25 Şubat 2020 Salı

           




              Her önümüze çıkan canlıyı yemek o kadar akıllıca olmayabiliyor!



Yahudilikte Kaşrut kuralları diye bir şey vardır. Kaşrut , Yahudi dininde Tora'daki ilgili bölümler temel alınarak, doğadaki hangi hayvanları, hangi canlıları yiyebileceğimizi , neleri nasıl tüketmemiz gerektiğini belirleyen kurallar bütünüdür.

Hayatımızın her alanında neyi nasıl yapmamız gerektiğini emreden bir kitabımız vardır bizim. Tora kimi yerde bir tarih kitabı, kimi yerde, içeriğinde yaşam hakkında fikirler veren derin bir felsefik eser gibidir , kimi yerde sizi gizem dolu bir dünyanın içine çeken mistisizmle doludur,  kimi yerde yaşamımızın her alanını baştan sona belirleyen bir kurallar bütünüdür.. Bu kurallar sizin  giyiminizi, yaşam biçimizini , her şeyinizi kapsar. Eğer bir Yahudi dindar olduğundan bahsediyorsa bu demektir ki bu kişi sabah yatağından attığı ilk adımından itibaren her şeyi Tora'daki kurallara göre yapması gerekiyor olmalıdır. Bu anlamda , tüm dinlerin içinde sizden en fazla beklentisi olan, uygulamada sizi en çok kısıtlayacak ve feragat bekleyecek din Yahudiliktir. Dindar bir  Yahudi hayatının tümünü tamamen inancına göre yaşar. Ve eğer buna hazır değilseniz , bu şekilde bir hayat sürdüren biriyle yaşamınızı sürdürebilmeniz imkansızdır.

Bu kurallar sadece direk Tora'da oldukları gibi kalsalar yine iyidir. Binlerce yıllık bu kitabı zaman içinde yorumlayan belli başlı din büyükleri ve bugün hala daha ona kendilerince anlamlar eklemeye devam eden kimi Rabbi'ler ( Hahamlar ) kendilerini izleyen kitlelerle birlikte her biri bir diğerinden ayrı uygulamalarla ortaya çıkabiliyorlar.

Eğer Kaşrut kurallarına dönersem..

Çocukken dinden uzak denebilecek bir ailede yetiştiğim için kaşrut'la yakından uzaktan bir ilgim yoktu . Domuz eti dışında ( ki Müslüman bir ülkede büyüdüğüm için domuz eti öyle her yerde satılmadığından. karşımıza pek çıkmazdı zaten)  her şeyi  yer ve içerdim. Sütlü ve etliyi ayırmak, karides, yengeç gibi deniz ürünlerine el sürmemek gibi endişelerim yoktu.  Kaşruta bakan bazı arkadaşlarım vardı. Ve o zamanlar benim gözümde bu insanlar çok dindardılar.. Taa Israel'e gelene kadar. Israel'deyse, etli ve sütlüyü ayırmanın neredeyse dindarlıkla ilgisi olmadığını gördüm . Kaşrut belli bir yere kadar  bu ülkede hiç dindar olmayanlar arasında bile yerleşmiş  bir  alışkanlıktır,( Bunun yanında bu kurallara bakmayan insanlar da çoktur ) Öyle çok incesine bakılan şekliyle değilse de çoğu insan burada etliyle sütlüyü beraber yemez.

Kaşrut'un koyduğu kuralların sebeplerini soruşturunca bu kuralların mantıklı açıklamaları olduğunu gördüm. Yasak olan etlerin insan için sağlıklı olmaması gibi ya da  deniz ürünlerinde bulunan yüksek miktardaki metallerin zamanla insan sağlığına verebilecekleri zararlar gibi.  Geçmişte bir Fransız dergisinde tesadüfen Yahudi olmayan bir doktorun kaşrutla ilgisi olmayan tıbbi açıklamasında da doktorun  etli ile sütlü  şeylerin bir arada yenmesini tavsiye etmediği  yazıyı da hatırlırlarım.. Bunun yanında istedikleri gibi beslenip te hiç bir problem yaşamayan insanlar doludur,  Avrupa'da ve tüm dünya'da!  ( Buna kısmen ben de dahilim ) Benimse aklımı meşgul eden şey , etle sütlünün birlikte yenip yenmemesi  değil.. Ben bizdeki bu yasağın bir kaç adım öteye taşınıp çatal, bıçakların, tabakların ayrılması..ayrı lavabolar ve ayrı mutfak setlerine kadar varan ekstrem yasaklara bir anlam vermeye çalışıyorum. İşte, iş buraya vardığında mantıklı bir cevap bulamıyorum.. Neredeyse 3000 yıl evveline dayanan kimi kuralların üzerlerine zamanla eklenenlerle birlikte kimi insanların din adına hayatlarını  zorlaştırdıklarını görüyorum.


Çin'de çıkan virüs!

Geçtiğimiz haftalarda Çin'in Hubei eyaletinin başkenti olan Wuhan şehrinde bir salgın ortaya çıktı. Geçmişte de duyulmuş Sars virüsü benzeri bir virüs yine. Ölümcül olabilen ve medya'ya yansıyan görüntülere bakınca korkutan bir salgın. Aslında bir çeşit grip bu da. Ancak önceden tanınmadığı için aşısı olmayan  yeni bir Coronavirüsü bu. Günler geçtikçe Çin'de hayatı durduran salgın yüzünden binlerce belki milyonlarca insan karantinaya alınırken ,  torbaların içinde sokaklarda yerlerde yatan ölüleri gören insanlar bu salgının bir an önce bitmesi için dua etmeye başladılar. Şu anki son duruma bakılırsa Çin'de yapışma oranı hissedilir şekilde azalırken hastalık şimdi başka ülkelere yayılmaya başladı. Yapışma olasılığı  yüksek olan bu virüsten ölenlerin sayısı  normal bir grip salgını gibi yüzde iki ile dört arasındaymış.

Coronavirüs'ün nereden ortaya çıktığıysa ilginç ve düşündürücüdür. Virüs, Hubei'deki  Huanan Su Ürünleri Toptan Satış Pazarı'nda satılan canlı hayvanlardan insanlara geçmiş.

Çin'de ve genel olarak Uzak doğu'da bizim tüketmediğimiz bir çok canlının günlük menülerinin bir parçası olduğu bilinir. Çin, Tayland gibi ülkelerde kedi, köpek, maymun, böcek, solucan yemek çok normal olan şeylerdir. Son Coronavirüs salgını da, Coronavirüs taşıyan " yarasaların yarı çiğ (!) " olarak yenmesi yüzünden insanlara geçmesiyle başlamış deniyor.


Doğa'da yenebilecek hayvanlar vardır ve bir de yemememiz gerekenler! .... Geçenlerde bir arkadaşım birini yerken sorun yoksa diğerini yerken neden sorun olsun?  dedi. O da bir şekilde haklı belki ama kanımca bazı kuralları bazı dinler, ya da toplumlar boşuna koymamış dedirten durumlar bunlar. Sağlığımızı korumak adına! Demek her önümüze çıkan canlıyı tüketmek o kadar akıllıca olmayabiliyor gerçekten.





Batya R. Galanti













20 Şubat 2020 Perşembe

         

                

    

  

 Bu savaşın bir barışla sonlanması yakın bir gelecekte ihtimal olarak görünmüyor!




Geçtiğimiz 11 Şubat Salı Günü Mahmud Abbas ( Abu Mazen ) New York'ta Birleşmiş Milletler'de tüm dünya devletlerine seslendi. Bu seslenişte yanında Trump'ın planının bir özeti olduğunu söylediği kağıtlar ve 1948'de Israel'in kuruluşundan bugüne ortaya konulan paylaşım planlarının çizildiği kimi haritalar da vardı.  Mahmud Abbas barışı çok isteyen ama yenilgiyi kabul etmek zorunda bırakılmış bir lider olarak çıkmıştı bu kez Birlemiş Milletlerin o koca salonundaki delegelerin, büyükelçilerin ve  liderlerin karşısına..

Yıllar evvel Arafat'ın Birleşmiş Milletler'de yaptığı kimi konuşmalar gözümün önündedir. Parkinson hastalığı başlamadan evvelki o militan  ve tehtidkar tavırları... Askeri üniformasını sonuna kadar üzerinden çıkarmayan küçük diktatör, büyük terörist Arafat.. Aslında her yönüyle barış insanı olmadığını  gösteriyordu . ( Anlamak isteyene tabii ) , 1959 yılında Kuwait'te Filistin'in kurtuluşu için örgütlenen El-Fetih yani Fatah Örgütünü kuran kişi. Ve aynı yıllarda onunla birlikte örgütün diğer üç kurucu kişinin arasında Mahmud Abbas ta vardı...

Yıllar boyu farklı şehirlerden farklı ülkelerden örgütü yönetmek zorunda kalan Arafat uzun seneler boyunca Israel'e karşı yürüttüğü terör saldırılarıyla tanınıyordu. Bunlardan bir tanesi de Münich olimpiyatlarında 11 Israelli atletin katledilmesi de vardı..

Arafat geçen zamanla birlikte sadece terör yoluyla bazı şeyleri elde etmesinin mümkün olmadığını anladığı zaman Israel tarafında onunla görüşmeye hazır liderlerle önce gizliden biraraya gelmeye başlamıştı. Bu arada Abu Mazen her zaman ondan sonraki ikinci adamdı..

1993 yılında Oslo Barış Antlaşması Israel Başbakanı Rabin ve PLO örgütü başkanı Yaser Arafat tarafından imzalandığında yine Mahmud Abbas antlaşmaya imza atanlardandı..

Aynı yıllarda ilk kez Fatah , Israel'in varlığını kabul ettiğini bildirerek barış yönünde bir adım atmıştı. Buna paralel olarak Israel, Filistinlilerin Israel'in yanında bir Devlet kurmak haklarını kabul etmişti.

Oslo Antlaşmasının ardından Batı Şeria'nın merkezi olan Ramallah'ta yönetimin başına geçen Arafat Filistin halkınının bağımsızlığını temsil eden lider olarak çoktan sembolleşmişti . Arafat uluslararası arena'da barıştan söz ederken kendi halkına farklı mesajlar vermeğe devam etti.

2000 yılındaki Camp David zirvesinin bir sonuca baglanmadan bitişi sonrası, Ariel Sharon'un Tapınak Tepesi ziyaretiyle başlayan gerginliği, II. bir Intifada'yı başlatmak için fırsat bilen Arafat'ın yanında daha ılımlı bir lider olan Abbas Israel'in karşısında silahlı bir direniş yerine politik çizgide antlaşmaya varmak yanlısı olduğunu gösteriyordu..

2004'te Arafat'ın ölümüyle onun bıraktığı iskemleye oturan Abbas,  Batı Şeria'daki militan kimi gruplara, Hamas ve bir çok ekstrem akımlara karşı kendi liderliğini koruma altına alma çabası onu Israel'le iş birliğine iterken ( özellikle güvenlik konularında ) diğer taraftan  Filistinin haklarını sonuna kadar savunmak için de herşeyi yapmaya hazır olduğunu ispatlamak zorundaydı.

Özellikle 2006-2007 yılları arasında Gazze'deki seçimleri kaybettiği dönemde Hamas'ın buradaki gücü eline geçirmesiyle devam eden çatışmalarda bir sene içinde  600 Filistinlinin ölmesiyle dengelerin İslamcı grubun lehine değiştiği Gazze'den çıkan Abbas'ın denetimi şu an elinde tutmaya devam edebilmesi için  Batı Şeria'da yine Hamas yanlısı ve kimi diğer ekstrem gruplara karşı Israel polisiyle birlikte savaşmaşması gerekmektedir.


Aslında son barış planıyla birlikte Israel ve Amerika'yla tüm ilişkilerini kestiğini söyleyen Abbas hala daha güvenlik konularında Israel askeriyle koordinasyondadır.

Bu şekilde Abbas'ın oynadığı oyun iki taraflıdır. Bir yandan daha ekstrem faksyonlara karşı savaşırken Israele ihtiyaç duyarken ( fikrimce) diğer taraftan halkına Israel'e karşı haklarını savunduğunu göstermek zorundadır. Ve bu yolda aynı Mahmud Abbas'ın Fatah yönetimi yaptığı Israel'e karşı terörü destekleyen açıklamalarına, Anti Israel propagandalara devam ederken kendisine verilen yardım fonlarından terörist ailelere aylık bağlamayı da sürdürmektedir.

2017'de Amerika'nın Yeruşalayim'i Israel'in ebedi başkenti olarak kabul ettiğinden bugüne kopan ilşikileri ve Amerika'dan kendisine ayrılan yardım fonlarının kesilmesi Abbas'ın işine gelmemektedir mutlaka.

Endonezya ve Tunus'un Birleşmiş Milletler Konseyine sunduğu, Trump'ın Planına  karşı gelen bildiriye yeterli desteği sağlamayı başaramadığı halde Abbas 11 Şubat'ta BM. Güvenlik Konseyi'ne bu planı " İsviçre Peyniri"ne benzetirken , Trump'ın sunduğu barışın kabul edilemez olduğunu belirttiği bir konuşma yaptı.

Karşılıklı görüşmelerle karara bağlanan bir barış yerine Filistinlilere empoze edilen ve  egemen bir devlet olmak için gereken hakları onlara vermeyen bir planı kabul etmelerinin mümkün olmadığını söylerken. Amerika'nın bu şekilde Israel'in Batı Şeria'yı istediği gibi ilhak etmesinin yolunu açtığını ve Filistinlilerin başkentleri Kudüs olan özgür bir devlet için tüm kapıların kapatıldığını söyledi..

Tüm bunlar, şu anki durumda onların açısından bakıldığında mantıklı görünüyor. Fakat, Abbas'ın yaptığı açıklamalarda , BM'e  gösterdiği haritalarda ve bir çok söyledikleri şeyde yalanlar olduğu gerçeğini hatırlatmakta ve Arapların yürüttükleri kimi aldatıcı politikaların altını çizmekte fayda vardır..

Abbas, o babacan, o daha efendi haliyle bilindik yalan propagandalara devam etmektedir..

11 Şubatta konuşurken elinde tuttuğu haritalar "Yalan delilerdir" ..

1948'den bugüne gittikçe kendilerinden alınan toprakları yeşil boyayla çizdikleri halde göstermek istedikleri şey, " tamamı " (? )  kendilerine ait bir toprağın (! ) Israel tarafından alınmasıdır. Ki yalan burdadır!!


Öncelikle Filistin adından baslarsak!!  Yahudi kimliğini buralarla özdeşleştirmemek ve Yahudi kimliğini bu topraklardan tamamen silmek adına yüzyıllar sonra yeniden canlandırılmış bir kelimedir, Filistin ve Filistinli!!  Ve bugünkü Arap halkıyla yakından uzaktan ilgileri olamayan bir halkı hatırlatır, Pılishtim, İbranicedeki deyişiyle...  Bunlar,  Tora'da adı geçen eski bir Yunan halkıdır.. İ.Ö  12. yy'da Israel'in güneyinde, kıyı boyunca bir bölgede bir süre varlığını sürdürmüş bir halktır Pılishtim.

Yine Tora'ya göre , ya da bir bakıma eski Yahudi Tarihindeki satırlara göre; Romalılara karşı (İ.Ö 132-136) yıllarında Yahudilerin Bar-Kohva adı altında başlattıkları isyana karşı çok sinirlenen Kral Hadrian Judea bölgesinden çıkarttığı Yahudilerin izlerini bile bırakmamak adına bu bölgeye Judea yerine Palestina adını vermişti..Bu da Tora'da geçen ve bugünkü Filistinlilerle uzaktan yakından alakası olmayan hikayesidir bu yerin..

Yüzyıllar sonra , Yahudiler 1917 Balfur deklarayonuyla bu topraklarda bir Yahudi Devleti kurmak hayallerini dünyaya duyurdukları zaman, yeniden bu tarihi isim gündeme getirildi. O dönem buralarda hüküm süren Osmanlı Devleti Suriye'nin güneyindeki topraklardan bahsederken Filistin adını kullanmaya başladı..

Burada yaşayan Araplar aslında Kuzey Afrika dahil olmak üzere bir çok farklı yerlerden bu yerlere yerleşmiş,  karma Araplardır."Filistinli " sadece dünya kamuoyunda kendilerini bu toprağın asıl sahipleri olarak göstermek adına kullanılan propagandalardan biridir.

Abbas'ın gösterdiği, sözümona 1948 yılı  haritasındaki tamamı yeşile boyanmış bölgede o zaman Filistin  yoktu. Burada bir Filistin Devleti o güne dek hiç olmamıştı..

Yahudiler gelene dek, buralarda hak iddia eden bir halk yoktu. Burada yaşayan Araplar vardı! Burada yaşayan Yahudiler de vardı..burada az sayıda insan ve bunun dışında ise hiç bir şey yoktu!!

19.yüzyıldan itibaren Yahudiler burada yerleşmeğe başlayıp, toprakları ekip biçtikleri gün bazı şeyler yavaş yavaş gündeme geldi...

Abbas, kimi başka şeyleri de  doğru söylemiyor. 1967 toprakları derlerken de aslında 1948'e kadar her yerin onlara ait olduğunu bugüne dek tekrar ediyorlar. Bunları kimlere söylüyorlar , Bizlere!!. Uluslararası basında ise 67 toprakları diyorlar. Elalem alışverişte görsün!

Israel'de sekiz milyonu geçen nüfusun 2 milyonu Araptır. Bunlar, Batı Şeria ya da Gazze'de yaşayan Araplar değil.. Israel toprakları içinde yaşayan insanlar. Israelli Araplar.. Seçimde üçüncü büyük Partiyi çıkaran Araplar!  Hem Israeli kurulacak bir Filistin Devleti için terketmeye hazır değildirler hem de denizden Ürdün nehrine kadar buraları bizim derler, Batı Şeria ve Gazze'dekilerle birlikte.. Israel'deki Araplar için çalışmak  yerine teröristlerle  işbirliği yapmayı tercih ederler ...

Trump'ın barış planını reddeden Abbas bu planın üzerinde oturup konuşmayı reddediyor. Dört yıl verilen zaman onun için gereksiz çünkü ilk günden kabul edilecek şartları getirmiyor diyor..

2008'de Amerika'da bir araraya geldiği Ehud Olmert'in Batı Şeria'nın tümünden çekilme sözü ve Doğu Yeruşalayim'in Uluslararası bir yönetimin  elinde temsil edilmesi şartlarını kabul etmemiş olan  Abbas geçtiğimiz günlerde aynı Olmert'le gayri resmi bir toplantıda biraraya geldi. Barışı o gün geri çevirmiş olan Abbas şimdi kimseyi temsil etmeyen eski başbakan Olmert'le basın toplantısı düzenliyor. Bundan ne anlayabiliriz? bilmem. Olmert şu an Trump'ın karşında farklı alternatiflerle gelecek konumdamı ki?


Filistin sorunu kolay kolay çözülebilecek bir sorun değildir.. Bugünkü Trump yönetimi ne kadar Israel'in yanında olsa da, hem önerilen planın getirdiği şartların realist olmayışı hem yarın Trump döneminin bitip bir diğerinin başlama ihtimalinin neleri nasıl bir şekilde değiştireceğini kimsenin bilememesi hiç bir şeyi hiç kimse açısından  garantiye almıyor. Bugün Trump yarınsa, Demokrat  Bernie Sanders ya da bir başkası olabilir.. O zaman oyunun şartları nasıl değişecek kim bilir?

Biri için uygun olan bir plan diğeri için dünya sonu gibi!!.Bence bu savaşın bir barışla sonlanması yakın bir gelecekte ihtimal olarak görülmüyor..




Batya R. Galanti

13 Şubat 2020 Perşembe

Türkiye'de tacizlerin gölgesindeki çocuklar ve kadınlar



Türkiye'de ne derece liberal bir genç bayan olarak büyütüldüğünüz ya da ne kadar korkusuz bir kadın olduğunuz önemli değildir.  Yaşadığınız toplumun içindeki tehlikelerin hedefi olabileceğiniz gerçeği  hayatınızı her daim kısıtlar.. Devlet ya da  toplum özgürlüğünüzü garantiye almıyorsa ve sizi koruyacak bir kurum mevcut değilse, çevre kadına karşı tehtidkarsa kendinize zarar gelmemesi adına  kendi kendinizi korumaya almaktan başka çareniz kalmaz.. Ve bu şartlarda hem normal bir insan gibi yaşayıp hem de tek başınıza kendinizi savunmayı becermeniz gerçekten zordur. 

Böyle bir ülkede  daha çok küçük yaştan itibaren bilinçlendirilmiş olmak şarttır.
Ben mesela neredeyse çocuk yaşta kendimi Şişli Taksim arası otobüslerin bir yolcusu olarak bulduğumda hayat hakkında  bildiklerim neydi? Ne kadar bilinçliydim? Başıma gelebilecek tehlikeler hakkında en ufak bir fikrim varmıydı?  Bana yaklaşacak bir yabancıya karşı ne kadar uyarılmıştım?  Yine yabancı bir erkekten bana gelebilecek zararları ne kadar biliyordum?  Hiç hatırlamıyorum..  Sainte-Pulcherie'nin ikinci hazırlığına gittiğim sene sanırım ilk kez okuldan tek başıma dönmeye başlamıştım. Sabahları babam beni arabayla okula bırakırdı.. Öğleden sonra kendi kendime emanettim. Ama gayet rahat olduğumu anımsarım. Herhalde hayat insanı pişirir dedikleri şey buydu.
Ancak tüm rahatlığımla birlikte karşıma çıkan nahoş olaylar yüzünden her otobüse binişimde küfür ettiğimi anımsarım. Oturacak yer varsa sorun yoktu. Taksimdeki otobüsler o derece kalabalık olmayabiliyordu. Dolu bir otobüse bindiğimdeyse lanetler yağdırırdım.. Çoğu genç erkeklerin arasında sıkışık yolculuklardı bunlar. Bir taraftan etrafa yayılan ağır koku diğer tarafta neredeyse her gün arkanızda , önünüzde sizi sıkıştırmaya hazır adamlar bu yolculukları çekilmez hale getirirlerdi. Gün yoktu ki arkanıza geçen bir serseri  sizi rahatsız etmesin..ya elleriyle bedeninizi okşamaya kalkarlardı, ya da önlerini bir yerinize dayarlardı.. Aynı yolculukta birinden zor kaçmayı başarmışken bir diğer sapığın eline düştüğümü anımsarım.. Sizi yerinizden kımıldamakta zorlayan bir kalabalığın içinde bir mahkum gibi aynı noktada mıhlanıp kalırken  yabancı insanların ellerini vücudunuzda hissetmek..hele daha 12-13 yaşında bir çocuksanız , çok ama çok iğrenç bir şeydir... Hepsinden de beteri, tüm  sıkıntınıza, telaşınıza rağmen daha çocuk olduğunuz için sesinizi çıkaramamaktır. Utancınızdan susup kendi kendinize o zor anı atlatmaya çalışırdınız.. Utanacak olanlarsa küçücük kızları sıkıştırmak için otobüs yolculuklarını tercih eden o kocaman adamlardı. O kadar çoktular ki!!

Bu da hep o çok namus düşkünlüklerinden ileri geliyordu. Bir tarafta namus adına kızları evlerinden salmazlardı. Bir kız bir genç erkekle biraz yakınlaşsa , bunu duyan evin erkeklerinden en iyi ihtimalle güzel bir dayak yerdi kız  ama diğer tarafta aynı namus bekçisi erkekler kendi komşularının kızlarına, arkadaşlarının kız kardeşlerine cinsel tacizde bulunurlardı. Kapalılık işte böyle bir şeydir. Olmayacak şekilde kapatır , yine hiç olmayan yerden kendini en olmayacak şekilde salar..

Bir yandan kendi kadınlarını ( bunların zihinyetlerine göre erkekler kadınların sahipleridirler ya !)  namus hapsine sokarlar diğer tarafta başka kadınlara saldırırlar .. ve her gün her yerde namus için birbirlerini bıçaklarlar sonunda.. Bu hikayeler hiç bitmez. Kapandıkça azarlar, azdıkça daha çok tecavüz ederler ve sonunda da cinayetler hiç bitmez.. Bugüne dek böyle devam eder durur bu. Bugün daha da çok!! Eh ne de olsa bugün daha da namuslular  !! Arada " Namus "  adı altındaki töresel bir tabunun hükmü altında hiç yere can almak nasıl bir insani değerdir, o da ayrıca işlenecek  bir konudur!!!!


Bense Ortaokulu bitirdiğim zaman Karaköy'deki liseye  gitmeğe başladığım ilk günleri hatırlıyorum. Karaköy'den Şişliye giden otobüslerden birine okulun biraz ilerisindeki meydandan binmek istediğimde " Aman Allahım, bu ne?!" demiştim. Otobüsler o kadar doluydu ki , kapısından içeri adım atmak bile zordu.. Sardalya kutusundan beter bir kalabalıktı bu... Aklıma Üniversite'de Sosyal Bilimler hocamız , Prof. Ünsal Oskay  ( Z"L ) geldi. İki tiplemesi vardı . Leyla ile Rıfkı diye.. Hep gündelik hayattan örnekler verirdi. Son derece mizah yüklü anlatımlardı bunlar Bir gün Türkiye'nin nüfusu toplu taşım araçlarında artıyor demişti. Ne gülmüştük. Bacaklar kollar camlardan sarkıyor..dediğini hatırlarım...
Ben en sonunda dolmuşları buldum kendime . Onlar hayatımı kurtarmıştı benim.. O eski 1950'lerden kalma Chevrolet dolmuşlardan vardı hani..Onlarla gidip gelirdim hep. Bir defasında onun içinde bile başıma gelmişti, bacağıma elini koyan adamın nefesini duyduğumda " Bu adam niye böyle nefes alıyor dediğimde farketmiştim elini üzerimde. Kendime nasıl kızmıştım, nasıl bir dalgınlıktı bu benimkisi diye. Adamın elini alıp fırlattığımda bir tane geçirmemek için zor tutmuştum kendimi. Artık yaşım büyüktü. Utanması gereken kişinin kim olduğunu gayet iyi biliyordum...

Çocukken yaşadığım örnekler cinsel tacizin olası en bayağı şekliydi .. Ancak bir bayan olarak gençliğimde, iş ortamında, hatta kimi arkadaş çevremde bile bir şekilde özellikle sözlü tacize girecek yaklaşımlar olmuştu. Bugüne dek böyle insanlar her yerde karşımınıza çıkabiliyor . Buna Facebook gibi sanal ortamlar da dahildir. Belki eskiden bugüne göre daha az dile getirilen şeylerdi bunlar . Bu yüzden o zaman kadınlar daha saftılar belki de; daha az farkındalık vardı. Kendilerine yönelen aşağılanmayı, tacizi, baskıyı ve kötülüğü görmek için yeterli bilgileri yoktu.. . Çoğu sözel alanlarda şeylerdi bunlar. Örneğin kimi iş arkadaşlarınızın size attığı tuhaf sözler olabilirdi bunlar .. Kimi sözlü göndermelerin, sekssist yaklaşımların farkında olmamanızsa daha da acıdır.. İş ortamında dahi kadın olmanın getirdiği güçlükleri yaşarken bazı şeyleri doğal gibi kabul ettiğimiz günleri anımsıyorum bugün .Bazı şeylerin toplumun doğal bir parçası olarak algılanmasıyla ilgili bir şey bu. Yaşadığınız ülkenin kültürü sizin neleri nasıl algılamanız gerektiğini çiziyor kafanızda. Bu herhalde normal bir şeydir diye düşünüyorsunuz. Normal olmadığı halde!!.  ..Bugün kendimi gerektiği gibi savunmak için daha bilinçliyim mutlaka .

Karanlık toplumlarda kadınları hedef alan bu tür davranışlar çok daha rahatsız edici boyutlarda ve sıklıkta olsa da, erkeklerin kadınlara yaklaşımlarındaki hatalar, ne sınır , ne de ülke tanıyor aslında. Bu tip şeyler insanın içinde yatan  kişilikle, psikolojiyle de ayrıca çok yakından alakalıdır.

Son senelerde, medya'da gündeme gelen sansasyonel haberlerde, en yüksek toplumların içinden bile  çıkabilen cinsel taciz söylentileri ve kadınlara yönelik kimi aşağılayıcı, küçültücü davranışlar bu koca planet üzerinde hala daha  kadının erkeklerle eşit bir konuma gelmeyi tam olarak başaramadıklarını gösteriyor. . Fakat şurası da açık bir gerçektir ki Türkiye gibi kapalı ülkelerde bu sorun çok  çok daha derindir..  Hindistan'da kadınlar hiç bitmeyen istismara karşı toplu halde başkaldırır duruma gelmişlerdir. Milyonlarca kadın seslerini tüm dünyaya duyurmaya çalışıyorlar.

Bir yerden sonra biz kadınların yaşadığımız bu sorunların temelinde insan beyninin içinde var olan  primitif hayvanın herşeyin önüne  geçebiliği gerçeği yadsınabilecek gibi değil sanki..

Geçtiğimiz yıllarda Israel'in Cumhurbaşkanlığına getirilmiş bir zat , seneler boyu kendisiyle çalışan sekreterlerini cinsel olarak taciz ettiği, hatta bir tanesine görevi başında tecavüz ettiği ispatlanınca görevinden alınarak yedi yıl hapis yattı..Bir ülkede gelinebilecek en yüksek mevkiye ulaşmış bir insanın , evli bir adamın cinsel dürtülerine ket vuramaması ne ilginçtir değil mi? Ne eğitim, ne kültür, ne statü bazı insanların içinde yaşayan vahşi hayvanı durduramıyor.

Holywood'u , uluslararası politik cemiyet ile birlikte ayağa kaldıran Epstein davası, yine  bir Amerikan film yapımcısı olan  Harvey Weinstein'e karşı, en az sekiz kadına cinsel taciz ve tecavüz suçlamalaryla açılan dava; Fransa'da son günlerde büyük sansasyon yaratan haberlerle ortaya çıkan eski bir olay, ülkenin ünlü patinaj sampyonu  Sara Abitbol tarafından, aktıv olduğu yılarda antrönörü Gilles Beyer tarafından tacize uğradığı iddialarıyla kendisine karşı açtığı dava;   kimi erkeklerin kudretlerine güvenerek, para ve statünün getirdiği sarhoşluğa  kendilerini kaptırarak dizginleyemedikleri hormonlarının ardından  kadınları taciz ettiklerini, kimi daha erişkinliğe bile varmamış genç kızları yaşlarına bile bakmadan  nasıl  kullandıklarını, hatta seks  köleleri haline getirebildiklerini görüyoruz (Epstein Davasında olduğu gibi ) .. Hayvanı dürtülerini denetlemeyi beceremeyen bu insanlar her şeyden önce tedavi edilmelidirler.... İçlerinde yaşayan canavardan kurtulamayan kariyer sahibi sapıkların eline düşen kadınların durumu her şeyden zordur..
Ben çocukken, doyurulmamış cinsel isteklerinin peşinde sağlarına sollarına tacize kalkan erkekler vardı. Hayat o zamanlar sandığımdan daha da karmaşık .. Hiç beklemediğiniz insanlardan, sizi şaşırtan şeyler çıkabiliyor.    Dünyanın en prestijli üniversitelerinden birinin diplomasına sahip olmak, milyarlarca dolarlık bir servetle tanınıyor olmak, uluslararası politikayı belirleyen isimlerden biri olmak..Bunların hiç biri karşımızdaki erkeğin kadına vereceği değerin kesin garantileri olarak algılanmamalıdır. O çok etkileyici görüntülerinin altından ne süprizler çıkabileceğini kimse kestiremeyebilir.
Kısacası 21. yüzyılda dahi kadınlar hala daha toplumun her alanında, her yerde savaşmaya devam ediyorlar. Kimi erkeklerin içindeki o primitif varlık bugüne dek tüm değerlerin üzerine çıkıp her şeyi yıkıp, devirebiliyor...





Batya R. Galanti





11 Şubat 2020 Salı

Kadınlara daha az dost bir dünya'da yaşamak...            

Geçen gün bir arkadaşım aradı.. O da benim gibi Israel'e Türkiye'den göç etmişlerden..Çocuklardan bahsettik biraz.. Oradan buradan.. Buranın serbest hayatından söz açıldı. ve gençlerden ve derken; "Kızın neler yapıyor ? " diye sordu bana.. Biraz anlattım.. Ne tuhaf dün daha bebek olan Danielle artık kanatlarını çırpıp ta yuvadan uçacak yaşa geldi.

Çocuklarımı yapım gereği çok sıkı tutan biri olmadım hiç. Baskının hiç bir zaman yararlı bir şey olduğuna inanmadım.  Şu  saatte eve gel, şu saatten sonra çıkamazsın gibi kurallar da buna dahildir. Yaşı artık bir yerlere çıkıp, gezmeye müsait olduğu günlerden itibaren onu serbest bıraktım. Sadece nerede olduğunu bilmek önemliydi benim için. Ve çocuğum hiç bir zaman sınırları zorlayacak şeyler yapmadı zaten..

Arkadaşım bana ; " Bizse neler geçirdik!" dedi.. Ben düşündüm; " Neler geçirdik ki?" Hiç bir yere gitmemize izin vermezlerdi diye devam etti..  Ne tuhaf ben böyle şeyleri hiç yaşamadım.. Bunun sebebi kendi ailemin, annemin ve babamın geldiği yaşam tarzıydı. Özelikle annem kendi devri için çok farklı bir şekilde yetişmiş bir insandı.

Annem çok serbest büyümüş bir kadındı.. Bu da aslında onun dönemi için son derece istisna bir durumdu. Annem 20 yaşına geldiğinde eldiven dikip satıyormuş. Ve o zaman için çok iyi para kazanıyordum diye anlatırdı hep. Kendi evinde kendi atölyesi varmış ve kazandığı parayla kendi geleceğini kurmaya kararlıymış o zaman. İşte aynı yıllarda daha Israel'in yepyeni kurulmuş bir devlet olduğu senelerde annemin en büyük rüyasıymış Israel'e gelip yerleşmek.. Her defasında valizlerini toparlayıp yeniden bir geminin güvertesinde buluverirmiş kendini, Akdeniz'de Mersin Limanından yola çıkan bir haftalık yolculuklar..ve her defasında farklı bir maceranın sonunda dayanamayarak anne yuvasına geri dönen benim maceracı annem. O zamanlar sanırım onun kadar kendi kararlarını kendi alan genç kadınlar pek yoktu. Dediğim dedik ama sonunda yine de aileden kopmayı pek başaramayanlardan...


Israel'e , ablasının evine bir kaç ay kalmaya gelen, hatta bir defasında nişanlanan ama sonunda dayanamayarak yeniden Türkiye'ye dönen genç bir kadın.. Ve bana burada tanık olduğu, yaşadığı serüvenleri tüm çocukluğum boyunca hiç durmadan anlatan annem..

İşte bu şekilde serbest bir zihniyete sahip olan annemin sırası geldiğinde beni sıkmak aklının ucundan bile geçmemiş tabii..ve yine en az onun kadar rahat bir insan olan babam da bu tip konularda bana kısıtlamalar getirmemişti...Bu yüzden yaşım gelip te kızlı erkekli bir grupla çıkmaya başladığımda, ada'da genç kızların, " Ben diskoteğe gidemem, babam 10'da evde olmamı söyledi" diye ağladıklarını gördüğümde şaşırırdım. Bu kızların babaları niye böyle diye düşünürdüm hep. Sonuçta kimlerle çıktıkları, nereye gittikleri belliydi ( ki gittiğimiz diskotek ailece üye olduğumuz kulübün içindeydi). Çocukların anne babalarını dahi tanıyorlardı..hepsi kendi cemiyetimizin içinden çocuklardı .. Korkacak bir şey olmadığına göre sorun neydi? Her zaman aynı kızlar ağlar dururlardı ve sonunda gittikleri gibi dönmek zorunda kalacakları için bizimle gelemezlerdi..Bense hayatta bir tek bu konuda rahattım. Gece bir erkek çocuğu ne kadar rahat çıkabiliyorsa ben de aynı şekilde gezebiliyordum. Bu da bir şeydi. En azından okul hayatımda geçirdiğim sıkıntıların, başaramama korkusunun yarattığı baskıların yanında sosyal hayatımda biraz olsun bir şeyleri dengeleyecek şansa sahiptim bir yerde.  Okul dışında bu bana büyük bir güven vermişti. Gece sokakta olmaktan hiç korkmuyordum..Bu da diğer kızların yaşadıklarının tam tersi bir durumdu. Diğerleri belki okulda süper talebelerdi, derslerinden iyi notlarla sınıf geçerlerken, hava biraz karardı mı tek başlarına bir yerlere gidecek cesaretleri yoktu, tek başlarına hiç bir şeye cesaretleri yoktu  çünkü öyle koşullanmışlardı ..Bendekiyse bir çeşit aptal cesareti gibiydi belkide. Çünkü ada ne kadar emin bir yer olsa da , mesela kış geldiğinde,  yeterince kalabalık bir şehir olan  İstanbul'un o tenha sokaklarında gecenin bir vakti  genç bir kızın yanlız eve dönereken ne gibi tehlikelerle yüz yüze gelebileceğini düşünmemek  sanırım benim ve ailemin bu konudaki aşırı rahatlığımızdı..


Babamın genç yaşta Parkinson hastalığıyla başlayan mücadelesi, ağbimin Israel'den döner dönmez eşiyle çıkmaya başlayıp evden neredeyse yine tamamen uzaklaşmış olması beni bazı konularda tek başıma bırakmıştı. 17 yaşımda bile eğer bir yerlere beni götürecek birileri yoksa ki annem de araba kullanmadığına göre kendi başımın çaresine bakmak zorunda kalabiliyordum.. Mesela bir geceyi hiç unutmam..  en samimi arkadaşım bendeydi ve saat 23:00 olmuştu ve eve dönmesi gerekiyordu; o an ağbim yoktu ve babamıysa rahatsız etmek istemiyordum .Ben seni bırakırım merak etme dedim. Arkadaşım sonuçta bizim evden üç sokak ileride oturuyordu. Neyse ikimiz beraber çıktık yola. Bizim sokağın köşesini daha yeni dönmüşken arkamızda bir adam belirdi birden, karanlıkta hemen dibimizde adamın elini kemerine attığını farkettiğim gibi kalbim bir anda kuvvetle çarpmaya başlamıştı..Adam gece yarısı neden arkamızda kemerini açmaya kalksındı ki? Niyeti ne olabilirdi? O an sokak bomboştu, etrafta tek bir insan yoktu.. Yani o adam ve biz iki genç kız yanlızdık oralarda ..Ne yapacaktık?  Arkadaşımı alelacele arkamdan çekerek önüme ilk çıkan apartmandan  içeri girdim ( şansımıza kapı açıktı ) ..birinci kata koşarak çıkıp yine elime gelen ilk zile parmağımı basarak" Lütfen kapıyı açın, arkamızda bir adam var" diye bağırmıştım . çok şanslıydık ki kadın bize kapıyı açmıştı.. Zavallı babam o saatte o bayanın evinden açtığım telefondan sonra birazdan bizi gelip almak zorunda kalmıştı ..

Seneler sonra bir gece turu dönüşü bizim tur şoförlerinden birine gece beni evime kadar bırakmasına gerek olmadığını  Şişli meydanında inebileceğimi söyleyerek nasıl bir halt yediğimi hatırlarım. Sanki adama iyilik borcum vardı. O saatte genç bir bayanın Şişli Meydanında işi neydi?? Otobüsten indiğimi hatırlıyorum, sokaklar kimi yerlerde daha bir aydınlık, kimi yerde iyice karanlıktı.. sanırım Cumartesi idi, o yüzden gecenin biri olmasına rağmen hala daha kısmen belli bir trafik vardı.. Meydanda hızlı adımlarla yürürken birden bir arabanın beni ağırdan takibe aldığını farkettim. Araba ağır ağır arkamdan geliyordu. O an beynimde senaryolar canlanmaya başladı.. Arabanın içinden çıkan iri yarı bir adamın beni zorla araca sokmaya çalıştığını hayal ettim . Kalbim birazdan duracakmış gibi çarpmaya başlamıştı. Neyseki İstanbul'da sayıları bolca olan taksiler böyle anlarda hemen yardıma yetişirlerdi. Saniyeler içinde kolumu kaldırarak hemen o an bir tanesinin  içinde buldum kendimi. Adama kusura bakmayın sadece iki sokak ötede oturuyorum ama çarem yoktu derken , taksi şoföründen bile bir an, Ya o da bana bir şey yaparsa ! diye devam eden korku halimi anımsıyorum...

Bunun gibi bir çok şeyler başımdan geçti genç kızken.. Gündüz vakti bile,  kadına, kıza aç erkekler bayanları rahat bırakmazlardı İstanbul'da .. Fakat bu tip şeyler beni pek durdurmamıştı o zamanlar. Arkadaşlarımla, ya da özel birisiyle çıktığımda ne kadar rahatsam, kendi başıma da Üniversite'den çok yakın bir arkadaşımla, iki genç kız, iki kafadar serüvenci bayan geceleri tiyatroya, sinemaya konserlere gitmeye devam ettik biz.  O benden de rahattı.  Hala da öyledir. O hala bugünlere dek tek başına Afrika'ya, Kamboçya'ya kadar uzanmaya devam eden bir maceraperesttir..

Bugünkü İstanbul'da yaşasaydım çocuklarıma istedikleri saatlere kadar sokaklarda gezinmelerine izin verebileceğimi zannetmiyorum.. Dünyada kadınların en az emniyette oldukları ülkelerin başında geliyor Türkiye.. Anne babanın çocuğuna olan güveniyle ilgili olmayan şeyler de çevreden size gelebilecek zararlardır.. Türkiye'de bugün her sene öldürülen kadın ve çocukların sayısı çok çok yüksektir. Bir tarafta son derece modern bir toplum vardır Türkiye'de , diğer tarafta gittikçe daha çok kapanan, kapandıkça daha çok agresifleşen başka, büyük, kocaman bir kitle vardır yine aynıTürkiye'de...

Ama ne yazık ki sadece Türkiye'de değil dünyanın her yerinde kadın her zaman erkek kadar rahat değildir. İstediği gibi rahat bir şekilde yaşayamıyabiliyor.. Kadınların fiziksel olarak erkekler kadar güçlü kuvvetli olmayışları erkeklere bugüne dek kimi yerde aldatıcı bir üstünlük sağlıyor gibi. Bugüne dek ataerkil toplumlardan, tutucu ülkelerden, liberal toplumlara kadar her yerde kadınlar kimi anlamda hedef olmaya, zarar görmeye devam ediyorlar.. Moral değerleri yeterince gelişmemiş, maçoist, mental olarak dengesiz erkekler hala daha  her yerde kadınlar için tehlike olmaya devam ediyorlar. Hasta toplumların yanında sağlıklı toplumların içinde de yaşayan hasta insanlar kadınlar için bu dünyayı erkeklere göre daha az dost hale getirmeyi becerebiliyorlar her zaman..



Batya R. Galanti

7 Şubat 2020 Cuma

  Bir filmin ardından...
                                           
Son senelerde neredeyse hiç televizyon izlemez oldum. Belki de internetin yeterince beni oyalamasındandır bu. Daha çok okumak, daha çok kendi istediğim şeyleri araştırmak ve klipler izlemek internetin sunduğu büyük bir lüks galiba. Eh hal böyle olunca öyle çok televizyona ihtiyacınız kalmıyor. Halbuki bugün televizyon da sadece önünüze konulan programların ötesinde yine fazlasıyla alternatif sunmuyor da değil. O kadar farklı kanallar var ki. Yine de sabrım kalmıyor benim..

Ama geçen gece ev çok sessizdi. Eşim erkenden yatınca, oğlum çoktan uykuya teslim olduğu halde, kızım da arkadaşlarıyla dışarıya çıkınca birden benim  canım sıkıldı . İnterneti bir kenara bıraktım ve salona gittim, kocaman ekranı açmak için uzaktan kumandalardan birini aldım elime... Kumandadan biri tv diğeri iletişim kutusunu çalıştırıyor. Kumandalardan bile öyle çok anlamıyorum artık  ( pek kullanmadığım için ) ..Ve bir diğerinden Netflix'e girdim.. Bir film izlesem fena olmaz dedim. Saat 22:00. Bu saatte başlarsam izlemeye. Yorgunum biraz ama eğer yarım kalırsa daha sonra bir ara devam ederim diyorum.

Karşıma ilk çıkan filme şöyle bakınmaya başladım  Sefil haldeki bir ufaklık boş bir tren vagonunda panik halinde birisini arıyor. Sürekli bir camdan diğerine koşarken Guddu, Guddu diye haykırıyor çaresiz..Hayatımda gördüğüm belki de en sevimli çocuklardan biri.  Insanı kendine çeken bir çocuk bu. Film belli ki kısa bir süre önce başlamış.  Çocuğun esmer yüzü, kocaman simsiyah zeytin gibi gözleri    korku dolular. 

Bu film güzel olmalı dedim. İngiliz-Avustralya ortak yapımıymış.. Başrolde oynayan oyuncular arasında Nicole Kidman 'in ismini gördüm. Sanırım ben bu film hakkında iyi eleştiriler duymuştum zamanında. Tam isabet olmalı..Gerçek bir hikayeden uyarlanmış olduğu da en baştan belirtilince sırtımı iyice arkama yasladım, ayaklarımı ileriye uzattım.

Hindistan'ın son derece fakir mahallelerinden birinde; iki kardeşin yan yana yattıkları yataklarındaki konuşmalarıyla başlıyor hikaye. Büyük kardeşin adı GUddu, küçükse Saru... Öyle bir evde  yaşıyorlar ki, bu derece sefalet nasıl olur diye düşünüyor o an insan.  Yerde bir şeyin üzerindeler.. Belki de eski bir şilte bu..Üzerlerinde pijama değil günlük kıyafetleri var.. Yüzleri, saçları temiz değil.. Nasıl olsun ki?  Büyük çocuk kalktığı yatağından alelacele giyinirken sabahın erken saatinde okula değil tren istasyonuna doğru yola çıkıyor. Dilenmek için! Gömleği o kadar pis ki sanki bir hafta önceden hatta belki on gün belki de daha evvelden beri üzerindeymiş gibi  .  Aynı gömlekle yerlerde günlerdir para, yiyecek, içecek aradığı belli..  Beş yaşındaki Saru onunla gitmek istiyor. Sana yardım edebilirim diye inat ediyor ve sonunda ağbisini ikna etmeyi başarıp birlikte yola çıkıyorlar. Eski bir bisikletin üzerinde toprak yollardan şehrin merkezine doğru yol alan iki çocuğun hayatlarının sonuna kadar değiştiği günü çiziyor film.. Annelerini geride bırakarak kaderin kollarına emanet olan milyonlarca çocuktan birinin baştan sona  değişen yaşamıyla, bir diğerinin başlamadan biten hayatını gözünüzün önüne taşıyor film...
Kucuk Saru'yu gecenin bir yarısı uyuyakaldığı bankta bırakarak, tren raylarında para aramaya gidip geri dönmeyen ağbisi Guddu. Ve ağbisininin izini kaybettikten sonra boş bir tren vagonunda bir şehirden diğerine kilometrelerce yol almasıyla kayıplara karışan ufaklığın ilginç hikayesi.

Bu film beni çok etkiledi.. Ertesi akşam bizimkilere yemek sonrası hep birlikte izlemeliyiz dedim.. Ve ikinci kez onlarla izledim. Gal'i ikna etmekse zor. O kendi istedikleriyle meşguldür. Onu bıraktım kendi haline... Bir kez daha ağladım.. En çok Guddu'ya ağladım.. Annesine bir kaç kuruş para getirmek için  trenin altında ezilmesine. Saru'nunsa tesadüfen değişen kaderi herkese nasip olacak türden değil . Hindistanın sefil sokaklarından yetkililer tarafından  götürüldüğü zindan gibi bir yetimhaneden alınarak taşındığı Avustralya'da ona her türlü imkanları tanıyan iki güzel insanin ellerinde büyüyecek kadar şanslı olmuş sonunda Saru.

Hindistan'da her yıl 80.000 çocuk kayıplara karışıyormuş. Binlerce, bir yerden sonra milyonlarca çocuğun yaşadıklarından bir kesitti idi bu film..

Genç kızlığımda İstanbul'da tesadüf ettiğim kimi fakir çocukları hatırladım. Sultanahmet'te kart postal satan çocuklar vardı. Süleymaniye'de de ... Aslında Saru kadar kötü durumda görünmüyorlardı bir çoğu.. Aralarında sadece iki kardeş daha bir zavallıydılar ki bu yüzden onları hiç unutmadım...
Kış günleri alelacele yapılan Süleymaniye öğleden sonra turlarında sık sık karşıma çıkarlardı. İki kardeştiler. Biri erkek biri kızdı.. Çok küçüktüler daha.. Kılık kıyafetleri çok kötüydü. Üzerlerinde onları soğuktan koruyacak bir şeyler yerine incecik elbiseleri vardı diye anımsıyorum.. Selpak mendil satarlardı. Beni her gördüklerinde " Merhaba abla, mendil isterler mi? " diye sorarlardı. Ben de turistlerin ilgilerini çekmeye çalışırdım onlardan mendil alsınlar diye.  Kim bilir kazandıkları azıcık parayı kime verirlerdi? Anne babalarına mı? yoksa onları çalıştıran bir grup yan kesiciye mi?

Israel'e gelmeden son turlarımdan birinde onlara vermek istediğim kimi şeyler satın almıştım. Okula başlayacaklarını biliyordum. Defterler, kitaplar, boyalar ve kalemler almıştım. (Büyük bir şey gibi) Ama o tura çıkmayınca arkadaşımdan rica etmiştim benim yerime versin diye.. Onları bir daha hiç görmedim.. Keşke onlara palto alsaymışım ve ayakkabı ve..... Neden aklıma gelmemişti diye düşünmüştüm çok kez..

Yirmi otuz yıl evvel dünyanın kimi yerlerinde çocuklar el bebek gül bebek büyütülürlerdi.. Endüstrileşmiş ülkelerde fakir çocuklar ülke nüfusuna oranla düşüktü. Fakirlik denince algılanan kriteryonlar yine bunlardan farklıydı.. Yirmi, otuz, ya da elli yıl , ne kadar zaman geçerse geçsin yine Hindistan, Bangladeş, Afrika ülkeleri için yaşam aynı şekilde devam ediyor..Değişen hiç bir şey yok. Hangi coğrafya'da dünyaya geldiğiniz bugüne kadar kaderinizi belirleyen en temel şeylerden bir tanesi...

Keşke tüm dramatik başlangıçlar Saru'nun hayatı gibi daha gülümsetici bir sonla bitse. Keşke çocuklar Güddu gibi bir parça ekmek için hayatlarını kaybetmeseler. Keşke yaşadığımız dünya daha eşit, daha adil olsa...





Batya R. Galanti







4 Şubat 2020 Salı



                                      Trump'ın Barış Planı



Geçtiğimiz hafta Donald Trump "Yüzyılın Planını"  açıkladı nihayet.. Uzun zamandır Israel-Filistin Antlaşmazlığına bir çözüm getireceğine inandığı planı önümüzdeki Israel Seçimlerinden iki ay önce ve 2020'nin sonlarına doğru gerçekleşecek Amerikan Başkanlık seçimlerine az bir zaman kala            " Yüzyılın Planı"'ni Israel Başbakanı Netanyahu ile birlikte düzenledikleri ortak basın toplantısında açıkladılar. İki Lider kendilerinden emin gülümser ve konuşurlarken, barışın yapılması gerektiği taraflardan biri bu toplantıda bulunmuyordu bile..


1993'ta imzalanan Oslo Antlaşması sonrası duyduğum heyecanı anımsıyorum. Arafat gibi bir terörist'in silahı bırakıp kağıt üzerinde verdiği sözleri tutacağını zannettiğim zamanlardan çok şeyler geçti...Ama en çok ta savaşlar ve II. bir İntifadayı da getiren nice buluşmalar ve zirveler oldu bugünlere dek...

Israel Filistinlilerin haklarını vermiyor diyen dünyanın bilmediği ve pek söylenmeyen şeyler de oldu..

Uzaktan davulun sesi hoş gelir sözü aklıma gelir ; "Toprak verin barış alın!!! dediklerinde..

Yıllar evvel Türkiyenin güney doğusunda Erzincan'da dünyaya gelen bir arkadaşımla Türk-Kürt sorununu tartışırken ona şöyle demiştim; " Türk olsaydım bu kadar çok askeri bir karış toprak için feda edeceğime, bir milleti bu derece mağdur bırakacağıma Güneydoğu bölgesini seve seve onlara verirdim " deyince , bir an geçirdiği şaşkınlıktan sonra;  "Peki aynı şeyi Filistinliler için de söyleyebilirmisin ?" diye sormuştu.. .. Sanırım kim olsa aynı şeyi sorardı.

Israel'in Türkiye Cumhuriyeti topraklarından çok daha küçük bir toprak parçası üzerinde kurulmuş olması bir tarafa, Yahudilerin bölgedeki Arap Halkları karşısındaki hassas stratejik konumu, ve buralardaki Arapların bir kısmının Batı Şeria bir diğer bölümünün Gazze'de yerleşmiş olmalarının getirdiği diğer bir sorun, aralarında bir birlik olmamasının getirdiği önemli fikir ayrıcalıkları ve Israel'in varlığını ezelden beri reddetmeleri  Israel-Arap çatışmasını diğerlerinden ayıran önemli farklılıklardan bazılarıdır..

2000 yılında Camp David'de Ehud Barak'ın Arafat'la Bill Clinton tarafından biraraya getirildikleri büyük zirveyi kimse pek konuşmaz. O zirvede Israel'in Araplara neleri vadettiği kimse tarafından bilinmez nedense. Israellilerden başka..  Ehud Barak 'ın  Arafat'a tarihin hiç bir döneminde görülmemiş tavizlerle geldiği Camp David'te  Yeruşalayimi Filistinlilere sunduğu konuşmalarının  sonunda barışı kabul etmek yerine  Arafat'ın Ortadoğu'ya tek bir niyetle geri dönüşünü bilen pek yoktur.  Karşısında barış yapmak için her türlü tavize hazır gördüğü Israel'i daha da köşeye sıkıştırmayı tercih etmiş olan Arafat'ın yeni bir İntifada'yı başlattığı bilimmez . Böylesi bir Arafat'a Nobel Barış ödülü layik görülmüştü.

                                                      2000 Yılı, Camp David gorüşmeleri..

1990'larda Israel kamuoyunda barışa şans vermekten yana çok daha büyük bir kitle vardı. Solun hala ses getirdiği zamanlardı o zamanlar.. Barış için toprak vermeye hazır olan çok daha fazla insan vardı!!

Geçtiğimiz haftaysa yeni bir plan ortaya konuldu!

Donald Trump, o bildiğimiz tavrıyla ekranlarda, el kol işaretleriyle kendinden çok emin konuşurken ben ilk kez işime bakmaya devam ettim. Barış planını merak etmeme rağmen öyle pek umudum ve heyecanım kalmadığı için sanırım..Yeni bir dönemin başını gösteren bu basın toplantısını işimi gücümü bırakıp izlemek için televizyonunun karşısına oturmadım bile . Daha sonra bakarım dedim..
Planda nelerin ön görüldüğü çok mu önemliydi ?.. Gerçekler ortadayken kimin ne dediğinin ve neleri emrettiğinin çok önemi yok sanki..

Seneler evvel bundan çok daha iyi şartlarda çözülmemiş olan bu derin problemin bugün sunulan Donald Trump'ın getirdiği şekilde çözülmesi mümkün görülmüyor ... Israel'in güvenliğini en başa alan ve Yahudiler için son derece iyi şartlar getiren bu yeni planı Arapların kabul etmesini kimse bekleyemezdi..

2017'de Trump'ın Yeruşalayimi Israel'in sonsuz başkenti olarak tanıdığı günden beri Trump yönetimiyle ilişkisini kesen Abu Mazen'in bu toplantının yapldiği salonda olmadığı şekilde barış şartlarına evet diyeceğini beklemek tabii ki hayalperestliktir..

Peki, son derece zavallı bir durumda olduğunu iddia eden bir halkın bir yerden başlaması için bir fırsat olarak görülebilirmiydi bu plan?  Filistin Halkının kalkınmasını da öngören bu planı  Ekonomik yönleriyle düşündüğümde; ellerinde  hiç bir şey olmadığını iddia eden bir halk varsa eğer, şu an için hemen bir antlaşma beklenilmeyen bir planı ellerinin tersiyle ilk günden geri çevirmek yerine tartışmaya hazır olmak belki de onlar açısından daha olumlu olmazmıydı yine de ? Sonuçta  kaba şartlarla çizilmiş bir plana hemen yok dememek?


Planın açıklandığı günün ertesinde Haifa Üniversitesinde Arap öğrenciler  protesto gösterileri yaptılar  " Denizden Ürdün Nehrine kadar!!" diye bağıran öğrenciler  Israel'den sadece belli yerlere talip değiller!! Akdenizden itibaren  ..... İstenilen yerler bütün topraklardır...

50 Milyar dolarlık bir paket yardımla başlayacak herşey...Yenilenecek altyapı, kurulacak bir enerji santralı, sınır geçişlerinde getilecek kolaylıklar, Turizm için hazırlanacak altyapı, kargo termnalleri,  hastaneler, klinikler, yeni iş alanları, çevreyolları, tren yolu vs...Bütü bunların olması fena mı olurdu acaba?

Demokrat bir devletin sahip olması gereken şeffaflık, adaletle birlikte  yolsuzluklardan uzak bir yönetim altında kurulması ön görülen Filistin ( bugüne dek başaramadıkları demokret yapıyı nasıl kuracakları büyük bir soru işareti olsa da ) .. Sınırlarını korumakla görevli olacak devletse Israel.. Silahtan arındırılacak olan Hamas ve tüm diğer örgütler için bir dönemin sonu demek olan bir barış planı, Israel'in varolma hakkını tanımaları ise Filistin yönetiminin ilk yapması gerekenlerin başında ..
Dünyanın en uzun yer altı tüneli ile birleşecek olan Gazze ve Batı Şeria'nın bu şekilde aynı devletin bir parçası olmaları sağlanacak ve Batı Şeria'da bugün yaşadıkları tüm topraklar  Yeruşalayim'in doğusunda kalan bölgede ilan etmeleri söz konusu olacak olan başkentleri . Tüm bunlar barış planının bugünkü kimi şartları ...

Bunların yanında , Batı Şeria'da halihazırda bulunan ve işgal yerleri olarak adlandırılan yerleşimlerin Israel'e bırakılması. Yeruşalayim'in Yahudi Devletinin ebedi başkenti olarak kalması, Filistin'in güveliğinden yine Israel'in sorumlu tutulması dışında hava sahasının da Israel'in kontrolune bırakılması onlar için adil görünmüyor!

                                             Batı Şeria'daki Yahudi yerleşim yerleri..

Bu plan önümüzdeki hükümetin Batı Şeria'daki yerleşim yerlerini sonsuza dek Israel'in kendi mutlak  egemenliği altına almak kararını açıklaması için kapıyı açmıştır. Israel'in güvenliği için son derece startejik olan bu  yerlerden çıkmak ne kadar sorunluysa Israel'in buraları kendi egemenliği altına aldığını açıklaması da beklenen barışı getirmeyecetir mutlaka..

1967'de kendi isteğiyle girmediği bir savaşın sonucunu bugüne dek kimseye kabul ettiremeyen Israel uzun senelerden beri buralara yeni yerleşim yerleri inşaa etmeye devam etti. Bize saldıranların katlanmak zorunda kaldığı bir sonuç gibidir bu! Bugün yüzde sekseni Filistinli Araplardan oluşan Ürdünün  varolan Filistin Devleti olduğunu bilmeseler de bu devletin zamanında Israel varlığını reddetmsinin ve saldırganlığının sonuçları 67'de kendisinden alınan Batı Şeria ve Yeruşalayim olmuştur..

Filistinlilerin Israel Dışındaki Mültecilerin Israel'e dönmelerine izin verilmesi ise Israel için barış değil yok olmasıdır!. Aklı olan her normal insanın anlayabileceği bir gerçektir bu. Bugün farklı Arap ülkelerinde yaşayan  6 milyondan fazla Arabın Israel'e göçü Israel'deki Yahudi varlığının mutlak sonudur.  Yahudiler böyle bir şeyi nasıl kabul edebilirler?

Kısacası durum gerçekten karışıktır..

Barış ufukta görülmezken, tek korkum bu planın yeni bir İntifada'yı başlatmamasıdır. Uzun süredir, Gazze'den Israel' e gönderilen patlayıcı yüklü balonlar, roketler , atılan bombalar zaten bitmiyor . Her an Gazze sınırındaki gerilim daha kapsamlı bir operasyon ihtiyacını gerektirecek şartları da getirir gibi zaten.. Ya da daha büyük bir çatışmayı da beraberinde ...Gazze'yi bıraktığından beri Gazze sınırında yaşayan insanların hayatı nasıl bir cehenneme dönmüştür bunu sadece burada yaşayanlar bilirler...Dünyanın bilmediği başka gerçekler de bunlardır..

Batı Şeria ise şimdiden karışmış durumda. Abu Mazen, Israel ve Amerika'yla ilişkilerini kestiğini, kimseyle konuşacak bir şeyi olmadığını çok geçmeden açıklamıştır. Bu da onların barışa olan özlemlerinin bir başka yansımasıdır!!



Batya R. Galanti









  Vahid Beheshti @Vahid_Beheshti In spite of all the propaganda by the regime of the Islamic Republic, the people of Iran continue to risk t...