Yine Üniversite senelerimden ufacık bir anıyla başlayacağım. Geçenlerde vefaat etmiş olan dostum Tuna'yla birlikteydik bir öğleden sonra. Okuldan çıkmış yürüyorduk, Taksim'deki Cumhuriyet anıtının yakınında bir yerlerdeydik tam.. Bir an yanımıza genç bir adam yaklaşmıştı. Alıştığımız turist tipinin dışında bir adam bize ingilizce bir yer soruyordu. Kapkara saçları olan, gayet esmer bir adamdı bu. Türklerin giyim tarzını anımsatan bir kumaş pantalon, yine kahverengi tonlarında kumaş bir ceketi vardı. İstiklal caddesinde bir yeri sormuştu. Bir taraftan ona aradığı yerin neresi olduğunu anlatırken diğer yandan birlikte yanyana yürümeye devam ettiğimizi anımsıyorum. Bir kaç adım yürüdükten sonra merakıma dayanamayarak nereli olduğunu sormuştum. Bana Afgan olduğunu söylediğinde çok ilginç gelmişti. İstanbul'u gezmeye gelen turistler hep Batılıydılar. Birden bire dünyanın en kuytu yerlerinden, ismini sadece savaşlarla andığımız bir ülkeden gelmiş bir insan vardı karşımda. Kimdi, ne yapardı? İstanbul'da ne yapıyordu? Acaba savaştan mı kaçmıştı? Belki hayatına yeni bir sayfa açmak için, kendi kültürüne çok uzak olmayan bu ülkeyi seçmişti. Belki de kendisine uygun müslüman bir kadın bulup evlenip İstanbul'da yaşayacaktı. O an Afganistan dediği gibi ilk aklıma gelen soruyu düşünmeden soran ben ; "Mücahit "misin? derken, adam; " Sen nereden biliyorsun mücahitleri? " demişti. Haberlerde duyuyordum mücahitleri..
Adam gayet güler yüzlü bir insandı. Bir kaç dakika sonra bizimle tanıştığına memnun olduğunu söyleyerek kendi yoluna gitmişti.
Hayatımda tanıdığım ilk ve son Afgan'dı o adam.
Bir yerlerde yeryüzünün tenha bir köşesinde, dünyanın en fakir ülkelerinden biri de Afganistandır. Dağlarda, tepelerde yaşayan, farklı mezheplerden kabileleri barındıran bir ülke de Afganistan. Erkeklerin kafalarında türbanları, bacaklarına geçirdikleri şalvarları toza toprağa karışan, simsiyah sakallı insanların ülkesi..kadınlarıysa mavi çadırların içinde fenerler gibi gezerlerken, yüzleri kumaştan bir kafesin arkasında kalmışken, adeta insansı yaratıklara çevrilmiş gibidirler.... Yaşamla var olmak arası bir yerdeki canlılar sanki bunlar.
Ben çocukken savaş vardı oralarda. Sovyetler Birliğine karşı savaşan mücahiddin ya da mücahitler. Kısaca yine Cihad'dan gelen bir savaşçının adı Mücahiddin. Bu dağları kendi kontrolleri altına almaya çalışan Hıristiyan bir ulusa karşı Cihat yapan Afganlardı bunlar. Ellerinde Ruslardan gasp ettikleri silahlarla savaşan dağ insanları olan Mücahitler.
Ruslar Afganlara karşı 1979-88 arası savaştılar. Amerika'ya karşı, Ortadoğuyla Uzakdoğuyu birbirine bağlayan bu stratejik bölgeyi kontrol etmek isteyen Sovyetler Birliği buralarda boşu boşuna maddi ve manevi kayıplar verecekti o senelerde.
Buralara düşündüklerinden daha iyi hakim olan bu dağ insanlarına karşı Rusların boşa çektikleri kürekti bu. Dağlarda Rusları kolayca avlayan Mücahiddin'ler vur kaç taktikleriyle gerilla savaşı vermeyi biliyorlardı. Buraları avuçlarının içi gibi tanıyanlar Rusları fare gibi avliyabiliyorlardı. 1987'ye gelindiğindeyse Amerikan malı, omuzdan atılan uçaksavar füzelerle düşürdükleri Rus uçaklarının ardı arkası kesilmiyordu.
Bu savaşın yükü, Sovyetlerin dağılma sebeplerinden biri olana dek buraları bırakmalarının zamanının geldiğini anlamayacaklardı. Verdikleri kayıplar, girdikleri sonu gelmeyen savaşın ekonomik bedelini yıllarca çekecek olan Rusların buraları terketmesinin önünü açacak kişi ileride Nobel Barış ödülüne layik görülen Mikael Gorbachev'di.
Rusların buraları terk etmesinden sonra ne oldu peki? Barış ve huzur mu geldi bu dağlara? Ya da Demokrasi?
Geçen yıllarla güneyde yaşayan Peştunlar arasından çıkan, Suudi desteğiyle kurulan medreselerde eğitim görmüş, radikal sünni felsefeyle öne çıkan Taliban, Afganistan'da gittikçe ilerledi. 1994'ten sonra ülkeye olan hakimiyetlerini arttıran ve 1996'da tüm ülkenin yönetimini eline geçiren bu terör grubu 2001'deki Amerikan işgali başlayacağı güne Afganistan'da dek son derece katı bir şeriat rejimi kurdu.
Ülke insanına göz açtırmayan. Özellikle kadınları iyiden iyiye köleleştiren, acımasız bir radikalizm uygulayan, yolsuzluklarla, fakirlikten kurtulamayan insanların açlıktan öldüğü bir Afganistanı yöneten Talibanla, sahip olduğu tüm doğal kaynaklara rağmen dış teşebbüslerin bu ülkeye yatırım yapmayı göze alamamasına sebep olan anarşi ortamı, sonuçta yeniden başlayan savaşlarla devam eden kaotik bir yer burası..
11 Eylül 2001'de İkiz Kulelere yapılan saldırılar, bu saldırıları üstlenen Al-Kaidanın Lideri Usama Bin Laden'i Afganistan'daki dağlarda sakladıklarını bilen Amerika'ya buralara girip, bu stratejik bölgeyi kuşatma altına almak için yeterli bir gerekçe olarak fırsat sağlamıştı.
Amerika sözde teröre karşı savaşarak bir yandan Afganistan'a demokrasi ve huzuru getirecekti. Yirmi yıl sonra Amerika dediklerinden hiç birini yapmayı başaramamış olarak bu bölgeyi bırakmak kararı almıştır.
Bu kararın arkasından geçen kısacık bir zamanda, Taliban Kabil'i bir kez daha ele geçirmiştir.
Amerika tarafından desteklenen Cumhurbaşkanı Asraf Ghanı'nin bir valiz dolusu parayla kaçtığı lüks sarayın toplantı odasından dünyaya yansıyan görüntüler içler acısıdır.
Bir tarafta yokluk içinde yaşayan sefil bir halk, diğer yanda şatafatlı eşyalarla döşeli bir saray vardır.
Ve şimdi kaçan Cumhurbaşkanının koltuğuna yerleşmiş olan eşkiyalar, ellerinde tuttukları makineli tüfekler, başlarında peygamberlerinin türbanıyla çektirdikleri resimde Batılı güçleri devirdik pozu vermişlerdir tüm dünyaya.
Yirmi sene evvel onlara yaşattıklarını unutmamış olan halk bir an önce ülkeyi terketmek için panik halinde kaçmaya çalışıyorlardı geçtiğimiz gün..
Ekranlara yansıyan görüntüler insanın ağzını açık bırakacak kadar inanılmazdılar...
Son Amerikan personeli dahil, Amerikalı asker ve diplomatlara destek veren kimi Afganları taşıyan kargo uçağının kanatlarına asılan zavallı insanlar vardı. Ne kadar büyük bir çaresizlik ve korku yaşıyor olabilirler bu insanlar? Uçağın kanatlarından düşenlere şahitlik etmekse inanılacak gibi değildi!! Bu merhametsiz teröristlerden kaçan sivillere, ellerinde çocuklarla koşan kadınlara, silahsız erkeklere dogrulan silahlardan çıkan kurşunlar aynı dakikalarda kaç masumu hedef almıştı acaba?
Taliban sözde ülkeye huzur ve barış getireceklerinin sözünü vermiş.
Onların getirecekleri barışın ilk işaretleri ekranlardaydı.
İlginç olansa uçağa asılanlarla, uçağın yanında koşanlar hep erkektiler. Bu erkeklerin kadınları, kız kardeşleri, anneleri neredeler? Çocukları yok mu?
Galiba olay şu; Taliban kendilerine karşı olduklarını bildikleri erkekleri oldukları yerde vuruyorlar ve kadınların ırzlarına geçip, onları kendilerine alıyorlar. Yani erkekler onları bekleyen kesin infazdan kaçıyorlar.
Geçen akşam bir Isveçlinin 2020'de Afganistan'a yaptığı özel bir geziyi izledim. Amacı bu ülkedeki durumu yakından görüntülemek olan genç adamın çekimleri bir hayli ilginçti. Oralarda yanlız kalmış kadınları gördüm. Kocaları ölmüş, öldürülmüş, yedi sekiz çocukla dağlardaki dört duvar evlerin içinde, neredeyse hiç eşyaları olmadığı halde, boydan boya serilmiş halıların üzerinde kucaklarında bir bebek, yan yana oturan çaresiz çocuklarla, korku içinde, yokluk içinde yaşayan Afgan kadınları.
İşte bu masum çocukları, normal bir hayat adına alıp, Suudi Arabistan ya da Pakistan tarafından açılan medreselerde yine Pakistan'da eğitime gönderiyorlar. Sözde bu çocukları himaye altına alan eller onlara yemek ve su veren, onlara bakanlar, onlar için para yatıranlar, bu çocukları eğittikleri medreselerde onlardan yeni mücahitler, yeni radikaller, yeni talibanlar yaratıyorlar.
O masum bakışlı, güzel çocuklar sözümona savaştan, kurşunlardan uzaklara götürülüp beyinleri senelerce yıkanıldıktan sonra tekrardan Afganistan'daki dağlarda şehirlerde savaşmaya geri dönüyorlar. Bazen dış güçlere, bazen kendi halklarına karşı. Hiç tükenmeyen savaşlara....
Ve bu savaş çemberi bu şekilde hiç bir zaman kırılamaz.
Batya R. Galanti