Kocaman metropollerde, büyük şehirlerin hengamesinde yaşayan insanların yaşam kavgalarından, mücadelelerden uzak bir sükunet arayışıdır bu insanlarınki. Ilıman ülkelerin, küçücük kasabalarında, bazen bir Akdeniz adasındaki bir limanda herşeyden uzakta bir yaşam....
İyice bunaltan bir Ağustosu yavaş yavaş gerilerde bırakırken Eylül ayında da devam edeceğini bildiğimiz çöl sıcaklarının sadece önümüzdeki bir iki hafta içinde sabah ve akşam saatleri kısmen serinlemesini bekliyoruz artık.
Akşamları esmeye başlayacak hafif esintiyle birlikte ağır geçen yaz aylarının yerini kısmen baharı anımsatacak daha güzel günlere terkedeceği havaları umutla bekliyoruz bir defa daha. Geçen zamanın bize yapacağı belki de tek iyilik bu olacak.
Temmuz ayında sahilleri basan meduzalar yani deniz anaları yüzünden yüzülemeyen denize geçtiğimiz haftalarda sonunda gidebildik.
Beyaza çalan altın kumlarda yürürken ayaklarımızın yanmasına aldırmayarak sonuna kadar kattetiğimiz sahilde, denize en yakın şemsiyelerin birinin altında oturduğumuzda bir an once hareket etmek icin acele eden yanımda Gal'le birlikte giysilerimi cikarirken, hayatımın çoğu anlarını sadece oğlum tarafından gelen tek taraflı bir bağımlılık değil de sanki kendimi de bir yerde bir insanla zincirlenmiş gibi hissederken, çocukluğumda denize atlarken bir an için herşeyi geride bırakıp sadece kendimi yeniden özgür hissettiğim anları arar gibiyim her sahile dönüşümde.
Giysilerimi eşimin gözetimine terkettikten sonra, bir an önce kendimi sulara bırakmak için acele ettiğimde, Gal arkamdan bir şeyler tekrar eder gibiydi.. Bense önden giderken, denize bırak kendini artık dedim. Ve tuz oranı çok yüksek olan masmavi sulara gözlerimi sıkı sıkı kapatıp dalarken burnumdan boğazıma doğru yol alan suyun genzimi bir anda kezzap gibi yaktığını farkettim yeniden.
Deniz yine de çok güzeldi.
İlk dalışımda bugün sular sakin galiba demişsem de kendi kendime bir anda arka arkaya gelen dalgalar mayomun brotellerini hiç durmadan aşağıya indirirlerken, oğluma gülerek bu sıcakta en güzel şey galiba çıplak yüzmek olurdu diye dalga geçmeye başladım...
Gal sonunda dalgalardan şikayet ede ede arkasına bile bakmadan beni hayallerimle ve turkuaza çalan, pırıl pırıl denizle baş başa bıraktı.
Israel'de deniz Temmuz, Ağustos ayları çoğu zaman ideal olmuyor. Hele o günkü yüzüşümün ardından gelen çok daha ekstrem sıcaklar beni yeniden denize gitmek için beklemeyi tercihe itti. Böylesi kızgın güneşin altında plaja inmeyi düşünmek bile delilik gibi geliyor insana!
Eylül ayı için sözleştim arkadaşlarımla.. Vakit buldukça, sıcakların azaldığı günlerde yeniden denize gitmek için bekliyorum.
Böylece soruyorum kendime soğuk havalar mı yoksa sıcaklar mı? Hangisi daha zordur diye?
Sanırım. ne çok soğuklar ideal, ne de çok sıcaklar!!
İstanbul'un kimi kış günlerini anımsarım. özellikle İngiliz turistlerin zaman zaman. "Biz burayı çok daha sıcak zannediyorduk, bizim oralardan pek farkı yok!" dediklerinde Boğaz'da aynı anlarda esen rüzgarlar yüzünüzü bıçak gibi kesebilirdi.
İstanbul'un genel olarak 8 derecelerde seyreden kış mevsiminin zaman zaman 0'a indiği günler de olurdu. İşte o zamanlar sokaklarda turistlere rehberlik yapmanın tam bir cefa olduğunu anımsıyorum. Bazan bir anda buz kesen havada, dışarıda olmaktan başka çaremin olmadığı günlerde ne kadar sıkı giyinmiş olduğumun pek önemi yoktu. Donmaya yüz tutan dudaklarımın arasından konuşmaya çalışırken, kat kat giydiğim kazakların üzerindeki içi muflonlu palto bile hayatımı kolaylaştırmıyordu. Soğuk sanki içime işlemiş gibiydi. Ama kar başladığındaysa bir anda şehrin bambaşka bir ortama bürünmesi bana herşeye değer bir mutluluk yaşatırdı. Sultanahmet'teki koca meydan beyaz bir örtüyle kaplandığında ve etrafta neredeyse hiç insan kalmadığında, çoğu kez benim yanımda da bir iki numunelik turistle, Mavi Caminin hemen yanında olan hipodromun orta yerinde bulunan 18 metre yüksekliğindeki obeliskin önünde durup o koca dikili taşın tarihini, Mısır'dan getirilişini, her yüzünde görülen işlemelerin neleri ifade ettiklerini çarçabuk anlattıktan sonra bitirdiğim turun ardından büyük sevinçle vardığımız o lüks halıcı dükkanında içtiğimiz çaylar bir anda dünyanın en bulunmaz şeyi gibi görünürdü gözüme.
Hayatımda ilk kez o zamanlar normal çay'ın dışında bir çay keşfetmiştim. Türklerin büyük ihtimalle varlığından bile haberleri olmadığı bir çaydı bu ama bu turistik yerlerde sorsanız zannederdiniz ki Türkler sabahtan akşama elma çayı içerler. Türkiye'ye o dönem gelen tüm Turistlere satılan "Elma Çayı!". nereden çıkmıştı anlamamıştım. Belkide dünyanın her şehrinde satılan normal çayın yerini alacak bir şey bulmuşlardı. Daha egzotik ve daha lezzetli. Bense o günlere kadar genelde yemeklerden sonra yediğim elmayı bilirdim. İşte burada bir kez daha bir halkın gerçek yaşamı ve gelenekleriyle, artık bir turizm ülkesine dönüşmüş bir yerin turistlere sundukları arasındaki farklılıkları görüyoruz. Halkın günlük yaşamındaki kendi geleneksel içecek ve yiyecekleri yerinde görmek lazım. Turistik bölgelerden çıkıp, yerel insanların içine karışmak lazım.
Ama dediğim gibi o soğuk günlerde bizlere ikram edilen sıcacık elma çayı da gayet makbule geçiyordu. ( İyi mi şimdi aklıma geldi, markette elma çayı bakayım ben, ya da direk elmanın kendisinden de hazırlanabilir bu çay!! :) )
Hangi hava şartları daha zordur diye söze başlamıştım. Soğuk havalar mı yoksa sıcaklar mı?
Sanırım çoğu insan kendi büyüdüğü hava şartlarıyla yaşamayı öğrenir genelde. Afrikalı bir insanın Antartikanın şartlarına adapte olması eminim çok daha zor olur. Ya da bir Hintli için Norveç'in buz gibi kıyılarında balıkçılık yapmak tam bir cehenneme dönüşebilir.
Bir arkadaşımın geçenlerde bana anlattığına göre, seneler evvel çocuklarını Israel'e turla gönderdiğinde, Temmuz ayının en sıcak döneminde buraları gezdiklerinde öyle bir sıcakla karşılaşmışlar ki Israel'de yaşamanın imkansız olduğunu düşünmüşler. O arkadaşımın oğlunun, Watsapp'taki bir konuşmamız sırasında; "Sizler orada sıcaktan nasıl ölmüyorsunuz?" diye gayet ciddi sorduğunu hatırlıyorum zaten.
Öncelikle on milyona yaklaşan nüfusun hiç biri sıcak yüzünden ölmedi bugüne dek. Hahaha... İkincisi, bazen insanlar en sıcak mevsimde ziyaret ettikleri bir yerde bütün bir sene hiç durmadan aynı hava şartlarının devam ettiğini zannedebilirler. Arkadaşımın oğlu Israel'de senenin 12 ayı güneş tepenizde sizin beyninizi haşlıyor hissine kapılmıştı sanırım. Temmuz ağustos hayatın kısmen zorlaştığı bu yerde, sıcaklık güneşin altında 40'ları bulurken, tek aradığınız şey klimalı ortamlar oluyor gerçekten.. Ancak bu sadece sayılı haftalar devam eden bir cefadır.
Ben bir de hep söylerim senenin büyük bir bölümü mavi gökyüzünü görebileceğiniz bir yerde yaşamak kadar ideal bir şey olamaz. Yüzde yüz mükemmel olan bir şey yoktur. Fakat Akdeniz iklimini genel olarak ideal olarak gördüğümü söyleyebilirim. Işığın insan ruhuna çok olumlu etkileri olduğuna inanıyorum. Güneşli bir ülkede yaşamanın insanın mutluluğuna çok büyük katkıları olduğunu kimse yadsıyamaz. Bu nedenle Yunan adaları insanları bu kadar çok kendilerine çekiyorlar. Akdenizin orta yerinde kurulu cennetten küçük küçük köşelere kaçan insanlar buralarda özellikle denizi ve güneşi aramıyorlar mı?
Aynı şekilde İngiltere'den kalkıp daha ılıman, daha sıcak gördükleri İspanya kıyılarında kendilerine ev satın alan İngilizler yine güneşi aramıyorlar mı? Daha fazla ışık ve daha ılık bir iklimle birlikte gelen farklı bir hayatı seçen insanlar! Bazıları Almanya'dan ve yine İngiltere'den çıkıp Bodrum'da sakin ve yalın bir ortamda yaşamayı tercih ediyorlar. Geldikleri ülkelerdeki karanlık ve soğuk havalara karşın mavi göklerin altında pırıl pırıl bir güneş ve masmavi bir denizin insanlara sunduğu huzuru arıyorlar bir defa daha.
Kocaman metropollerde, büyük şehirlerin hengamesinde yaşayan insanların yaşam kavgalarından, mücadelelerden uzak bir sükunet arayışıdır bu insanlarınki. İliman ülkelerin, küçücük kasabalarında, bazen bir Akdeniz adasındaki bir limanda herşeyden uzakta bir yaşam....
Bu yüzden buranın sıcağında yaşayamayacağını söyleyen nicelerine, güneşin olduğu yerden kaçmanın aptallığını ne kadar anlatsam bilmem anlarlar mı. Eğer bir kaç ay sıcak rahatsız ediyorsa kimilerini, hatırlatmak lazım onun da bir çözümü olduğunu.
Kışları çok soğuk olan ülkelerde ısıtıcılarla geçirilen hayat Israel'de klimalarla yer değiştirir. İnsanoğlu aslında ister istemez her şartta yaşamayı öğreniyor. Bazen ekstrem şartlar kişiyi bir adım daha zorlasa da , yaşadığınız yere sizi bağlayan kimi olumlu şeylerin bulunup bulunmadığı o ülkenin iklimine de göstereceğiniz tepkiyi bir anlamda ya azaltır ya da çoğaltır. Eğer sevdiğiniz insanlaysanız, ya da sevdiğiniz bir çevre içindeyseniz, yine sevdiğiniz bir işiniz ve günlük hayatınızda sizi tatmin eden bir düzeniniz varsa iklim sizi etkileyecek son şey olacaktır mutlaka. Eğer siz hayatınızdan memnun değilseniz, tutunacağınız birinci bahanelerden biri de hava şartları olacaktır.
Batya R. Galanti
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder