Şehriban adında bir kadın vardı..
Genç kızdım..İki haftada bir bizim evi temizlemeye gelirdi Şehriban... Ufak tefek bir kadındı bu. Başını usulen örterdi. Bu örtünüş, muhafazakar ya da zamanla ortaya çıkan politik bir duruşu temsil eden bir kapanış değildi. İstanbul'da kendine gelecek arayan diğerlerinden biri olarak sadece bulunduğu çevreye ters düşmemek adına uyulan gelenekler vardır ya, işte bu kadın da geçmişinden o günlere geldiği çevre şartlarının getirdiği bir geleneği yerine getiriyordu sadece. Şehriban klasik bir Anadolu kadınıydı. Yanık olan teni yaşına göre kırış kırış, hayatının her geçen senesi yüzünde bir çizgi bırakmış gibiydi. Sanki kızıla çalan çehresini örten örtüden çıkan simsiyah saçlarının altındaki minicik ama ışıl ışıl parlayan zeytin gözleriyle bana zaman zaman kızılderili kadınlarını anımsatırdı. Eğitimden, öğretimden son derece uzak geçmiş bir ömrün, kendi kendini yetiştirmek zorunda kalan bir çok halk insanının geçtiği zorlukların bir timsali gibiydi bu kadın. Tek sahip olduğu şey, içinde taşıdığı o içgüdüsel kuvvetti sanki. Kendi tırnaklarıyla yaşama tutunmak için elinden geleni yapıyordu. Bildiğim, tanıdığım tüm insanlardan o kadar değişikti ki. Konuşması, oturup kalkması, yemesi ...herşeyiyle değişikti.
Biz Şehriban'ı her haliyle çok severdik... Akıllı, açıkgöz ve insana yakın biriydi.. Daha önceki temizlikçi kadınlar gibi o da hiç durmadan sorunlarını anlatır dururdu. Kaç çocuğu olduğunu hatırlamıyorum. Küçücük yaşından beri tarlada çalışmış, sonraları geldiği şehirde de ilk günden beri zor işlerde geçmiş olan seneleri onu yaşından çok yıpratmıştı. Bir anlamda da yıpratılmış bir kadındı. Yaşının çok üstünde gösteriyordu.
Her öğle yemeği, yerlerde sürüne sürüne yaptığı temizliğe bir ara verdiğinde, oturduğu sofrada ona verdiğimiz sebzeden ya da etten çok o çok sevdiği ekmeğe yumulan bu kadın, çatalıyla aldığı sebzeden dilimlerin üzerine koyarken benim de iştahımı açardı. Hamur işlerine olan düşkünlükleriyle bildiğimiz klasik Türk kadınının o yuvarlak karnıyla birleşen büyük göğüsleri, küçücük boyuyla tezat teşkil ediyordu. Giydiği şalvarı ve üzerine yine o bildiğimiz yünden hırkayla tamamladığı kılık kıyafetiyle, formda olmaktan uzak olan bedenine itina edemeyecek kadar meşgul ve yorgundu.
Kısaca karınlarını doyurmaktan başka çocuklarınının en temel ihtiyaçları için en zor işlerde çalışan milyonlardan sadece biriydi Şehriban.
Bu insanlar hala yeryüzündeki nüfusun sandığımızdan çok daha büyük bir bölümünü içeriyorlar.
Bir gün bana dedi ki; "Betül, sana kızımı getirsem ona biraz okumayı yazmayı öğretirmisin? "
" Herşeyiyle cin gibi bu çocuk, nesi var bilmiyorum, bir türlü okumayı öğrenemiyor. Ne olur sen bir ilgilen!"dedi. Olur demiştim. Getir, umarım yardımcı olabilirim!
Şehriban, çocuğunun öğrenebilmesi için savaş veriyordu. O da çocuğunun diğerleri gibi okula gitmesini, eğitim görmesini istiyordu.
Bir gün sözleştik, iş çıkışı kızını bir akşamüstü bize getirdi. Kızla benim küçücük odamda oturduğumu hatırlıyorum. Bir de huyum vardı çocukları çok sevdiğim için, önce biraz sohbet etmeden yapamazdım. Çocuk, annesinin el bebek gül bebek baktığı bir şeydi. Belli ki kendisine gösteremediği ilgiyi itinayı bu ufaklığa gösteriyordu. Tertemiz giydirilmiş, kahverengi dümdüz saçları taranmış, kırmızı bir bluzu bir de kocaman gözlükleri vardı. Kapkalın camların arkasından iri iri bakan bakışlarındaysa şaşkın bir hal vardı. Biraz çekingen, biraz içine kapanık gibiydi.
Onunla harfleri gözden geçirmeye başladığımda, baktım çocuk sanki başka bir dünyada. Yazdığı harflerin kimi doğruydu, kimi yanlış kimiyse tersten çıkıyordu kaleminden. Ona biraz anlatmaya çalıştıysam da sanki doğru gitmeyen bir şeyler vardı.
Annesi haklıydı, çocukta bir sorun vardı ama ben ne olduğunu anlayamayacak kadar bilgisizdim bu konuda. Ona sadece sıkı sıkı sarılasım geliyordu. Çocuğu telkin etmek istiyordum. Belki psikolojik bir problemdir diyordum. Konuşmasıyla, verdiği cevaplar gayet akıllı olduğu belli olan bu küçük insan çaresizlik içinde gibiydi. Sonuçta ona bir kaç kez öğretmeye çalışmış ve tabi pek başaramamıştım. Annesi onu daha fazla getirmemişti artık.
Seneler sonra, disleksi problemi olan insanları öğrendiğimde aklıma Şehribanın o tatlı suratli, güzel kızı gelmişti. O çocuğun dislekt olduğunu sadece uzun seneler sonra anlamıştım. Çocuk ne aptaldı, ne de tembel. Sadece beyni bir şeyleri yanlış tercüme ediyordu. Gördüğünü yazıya geçirmekte zorlanıyordu. Bugün artık dislekt ( ya da dizgraf ) insanlar sözlü olarak sınavdan geçerek eğitim görebiliyorlar. Kimileriyse bilgisayar klavyesiyle bu işi çoktan aşmışlar. O küçük çocuksa, bundan otuz beş sene önce kim bilir nasıl bir gelecekle baş etmek zorunda kalmıştı?
Her insan aynı şartlarda doğmuyor dediğimde; işte bu da bir örnek..Fakirlik ve kimi doğuştan gelen genetik sorunlar kimi insanlar için daha zor bir başlangıç demek oluyor.
Kimse, çocuklarına gerekli olanakları tanıyan bir ailede dünyaya gelen bir çocuğun yokluk içinde büyüyen bir diğeriyle eşit şartlara sahip olduğunu iddia edemez. Sağlıklı ve doğuştan süper çalışan bir beyinle dünyaya gelen bir insanla, disleksi ya da öğrenme güçlüğü gibi problemlerle baş etmek zorunda olan bir insanla aynı şansa sahip olduğunu söyleyemez.
Dünya eşitsizlikler üzerinde kurulu....
Batya R. GALANTI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder