşem porsyonların çekiciliği dışında, gastronomiyle insan  psikolojisi arasındaki inanılmaz bağ ve yine yemeğin insan hayatının toplumsal taraflarıyla olan yakın ilişkisini size  ekranlardan yansıtan ve düşündüren şeyler var bu tip yayınlarda..

Yarışmalara aday olanların seçmelerde kendilerini jüri'ye tanıtırken,  ellerinden çıkan yemekle ilgili bilgi verirken kapıldıkları heyecan ve duygusallıkları,  yemeğin geçmişimizle, köklerimiz, ailemiz ve sevdiklerimizle olan bağlarımızın kuvvetini hatırlatıyor.

İnsanların mutfakta gösterdikleri hünerlerinde bir çok kez evden getirdikleri şeyler var.  Aileye olan derin bağları, bazen iki nesil öncesine olan sevgi ve yaşamlarının belli bir  dönemlerine ait  hatıralara karşı duyulan özlem var.

Yemek olgusu duygusal yönümüzle, duygularımızsa sindirim sistemimizle direk ilişkili. Bu da bana serotonin denen salgının vücudumuz içinde yarattığı iniş çıkışları anımsattı. Sinir hücreleri arasında nörotransmiter görevi taşıyan bir salgı olan serotonin sadece beyin'de değil, beyinden çok mide ve bağırsaklarda salgılanıyor. Ve bu yüzden düşüncelerimizin yarattığı her değişim mide ve bağırsaklarımızda etkisini gösteriyor deniyor. Çocukluğumda en çok aklımda kalan şeylerden biri heyecanlandığımda mideme giren sancılardı..

Her sınav öncesi midemin bulanmasını hiç unutmam..Stresle beraber  bir anda kesilen iştahımız bilinen en büyük klasiklerdendir.. Mutlu anlarımızda ise ilk aklımıza gelen şeylerden biri  güzel bir restoranda sevdiklerimizle yiyeceğimiz keyifli bir yemektir. Aşık olan insanın  midesinde  hissettiği o hoş kıpırtılar bambaşka bir his yaşatır insana.. Kısaca beyin ve midenin arasındaki bu bağ,  hislerimizin bu iki organ üzerinde yarattığı direk etkisi yemeğe duyduğumuz özel ilgiyi ya da kimi zaman yemekle ilgili yaşadığımız problemleri  açıklar..sevindikçe yediğimiz, üzüldükçe aç kaldığımız anları düşündürür..  Aşıkların kesilen iştahlarıyla, depresyon'da olan kişilerin kimi zaman  olur olmaz ıvır zıvırlarla kendilerini avutmaya çalıştıkları dönemi anlatır..

Yaşadıkça en büyük ilgi alanlarımızdan biri en büyük anılarımızın , en duygusal anlarımızın bir açıklamasıdır yemek olgusu. Var olmak için yemenin dışında bir şeyler vardır, dostluk sofralarında bir araya gelen insanların ilişkilerini pekiştiren bir şeylerdir güzel tatlardan oluşan bayram sofraları, insanları bir araya getirmenin yoludur..aileyi birlikte tutmanın, şabat'ın ya da pazar sofralarının getirdiği sevinçtir insanlara. Yemek önce yaşam demektir..keyiftir, çocukluktur, geçmiştir, aşktır, sevgi ve tutku ve bir çok şeydir.. Bazıları  içinse yemek bir eziyettir, üzüntü kaynağıdır, kim zaman kimi rahatsızlıklarla çok yakıntan  ilintilidir yine yemek..



Batya R. GALANTI
















11 Kasım 2020 Çarşamba

 





 

          


                                Belki  yakında herşey daha iyi olur



Geçtiğimiz haftalarda Israel'de yeniden insanları eve kapattıkları zaman halk isyan etmişti. Her yerde hayat normal şekilde devam ederken bir tek Israel'de karantina var deniyordu. Koronayı kontrol altında tutmakta beceriksizlik gösteren hükümetin kurbanları gibi hissediyorlardı kendilerini insanlar.

Pandemiyle baş etmekte sınıfta kalmıştık. Dünya  bize gülüyor diyorlardı bundan bir kaç hafta evvel..  Israel'deki karantinayı  konuşuyorlarmış.  İlk günler gösterdiğimiz başarının yerini utanç almıştı.

Yanlış yönetimin sonuçlarından bahsedenler hükümeti bir kez daha  suçluyorlardı.

Hükümet birinci dalganın sonunda heryeri yeniden çok çabuk açarak büyük hata yaptı.

Peki ya halk birinci dalganın ardından  kendisine düşeni yerine getirdi mi ?

Mesafeyi korumak, maske takmak, büyük toplantılardan, toplu ziyaretlerden kaçınmak?? ..

Hayır!!

Gençlerin aralarında düzenledikleri partiler, binlerin iştirak ettiği kimi dini liderlerin cenazeleri, politik gösteriler ( demokrasi ve özgürlük adına herşeye rağmen yasal sayılan ) , bayramlarda birbirlerini ziyaret eden aileler..

Bu şekilde  pandemi yayıldıkça yayıldı.

Korona başladığından beri bir taraftan dikatörlük istemiyoruz diyorlar

Netanyahu'nun salgını kendi politik menfaatine alet ettiği en çok söylenenler arasında.

Bu Korona Likud'un gücünü, popülaritesini yerle bir ederken bu iddialara sonuna kadar katılmakta zorlanıyorum.

Netanyahu insanları susturmak istiyor derken, binlerce insan pandemiye rağmen her gün meydanlarda

Diğer taraftan bu pandeminin gerçek olmadığını, koronanın normal bir virüsten daha tehlikeli olmadığını iddia eden gençlerle dolu etrafımız.

Bizi kapatmalarına gerek yokmuş.

Sanki bu karantinadan avantaj sağlayacak birileri var

Son zamanlarda en çok duyduklarım arasında  insanları aşılamak bahanesiyle vücutlarımıza  mikro boyutta bir alıcı enjekte ederek  bizleri akip ederek üzerimizde hakimiyet kuracakları iddiaları da bol bol yer alıyor..

İnsanlar en fazla komplo teorilerini  kriz dönemlerinde, toplumsal çöküşlerde, ekonomik sarsıntı zamanlarında üretiyorlar. Herhangi bir duruma çare bulamadıklarında bir yerlerde suçlu aramak yoluna gidiyorlar.  Kontrolü ellerinden kaybettikleri andan itibaren sorunları bilinmeyen, yabancı güçlere bağlıyorlar ..

Messela son zamanlarda  duyduğum  ; dünya çapında çok zengin bir kaç aile tüm dünyayı ele geçirecekmiş. iddiası bunlardan en delice ve en yaygın olanlarından,

Bir kaç aile planlı , programlı bir şekilde yerleşik sistemleri çökerterek insanları denetimleri altına almak peşindeler!!!

Yani yeryüzündeki geri kalan herkes ayakta uyuyor..ya da geri kalan bir sürü akıllı insan, yöneticiler ve büyük kariyer, mevki sahibi kişilikler, akademisyen  ve profesörler vs.  bu bir kaç ailenin piyonu olmayı kabul edenler arasında olup  sessizce onlara itayet ve hizmet ediyorlar;...O zaman tabi onlara da büyük paralar ödeniyor diye bir açıklama gelecektir iddiayı getirenler tarafından..

Tüm geri kalanlarsa kurban konumundaki milyonlarca, milyarlarca zavallı.

Ve peki bu insanlar bütün dünyanın kontrolünü ellerine geçirdiklerinde ne olacak?

(Zaten yeterince zengin değillermiş gibi)

Çok eski bir teoriyi bugüne adapte edip 21. yüzyıl versyonunu çıkartmışlar sadece .

İşin esas komik tarafı ise   bu çok eski hikayeleri bugün Israel'deki yahudiler anlatırken,  klasik versyonunda dünyayı ele geçirmek istediklerine inanılan  aileler Yahudilerdi.

Bu ailelerden  biri Rotschild'ler ikincisi de Yahudi olmadıkları halde bir çokları tarafından öyle bilinen Rockefeller ailesiydi..

Gerçi Avrupa'da ve Amerika'da Yahudilerin dünyanın kontrolünü ellerinde tuttukları inancı hala yeterince yaygın. Ve antisemitizmin yayılmasında etkili hikayelerden biri..

Fikrimce, media içinde bilinmiş gazeteciler, geçmişten bugüne gelen  düşünürler, çığır açan bazı filozof ve yazarların içinde bir çok hatırı sayılır Yahudi isimlerinin geçmesi bu tip varsayımların kabul görmesinin yolunu açıyor.


.....................


Neyse arada Pfızer ilaç firması 2021 için müjdeyi verdi. Başarı oranı yüzde doksan olan bir aşı Amerika'da çok yakında piyasaya çıkacak.

Amerika'da bu müjdeyi vermek için seçim sonrasını beklemeleri de kimsenin gözünden kaçmadı tabi. Sonuçta media hep aynı.

İngiltere'de bu haberlerin ışığında önümüzdeki nisan ayında hayatın  normal düzenine dönmesi planlanıyor.

Israel'de de son zamanlarda yeni bir aşı deneme niteliğinde uygulanmaya başlanırken  yakın zamanda Pfızer'dan üç milyon aşının Israel'e getirilmesi için firmayla antlaşmaya varıldığı haberlerde çıktı..

Sonuçta her şeyin olumlu bir şekilde sonuçlanacağı günlere belki  fazla kalmadı .



Batya R. GALANTI



10 Kasım 2020 Salı

Neden sigara satışları durmuyor?

Sigara içen insan, kadın bana son derece itici görünür. Halbuki bundan elli yıl evvel ve ötesinde film karelerine elinde sigarasıyla yansıyan kadın insanın gözüne çok doğal gelirdi.. Hollywood filmlerinde kadını daha seksi ,daha çekici göstermek için, o dönem aktrislerinin uzun ince parmakları arasında tuttukları  filtreye yerleştirilmiş sigarayı kıpkırmızı boyanmış dudaklarına götürdüklerindeki  kadın figürü o dönem erkeklerinin fantazilerine aynı şekilde yer etmişti.. Burada kullanılan mesaj, erkeklerin bilinç altında yatan kimi oral fantazileriyle çağrışım yapıyordu büyük ihtimalle..Bu şekilde daha fazla insan  sigaranın büyüleyici etkisine kapılıyordu.

Belli bir zaman evveline kadar sigara erkek ya da kadının cinsel rollerini destekleyen, ortaya koyan bir sembole dönüşmüştü fikrimce.. Geçmiş zamanlarda, bu şekilde sigara satışları daha da artarken , kimse sigaranın zararlarını konuşmuyordu bile.


1950'lerde , 60'larda ve hatta daha ileri tarihlerde sokak panolarında, çevreyolu çıkışlarında, binaların yan cephelerine konulan kocaman reklam afişlerindeki yakışıklı kovboy resimlerini herkes anımsar... Başında kovboy  şapkasıyla, elinde tuttuğu kalın ip olduğu halde atının üzerinde dimdik duran bir erkek vardı her yerde..

Çiftlikteki sığırları yakalamak için  harekete geçmeyi bekleyen genç adamın fotoğrafında verilen mesaj açıktı. Maçoist bir yaklaşımla birlikte genç kadınların gözünde bir ideal erkek tipi yaratılmıştı. Dudaklarının arasındaki Marlboro sigaranın,  erkeği erkek yapan  güçlü ,  geniş omuzlarıyla bütünleştirmiş oluşuyla birlikte ortaya çıkan  bir eros gibiydi bu adam..


Sigara o dönem insanlarına  hiç ait olmadığı özelliklerle birleşmiş bir sembol olmuştu.

Insanlar kısa bir zaman sonra  Marlboro reklamındaki  yakışıklı erkeğin dudaklarının arasındaki sigara yüzünden kansere yakalanıp genç yaşta öldüğünü bile bilmiyordu . Genç insanların yüzeysel düşüncelerinde,  sigaranın karşı cinsi etkilemenin bir yolu olarak görüldüğü  eskilerde. Çocukluktan çıkıp artık birer kadın ve erkek olduğunu ıspatlamanın en basit dışa vurumlarından biriydi bu. Her içlerine çektikleri dumanda vücutlarına aldıkları bir miktar daha zehirle ....

İlk kez denediklerinde boğulacak gibi olsalar da inatla devam eden inatçı aptal insanlar..

Kurtuluşu zor  öldürücü bir bağımlılık.

İstanbul'da özellikle erkekler sokaklarda ellerinde devamlı sigaralarla dolaşırlardı..Kadınlar da yeterince sigara içmelerine rağmen belki ataerkil  bir toplum oluşundan dolayı onlar sokaklarda, açık alanlarda çok daha az sigara içerlerdi.

Okulumun son sınıfında büyük maharet gibi son sınıflara yukarı bahçede sigara içmek izni verilmişti. Gerçi o izin çıkmasaydı bu kez kocaman  gençlerin gizli saklı bir şekilde yine de sigara içecekleri bilindiği için sanırım bu karar alınmıştı..

Benimse kızım büyümeye başladığındaki en büyük kaygılarımdan biriydi, ya bir gün sigara içerse!! 

Bu yüzden 13 yaşına geldiğinde YouTube üzerinden sigaranın insan vücuduna yaptığı zararlarla ilgili bir video bulmuştum . Onu izlettiğimde kızımı bir hayli korkutmuş olduğumu  daha sonraları söylemişse de bugün hala iyi ki izletmişim derim..

Her yıl dünyada yaklaşık sekiz milyon insanın sigaranın getirdiği rahatsızlıklar yüzünden öldüğü söyleniyor.

Geçmişte sigara reklamlarına televizyonlarda, dergilerde, sinemalarda çok sık rastlanırken bugün neredeyse sıfıra inen reklama,  her sigara  kutusu  üzerinde basılı olan kocaman dikkat insan sağlığına zararlı ve öldürücü madde uyarısına rağmen hala daha tüketiminin son derece yaygın olduğu bu başlaması kolay bırakması çok zor olan şeyin üretimine neden son verilmiyor? Neden her yıl milyonlarca kişinin hayatlarını ellerinden alan, bir başka milyonlarınsa yaşam kalitelerini büyük oranda düşüren  böylesi bir madde tüm uyarılara rağmen yasaklanmıyor?

Bu dünyada neden diye sorulabilecek sorulara sadece bir tane daha ekliyorum.. Nedeni belli.. Hiç kimseye, hiç bir şeye güven olmayan bir dünya'da , insanı öldüren bir maddenin neden hala üretildiğini sormak bile saçma sanırım.. Kişisel ve kurumsal menfaatler oldukça, bir kısım ölen milyonların yanında bir kaç bin kişinin cebi belli miktarlarda paralarla dolmaya devam ettikçe neden üretim dursun ki?



Batya R. GALANTI



8 Kasım 2020 Pazar

 


                          Toplumla  bizim kendi mücadelemiz arasında kalan otistik hayatımız



Havalar tam serinledi derken...dolaptan  aylardan sonra çıkardığım sweatshirt'ümü  üzerime büyük bir kararlılıkla atmışken, dışarıdaki yarı bulutlu yarı güneşli  havanının nasıl da bizleri yanılttığını apartmanın arka kapısından çıktığımızda anladım.. Meğer, o bir gün evvelki yağmura ve rüzgarlara aldandığım  kış hala gelmemiş buralara.. Yeniden , yazdan kalma  bir güne doğru  kendimizi dışarı atarken bunca seneden sonra  Israel'e soğuğun bu kadar çabuk gelmediğini bir kez daha hatırlattım..

Binanın arka kapısından arabaya binerken nereye gideceğimize hala karar vermemiştik..

Gal'in sabahın erken saatlerinde başlayan enerjisiyle devam eden karasızlığı arasında giderken  , kendimizi çoğu zaman mecburen ona uydurmaya çalışırken buluyoruz ..

Halbuki onun için nereye gidildiğinden çok  bir adım sonrasında yapılacak başka bir şeyin daha olması önemlidir.. Her defasında gideceği yere vardıktan sonra hedefe ulaşmış olmanın, bir şeyleri artık tamamlamış olmanın yeterliliği hissiyle , daha sonraki hedefe doğru kendisini hazırlamaya başlar . Yani Gal için gittiği yerin ve orada neleri yapacağımızın , neler göreceğimizin genelde bir önemi yoktur. 

Tek amacı bir yere varıp daha sonra  yeniden yola çıkmaktır

Bizim hedefimizde ise onun tüm bu isteklerine karşı normal insanlar gibi davranmaya devam etmek var..

Sıkıntısını, şikayetlerini, kızgınlıklarını, yumruk yaptığı elini hafiften karnına ufak ufak vuruşlarını ve oflamalarını ve poflamalarını görmezden gelerek hayata devam etmek.

Geçen hafta arkadaşım bizi denize çağırmıştı.. Başkalarıyla çıkmak bizim gibi aileler için  daha zordur. Kendimizi başka insanların programlarına uydurmak kolay değil.. Ama olsun biz o gayreti göstermeye çalışıyoruz..

Denize ilk anda diğerleriyle beraber girmek istemeyen oğlumu babasının yanında bıraktıktan bir zaman sonra sudan çıkmamla beraber , benimle yanlız yüzmek istediğinde onunla  kendimi sulara bir yarım saat için tekrardan  bırakırken  halinden memnundu Gal. 

Birlikte yüzmek yerine çevremde küçük küçük dalışlar yaparak ne kadar mutlu olduğunu hep tekrarlayan oğlumu bir kaç dakikalığına olsun mutlu görmek güzel..

Daha sonra güneşte oturduğum iskemlemde insanlarla konuşurken,  Gal'in yanımdan hiç ayrılmadığına dikkat eden arkadaşım ; ona başka çocuklarla iletişim kurmayı öğretebileceğimizi söyledi.


Bu çocuklara arkadaşlık kurmayı öğretmek mümkünmüş dediler  o ve eşi. Ben de bu çocukların  rahtasızlıklarının en  temel belirleyici şeylerinden birinin iletişim güçlüğü olduğunu anlatmak istedim, sadece tek bir cümleyle, lafı uzatmadan.

Onlarsa tekrardan bana,  onlara da öğretilebilir  bunun için özel terapiler var dediler ..

Çoğu kez insanlar genel bildikleri şeyleri söylerler size. Onlar bu tip şeyleri, televizyondan, kitap ya da gazetelerden,  bazen de etraftan  okumuş yada duymuşlardır.. . Ve çoğu zaman bu tip çıkışların arkasındaki  niyetler olumludur. Kimse mutlaka sizi kırmak ya da üzmek istemiyordur...Amacın beni ya da  bizi eleştirmek olduğunu zannetmiyorum.

Ancak herşeye rağmen otistik çocuğunuz hakkındaki her yarı bilinçli yarı bilinçsiz, derme çatma, kulaktan bilgilerle karşınıza gelen insanların yaptıkları öylesi konuşmalar ve kimi eleştiri gibi algılayabildiğiniz basit yorumlar bile  , gün gün, saat saat, dakika dakika, uzun yıllardır verdiğiniz mücadeleniz hakkında söylenen sözler beyninizde  tepkiler yaratırken dışarıda gösterdiğiniz sabır dolu, sakin açıklamalarınızla içinizde yaşadığınız kimi fırtınalar genelde büyük bir zıtlık teşkil eder.

Kimseye otizm hakkında konferans vermeğe niyetiniz yoktur genelde.  Kimsenin de büyük ihtimalle, otizm hakkında konferans dinlemeye  niyeti ve sabrı yoktur çoğu zaman. Bu konuya özel ilgi duyan biri olmadığı sürece.

Otistik çocukların toplumsal ilişkiler üzerine yardım aldıkları, terapiler gördükleri doğrudur . Gal de bu tip terapiler gördü ve görüyor.  Ama toplumda bu konuda yeterli bilgiye sahip olmayan insanların  anladıkları gibi bu çocuklar bu terapiler sayesinde bir arkadaş grubuyla gezmelere çıkabilecek, kendi özgür seçimleriyle etkinlik gösterecek duruma gelmiyorlar.. Onlara verilen terapiler onların toplumsal  iletişimlerindeki becerilerini sadece belli alanlar içinde, bir yere kadar geliştirmelerine çoğu kez minimal bir katkıda bulunuyor . Bu çocuklar sonuçta hala daha" otistirler ". Ve belli bir algı ve iletişim sorunuyla hayatlarına, aynı handicap'larla, kısıtlı düzeyde kimi olası arkadaşlıklarla devam etmek zorundalar.

Tekerlekli iskemleye bağımlı olan sakat bir insana; "Sen yürüyebilirsin!! "  diye ikna ederek onu yerinden kaldıramayacağınız gerçeğini unutmayın lütfen!

Otistik insanın kimi becerileri yerine getirip getirememe gerçeği bu örnekten çok farklı değildir...

Otizmin tedavisinin olmadığı bilinen bir gerçektir.

Eğer  terapiyle bu çocuklar arkadaşlık kurup, iletişim sorunlarını aşabilecek seviyeye gelebilselerdi, otizmin tedavisi var denirdi!!

Sözün kısası, kendimizi normal fonksyonlarıyla , rahat, özgür bir hareket serbestisine sahip insanlara uydurmamız her zaman kolay olmayabiliyor.

Bu nedenle bir çok kez  kendi başımıza çıkmak zorunda kaldığımız hafta sonu gezmelerimiz genelde çok uzun programları içermiyor ..

Dün  yola çıktığımızda bu kez evimizde 45 dakika uzaklıktaki , tarihi bir parkı gezmek kararı aldık bir anda ..  Bu kez Gal karşı çıkmadı.. Aldığımız kararı sessizce kabul etti. Ona yol boyu bize DJ'lik yapmak dışında ,  cep telefonundan bağlandığı Waze'de yolu bize tarif etme görevini verdik.. Bu onu yeterince memnun etmiş gibiydi..Cep telefonundaki kimi aplıkasyonlar, haritadan yol izlemek ve bize yol rehberliği yapmak tam bir otistik çocuk görevi!!!


Yola,  , ingilizce, italyanca ve kimi ibranice şarkıların eşliğinde yol alan arabada zaman zaman gözümü tarlalara, uzaklardaki kimi ufak yerleşim yerlerine, tepelere, yaylalara  dikerek kurmaya çalıştığım hayallerle devam ettim ben.

Yehuda Dağlarının eteklerindeki eski Mareşa kenti kalıntılarını görmeye gittik dün.

Hevron şehrine gelmeden denizin yaklaşık 400 metre aşağısında kalan eski bir şehrin bugünkü kalıntıları bunlar..


Hemen yanında kurulmuş olan Kibbutz Beit Guvrin'e bitişik, bir kaç kilometrelik alanı kapsayan yer.  Yehuda Krallığına ait önemli bir şehirmiş Maresa eski Ahit'e göre, .. İ. Krallık döneminden  Pers İmparatorluğuna ve daha sonra  Roma'lılara uzanan bir tarih var burada.. Romalılar bu yere daha sonra  Elefteropolis adını vermişler . Modern zamanlarda yapılan kazılarda  farklı tarihlere ait kalıntılar çıkarılmış .

Taş ocakları, hayvan barınakları, mezarlar, atölyeler, güvercin yetiştirme odaları, mağaralar ve bir Bizans Kilisesi ortaya çıkarılmış.. Ha bir de bir Roma amfiteatrosu var burada.. Zaman zaman konserler verilen bir amfiteatr burası

Gal ile buralarda uzun uzun gezdik dün.. Kimi yerden kimi yere arabayla varıp bir park yerinden diğerine terk ettiğimiz otomobilimizden yürüdüğümüz , ulaştığımız  mağaraların içinde sesimizin yaptığı ekoyu duyduğumuz anlar meğer Gal'i bu kez çok çok memnun etmiş. Her girdiğim delikten o da arkamdan geliyordu.. Sonra düşündüm, dün ilk kez ikide birde  hadi gidelim artık demedi oğlum.  " Peki  sonra ne yapacağız? " sorusunu da pek sormadı..

Dönüşte yaptığımız geziyi Danielle'e  illede ben  anlatacağım diyordu..

Eminim akşamı heyecanla çekiyordur, kendince dün yaptıklarını ablasına aktarmak için.

Belki bir daha gideriz, kimi yarım kalan şeyleri bir daha gezeriz..Ve Gal bir daha memnun olur  ve bu kez gerçek fotoğraf makinemizi de yanımızda almayı unutmayız.

Daha profesyonelce resimler çekmek bizim için belki de bahane olur bu kez..




Batya R. GALANTI




6 Kasım 2020 Cuma

Geleceği görenler!

                                                        


"Kimi insanların geleceği görebildiklerine, ya da bazı insanların kimi mistik güçleri olduğuna inanırmısınız acaba?

Küçük bir çocukken, oturma odamızda hiç tanımadığım büyükbabamın kocaman bir gençlik fotoğrafı asılı dururdu.. Büyükbabam Çanakkale'de savaşmış bir Osmanlı askeriydi. Bir gözünün takma olduğunu anlatırlardı hep. . Bir de madalyası vardı. Ama o tek gözünü gerçekten savaşta mı kaybetmişti yoksa hastalıktan mı kör olmuştu bilmiyorum.. Tek bildiğim ben doğduğumda babamın bütün kardeşlerinin ve anne babasının artık Israel'de yaşadıklarıydı.. Daha bir buçuk yaşımdayken büyükbabam ve büyükannem, Israel'in güneyindeki küçük Netsiyona şehrinde  arka arkaya vefaat etmişlerdi..

Hayatımda ne büyükbaba ve ne de büyükanne ( ne bir taraftan ne diğer taraftan ) tanımamış olan ben sadece fotoğraflardan bilirdim benden iki nesil öncesini..

İşte, evimizde asılı duran eski fotoğraflara baktığımda bana sanki yüzyıllar evveline aitlermiş gibi bir his yaşatırdılardı bu insanlar. Duvardaki siyah beyaz iki değişik portrede, hafif kurşun kalemle tamamlanmış çizgilerle canlandırılmış bu iki şahıs bana sanki birer yabancı , tarihten kopmuş bir sayfa idiler.. Üzerlerindeki klasik giyimleriyle , yüzlerinde varla yok arası bir gülümsemeyle bakan o insanların düşündüğüm kadar eski olmayan fotoğrafları benim için geçmişten izler ve kimi sırlar saklar gibiydiler..

Bir gece büyükbabamın  oturma odamızda  asılı olan  o kocaman fotoğrafıyla bir rüya görmüştüm..

Sabah kalktığımda anneme: " Anne rüyamda oda kapkaranlıktı ve ben  büyükbabamın resmini  gördüm duvarda..ve resmin  çevresinde  mumlar yanıyordu " diye anlatmıştım.

Annem   babama rüyamdan bahsettiğinde  babam birden o günlerde büyükbabamın meldado 'su ( yani mevlüt)'u  olması gerektiğini hatırlamış ( Her sene yahudilerde ölen yakının anısına , yahudi takvimine göre olan tarihinde bir dua okunur  )

Babam benim o rüyayı gördüğüm akşamın gerçekten büyükbabamın ölüm yıldönümü olduğunu tespit etmiş ve ertesi gün  sinagoga gidip anısına bir mum yakmış ..

Rüyalarımızın, bugünden ve gelecekten haber vermeleri olgusuna inanıp inanmamak tamamen kişilerin kendi kişisel tecrübeleriyle ilgili bir şeydir . Bunu yaşayan insanlara sorarsanız mutlaka ki size , geleceği görebilmenin mümkün olduğunu söyleyeceklerdir..

Bir çok aklı başında insanlarsa bunlar sadece saçmalıktır diyeceklerdir.. Realist düşünen ya da düşündüğünü göstermek isteyenlerin cevapları genelde bu yöndedir.

Rüyaların genel olarak bizim iç dünyamızın, beynimizin içinde dönen düşüncelerimiz ve duygularımızın  yansımasıları olduğunu hepimiz biliyoruz mutlaka.  Ancak kimi zaman içeriği farklı rüyalar da görmek  mümkün.. Çıkış noktası kendi altbenimizden farklı şeylerle ilgili rüyaların olduğunu da düşünüyorum ben.

Sorun bunlara  mantıklı açıklamalar getirmenin zor olmasındadır galiba.. Bilimsel olarak gelecekle ilgili şeyleri görebilme yeteneğini ispatlamak mümkün değil..

Yani bugün bir profesör mistik konular üzerine mantıklı açıklamalar getireceği bir ders vermez herhalde..Akademik hiç bir temeli olmayan bu konu yüzyıllar boyudur herşeye rağmen insan beynini meşgul etmeye devam eden şeylerin başındadır. Rüyaların geleceği haber vermesi ve falcılık gibi şeyler çoğu zaman halk insanının daha basit dünyalarına hitab eden konular olarak kalmıştır..

En çokta doğu kültüründe  yer tutmuş bir şeydir gelecekten haber alma merakı.. Gerçi çok bilinen Tarot 15.yüzyıldan itibaren Batı'da yayılmış olan ve kartlar yardımıyla çıkan sembollere göre kişiye hayatının bugünü ve yarınını okuma sanatıdır..


Benimse zaman zaman rüyalarım  yoluyla kimi olacakları hissettiğim , bazen de belli bir duygusal bağım olduğuna inandığım insanlarla kimi telepatik tecrübeler yaşadığım epey olmuştur.. Sanırım buna 6. his de derler .

Ve bu şekilde karşımıza astroloji ve falcılık gibi konular çıkıyor.

Ve tabii konuyu buraya bağladığımda hatırıma 21 yaşım gelir bir anda.. ve üniversiteden bir arkadaşımın ısrarıyla gittiğimiz falcı.. Kurtuluş'ta Ermeni bir falcı kadındı bu. Herşeyi biliyormuş derken arkadaşım nasıl da heycanlanıyordu!! Hadi ben randevu aldım sen de gel!  "Peki ne fali bakıyor? " .......... Su!!

Üç genç  kızdık.. Bir akşam üstü  hava karardıktan sonra Kurtuluşun o hiç tanımadığım ara sokaklarında aradığımız falcının giriş katındaki evine ulaştığımızda birden heyecanlanmıştım. Hayatımda ilk kez parayla fal baktıracaktım. Biraz da korku gelmişti, ya bana sen öleceksin falan derse diye.. Hahaha!!!  Arka taraftaki bir odada beklemeye aldıklarını ( doktor gibi ) sırayla salondaki pencerenin önündeki bir koltukta kabul ediyordu kadın.. İçeride bir sürü genç kız vardı.. Bize bir suskunluk gelmişti beklerken.. Bende bir merak!  Acaba ne diyecekti? (Nede olsa arkadaşım herşeyi biliyor demişti ya!!)

Kadının karşısına geçtiğimde, elindeki  cam kaptaki suya bakmaya başlarken ben hemen. lütfen bana hastalık ve ölüm gibi şeylerden konuşmayın diye kadını uyarmıştım..

Saçları sarı boyalı kırk yaşlarındaki kadının bana söylediklerini o bulanık suyun içinde görmüş olması ilginçti.. Hiç beklemediğim şeyler çıkıyordu ağzından. Kimsenin bilmediği, kimsenin benden duymamış olduğu, kimsenin tahmin bile edemeyeceği şeylerdi bunlar. Bir an aklım durmuştu. Bu kadın bunları nereden biliyordu?  Kadın bir ara koltuğundan kalkıp içeri gittiğinde ben aceleyle sehpanın üzerindeki kabin içindeki suya göz atmıştım.  Suda bir kaç ekmek kırıntısından başka bir şey yoktu..

O günü, o kadını ve bana söylediği şeyleri hiç unutmadım.

..........

Bir de benim annemin  mistik yönü kuvvetlidir .. Rüyalarıyla, telepatisiyle her zaman beni çok şaşırtmıştır annem.

Gençliğinde annem de kimi arkadaşlarının ısrarlarıyla  fal bakardı.. Son yıllarda zaman zaman gördüğü rüyaları beni şaşkınlık içine düşürür oldu iyice.. Sanki annem geceleri iç dünyamın bilinmeyen kimi gizli köşelerine ulaşıyormuş gibi gelir bana.

Hele geçen sene onunla yaşadığım şeyi hiç unutmuyorum...Tel Aviv'in yoğun trafiğinde takılı kaldığımız bir akşam üstünde...hiç kımıldamayan arabaların ortasında bir yerde, benim dalıp gittiğim derin düşüncelerin içinde aklımdan bir an için bir cümle geçmişti, Açık ve net bir şekilde... Ve bir an gelip giden bir şeydi.. Annem ertesi gün rüyasında ona benim bu cümleyi söylediğimi anlattığında gerçek anlamda şok olmuştum......

Belki de herşey bir kaç nesil evveline gidecek kadar genetiktir bizde..

Annemin anlattığına göre anneannemin annesi çok ün yapmış bir falcıymış Osmanlı zamanında..

Bunu anlatmaya başlarken kendimi bir an " Binbir gece masalları" na girermiş gibi hissediyorum...

1800'lerin ortalarındaki Ortaköy  canlanıyor gözlerimde ..Karlar altındaki İstanbul' da, Beşiktaş'tan Ortaköy'e giden ağaçlıklı yolda Saray'ın atlı arabasını  hayal ediyorum..

Büyük büyük  anneannem Dolmabahçe Sarayı'ndan gönderilen atlı arabayla saraya götürülürmüş. Sultan'ın huzuruna getirlip, ona gelecekle ilgili gördüklerini söylermiş..

Ne tür bir fal bakarmış bilmem. Ama ailede bir nesilden diğerine devam eden kimi tuhaf güçler var galiba.  Bense aklımdan geçenlerin gerçekleştiğini sık yaşarım, kimi aklımdan geçen kişilerinse  beni kısa bir zaman sonra aradıkları da sık olur.. (Belki de bu tip şeyleri herkes yaşar)

Ama herşeye rağmen bu tip konulara temkinli yaklaşıp kendimizi  kaptırmamaya dikkat etmemiz önemlidir..


Batya R. GALANTI




Batya R. GALANTI



                                                         

5 Kasım 2020 Perşembe

                


                                                             MUTLULUK




Saat daha altı buçuk...bindiğim asansörde burnuma kahve kokusu geliyor .  Yine komşulardan biri işine alelacele çıkarken eline kahvesini almış arabasına öyle inmiş mutlaka.. Kendine özgü aromasi bile bir anda içimde o hayatın keyifli anlarında hissettiğimiz hoş pırıltıları uyandırdı . Yeni bir güne başlamanın işte en güzel yolu dedim kendime! ..  Bir fincan kahve
Kimi zaman anlık mutsuzlukları bile olumlu duygulara çevirmenin sırlarından biridir kahve..
Bir an durup soruyorum kendime . Ne yani? Bir kahve bu kadar mı mutlu eder insanı?
Evet bence eder! Çoğu zaman bir kahve..ya da alelacele ayaküstü yediğimiz lezzetli bir sandwich bazen  ağzımızda bir anda bayram hissi yaşatan nefis bir çikolatanın  o vazgeçilmesi zor tadında değil de nededir mutluluk?  !!
Hiç dikkat ettiniz mi bilmem aslında mutluluk hep kısacık anlarda, bazen saçma sapan gelebilecek ayrıntılardadır.. Bizi en çok mutlu edenler küçücük şeylerdir aslında.
Mutluluk kocaman mutsuzlukların içinden parlayan  pırıltılardır.
Hayatın tüm güçlüklerinin ortasında , o büyük mücadelenin orta yerinde çoğu zaman farkında olmadığımız detaylarda yaşanan şeylerdir insanın mutluluğu..
Büyük hedeflerin peşinde koşarken bazen farketmediklerimiz,  teferruata kaçtığını sandığımız şeylerdir bize herşeye rağmen devam etme gücünü verenler...



Büyükaada iskelesi'nde bir geceyi anımsarım.  Daha küçük bir kızdım..  Israel'den bizi ziyarete gelen teyzemin şerefine çıkılan bir akşam yemeği hep aklımda kalmış çocukluk anılarımdan bir tanesidir. O gece o masada bir araya gelen annemler ve yakın arkadaşlarıyla birlikte içtikleri bir kaç kadeh rakının ardından hep bir ağızdan söyledikleri şarkılar ve biz çocukların etrafta koşuşturmamız ...
İskelenin sonunda birbiri ardına dizili restoranların  ışıl ışıl yanan ampullerinin denizi aydınlattığı o mehtaplı  gece, uzun beyaz örtülü masada içilen içki ve  denizden gelen yosun kokusunun zihnimde bıraktığı iz aslında bir çok alelade yaşanmış gecelerden bir tanesiydi belkide. O gece ben ve kuzenlerim için masa altlarında gazoz kapakları arayışımız da ayrı bir eğlenceydi .
Saçmasapan, gazoz kapakları bulup naylon torbanın içine doldurmak. Bunda ne var? Hiç!!
İçtiğimiz Çamlıca Gazozunun cam şişelerinin kırmızı kapaklarıydı bizi mutlu eden..
Çocuk olmaktı bu! . Küçücük şeylerin büyük anlamlar taşımasıydı kimi bugün için çok anlamsız gelebilecek  basit şeylerdi belki bunlar ve kimi öylesi oyunlardı bizi saatlerce oyalayan..Tarif ederken zor ama yaşarken kalbinizi sevinçle dolduran bir saflıktı bu. Masumiyetin arkasında , beklentilerin minimum , yaşadığımız tatmin duygusunun maksimum olduğu bir dönemdi bu. Geri getirmek isteyip te getirilemeyen bir dönem.
Büyüdükçe kaybettiğimiz bir şeyler vardır.. Hep daha fazlasını istemeyi öğrendikçe elimizden kaçıp gidenlerin arkasından kaybettiğimiz memnuniyet duygusudur bu ..



İnsanlar  çocukken mutludurlar. Çünkü çocukken hedeflerimiz pek yoktur..bilmediğimiz daha yeni yeni tanıdığımız hayat bize sadece yaşanılan bir anlık bir his gibidir. Sonra ne olacak acaba diye düşünülmeden yaşanan tek dönemdir çocukluk.. Keşkelerin daha belki de beynimizi pek meşgul etmediği o kısacık, çarçabuk geçen yıllardır. Elimizdeki bir çakıl taşının saydamlığına bakıp sanki çok farklı bir şey bulmuşçasına sevinmemizin ardından yine bir iki dakika sonra aynı taşı suya attığımızda denizin yüzeyinde oluşan halkaların  bizi bir o kadar büyülemesidir . Her küçük şey yeni bir buluşumuz, yeni bir keyif..daha kimsenin düşüncelerimizi, isteklerimizi , arzularımızı, hayallerimizi bulandırmaya yetişemediği ilkler...  Hayat ve her şey daha az karışıkken gözümüzde kısacık mutlulukların yıllarca silinmeyecek izler bıraktığı çocukluğumuz bana mutluluğun doyumsuzluğun başladığı yerde sona erdiğini hatırlatıyor..
Büyüdükçe,  hep daha fazlasını istedikçe , paranın ve gücün ve kocaman hedeflerin  mutluluğun tek adresleri olduğuna inanmaya başladığımız andan itibaren içimize çöken ağırlıkla birlikte kaybetmeğe başladığımız şeyler... Yakın bir dostla paylaşılan samimi bir sohbetin, evimizin balkonunda yenilen bir aile yemeğinin, kimi uzun gecelerde elimize aldığımız güzel bir kitabın salonumuzun en favori köşesindeki abajurun altında bir kadeh şarapla birlikte bizi bambaşka diyarlara taşıyan satırların gerçek mutluluklar olduğunu unuttukça mutluluğu hep bir adım ötede aramaya devam edeceğiz...kaybettiğimiz yıllarla birlikte...



Batya R. Galantı

4 Kasım 2020 Çarşamba

 



                             


                                      Düşen yapraklar misalidir bir yaşam döngüsü 



Her mevsimin kendine göre bir güzelliği vardır.. Ama ben en çok ilkbaharı severim.. Ancak yine de şu son günlerde ağaçların geçirdikleri mevsimsel dönüşümle birlikte doğanın güzellikleri yeniden gözüme çarpmaya başlıyor sanki.. Yeniden içimde en hoş duyguları bana yaşatırcasına bir coşkunluk hissettiriyor bu kez bu mevsim bana..   Kocaman ağaçların , uzun bir yazın sonunda kimi yerde sararan, kimi yerde kırmızıya, kahveye çalan renklerine baktığımda doğanın muhteşemliğine bir kez daha hayran kalmadan geçemiyorum. Bazen pencereden sokağı seyrettiğim oluyor. Karşımıza düşen  yol üzerinde , bundan bir kaç yıl evvel dikilmiş küçücük fidanların yavaş yavaş boy attıklarını görüyorum. Her geçen sene gelişen gövdelerinden büyüyen serpilen dallardaki yaprakların etrafa gittikçe daha fazla renk katmaya başladıklarını fark ediyorum . Kısa bir süre sonra yapraklar dökülünce etraftaki kocaman ağaçlar çırılçıplak kalacaklar. Gelecek bahara kadar.   O zaman kendime üzülme sadece bir kaç ay sonra yapraklar.yeniden doğacak diyeceğim ..


Hayat sonuçta  bir dönüşümden ibaret  değil mi?

Neyse, daha düne kadar devam eden yaz günlerinin ardından ilk yağmurlar yağdı buralara..

Sonbahar artık yavaş yavaş kapımızı çalıyor bizim de..

Avrupa'ya ise buradan çok daha evvel  geldi sonbahar .. Paltolar, kaşkollar çoktan dolaplardan, çekmecelerden çıkıp boyunlara sarındılar..

Geçen gün ağbim anlatıyordu , Madrid'teki sonbahar atmosferinin büyüsünü..

Ama nedir ki bütün bu büyüyü, bu güzellikleri hep gölgeleyen bir şeyler var şu son sene, bizi 2021'e doğru götüren şu son aylar..

Bir taraftan devam eden Corona ve yeniden kapatılan şehirler var yeniden, ve tüm dünya'da ekonomik  durgunluk söz konusu.. Kapattıkça duran tüketim, durdukça duran üretim..yavaşlayan hayat..işlerini umutlarını kaybeden kitleler var her yerde..

Ekonomi çemberi ağır bir döngüye girdi.. Hastalıksa hala ortalıkta dolaşıyor .. İnsanlar ise yaşamaya devam etmek istiyor artık.

Gençlerdeyse tam bir başıboşluk , bir herşeyi oluruna bırakmışlık hali var ..Onlar artık kimseyi dinlemek istemiyorlar...  okullarına, üniversitelerine, işlerine, normal hayatlarına dönmek istiyorlar.. Yaşamayı, eğlenmeyi, arkadaşlık yapmayı, yeni insanlar tanımayı özlediler.. Diskoteklere gitmek, yeniden dans etmek , pub'larda kız tavlamak , sinemada yeniden film izlemek  istiyorlar..

Bu yıl, okumayı öğrenmeyi becerememiş çocuklar var,  Corona yüzünden bunalıma giren insanlar ve sağlıklarını kaybedenler...

Bir de ABD'de  tarihin en karmaşık, en zorlu, en endişe verici ve en şiddet olaylarını getireceğinden korkulan seçimlerinin gerginliği var şimdi..

.Bütün bunlar inanılmaz gibi..

Ve tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de yeniden başını kaldıran terör var .

Bir gün Paris'te, ertesi gün Nice'te..şimdi de Viyana'da!

..

Tılsımlı bir Viyana gecesinde , iyice serinleyen havaya rağmen, sonbaharı bitirip birazdan kışa girecek Avusturya başkentinin cafe'lerini kimi pub'larını dolduran gençleri gördüm televizyon'da..tam karantina öncesinde..

Oturdukları bistro'nun corona'ya rağmen o kalabalık denebilecek ortamında,  ellerinde hafif bir içki olduğu halde ettikleri sohbetin, paylaştıkları dakikaların tadını çıkaran insanların aklına en son gelecek şeydi mutlaka meydanda onların hiç yere canlarını almak için yemin etmiş teröristlerin dolaşıyor olabilecekleri..  Avrupa kültürünün  karşısında duran kimi dinci radikallerin hedeflerinde olduklarını nerden bilebilirlerdi..

Çünkü kimi insanlar için  yasak ve günah olan tüm olguların  bir dışavurumu bu insanlar.. Alkolün, serbest bir kadın-erkek ilişkisinin , liberal seksin, ve onlara ters düşen tüm şeylerin açığa vurumu bu karşıda oturan gençler..

Liberalizmin, özgür düşüncenin ve hayatın , yüksek gelir ve yaşam seviyesinin , kısaca bazılarının sahip olmadığı herşeyin sahibi bir topluma karşı beslenen düşmanlık bu..

Kafalarındaki  tüm günahları temsil ediyor bu insanlar...

Üzerlerinde üniforma benzeri  beyaz tulumları ve ellerinde taşıdıkları silahları..Her biri insanlık düşmanı yaratıklar .. O karanlık sakallarıyla örtülü yüzleri... etrafta bir oraya bir buraya koşarken, önlerine gelene sıktıkları kurşunlarla etrafa dehşet saçmaya başladıkları ana  dek  Viyana sokaklarında insanlar mutlu görünüyorlardı...

Geçen gece Avrupa'nın orta yerinde yeniden terör eserken önce belki de bu kez Neo-nazilerdir dedim..

Almanya'da 2019'da Kipur günü sinagog'a girmek istemişti  bir neonazı.. Sinagog'a girmeyi başaramayınca dışarıda önüne gelene ateş etmişti..

Bir tarafta  Irkçı partinin yeterince destek bulduğu bir zemin burası . Ancak  diğer tarafta, sanat ve müzikte dünya'da en önde gelen şehirlerden birinde hayatını normal bir şekilde götürmekten başka hiç bir amacı olmayanlarla, genç insanlarla dolu. modern , güzel bir şehir..


Son yıllarda farklı türden radikal akımlar, normal gibi görünen toplumların içinde ortaya çıkıp gelişiyor ilerliyorlar..

Konuşma ve fikir özgürlüğü adına bir çok zararlı akımlara  göz yumuluyor..

Bazen Belçika'da , bazen Avusturya'da kimi zamanlar da  kuzey Avrupa'da antisemitik sloganlar atılan festivaller düzenleniyor.. Yine aynı festivallerde  dazlakların verdikleri nazi selami yine demokrasinin bir parçası olarak kabul ediliyor. Toplumu zehirlemeye devam eden bir çok söylevler kimseyi korkutmuyor. Bir başka taraftaysa bu kez de dini özgürlük adına camilerde yaşadıkları ülke insanına karşı örgütlenerek cihad için müminlerini birleşmeğe çağıran imamların vaazlerine ve  böylesi imamların taraftarlarına da ses çıkarılmıyor.

Biri diğerini boğazlamak istiyor.

2020 sonbaharında dünya'da yaşanan karmaşa, insanlığı nereye sürükler bilinmez. Corona'yla şimdilik devam eden hayat , Covid-19'un getirdiği ekonomik krizle iyice değişen dünya koşulları, uluslararası ilişkiler, yepyeni müttefiklerle, ortadoğu'da , Avrupa'da değişen stratejik dengeler ,   radikal islamın şeriat kavgasının getireceği ırkçı akımların zamanla Avrupa'yı tamamen değiştirecek yeni oluşumların sebebi olabileceği gerçeği..

Karşımdaki ağaçlarda sararan  yapraklar misali herşey... .bahar gelince yeniden açacak çiçekler gibi de ayrıca...Tarih te hep tekerrür yani tekrarlardan ibaret.. Bazen inişler, bazen çıkışlar, doğanın vazgeçilmez kuralı. İnsanlar, toplumlar ve devletler için de geçerli bir kural bu.. Yaşam sürdükçe dünyamız da bu farklı iniş ve çıkışları yaşamak durumunda.. Bu kuralın adı da bence ,  yaşam döngüsü!!!



Batya R. GALANTI


2 Kasım 2020 Pazartesi

Radikalizm'e karşı durmak

Üniversitenin son sınıfında iken, Hürriyet gazetesinde staj yapmıştım. Her gün Cağaloğlu'na çıkan yokuşu tırmanırken içimde büyük bir heyecan olurdu. Gazetenin sanat ve edebiyat ekinde küçücük bir köşede bir kaç makale yazma şansı verilmişti biz üç gence.   Eski bir binanın bilmem kaçıncı katında son derece dağınık bir büroda geçirdiğimiz bir kaç aydı bu. Edebiyat üzerine yazılarıyla ünlü olan Doğan Hızlan'ın bürosunun yanındaki karmakarışık masaların  üzerinde kendi çapımızda bir şeyler yapmaya çalıştığımız günlerdi o günler..

İşte Hürriyet Gazetesinin bürolarına gidip gelirken, bazen uzun bir günün sonunda hep birlikte , eve dönüş için indiğimiz Cağaloğlu yokuşu üzerinde sohbet etmek imkanı bulduğum iki genci hatırlarım.

Bir tanesi, kendini amamen okumaya adamış, ciddi ve bir o kadar akıllı, entellektüel denebilecek bir genç kızdı. Bana sürekli, siz yahudiler çok bilgili insanlarsınız deyip duruyordu.  Bir gün gazetenin asansöründeyken  bana; " Hep merak ederim nasıl olurda bunca bilim adamı, düşünür ve ilim insanı çıkarabilmişsiniz siz? Nedeni nedir? "  diye sormuştu . Bense çok alelade bir insan olarak, sorduğu soru  ve bize gösterdiği özel hayranlık  karşısında tuhaf bir mahçubiyet hissedrken o an ona ne diyeceğimi pek bilemediğimi anımsıyorum.  Yahudiler hakkında pek övgüler almaya alışkın değildim belki de.

Bir defasında da diğer genç çocukla yine aynı yokuşu inerken bana çok dostane bir şekilde konuşmaya başlamıştı o da. Ne göreyim o da Yahudileri sevdiğini söylüyor bana.  Bu iki insandan birden böylesi bir ilgi yağmuru bana ilginç gelmeye başlamıştı..

Bu genç çocuğun bize olan ilgisi ise, ilim, edebiyet, kültür ve yahudilerin başarısı üzerinden falan değildi.  Bu çocuğun ilgisi bambaşka şeylerden geliyordu. Onun ilgisi daha çok dini motiflerle alakalıydı. İnanç ve kimi sosyal motifler, ikimizin ortak azınlık statümüzle alakalıydı daha çok. Ve Türkiye'de geçirdiğimiz tarihi geçmişimiz ve kendince ait olduğu toplum ve grupla bizler yani bir diger azınlıkla kimi açılardan özdeşleştirmiş oluşuyla alakalı bir ilgiydi bu..

Kısaca bu genç çocuk aleviydi..

O güne dek, hayatımda bir kaç alevi tanımıştım ve onların genel olarak sünnilerden çok farklı olduklarını biliyordum. Bu genç çocuksa bana Alevilikle Yahudilik arasında bir yakınlık olduğunu söylemişti. Sanırım bu yakınlık dini temellerimizdeki benzerliklerden çok, Alevilerin yahudiler gibi yaşadıkları toplum içinde azınlık olarak ezilmiş ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüş olmalarıyla ilgiliydi..

Aleviler,  cami yerine cem evlerinde kadınlı erkekli ibadet şekilleriyle, daha liberal düşünüş ve felsefeleriyle ve yine daha açık bir giyim tarzıyle sünniliğe göre daha modern bir İslam anlayışıyla ortaya çıkan bir mezhepti. Ve ben keşke Aleviliği tüm müslüman dünyasına yayabilselerdi diye düşünürüm hep..

İşte bu daha ılımlı, daha serbest, daha açık mantaliteleri yüzünden,  yüzde sekseni sünni olan bir ülke'de Türkler bu insanları sapkın olarak nitelemeye kadar vardırmışlardı ayrımcılıklarını.  Bugünse sanırım, laik ve modern bir çok Türk Aleviliğe çok daha olumlu gözlerle bakmaktalar!!

.......................

Geçtiğimiz günlerde birisi bana Taksim'in son görüntülerini gönderdi,

Taksimin orta yerinde dikilmiş kocaman bir camiyle beraber ortaya çıkan yepyeni bir İstanbul, yepyeni bir Türkiye insanı yeniden şaşırtıyor.


O bildiğim şehir merkezini tanınması zor bir atmosfere sokmuşlar. Atatürkçülüğün, laikliğin islamın gölgesinde bırakıldığı bir Taksim yaratılmış.

Amaç belli.. Atatürk Kültür Merkezini kapatan İslamcı akımın, yine Taksim'in orta yerindeki Atatürk Anıtını yıkmadan da bertaraf edebileceğini bilen karanlık düşüncenin modern Türkiye'yi artık sonuna kadar  gömdüğü günleri yaşıyoruz .

Cami'yi gördüğümde ilk anda burayı Eminönü zannettim.. Aya Sofya benzeri kubbenin çevresindeki pencereler ve her köşeye dikilen minarelerle yine o bilindik, klasik bir Bizans Kilisesi taklidi bir yapıyla, Osmanlı mimarisi karışımının çirkin bir örneği olmuş fikrimce..

Yıllardır gördükleri saltanat rüyalarının gerçeğe dönüşümü , bir başka dışa vurumu gibi orta yerdeki camisiyle yeni Taksim!  Kendisini yakında Halife ilan ederse Erdoğan, şaşırmamak lazım. Hedefte bu görünüyor.

Bundan bir iki yıl evvel, İstanbul'un en yüksek tepesine diktiği, Sultanahmet benzeri, devasa büyüklükteki Çamlıca Cami'ni de  acaba hangi zaferinin üzerine, hangi ganimetlerle inşa ettirmiş Sultan Tayyip Erdoğan?

Müslüman Kardeşlerin, İran ve tüm radikal islamistlerin en yakın dostu olan Erdoğan'ı Araplar bile reddederken,  kendisi Batı'ya karşı radikal İslami kışkırtarak sadece Laik Türkiye'yi yıkmakla kalmak istemediğini gösteriyor. Adamın amacı Halifelik kurmak. Elinden geldiğince Batı'yla sorunu olan tüm radikalleri kendi safhında toplayarak Batı'ya, medeniyete ve önüne çıkan herkese karşı durarak İslam bayrağını liderliğinde en tepelere dikmeği hayal ediyor. .

Erdoğan dün sözde Nice şehrindeki dehşet cinayeti kınamış.

İnsanların kafalarını kesmeye meraklı radikallere dur dediği için Macron'a mental durumunun iyi olmadığını söyleyen gerçek ruh hastası Türk diktatör , ne Avrupa'dan ne de aydın dünyadan artık gerçek yüzünü ve hedefinin ne olduğunu saklamıyor.

Avrupa'da radikal islam son senelerde gittikçe daha derin kökler salmaya devam ederken, düşünce özgürlüğüne karşı ekstrem akımların oluşturduğu tehtid her geçen gün başta Fransa olmak üzere, İngiltere'de , Almanya'da oturmuş sistemi yıkmak için örgütlenirken, yeni yepyeni uyanmaya başlayan yönetimlerin " Radikal İslamcıların" odaklandığı noktaları  belirleyip onlara karşı daha etkin bir savaş yapmaya hazırlanmaları Erdoğan'ı sinirlendirmişe benziyor.

Bu savaşa karşı kendisi savaşla cevap veriyor.

Yıllar evvel Mavi Marmara'yı  içine doldurduğu İslamcı yobazlarla Israel kıyılarına gönderdiğinde tek amacı vardı, iki ülke arasında husumet yaratarak Israel'e karşı yürütmek istediği din ve kudret savaşını başlatmaktı. Şimdi Avrupa'ya karşı da savaş açtı!

Erdoğan'ın , Türkiye'de seneler evvel başlattığı  İslami devrim bir günden diğerine olmadığı için insanlar hala daha eskiye dönüş hayalleri kuruyorlar. Hala modern Türk insanı Atatürkçü Türkiye hayallerindedirler. Ama onlar yıllar süren bir İslami devrim içinde olduklarını görmüyorlar hala..

Erdoğan , bunun için gereken tüm zemini seneler içinde hazırlamış görünüyor .Türkiye'nin bu devrimi tamamlamasına çok fazla bir şey kalmamıştır.

Her gün kapattığı okullar yerine, açtığı medreseler, her gün diktiği yeni camiler, bilgisiz, örümcek beyinli yeni Erdoğan köleleri yaratmak için senelerdir planlanan bir çok şeyin adım adım yürürlüğe girişini görmemek demek kör olmak demektir.

Senelerdir, tüm resmi kurumları , devletin her mercisini istediği şekle sokmuştur.. Laik Türkiye'den geride sadece kimi kırıntılar kalmıştır bugün. Erdoğan'ın tek amacı sadece Türkiye'de değil, gücünü , etkisini tüm dünyaya yaymaktır. Dünyanın dört bir yanında , devletin bütçesinden, kurum ve özel yatırımların destekleriyle inşa ettirdiği camilerle, okullar ve derneklerle radikal, politik islami her kıtaya yaymaya çalışıyor ve kendi denetimi altında radikalleri birleştirmeye çalışıyor.

Geçtiğimiz hafta halka yaptığı konuşmalarında müslümanları Fransız mallarını boykota çağıran kendi değilmiş gibi bir gün sonra belki de Erdoğan'ı konuşmalarının alevlendirdiği bir radikalin gerçekleştirdiği katliamı utanmadan kınamıştır.

Bir karikatüre karşı durmanın çok farklı yolları olabileceğini bilmeyen radikalleri durdurmanın yolu nedir peki? Sosyal Medya'da okuduğum yorumlarda sık sık, Peygamberimize laf uzatırsanız sonunuz kötü olur gibilerinden yorumlar nedir peki? Kimileri kendilerini sözle, karikatürle ifade edebilecek donanıma sahiptir.. Bir diğerleri söze karşılık bıçakla kafa kesmeyi bilir.


Bir kez oturup, dışarıya sokaklara çıkıp sizin düşüncenize karşılık söyleyeceklerimiz var deseler ..Madem barış dinidir dinleri, barış ve huzurla düşündüklerini ifade etseler. İsyanlarını çizseler.. Karşı çıkmak herkesin hakkı. Adam gibi , kitaplarla, makalelerle, demeçlerle, yine karikatürler ve sokak gösterileriyle kendi dinlerini savunsunlar onlar da! Buna kim ne diyebilir? Fransızlarin Avrupalılarn sizden tek beklentisi bu değil mi?  Birisi size karşı ters gelen bir şey söyledi diye onu öldürmeye kalkarsa bir diğeri..Sorun sadece sokağa çıkıp kafayı kesecek kadar gözü dönmüşlerde değil....

Karşıdan bakıp, " Sizin düşünceniz, sizin fikirlriniz buna neden oldu" diyenler varsa, bu tip olaylara  bu çizgide, bu fikirde ve düşüncede durumlara manen destek verenler  varsa. bu insanlara daha çok dikkat etmek gerekir

Belki de problemin temeline inip anlamak gereki, Dünya uzun süredir kimi gelişmelere karşı ayakta uyudu. Ilımlı, kardeşçe ve genellemeye girmeden , bildiğimiz yolda hareket etmek güzel fakat arada başkalarını kendileri gibi düşünmedikleri için ölümü hakkettiklerine inanlara  dikkat edip , insanların radikal düşüncelerine karşı neler yapılabileceğine karşılık tedbirler almak ta önemli..

Yoksa o yaşadığınızı zannetiğiniz hayal dünyanız bir gün gözünüzün önünde yıkılabilir!!




Batya R. GALANTI







  Vahid Beheshti @Vahid_Beheshti In spite of all the propaganda by the regime of the Islamic Republic, the people of Iran continue to risk t...