30 Aralık 2021 Perşembe

Omikron'la gelen yeni sene

Korona'nın son atağı olan Omicron, heryerde olduğu gibi burada da hızla yayılırken akıllara iki ihtimal geliyor; ya bu defa başımız tam dertte ya da iki senedir dünyayı etkisine alan bu görünmez bela, hızla yayılan bu yeni variantla birlikte sona erecek.  Şu anki hızla bu pandemi bu safhada toplumun tümüne yayılarak hepimizin bu hastalığa bağışıklık göstermemizin yolunu açacakmış gibi görünüyor.

Zaten buralarda ilk zamanlar kısmen sıkı tutulan tedbirlere karşılık bugün artık lafını hiç geçiremeyen, ne yapacağını bilmeyen bir başbakanın, politik hesapların ardından bir saatten diğerine değişen kararlarıyla, hiç olmadığı kadar başı boşluğun hakim olduğu bir yerde yaşıyor gibiyiz! 

Halka yurt dışına çıkılmamasını tavsiye ettiği günlerde, kendi eşinin çocuklarını da alarak seyahate çıkarak  gösterdiği umursamazlıkla inanılırlığını iyice yitiren bu lider, zaten öz disiplinden uzak olan bu milleti iyice hiç laf dinlemeyen bir kıvama getirdi.

Kimileri  Omicron'un Covid-19' un "kuvvetten düşmeye" başlayan bir variant'i olduğunu iddia etseler de kimi profesörlere göre bundan emin olmak için şimdilik erken. Covid'e yakalanan kişi sayısı arttıkça, ağır hasta sayısının artacağıysa belli bir şey. 

Bu yetmezmiş gibi Israel'de her sene yapılan grip aşısını olanlarda da olan düşüş sonucu bir de gripten dolayı ağır yatan hastalar  hastanelerdeki yoğunluğu şimdiden yükseltiyor.

O zaman çocuk gibi davranarak nereye varılır? Eğer  ıssız bir adada tek başımıza yaşamıyorsak, her birimizin bir parçası olduğu bir toplum içindeysek, canımızın istediğì gibi, başımıza buyruk, özgür ya da izole birer yaratıkmışız gibi davranamayız.

Madem ki başka insanlarla birlikte yaşamak durumundayız, birlikte aynı mekanı paylaştıklarımıza, aynı büroda çalıştıklarımıza, aynı ortamda yemek yediklerimize karşı yükümlülüklerimiz olduğunu hatırlamalıyız.

Madem ki bizler artık çocuk değil, topluma başka bireyler yetiştiren yetişkinleriz, kendimiz ve çevremiz için doğru olanı kavrayacak kadar bir mantığa sahibiz mutlaka. Eğer son derece egoist değilsek!! (?)

Toplumun sağlığını korumanın sadece kendimizi düşünerek mümkün olmayacağını bilmeliyiz.

Bir başbakan yeteri derecede inandırıcı değilse bile ne farkeder??  Bir başbakan iyi bir lider değilse, yetkilerini doğru kullanmayı beceremiyorsa  da bize ne bu durumdan?? Böyle bir pandemide insan sevdikleri için,  " büyükleri " için ve diğerleri için gerekli kurallara uymalıdır.

Siz çok genç olabilirsiniz, ancak orta yaşa gelmiş anne babanız, ileri yaşta olan büyükleriniz vardır. Kişi yakınlarına ve diğerlerine karşı yükümlüdür.

Konserler iptal edilmedi diye anne  babasını ya da anneannesini düşünmeden bir konserden diğerine gidiyorsa bir genç,  bir de her konserde tahminen maskesini de kısmen indiriyorsa, yapabileceğimiz çok fazla bir şey kalırmı?

Gençlerin özgür yaşantılarına karışmamız mümkün değilken yeterince büyümüş bir insanın kimi şeyleri kendisinin tartabilmesi gerekir

Şimdi keyfime bakayım, hasta olursak düşünürüz deme lüksüne sahip olduklarını inanan insanlar çok!! Ve onlar  diğerlerinin kaderlerini değiştirenler olabilirler.

Şu an tek bildiğimiz, Hükümetin geçtiğimiz hafta bahsedilen, Pfızer firmasının, her kutusu yüksek fiyata mal olan ilacını Israel'e getirdiği. Bu ilaçları durumu ağırlaşma gösteren hastalarda kullanacak olan Israel Sağlık kurumlarının desteğiyle bir çok kişinin hayatı kurtulabilecek diye ümit  ediyorum.

Şimdilik ilacı kullanmış olan Amerikalı bir bayan, çok rahatsızlandığı andan itibaren kendisine yapılmaya başlanan tedavinin bir mucize yarattığını anlattı.

Arada Israel'de üretilip, deneme safhasında %100 başarı gösterdiğini iddia ettikleri " amore18"  (akla bambaşka şeyler getirse de 😅 Corona'ya karşı kullanılmak üzere üretilmiş bir ilaç bu) hastaları bir iki günde ayağa kaldırırken, semtomlarda büyük oranda iyileşme görüldüğü söylenirken şimdilik bu ilaç daha  Israel Sağlık Bakanlığı tarafından onaylanmamış.

Dilerim şimdilik Pfizer'dan getirtilen ilaç insanlara bir kurtarıcı olsun. Dilerim dünyanın her köşesinde ihtiyacı olacak herkese bu ilaç ulaştırılsın bir şekilde. (!?) Dilerim, iki senedir dünyayı kısmen felç eden pandeminin, bu yaşadığımız son dalgası olsun.

Bu cuma günü gireceğimiz yeni senede artık  Covid-19'un sonunu görmemizi diliyorum!




28 Aralık 2021 Salı

Parfüm severmisin diye sordu birisi 

                 

Geçen gün birisi sordu; "Parfüm severmisin?" diye...

Güzel kokan, insana mutluluk ve keyif veren bir şey neden sevilmesin?

Tabi alerjik değilseniz eğer....

İçimize çektiğimiz gibi ruhumuzda bir anda devrim yapan hoş bir kokunun olumlu etkisinden hoşlanmamak mümkün mü?...

Güzel olan herşey gibi. Hayatımıza olumlu etki yapan herşeyi severiz biz insanlar.... Gözümüze, kulağımıza, ruhumuza hoş gelen şeyleri sevmek doğamızın vazgeçilmez bir parçasıdır. 

Ve sevdiğimiz şeylere sahip olmayı arzu etmek....Bazen  sadece dokunmak,  hissetmek ve koklamak....bazen de  hayal etmek....kokusunu ve dokusunu..

Hayallerimiz, duygularımız ve duyularımız..... bir orkestra gibi,  aynı bedende ortak bir amaç için hizmet ederler.... bir bütünün parçaları gibi.....ve  ahenk içinde işlerler...Hayatı, olayları, insanlarıhep duyularımızla algılarız. Bizde olumlu hisler yaratanları kendimiz için isteriz..  gözümüzden kalbimize yansıyan güzellikleriyle, kokuları ve dokunuşlarıyla...

Beynimize. kalbimize sinyal veren herhangi bir duyumuz diğerlerini de harekete geçirir. Bedenimizde uyanan olumlu hislere neden olan bir şeye dönüşür bazen, tek bir ses, bir bakış ve bazen de bir koku..

Geçenlerde, Dove sabunlarının yeni bir esansla piyasaya sürülmüş bir ürününü aldım süpermarketten. Hatta öyle pek bilinçli bir seçim bile değildi bu.  Banyodan çıktığımda kendi bedenimden çıkan kokudan ben sarhoş oldum. Temizlik hissinin dışında bir şeydi bu. Bu defaki sabun kokusu o kadar farklı geldi ki. Sanki özellikle parfümlerle yıkanmışım gibiydi. Çok hafif ama adeta insanı bir anda mest eden bir esans gibiydi burnumu dolduran.

Kimi zaman bir insana, kimi bir şeye, hatta bazen bir yere bile bizi çeken kokular vardır.

Parfüm ne kadar doğal, ne kadar hafifse o kadar çekicidir bence. Ve bir o kadar da davetkar olabilir. Çoğu çiçeklerden yapılan esanslar, temiz bir bedene sürülmelidirler. Yapılan banyonun ardından,  güzel  bir temizlik ritüelinin bir parçası olarak kullanılmalıdır parfüm. Amacına ulaşması sadece bu şekilde mümkündür.

Sosyal ortamlarda, kadınların süründükleri parfümlerin bıraktığı kokunun etki alanına giren erkeklerin sayısı az değildir.  Belki bu da kocaman fiyatlara satılan parfümlere olan ilginin hala daha yeterince fazla olmasının nedenini açıklıyor.

Gecenin bir vakti girdiğimiz asansörde kalan parfümün  kendini yeni bir randevuya full hazırlamış genç bir bayanı hatırlatması tesadüf değildir sanırım.

Parfüm kendimizi hala daha taze ve genç hissetmemizi sağlayabilir.. Parfüm bize olumlu enerji verir.

Ancak hiç bir şeyin çok yoğun hali makbul değildir. Hafiften burnunuza dokunacak şekilde olmalı, sizi boğmayacak dozda bir şeydir bu.

Aslında seneler evvel  yapılmış bir araştırmada, insanın kendi doğal kokusunun karşı cinse en çekici gelen koku olduğunu keşfetmişler.

Temiz bir ten üzerindeki, insanın kendi hafif ter kokusunun olası her parfümden daha cazip olduğu ortaya çıkmış.

Deneklere, hangi bluzun üzerindeki parfümden hoşlandıklarını sorduklarında, kadınlar genelde erkeğin kendi beden kokusunun olduğu bluzu seçmişler. ( tabii bu günlerce yıkanmamış bir erkeğin beden kokusu değil, temiz bir bedenin bir an için terlemisiyle çıkan doğal kokusu bu )

Kokular bununla sınırlı değiller tabi... Mekanlara ait kokular da vardır.

Tarlalardan, bahçelerden geçtiğimizde burnumuza gelen bitkilerin, çimlerin, çiçeklerin kokuları vardır... yağan yağmurların ardından,  bize bizim belki de nereden gelmiş olduğumuzu hatırlatan toprağın kokusu vardır...

Çocukluğumuzu anımsatan kokular vardır; mesela çikolatalı kekin kokusu gibi, fırından çıkan kekin tüm eve yaydığı koku sıcak bir aile ortamını anımsatabilir... Gerilerde kalan, kardeş kavgalarımızı. Son kalan parçayı paylaşamadığınız küçük kardeşinizle birbirinizi iyice sinirlendirmeye başladığınızda sizi susturmaya çalışan, yine mi kavga ediyorsunuz diye azarlayan annenizin sesini anımsatır belki bir an.

Bir nostaljiyi geri getirebilir de kimileri. bir piponun kokusuyla birlikte eskilerden birini getiriverir aklınıza bazen

Kimi zaman bir ülkeyi bile hatırlatabilir size, bize belki de en çokta bana !

Vatanınızı..bazen de eskilerde kalan bir yeri..

Yosun kokusunu duyduğum zaman, İstanbul aklıma gelir.. Buradaki denizde yosun pek yoktur...yosunlar Tel Aviv sahillerinden, kuvvetli dalgalarla kopup derinlerde bir yerlere savrulmuşlardır sanırım....kala kala bembeyaz kum taneleriyle örtülü kumsallar kalmış bizlere...

Bana bir de buraları ilk gördüğümden aklımda kalan bir Israel kokusu vardır.. Buraya beni çeken kokuydu bu. Belki de bu kokuyu tek, hisseden benmiydim derken. İlk kez gördüğüne, kayıtsız şartsız aşık olmak gibiydi bu belkide.... Demek bir yere de aşık olur insan.

O  yer,  bazen bir memlekettir!! Çok tuhaf bir şey belki bu söylediğim. Benim için Israel öyleydi, çocukluğumda...O koku hep burnumdaydı. Başkaları ne hisseder, ne koklarlardı bilmem. Buraya ait olan herşeyde burnuma gelirdi o esans.

Eşim belki narenciye ( portokal, limon ve greypfurt) kokularıydı seni çeken der. Israel narenciye ülkesidir ya!!

Halbuki bir arkadaşım Israel'e en son turist olarak geldiğinde, merkez Tel Aviv'de kaldıkları otel'in hemen çevresinde geceleri volta atan homelesss'lerin bıraktıkları sidik kokusunu hatırlıyordu en çok. Onun için belki de Israel o çevredeki o yoğun idrar kokusuyla özdeşleşmiş bile olabilirdi. Bir başka arkadaşımsa, gittiğimiz Ulpan'ın hemen yanındaki falafelciden gelen ağır yağ kokusundan nefret ederdi.

Bense genç kızken Israel'den bana getirdikleri her hediyede, her pakette o hoş kokunun varlığını anımsarım. Ülkenin her yanına. her köşesine, her nesnesine sinmiş gibi gelirdi bana bu esans.... Çok eskiden, küçük kuzenimin de bu kokuyu aldığını hatırlarım...annemin de . O zaman demek ki ben o derece hayal görmüyor olmalıydım. 

Bu güzel koku Israel'e olan özlemimle bir olmuştu...

Bugüne dek her bahar geldiğinde, akşam yürüyüşlerine çıktığım gecelerde çiçeklenen dallardan yayılan yasemin kokuları beni mest eder.

Beynimde bir an için bir flaş etkisi yapar sanki.. Duyularımdan birinin bir anda tümünü harekete geçirmesiyle beraber, zihnimde kimi çağrışımlara sebep olur. Bahar aylarının gelişiyle uykuya dalmış taraflarınız yeniden canlanır gibi olur mu bilmem.  Bir defa daha hayata başlamak şansı verilmiş gibisinizdir bir an. Yeniden doğuş, yeni bir şans gibidir bu.  Çocukken, genç bir kızken kaybettiğim şansların arkasından Tanrı'dan bana yeniden bir kapı açılacağını ümit ederdim. Ve hayallerim o zamanlar çok daha geniştiler. Engeller daha önemsiz, umutlar en derin ufuklara kadar uzanabiliyorlardı benim için bir yerlerde. Ve her bahar gelişinde, her çiçeklerin yeniden canlanmasıyla bir kez daha içimdeki yeniden doğuş hissi başlardı uyanmaya.

Son senelerde artık, yeni gelen baharlar  etrafa yeniden saçılan parfümler kimi eskileri anımsatsalar da, hayatın omzunuza yüklediklerini taşırken bir çok şeyin farkına bile varmadan yanınızdan geçip gitmiş olduğunu anladığınızda, sevincinizi bir anlamda körelten zamanla bir anlamda belki de tekrar bir barış yapmanızın zamanının geldiğini hissediyorsunuz.



  


26 Aralık 2021 Pazar

Tabular

Kendinden 10 yaş genç bir sevgilisi olduğunu anlatmaktan çekinen bir dostumla konuşuyorduk geçenlerde. Türkiye'deki gibi mazbut bir toplumlarda, insanların sizin için belirlediği kimi sınırları aşmak daha zor olsa gerek. O insanla mutlu olup olmadığını sorduğumda, onunla çok mutlu olduğunu ancak çevresinin tepkilerinin onu rahatsız ettiğini söylüyordu.

Kimi tabuların hayatımızı yeterinden fazla etkileyebildikleri açık.

Aslında kadının erkekten yaşça büyük olmasının çevreyi rahatsız etmesini anlamak mümkün değil. Topluma zarar veren bir şey yapmadığınız halde, neden kişiler böylesi detaylarla kendilerini meşgul edip başkalarının hayatlarını burunlarından getirmeye kalkarlar acaba?

Ancak yine de, bazı üniversel tabulardan biri de birlikte olacak çiftin yaş farkları üzerine konulmuş sınırlardır sanırım. Genelde erkek kadından makul bir yaş farkıyla daha büyük olmalıdır diye bir algı epey yaygındır.

Kadınların erkeklerden daha çabuk çöktükleri fikri (?) üzerinden doğan bu kurala göre, erkek kadından daha büyük olmalıdır. Ancak bu standartta en fazla 10 yaş civarıdır. Bunun ötesindeki farlılıklar yeterince yadırganır. Sanki birilerinin hayatlarına zarar verecekmişsiniz gibi, sizi kınayanlara kadar yoğun tepkiler alabileceğiniz çevreler olabilir. Küçük bir kız çocuğu ya da reşit olmamış bir erkekle birlikte olmadığınız sürece başkalarının sizin özel hayatınıza karışmalarını anlamak mümkün değil desekte , toplumlar kendilerince belirledikleri sınırların aşılması kaygısını duyarlar hep.  Toplumu güvene alan, bildikleri, alıştıkları düzeni bozmamak önemlidir. Bu şekilde koyulan kurallar ve kimi toplumsal tabular bildikleri şekilde hayata devam etmelerini sağlar. Korktukları şey bu  çizgilerin aşılmasıdır. Kendilerini yeterince güvende hissedebilmeleri, tanıdık yaşam kurallarının,  toplumun tüm bireyleri tarafından itaatiyla mümkündür.

Örneğin, eskiden,  homoseksüelliğin yeterince tabu olduğu yıllarda insanlar bu olguyu ifade eden kelimeyi dahi ağızlarından çıkarmaktan çekinirlerdi. Böylece homoseksüalite öylesi bir yasağa dönüşmüştü ki,  homoseksüel eğilimleri olan insan kendi içinde sakladığı bu gerçekle, toplumdan dışlanmak korkusuyla, kendini büyük kompleksler ve yanlızlık içine terkedilmiş olarak bulurdu. Ve bu yolla homoseksüeller toplumdan uzak tutulurdu. 

Saint-Benoit'nin son sınıfındayken, hep birlikte fotoğraf çektirmek istediğimizde, Fransız öğretmenimiz, tahtada, hemen arkamızda yazılı olan,   Homo sözcüğünü silmelerini söylemişti.  ( ki  bu kelimenin birincil anlamı, human yani insan demekken, günlük konuşma dilindeki anlamıysa "Gay" yani homoseksüel demekti... )

35 sene önce bu kelime bile sadece Türkiye'de değil, dünyanın her yerinde tabuydu!!

Bugüne dek, kimi tabuların sadece, yeterince kozmopolitleşmiş,  kendini aşmayı becermiş belli başlı büyük şehirlerde yıkıldığını görürsünüz. Avrupa'da bile, küçük bir kasabada yaşayabileceğiniz yaşamla, büyük şehirdeki anlayış değişir.

Büyük şehrin kalabalığı arasına kapılıp giden kitleler içinde bireyler kendi seçimleriyle birlikte serbest bir hayat sürerler. Kimse kimsenin tam olarak ne yaptığına ne dikkat eder ne de umursar. İnsanlar birbirlerinden  haberdar bile değildir pek. Bu habersizlik olumlu ve olumsuz anlamda da mevcuttur.

Her ne kadar liberal bir yaşam içinde insanlar çok daha rahat bir ortamı yakalasalar da büyük şehirlerde kendi yanlızlıklarına terk edilmiş yığınla insan da vardır. Çünkü her kişinin kendi hayatını yaşadığı büyük kentlerde bir o kadar kayıtsızlık vardır. Bir taraftan, yolunda giden hayatlar en keyifli şekilde yaşanabilirlerken diğer taraftan bir şeyler ters gittiğinde, aynı yoğun hayatın içinde kaybolan insanlardan birine de dönüşebilirsiniz her an..

Tabu ne demektir peki? Tabu kelimesinin anlamına ve nereden geldiğine baktığımızda, kısa bir araştırmadan sonra, bu sözcüğün İngilizce'ye (taboo), Hawai'de yaşayan Polinezya halkının dillerinden biri olan Tongaca'dan girdiği söyleniyor.

1777'de İngiliz Kaptan James Cook'un Tonga'ya yaptığı ziyaretinde, bu toplumun içinde yeterince etkili olan kimi yasakları, kutsal sayılan kimi kural ve manevi kısıtlamaları açıklayan "tapu"sözcüğünü yeterince duymasıyla, bu sözü ingilizcede kullanmaya başlamış olmasindan sonra Tapu, İngilizcedeki şekliyle Taboo olarak çevrildikten sonra uluslararası kullanıma da bir şekilde yavaş yavaş geçmiş.

Tabu'ların bir kısmı evrensel olsalar da çoğu tabular, toplumdan topluma farklılıklar gösteriyor. Bir toplumda kesinlikle hoş karşılanmayan bir davranış başka bir toplumun temelini oluşturabiliyor.

Tabular konuya girdiğim noktadaki gibi sadece cinsel kimliklerimiz ya da toplumdaki cinsel hareketlerimizle sınırlı değiller tabi. Tabular hayatımızın her alanındalar.

Her toplum kendi gelenek ve görenekleriyle, kendi inançlarıyla kendi tabularını meydana getirmiş.

Toplumsal kodlar tabuları getirmişler.

Suudi Arabistan'daki giyim tarzıyla, Amerikan toplumunun alışkın olduğu kılık kıyafetler birbirleriyle kesinlikle benzeşmiyorlar.

Japonların yemek kültürü tamamen farklıyken, Hintlilerin sadece, çıplak haldeki sağ ellerini kullanarak yemek yemeleri Batı'da en az hoş karşılanacak hareketlerin başında gelebilir.

Birbirlerinin kültür yapılarını tanımayanların düştükleri hatalar büyük gaflara neden olsalar da, herhangi bir kültürü yerinde ziyaret ettiğinizde, o ülkeyle ilgili genel bir fikir sahibi olarak gitmemiz işimizi kolaylaştırabilir.

Sonuçta bu tip şeylerin tek kuralı vardır. Roma'da Romalı gibi yaşamak. Hindistan'da ellerinizle yemek yemeğe gayret göstermeniz gerekirken, yine Mısır'da da pita'yla humusu bandırarak yemeği becermek işin ince noktasına dönüşebilir.

Batı'ya gelen bir Ortadoğulu'nun çatal bıçak yerine hala daha ellerini kullanmaya çalışması insanlarda mide bulantısına yol açabilir.

Paris'te çarşafla gezen bir Suudi kadını kimi bakışları üzerinde hissettiğinde nedeninin ne olduğunu bilmek zorundadır. Geldiği yerin giyim kodunu benimsemeyen insanlar toplumsal tepkilere de açık olmak durumundadırlar.

Bazı tabular gerekli bazıları zamanla değişime uğrayabilecek türdendirler. Kimi tabular, eski toplumun, farklı zihniyetlerin geliştirdiği tabulardır ve modern hayatla değişen anlayış bazı yeni standartları hayata geçirmeye başlayarak bir devrim de yaratmaktadır.

Liberal toplumlar tabuları yıkmakta daha rahatlarken tutucu toplumlar buna daha az esnek bakabilmekteler.

Arada, gittikçe daha çok liberalleşen toplumlarda da zaman zaman kimi eski değerlere karşı geliştirilebilen "ters tabular" da ortaya çıkabilmektedir. Bu da benim anlamakta zorlandığım bir şeydir. Modernizasyonla kimi romantik değerlerin, kimi şeylerin birden bire yadırganması da liberal akımın standartlarıyla uyuşmamaktadır diye düşünüyorum. Liberal olduklarını iddia edenlerin liberal olmayan herşeye karşı gelebilmeleri de ayrı bir ikilemdir.Çünkü, " liberalizm" kelimenin tam anlamıyla insanların oldukları gibi yaşamalarına, her inanışa ve harekete toleransla bakmaksa, o zaman, liberal tabular da nereden çıkıyorlar birden? Örneğin bekaretini hala koruyan bir genç kıza karşı olmak ve onu yadırgamak toleranstan yana olan toplumla bağdaşmayacak bir çeşit ikilem değilmidir?

Derken, insanlar var oldukça,  her toplumun kendi tabuları ne yapsak var olacaklar. Tabuların bir kısmını yıkarken, diğer bir kısım yeni standartlar hep olacak, çünkü kişiler kendilerine göre sınırlar belirlemeyi severler. Herkes yaşadığı tolumdaki yeri bilmek ister. İnsanlar benimsedikleri yaşam feksefesini kanunlaştırarak kendilerini garantiye alırlar.  Böylece kendi standartlarında bir hayat sürmeleri mümkün olur.  Amaç hep bizim gibilerle yaşamaktır. Ve buna uygun toplumlar yaratmak.  

Her yemeğe oturuşumuzda masadaki yerimiz bile belli değilmidir? Bu yüzden insanların tabular belirlemesi de kendi sınırlarını bilmek için ihtiyaç duydukları hayat düzenini belirler sanırım.



25 Aralık 2021 Cumartesi

Yeni bir seneye girmeden en son karamalarımdan biriyle... Noel'i kutlayan dostlarıma sevdiklerimle en içten dileklerimi gönderiyorum

 

Kişisel şeylerimin olduğu çekmecemde eskilerden bir sürü kartpostallar vardır. Atmaya kıyamadığım kimi ufak tefek şeylerden biri de, insanların beni hatırlayarak, yazdıkları bir kaç satır kartlarıdır.

Bir kaç sene önce, Sainte Pulcherie'den çok sevdiğim bir dostum, Face'te birbirini bulmuş çoğu sınıf arkadaşımıza bir grup olarak mesaj atmıştı. Çocukluğumuz ya da gençliğimizde olduğu gibi birbirimize Yeni Yıl için kartpostal göndermeyi önermişti. Her birimiz grupta isimlerimizle adreslerimizi iliştirmiştik.

Ne güzel fikirdi yeniden eskiyi yaşatan bir anı bugün paylaşmak. Galiba  o da benim kafamda bir insandır. İlginçtir ki sevgili Anda'yla Sainte-Pulcherie yıllarında pek yakın değildik. Face'te bulduklarım içinde ise en çok yakınlaştıklarımdan birisi oldu...

Bundan beş altı sene evvel annesini kaybettiğinde birinden onun telefonunu bulmuştum. ( Aramızda kurulmuş güzel  dostluğun adına ) onla telefonda görüşmek istiyordum. Ve bir öğlen telefonunu çevirdiğimde, sesini otuz sene sonra ilk kez duyduğum Anda, onu tam mezarlıkta yakaladığımı söylediğinde, ( tam annesinin cenazesinden bir kaç gün sonraydı) ne diyeceğimi bilememiştim. Bu kadar zamansız aramak olamazdı diye düşünürken ben ( annesinin mezarını ilk ziyaretiydi)  Ondan özür dileyip kapatmak istediğimde bana konuşmamızın tam zamanı şimdi demişti. Telefonumu kapatmayı kesinlikle istemezken mezarlıkta yanlız bulunduğu o anlarda yaşadığı duygusal fırtına içinde ben istemeden onu yanlız bırakmamış olmuştum.

Anda sonraki günlerde bana, ona o çok zor gelen anlarda, çok sevdiği annesinin mezarını arkada bırakıp arabasına doğru yürürken yaşadığı özlem ve acısında kulağında ona konuşan dost bir sesin nasıl yardımcı olduğunu defalarca tekrarlamıştı.

Yaptığım ufacık bir şey kocaman bir anlam kazanmıştı. İstemeden ona bir anda büyük bir destek gibi gelmiştim.  Tanrı o an seni bana gönderdi dediğinde onunla aramızda daha da anlamlı bir dostluk kurulmuş gibiydi.

Bazen yakından tanıma fırsatı bulamadan hayatımızdan geçip gitmiş olan insanları daha sonra bir şekilde tanıma fırsatı yakalamak bugüne özgü, heyecan veren bambaşka bir olgudur. Eskiden, internet ve sosyal media olmadığı zamanlar, hayatımızdan bir kez çıkmış birini bir daha bulmak zordu. Bugün artık böyle değil.

Kendisi de en az benim kadar duygusal olan sevgili Anda'nın fikriydi işte; " Birbirimize kartpostal göndermek!" Aynen geçmiş zamanlarda olduğu gibi.

İstanbul'da Aralık ayı geldiğinde Osmanbey'de, Karaköy meydanında,  caddenin çamurlu kaldırımlarının bir tarafında boydan boya bir sürü kartpostallar satılırdı. Yeni bir seneyi büyük bir heyecanla beklediğimde, o zamanlar o 12 ay öyle kolay kolay geçmezdi. Sanki her bir sene benim için çooook uzun bir dönem gibiydi. Daha herşeyin başındaydık diye herhalde..O zamanlar hayat daha uzun gibiydi!!

O koca senenin başında  sevdiğim kişilere bir kaç satır bir şeyler karalamak bambaşka bir anlam taşırdı sanki. Kısaca unutmadan geçmeyeceğim kişilere kartpostallar alırdım...(  Manzara resimli kartpostalları, baka baka aynılarını çizmek için satın alırdım. Evet, kimi tabloların resimlerinin aynılarını kopyalamaya çalışırdım, pastel boyalarımla.)  Bir de karlı manzaralarıyla, Noel ağaçlı karpostallar vardı, Yeni Yıl için onlar seçilirdi.

Ve kartpostalın üzerine ne yazacağımı düşünürdüm bazen uzun uzun. Çok kısa olmasın, ama çok uzun da olmaz derdim. Şöyle desem böyle yazsam diye planlamaya başlardım. Ve benim için en zor şey de titrek ellerimden doğru dürüst bir yazı çıkarmaktı :))). Sinir olurdum. Kisiye gore, doğru dürüst yazmak benim için ne derece önemliyse ellerimi o kadar kasardım. Yazım titrek çıkmasın diye ne kadar çaba sarfetsem tam tersi olurdu.  Bu sefer kocaman kartpostalın ortasında ufacık kalan kelimeler yeterinden fazla bastırılmış satırlar herşeyi bozardı.  Bazen bir kartpostalı atar ister istemez yenisini yazardım.

Yazınızın boyutları, serbestliği ve hızı, hakkınızda çok fazla şeyi ele verdiğini bildiğinizde daha iyisini çıkarmak için daha çok uğraşabiliyorsunuz (!).  Bugün internetten klavye yoluyla gönderilen mesajlar, benim gibi insanlar için süper bir çözüm olduysa da aslında elden çıkmış  bir kart almanın genel anlamda ne kadar daha değerli olduğu açıktır.

Tüm olay bir törensel anlam taşırdı. Kartpostalı seçmek, yazmak ve daha sonra postaneye gidip o adrese göndermek.  Ve aynı günlerde posta kutunuzda bulmayı beklediğiniz süpriz mesajları beklerken yaşadığınız heyecan da ayrı bir mutluluktu.  Her okul ya da iş sonrası eve vardığınızda, kutunuzda bulduğunuz kimi beyaz zarfların içinden çıkan rengarenk kartlar. Ve sizi unutmayanlar...

Hiç beklemediklerimden kartlar aldım o yıl. Bir defalığına hepimiz hatır yaptık. Bir defalığına her gün kutumda gençliğimden kimilerinden, kimilerini hayal meyal hatırladıklarımdan güzel dilekler ulaştılar bana. Gerçekten heyecanlandım, sevindim, mutlu oldum...

Ve yeni yıl bir dafa daha kapımızda. Ne tuhaf, kırk yaşlarım için aklımda bazı fikirler vardı. Kırklar bir anda full gaz geride kaldılar.. Elliler buradalar. Her gece gözlerim kapanmadan, kartpostallara değmeyen ellerim yerine, hala daha kendim ve sevdiklerim için bugün güzel şeyler dilemeye devam ediyorum... Yeni yılsa eskisinden çok farklı artık.......


23 Aralık 2021 Perşembe

Yeni sene

Alışılmadık derecede serin ve soğuk geçen bir Aralık sonu...Israel'in masmavi gökyüzünü bir anda karartan gri havalar bu kez yakamıza iyice yapışmışken, birden gelen kış ve değişen ortamla beraber günlerdir yeniden Korona en çok konuşulan konular arasında liste başı olmaya devam ediyor.

Gözümüzü açıp kapayana kadar, ışık hızında geçip giden zamana inat aramızdan ayrılmayan bu yeni cins hastalığın üstesinden gelmeyi başaramayan insanlık yeniden kapanmaya başlarken, bir taraftan alelacele verilen kararlarla Pfızer'ın  piyasaya sürdüğü ilacın bir kutusunun şimdilik 500 dolar olan fiyatıyla, bu pahalı tedaviyi ihtiyacı olacak herkese uygulayabilecekleri zaman ne zamandır acaba?

Diğer taraftan aradan geçen 4-5 ay içinde etkisini kaybettiği düşünülen 3. aşının ardından, çıkan yeni kararlarla 60 yaş üstüne 4.aşının yapılmasını onaylayan hükümetimizin  attığı adım ne derece güvenlidir biliyormuyuz?  Bu sıklıkta vücudumuza enjekte edilen maddelerin kısa dönemli kimi araştırmaların (?!) sonucunda, problem yaratmayacağından (?) emin olduklarını iddia eden uzmanların yarı güvenli kollarına kendimizi teslim ediyoruz her defasında.

Şu anı atlatmak için elinden geleni yapmaya çalışan insanlar kendilerine verilen ilaçların ve aşıların ileride bedenlerine yapabilecekleri zararları düşünmemeyi tercih ediyorlar. Amaç bugünü kurtarmak. Amaç batan geminin daha fazla su almasını engellemek. Amaç, bugün için hayatın devamını sağlamak. Zayıfların, güçsüzlern ölmesine izin vermemek. Kendimiz kadar sevdiklerimizin güvenliği için elimizden geleni yapmak!!

Elden gidenlerin arkasından üzülürken, boşa çekilen küreklerin, bir hiç uğruna harcanmış emeklerin arkasından da ağlayanlarla doldu bu son iki sene.

Yeni açtıkları işlerini kapatanlar. Koronanın getirdiği ekonomik kriz karşısında zayıf düşenler. Çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmaya başlayanlar.... 

Ve kimileri de kaldıkları yerden yaşamaya devam ettiler.

En basit bir konuda bile insanların düştükleri sürüncemeler, kararsızlıklar, farklı düşünceler bugünlerde alınan kararların kusursuz işlemelerini büyük ölçüde engelliyor. Demokrasi adına zorla yerine getirilmesi mümkün olmayan tedbirler eksik uygulanınca sonuç bazen kendi kuyruğunun etrafında dönen bir kediyi anımsatıyor insana.

Geçmişte Delta gibi variantların belki bir haftada katlanarak yayıldıkları görülmüşse Omikron, bir günde katlanarak yayılıyor. Ülkeyi ilk günler, havalanına giriş çıkışları kısmen kapatarak virusun son atağını engellediklerini ikna edenlere rağmen yayılmaya başlayan bu yeni variant artık her yerde. Önümüzdeki bir iki haftada şu ana kadar hiç görülmedik şekilde yayılacaği soyleniyoryor. 

Şimdilik İngiltere'de yapılan araştırmalar, Omikron'un aşılı insanları ağır hasta düşürme olasılığı Delta'yanazaran daha az olsa da, sorun bu variant'ın 10 kat daha hızlı yayılması. Daha az insanı, ağır hasta düşürme şansı bir tarafa daha çok insana yayılacağı için herşey rağmen sağlık kurumlarına yine de büyük bir yük olabilecek ve bu yüzden ölüm oranı yine de yükselecek.

Arada hastanelerde yatan ağır hastaların %93'unun aşı olmamislar oldugu da unutulmamalı. 

Arada, yeniden binlerce insan evlerinden çalışmak, dışarı çıkmamak zorunda olacaklar. Çocuklarını aşılatanların oranı ise, tüm verilen güvencelere rağmen hala çok düşük. İnsanlar aşılardan, virüsün kendisinden daha çok korkuyorlar.

Yeni yılsa kapıda. Geçen sene kuzinime bu sene onunla Paris'e uçacağıma söz vermiştim. Tüm uçuş korkuma rağmen, Yeni Yılda, ışıklarla süslü bu romantik şehrin sokaklarında birlikte geçireceğimiz günleri konuşup durmuştu benimle. Bir yıl geçti ve şimdilik bir kez daha hayallerle avunmak var gibi görünüyor. Olsun, yeter ki sağlık olsun.


Bari maskelerini çıkarmasalar!!!!

 

Burada da kasırga olacak dediler....hatta bu sefer ona isim bile verdiler....

Geçtiğimiz günlerde Amerika'da, Filipinler'de korkunç fırtınalar meydana geldi. Zaten her yıl Amerika'da kasırgalar, tornadolar, hurricane'lar olur. Coğrafi konumu yüzünden doğal afetlere çok açık olan bu büyük ülkede yapılan evler bir çırpıda inşa edilmeleri mümkün olan hafif yapılardır. Bir taraftan inşa edilen hafif yapılar, diğer taraftan hayatlarını güvene alabilecekleri sığınaklar böylesi korkutucu fırtınaları genelde fazla can kayıpları yaşamadan atlatmalarını sağlar.

Geçtiğimiz hafta Amerika'nın orta batısıyla, güneyinde büyük bir kasırga yaşandı. Ekranlara yansıyan görüntüler bu kez tam bir yıkım yansıtıyordu. Küçük bir yerleşim yeri tamamen haritadan silinmiş görünüyordu. 

Yaşanan kimi fırtınaların saatte yaklaşık 300 km hiza ulaştıklarını düşündüğümüzde, bu ülkenin bu tip felaketlere neden en iyi şekilde hazır olması gerektiğini anlıyor insan. Dünyanın sayılı zengin ve ileri ülkelerinden biri olmasalardı her yıl bu ülkede yaşanılan doğal felaketlerde kaç insan hayatını kaybederdi acaba?

Senede, büyüklü küçüklü 1200'den fazla tornado yaşayan Amerika, Avrupa'dan dört kat daha fazla fırtınalarla boğuşmak durumunda. Bu da Amerika'nın okyanuslara açılan koylarından başka bu yerin genel coğrafyası ve iklim koşullarıyla ilgili bir sorun.

Her yıkan kasırganın bıraktığı yaklaşık zararsa, 125 milyar dolar. Sanırım Amerikan bütçesi bu zararı karşılamaya yetiyor. (!)

Arada, geçen hafta yaşanılan büyük kasırga'da bir anneannenin son anda küçük banyo küvetinin içine saklayarak üzerlerini örtüp, aralarına iliştirdiği kutsal kitapla birlikte Tanrıya teslim ettiği iki bebeği ( iki torun), herşeyi bir anda silen fırtınanın evden neredeyse eser bırakmamasının ardından, kurtarma ekipleri kalıntıların arasında tamamen mucizevi bir şekilde, sapasağlam kurtarmayı başardılar. 

Fırtınada ters dönen kuvvetin altından kurtarılan minik yavruların hayatta kalışları, anneannelerinin yanlarına iliştirmeyi unutmadığı kutsal kitabın bir mucizesimiydi acaba?!!!

Yeni bir sene, yeniden kutlanacak bir Noel gecesi  bu aile için sanırım  tam bir mucize gibi geldi.

Arada burada da  bir kaç gün önce,  Akdeniz'dan, buralara doğru yaklaşan bir kasırgadan bahsetmeye başladılar. Ah!! tamam bir de kasırgamız eksikti dedik biz de!! ( pek ciddiye almadan)...

Gel de bunlara inan desekte, bu kez meteorologlar çok ciddi görünüyorlardı. Önümüzdeki günlerde Israel'e ulaşması beklenen Karmel kasırgasına karşı hazırlıklar devam ediyor diye anonslar yapan uzmanların açıklamalarını dinlerken aklımda daha bir hafta evvel, bütün haftanın yağışlı geçeceğini söyledikleri halde tüm Israel'de full devam eden,  baharı aratmayan güneşli günleri düşünerek gülüyordum.

Buradaki meteorologların hava durumunu neye göre tahmin ettiklerini bilmiyorum ancak tahminlerinin doğru çıktığını pek söyleyemem. Bir tek Ağustos ayı raporlarında yanılmayan Israelli meteorologların diplomalarını kim veriyor onu da bilmiyorum. Ağustos Ayı hava durumu tahminlerini yapmak benim için bile pek zor olmazdı herhalde. Sıcak ve nemli bir gün olacak derdim ben de!!!

Neyse geçen gün buraya da gelecek bir kasırgadan bahsettiler. Hatta Amerika'daki gibi kasırgamıza isim bile verdiler. Yani bu defa durum ciddiymiş gibiydi. Bekledik o akşam. İlk anda ne gelen vardı ne de giden. Saatler sonra birden şiddetli yağmurlar başladı. Ve rüzgarlar. Ancak Amerika'daki gibi isim verecek kadar ciddi bir fırtınamıydı bu? Bence her sene yaşadığımız bir iki şiddetli yağmurla aynı şeyleri yaşatan bir fırtınaydı bu da.  Bir kaç yeri su bastı, bir kaç ağaç devrildi. Bir kişi ise çok ağır yaralandı. Yağmurlar hala aralıklı devam ediyorlar ama insanları, çocukları boş yere sıkıntıya sokmaya da hiç gerek yoktu.

Ancak sanırım haber bültenlerini hazırlayan haber ekiplerinin amaçlarından biri de biraz olsun sansasyon yaratarak, insanları haber kanallarına daha çok çekmek ve daha çok seyirci toplamak.

Reyting yaratmanın sağlıksız yollarından biri de istenmeyen dozda stres yaratacak başlıklarla başlayan, sansasyonel haberler.... Kimse kamu sağlığıyla ilgilenmiyor. Zaten yeterince felaketler yaşayan bu ülkede bir de ekstradan sansasyona ihtiyaç varmış gibi.

Yapılan hesaplar, insanların iyiliklerinden çok şahsi menfaatler üzerinde dönüyor. Bunun için babalarını satmaya hazır bir media olduğu sürece gerisi boş.

 

 

21 Aralık 2021 Salı


Murphy kanunlarıyla, kimi tesadüfler ve tekerrürlerle devam eden hayatımız



"Murphy Kanunları!" diye bir kavram vardır.. Bu kavrama göre, eğer bir işin ters gideceği varsa, sonuçta mutlaka ters gidecektir.

Bu kanunları ortaya atan insan,  1919-1990 yılları arasında yaşamış olan  Edward Murphy,  güvenlik açısından kritik sistemler üzerinde çalışmış bir Amerikan Uzay adamıymış.

Murphy Kanunlarına göre, oturduğunuz binanın ikinci katında  yaşayan komşunuzun balkonunun kenarına koyduğu saksı ilk fırtınada, sabah altıda, tam kapıdan çıktığınızda ille de sizin kafanıza düşecektir.

Ya da dün buradaki fırtınada Netanya şehrinde devrilen dört ağaçtan birinin oradan geçmekte olan bir adamın üzerine düşmesi de verilebilecek en talihsiz Murphy örneklerden olabilir herhalde.

Sabah birinci saatte yapılacak sınava yetişmek için acele eden öğrencinin, bindiği otobüsün güzergahında meydana gelen kazanın ardından caddenin en az yarım saat sekteye uğraması yüzünden okula geç kalması da bir Murphy kanunudur.

Ya da annemin düğünümden tam bir gün evvel düşüp ayağını kırmasıyla hastanenin acil servisinde geçirmek zorunda kaldığımız saatlerde, yetişmem gereken mikve ritüeli için girdiğim streste herhalde bir Murphy kanunuydu.  ( Yahudilikte, dini tören öncesi yapılması şart olan "mikve"  bir yıkanma ritüelidir)

Eşim bana; alacağın ilacın yan etkilerini okumaya hiç kalkma sonra en ender yan etkiler mutlaka sende çıkacatır der

Sürekli gözünüzün önünde olan, ikide bir karşınıza çıkan bir eşya,  birden bire  ihtiyacınız olduğunda  kafanızı ne kadar kırsanız bulunmaz olur. Sanırım bu da bir Murphy kanunudur.

Benimse bunlardan değişik kanunlarım vardır. Bu farklı kanunlara ben  Batya Kanunları diyorum...

Bunlar, Murphy kanunları gibi olumsuz kanunlar değildirler. Sadece birer kanuna dönüşmüş ilginç tesadüf ya da tekrar serileri gibidirler.  Ve sık sık başıma geldikleri için bende değişik bir bilinç yarattılar.

Bu ya da benzer şeylerin başkalarının da başlarına geldiklerine eminim aslında.

Batya Kanunlarına bir iki örnek vermek istersem:

Her gün yaptığım yaklaşık 5 kilometrelik yürüyüş parkurumda bazı simaları görmeye alışkınımdır. İlginç olansa, kimi belli kişilere hep aynı noktalarda rastlamamdır. Yürüyüşe her gün aynı saatte çıkmış olsam o insanlara aynı noktada rastlamam normaldir. Benim yürüyüş saatlerimse çok değişkenlik gösterdiği halde yine de aynı insanlara hep aynı noktalarda rastladığıma dikkat ederim.

Ya da yaklaşık 2000 metre karelik süpermarkette, o an alışveriş yapmakta olan  yüzlerce insan içinden, örneğin bir anneyle çocuğunun dikkatimi  çekmelerinin ardından yarım saat sonra vardığım, yan yana dizili olan 15 kasadan hangisinin önünde sıraya girmişsem, o anne ve çocuğunu ya önümde ya da yanımdaki sırada beklerken bulurum. Bu bazen bir anne ve çocuğu olur, başka sefer yaşlı bir kadın olur.. Bir çok defalar yaşadığım şeylerdir bunlar....

Evdekilerle de başıma en çok gelen şeylerden biri, ne zaman birisini merak etmeye başlayıp tam nerede kaldı dersem, telefonuma cevap veren mutlaka o an apartmanda arabayı park ediyordur. Ille de o an el attiğim telefona evin aşağısından cevap veren kızım. pencereyi açarsan beni görürsün der. Sanki ben telefonu elime almışsam o kişi zaten eve varmıştır.

Gelelim yine gerisin geriye Murphy kanunlarına.. Geçen günlerde Danielle'in anlattığı bir şey bana, genç kızlığımda yaşadığım bir olayı anımsattı. O gün başımdan geçenlerin sonunda annemin tepkisi bana kesin bir Murphy kanunu gibi gelmişti.

Danielle geçtiğimiz akşamlardan birinde iki çift arkadaşıyla bir gece yemeğinde, kendini arkadaşlarının yanında,  çocuklarıymış gibi hissettiğini söylediğinde ben ne demek istediğini pek anlayamadım. Neden onların çocukları gibi hissettin ki? Anne, ikisi de çifttiler ve ben tek olunca fazlalık hissettim. Oh okay!! Doğrudur!!  Özellikle yeni flörtlerle tek olarak çıkmak hiç ideal değildir. Birbirlerinden başka hiç bir şeyi gözleri görmeyen yeni aşıkların yanında mutlaka ki fazlalıksınızdır.

Bu da bana, daha 14 yaşımda geçirdiğim bir tecrübemi anımsattı.

Sıcacık bir yaz günüydü yeniden. Adanın Maden tarafındaki meydanında arkadaşlarımla sözleşmiştik. Musevi Lisesinde aynı sınıfta okuyan  bu dört arkadaşım benden iki yaş daha büyüklerdi. İki erkek ve iki kızdılar...iki çift ve ben... Onların flört olduklarını biliyordum. Buluşur buluşmaz, normal herkesin gittiği kulüp yerine adanın en arkalarında bir koya gitmeye karar vermişlerdi. Yürüyerek en az bir saat sürecek bu yer, hafta içi hiç kimsenin pek aklına gelmeyecek çok sessiz bir köşeydi. Sanırım onlardan küçük olmama rağmen kendilerine bu kadar kuytu bir yeri seçmelerinin nedenini anlamıştım. İnsanlardan uzak olmak istiyorlardı. Bense onların planlarını duyunca, direk siz gidin demiştim. Aralarından samimi olduğum oğlanlardan birinin bana ilginç bir şekilde ısrar etmeye başladığını anımsıyorum. Ama ben ne yapacağım orda derken, gel işte, lütfen sen de gel... 

Hayatımda uzun bir zaman kendimi kurtarmaya çalıştığım bir huyum, insanları kıramamaktı. İnsanlara..daha doğrusu yakın olduklarıma, dostlarım ya da sevdiklerime yok demekte zorlanan,  bir insan olmuştum hep. O gün hiç istemediğim halde sonunda onlarla o koya yürüdüğümüzü anımsıyorum.

Adanın en güzel yerleriydi aslında buraları. Yemyeşil çamların ortasından geçen incecik bir yol ve aşağılarda gözünüzün önünde masmavi bir deniz ve karşınıza düşen bir başka adacık daha.. Heybeliada.. İnanılmaz güzellikte bir manzaraydı bu.. O yolu yürüyüp kayalıklardan aşağıda kalan plaja indiğimizde geldiğimiz küçük koyda bulunanlar sadece bizlerdik. Denizin kenarındaki kayaların üzerinde oturduğumuzda, bir çift hemen kendilerine arkalarda, daha uzak bir noktada yer bulurlarken diğeri, hemen dibimde uzanmıştı. Arkadaşımla yanında yeni yeni yakınlaştığı kız arkadaşının ya da diğer ikisinin ilk andan itibaren oraya yüzmeye ya da sohbet etmeye gelmedikleri belliydi. Güneşin altında parlayan tertemiz denize bakıp kendimce hayaller kurmaya çalışsam da hemen yanımda öpüşmeye başlayan çifte gözüm kayıyordu.

Cinsel dürtülerinin peşinde sevişecek yer arayan iki çiftin arkasından bu kuytu yerlere geldiğim için ne kadar aptal olduğumu bilsem ne yazardı??

O zaman cep telefonları da yoktu. Bir taraftan manzaraya bakarken bir yandan da kızın vücudunu öpücüklere boğan arkadaşımı seyrederken, içim içim ettiğim küfürler ve kızgınlığım unutulur gibi değildi. Arkadaşım beni cinsel eğitim amaçlı bir geziye mi çıkarmak istemişti yoksa bir seyirciye mi ihtiyaçları vardı??!!

Tepem attıkça atıyor, sıkıntıdan patlıyordum. Ve kendimi son derece gereksiz hissediyordum. Beni neden ille de yanlarında istemişlerdi??

Ve biz orada saatlerce kalmıştık ki..eve döndüğümde sanırım öğleden sonra dört gibiydi.

Annem, eve girer girmez, sabahtan beri neredesin sen? diye bütün hışmıyla üzerime saldırdığındaysa, bir sen eksiktin demek istemiştim. İlginç olan, çoğu şeylere müsamaha göstermekte zorlanan, ve genelde sert olan annem arkadaşlarımla çıkmama karışmazdı ancak o gün herşeye inat bana son derece kızmıştı.

Ve ben ona detayları anlatmaktan çekinince üzerime aldığım azarla kalmıştım.

Hem saatlerce can sıkıntısı içinde olup sonun da bir de azar da işitmiştim.

Bu da bence bir Murphy Kanunu gibiydi.

Derken kimileri ilginç, kimileri gülünç,  kimileri stresli, bir çokları da yaşamın içinden ille de herşeye ve herkese inat olaylarla dolu bir hayattır bu!!

Anlatılacak ille de bir şeyler vardır değil mi?!



20 Aralık 2021 Pazartesi

Tüm dünya'da başlayan yeni dalga, iki senenin sonunda geldiğimiz nokta bir kez daha tüm insanlığı belirsizlikler ve soru işaretleri içine sokuyor. Kimi endişeler yeniden canlanırken bir diğerlerinin uzun zamandır göstermekte oldukları yılgınlıkları artık bir umursamazlığa dönüşüyor. Her yeni dalgayla tekrardan alınan tedbirler artık bir çoklarını ilgilendirmezken içimizde bugüne dek aşı olmayanlar, aşıları insanlığa karşı bir komplo olarak görenler ya da  hiç bir işe yaramadıklarını iddia eden bir diğerleri yüzünden sürekli kod değiştirerek, kendini yenileyerek içimizde dolaşmaya devam eden virüsün tüm dünyayı yeniden ve yeniden etkisine almaya devam etmesi insanı bir kez daha sinirlendiriyor. Elimizden  sevdiklerimizin sağlıkları için dua etmekten başka bir şey gelmiyor...

                                                                  

                                                                                       31/08/2021

Aşılara karşı çıkmak


Bilgi Devrimiyle birlikte bilinçlenen insanlığın,  gelişmiş toplumlarda  demokrasi ve liberalizmle kendi bedenleri üzerine her geçen gün daha özgür karar alabilme yetileriyle ortaya çıkan son dönem akımlardan biri de, 20. yüzyılıda insanlığı bir çok epidemiden kurataran aşılara karşı çıkmak oluyor. Son yıllarda gittikçe artan sayıda insanlar yeni doğan bebeklerine bir çok iddialar yüzünden aşı yaptırmaya karşı çıkıyorlar.

Batı'da ve Israel'de bir kısım insan çocuklarını  aşılatmamak için direnirken  bu konu genel olarak büyük bir propaganda hareketine dönüştü. Bu tip insanlar yüzünden yeryüzünden silinip gitmiş olan çocuk felci ya da çiçek hastalığı gibi çocuk hastalıklarının yeniden ortaya çıktıkları görülüyor.

Bu yazdığım yazıyla, her ne kadar ilaç kullanımı konusunda ikilemli bir fikirle öne çıkıyorsam ki, ben de bazı ilaçların kullanımına karşı olan bir insan olduğumu ifşa ettiğim kimi yazılar yazmış biriyim.  Olay tüm toplumun sağlığını ilgilendirdiğinde, konu epidemik hastalıklar demek olduğunda farklı iddialar savunabiliyor, "psikiatrik ilaçlar yüzünden gördüğüm zarar ve zor deneyimlerin ardından bazı ilaçlara karşı olan  kuşkuculuğumla ters düşecek bir iddia ile geliyor olduğumu bilerek yazıyorum.

Çocuklukta yapılan aşıların çoğunda vücudumuza zarar veren maddeler olduğunu, mesela bir çok çocuğun bebeklikte yapılan aşılar yüzünden otizm geliştirdiklerini iddia eden insanlar var.

Bense toplumun sağlığını tehlikeye atan akımlara karşıyım. Gençliğimde toplumun geneline baktığımda aşıların sadece bazı salgınları durdurduğundan emin olduğumu söyleyebilirim.

Çocukluğumda, bize okulda yapılan aşıları hatırlıyorum. Ve bir defasında, Büyükada'da Kaymakamlığa gittiğimiz,  o Nizam yolunda bulunan, denize bakan kocaman beyaz köşkün kapısından girdiğimizde, girişteki yarı karanlık ahşap odada bizi bekleyen bir şahıs tarafından bir an önce yapılan aşıyı hatırlıyorum.  Sol koluma yaptıkları enjeksyonun ardından bir küp şekerin üzerine damlatılan ilacı  dilimin üzerine koyduklarını anımsıyorum.  Tüm bu tedbiler Ortaçağ'da görülen büyük salgınların, bizden evvel yaşamış olan insanları sakat bırakan hastalıkların, tarihin gerilerilerinde kalmalarını sağlayan şeylerdi. İnsanlığın bulduğu aşılar daha sağlıklı nesillerin önünü açmışlardı.

Bu aşılardan bir çoğunu, 1919-2005 yılları arası yaşamış olan  Amerikalı Mikrobiyolog Maurice Hillman bulmuş. Hillman kızamık, kabakulak, hepatit A, hepatit B, şu çiçeği, menenjit, zatürree gibi hastalıkların çaresi olan aşıların bulucusu olmuş.

21. Yüzyıl insanı bugün artık çok bilinçli oldu. Burası tartışılmaz bir gerçek. Artık her birimiz doktorlardan bile daha iyi bilebiliyoruz kimi şeyleri. Bize nelerin iyi gelip nelerin iyi gelmediğinin bilincindeyiz çoğu zaman. Farkındalık eskiye göre kat kat fazla. Kuşkular da ve güvensizlikler de aynı oranda arttı. Kimseye kolay kolay inanmıyoruz. Kimsenin bedenimize zorla sokmak isteyeceği ilaçları, aşıları kabul etmek zorunda olmadığımızı düşünüyoruz. Bunu anlamamak mümkün değil. Bir taraftan insanlığın maddi menfaatlerin arkasından neler yapabildiklerine hepimiz şahidiz.  Ancak kimi zaman bu yarı bilinçli, yarı devrimci hareketler kendimize ve topluma zarar da verebiliyor. İnsanlar için bazen en büyük tehlikeler de yarım akıllılıktan olabiliyor. Bazen sadece yarım bilgiyle profesör olduğunu düşünen insanların verdiği kocaman zararlar da var. Hele yarım akıllılardan kocaman bir aptallar ordusu ortaya çıkıp insanlığı tehlikeye atan fikirler toplumlarda kocaman bir dalgaya dönüşünce vah halimize denecek durumlarla karşı karşıya kalabiliyoruz.

Şimdiki durum gibi,  Bu insanlar gözümüzün önünde ölenleri görmüyorlar mı? Israel'de hala aşı olmak istemeyen bir milyon insan var!!!!

Bu insanlar neyin farkında değiller???!!!

Bugüne dek görmediğimiz bir hastalığın nasıl bir çoklarını bir bir yatağa attığının farkında değiller mi? . Bir çok tanıdığımız insanlar, yakınlarımız bu salgında ya öldüler ya da çok hasta yattılar. Bunu hala anlamayanlar var.

Kendimiz için değilse de çevremizde yaşayan diğerlerine karşı yükümlülüklerimiz olduğunu nasıl unuturuz?

İki hafta evvel üçüncü aşımı oldum. Sanırım bir kez daha Israel bu konuda ilk deney gibi.  Çünkü ilk aşılanan ülke olduğumuz için burada üçüncü aşının zamanı geldi. İkinci aşıdan beş ay sonra vücutta antikorlar yeterince azalıyor. Yeni bir booster vermek şart oluyor.

Üçüncü aşı için söyleyebileceğim ilk şey, ilk iki aşıya göre daha fazla yan etki yaşadığımız. Yaşlı insanlarda sanki biraz daha az yan etki yaparken çevremde orta yaş grubundaki insanların bir çoğunda bir kaç gün devam edebilen, yüksek ateş ve kas ağrıları görülebiliyor.

Ben ilk gün kendimi gripli gibi hissederken , bir kaç gün içinde ortaya çıkan nezlem hala devam ediyor. Nezle ve halsizlik ve hafif öksürük.

Oğlum bu sabah iş dönüşü babasıyla birlikte üçüncü aşısını olmaya gidecek. Umarım o bunu daha rahat atlatır.

Derken Israel'de son dalgayı sadece aşılarla kontrol altına almaya çalışırlarken diğer önlemler belli belirsiz şeylerle kısıtlı kalıyorlar. Yeni Hükümet bir kararsızlık içinde. Herşey en başından doğru yapılsaydı burada son bir ayda 500'den fazla insan ölmezdi. Son dalga çok fazla insanı vurdu ve vuruyor ve şimdilik iddialara göre aşıların ilk olumlu etkileri görülmeye başlanmış. Ancak nasıl bir olumluluksa bu, daha dün Mart Ayından beri en yüksek virüs vakası sayıldı.

Yarın açılacak olan okulların yüzde yüz normal programla açılma kararının da yanlış olduğunu söyleyen doktorları dinlemeyen Bennett'in alacağı kararlardaki hataların bedelini ödeyecekler yine yaşlı insanlar, hatta bu defa kimi gençler bile olabilir.

Kısaca Covid-19 aramıza katıldığından beri değişen hayat şartları şimdilik hala burada bizimle beraberler. Dilerim önümüzdeki aylar kimi olumlu değişimleri de getirirler artık!!!



19 Aralık 2021 Pazar

 Israel'de yapılan 2021 Kainat güzelliği yarışmasının ardından...

             

Bu yıl, 70.si düzenlenen Dünya Kainat Güzeli Yarışması, 12 Aralık'ta Israel'in, Kızıl Deniz Kıyısındaki tatil beldesi olan Eilat şehrinde düzenlendi.

80 ülkenin katılımıyla gerçekleşen yarışmayı birincilikle bitirerek, 2021 Kainat Güzeli seçilen Hanaaz Sandhu, 21 seneden sonra bu unvanı Hindistan'a yeniden taşımayı başaran güzel oldu.

Kızıldenizin güzellikleri ve ülkemizin kimi egzotik manzaralarını da dünyaya sunmak fırsatını veren bu büyük yarışmanın bu sene Israel'de yer almış olması her ne kadar bizi sevindirmiş olsa da,  Israel'in uluslararası çevrelerdeki problematik politik duruşunun yansımaları ne yazık ki bu yarışmaya da bir şekilde gölge düşürmeyi başardı.

Kadınların güzelliklerinin yarıştığı bir gece öncesinde bir çok spekülasyonlar, rahatsızlık verici tartışmalar, doğru ve yanlış yorumlarla kafaları karıştıran çıkışlar bir tarafa, Filistin meselesini gündeme taşımayı çabalayan kimi yanlı tarafların sabotaj girişimleri de bu yılki yarışmaya farklı bir ton katmayı başardı.

Yunanistan Güzelinin, Filistin sorunu yüzünden, Israel'de düzenlenen yarışmada yer almayı reddetmesinin üzerine, Yunanistan'ın bir başka güzeli bu geceye göndermesi dışında, Güney Afrika güzeli, ülkesinde, Apartheid bir rejimin topraklarında düzenlenen yarışmayı boykot ederek, ezilen bir halkın yanında olmasını destekleyenlere karşı yine de Israel'e gelmeyi ve podyumda diğer kızların yanında yer almayı tercih etmiş.

Yarışma öncesindeki günlerde, tanıtım amacıyla yapılan çekimler üzerinde yaşanan spekülasyonlar da bu yarışmayı yeterince politize etmeye yetmiştir.

Aslında, uluslararası tüm yarışmalarda Israel'in yaşadığı bu olaylar yeni değildir. Ancak son yıllarda gittikçe artan baskılar, Yahudi ülkesini, kültürel ve sosyal alanda dışlayarak, sözde Filistin sorununa çözüm için,  "zulüm yaşayan"Araplara insancıl bir destek olarak gösterilmektedir.

Bunu fırsat bilen Filistinliler, kendilerine puan getirecek  fırsatları da kaçırmamaya devam ediyor.

Israel Kültürünün bir parçası olarak, Negev'de yaşayan Bedevilerin çadırlarını ziyaret eden güzellerin,  kendilerine verilen folklorik kıyafetlerle, açık havada sardıkları yaprak dolmalarının Filistin'in  meşhur yemeklerinden olduğunu yazan Filistinliler,  medya'da yer alan tepkilerinde,  kızların üzerlerinde taşıdıkları elbiselerin ve hazırladıkları yemeklerin hepsinin (!) kendi kültürlerinden çalınan şeyler olduğunu,  Israel'in haritadan silmeye çalıştığı bir halkı ve geleneklerini kendisine aitmiş gibi göstermeye çalıştığını iddia ettiler.

Fakat, bu nasıl bir saçmalıktır. Birincisi bu bölgede yaşayan ve birbirleriyle aynı dili konuşup aynı dini paylaşan, aynı kültürel, ortak geleneklerden gelen Bedevileri reddeden Filistinliler nereye varmak istiyorlar?

Israel toprakları içinde olan Negev'in çöl insanlarını tanıtan çekimlere karşı çıkmaları ilginçtir.

Ve, Filistinliler ayrıca Eilat'ın eski bir Filistin balıkçı köyü olduğunu belirttiler.

O zaman, 1967 topraklarını geri vereceğimiz gün buralara barış geleceğini iddia edenlerin sağır kulaklarına ve gerçekleri algılamakta zorlanan beyinlerine,  Filistinlilerin, bize her fırsatta söylemeye devam ettiklerini,  ağızlarından ve kalemlerinden her daim aynı şeyleri yeniden tekrar etmekte fayda varmıdır?????????

Esas, onların,  kendileri dışındaki hiç kimseyi kabul etmedikleri açıktır. Bu yerdeki her karış toprağı, baştan sona sadece kendilerinin bilenler, bir gün buraların tümünden Arap olmayan herkesi ve herşeyi atmayı hayal etmekteler!!!!

Bunlar Kainat Yarışmasının, Israel'de yapılmış olmasının getirdiği kimi politik göndermeler ve Israel'e karşı yapılan bilindik suçlamaların tekrarlarıyla kimi provokasyonlardır....

......................................

Ayrıca aklıma. her kainat yarışmasında takılan, çok farklı bir konu vardır.

Dünyanın dört bir yanından gelen kadınlar içinden en güzelini seçmek olgusu üzerine düşünürüm.

İnsanın güzele olan zaafını reddettiğimden değil. Tabi ki hepimizin gözleri güzel olan şeylere takılır. Doğamız gereği hepimiz, kendimize çekici gelen insanları, nesneleri, yerleri severiz. Gözlerimiz hep estetiği arar. Ve kendimizce bu estetik kriteryonlarımıza uyan şeyleri hayatımızda görmekten memnuniyet duyarız.

Ve, kimi güzellik standartlarımız ve zevklerimiz, birbirimize göre farklılık gösterir.

Fakat, Kainat Güzelini seçerken aklıma bambaşka şeyler geliyor benim. Ergenlik çağındaki kızların kendilerini, kabul ettirebilmek için, güzelliğin bir kez daha, herşeyden önemli olduğunu hatırlatıyor bu tip yarışmalar bana..

Feminist biri değilim. Feminist görüşlerle yazmıyorum bu satırları. Tersine feminizmi de çoğu kez, ekstrem fikirlerle öne çıkan bir akım olarak görüyorum. Kadınları savunmanın daha yumuşak bir yolu olduğunu düşündüğümdendir belki.

Kadının güzelliğinin yarattığı etkisinin tartışılmaz bir gerçek olmasının yanında, bu tip yarışmalarla beyan edilen kimi güzellik kriteryonlarının, kimi standartların, yine aynı kadınları bir taraftan yüceltirken diğer taraftan sadece estetik değerlerle kıymet biçilen dişiye yakıştırılan böylesi ünvanların belki de en çok kadınları olumsuz etkiledikleri fikirlerimdir açıklamak istediğim.

Hele daha çok toy yıllarını yaşayan genç insanları, zaten yeterince meşgul eden dış görünümlerine verdikleri önem, bu tip yarışmalarda bir kat daha artış gösteriyor.

Bir genç bayan, dünyanın en güzel kadını olarak nitelendirilirken geride bıraktıklarının yaşadıkları hayal kırıklıkları bir tarafa. insanlara, yüzeysel şeylerin ne derece önemli olduğunu da bir defa daha hatırlatıyorlar. Özellikle kadınların için.

Harika bir vücut, güzel saçlar, yemyeşil gözler...bunların insanların gözlerini nasıl aldıklarını reddedebilmem mümkün değil. Doğanın yapısını değiştirmek bana kalmadı ve hayatın gerçeklerini reddetmekle bir yere varmaya çalışmak saçmalık. Ne yazık ki gerçekten kimi insanlar, dünyaya kimi ekstra puanlarla gelerek, doğanın basit bir cilvesinin getirdiği şanstan yararlanmak şansına sahip olabiliyorlar.

Fakat her yıl, Kainat Güzelini seçmeye devam eden insanlığın varmak istediği nokta nedir onu sorabiliriz??  Kadının sadece fiziksel kriteryonlarla değerlendirilmesini desteklemek büyük bir haksızlık değilmidir?

Ve bu çok yanlış bir mesaj taşımaz mı?

Biliyorum, Kainat Güzelli Yarışmasına katılan adayların hepsinin kültürel olarak donanımlı olmalarına itina gösteriliyor. Bu genç bayanlar sadece güzel değil, akıllı ve toplumsal puanları da yüksek olan, güler yüzlü, sempatik insanlar arasından seçiliyorlar.

Ancak yine de gençlerin böyle yarışmalarla güzelliğin kadını, kadın yapan  tek şey olduğu, fikrini desteklemektedir.

Kendini yetiştirmemiş bir kadının dış görünüşünün  en ufak bir değerinin kalmayacağının farkında bile olmayan, yüzeysel şeylerle uğraşan çok fazla insanlar var bugün. Eskiden de böyle kadınlar az değildi. Erkeği "sadece" makyajıyla, mini etklerle, dekoltesiyle elde etmeye alışkın kadınlar her zaman vardı. Ancak, bugün sosyal medyanın ortaya çıktığı, son dönemlerle, iyice hastalıksal bir boyut alan bu kavram gençlerin akıllarını yeterince yanıltıyor. Bir taraftan güzellikleriyle obsesif bir şekilde meşgul olan genç kızlar, diğer taraftan bunu destekleyen ticari bir akım mevcut. Bunu kullanmak çok kolay. Bunlardan para yapmak en basit yol. Kimse toplumsal sağlığı ve insanların aklını korumaktan yana değil zaten.

Herhangi bir kadın olarak ben de, Kainat Güzeli seçilmiş olmanın bir kadını ne kadar sevindirebileceğini tahmin edebiliyorum aslında. :) 

Geçen gün asansörde, komşularımdan tatlı bir yaşlı bayana rastladım.  Uzun zamandır, çok kötü görünen saçımla bir hayli uğraşırken, devamlı, yaşımın getirdiği değişimlerle mücadele ederken, iyice kuruyan tel tel kalkan, yaşım gereği dökülmeye başladığı için vitaminlerle, yağlarla beslemek için savaş verdiğim saçımın ne güzel olduğunu söylediğinde; "Beni ne kadar  sevindirdiğinizi biliyormusuunuz..günümü şenlendirdiğiniz için size teşekkür ederim" dediğimde beni bu kadar sevindireceğini belki de hiç düşünmemişti.

Ancak unutmayalım, önce insan olmak, başkalarına karşı sevecen ve iyi olmak lazım. Sonra da başkalarına kendimizden verebileceğimiz bir şeylerimizin olması önemli. Eğer bir kadın insanlara karşı bencil ve düşüncesizse..hele bir de boş boş konuşuyorsa, istediği kadar güzel olsun, en son moda giyimlerle süslesin kendini hiç bir anlam taşımaz!!!



15 Aralık 2021 Çarşamba

 Çaylar, çaylar, çaylar....

Çoğu içecekler ve yiyeceklerle kolay kolay arası olmayan Danielle geçenlerde; "Çocukluğumda bir defasında bana yaşattığın travmayı unutmuyorum!! " dediğinde birden ben, "Hangi travmadan bahsediyorsun haberim yok!! diye cevap verdim. O ise, "Sen bilmezsin tabii!!"  Arada aramızda şakalaşmakla ciddiyet arası bir yerlerdeyiz o an. Kızımla çoğu zaman birbirimize takıldığımız için sorun yoktur.... 

Ama sonuçta en küçük şeylerde bile farklıyızdır biz birbirimizden.

Ben daha bir konuşkanken o daha içine dönüktür, ben modern melodiler kadar eski müzikleri de severken o sadece günümüz şarkıcılarını dinler. Ben her şeyden ağlayabilen bir tipken o daha soğukkanlıdır....Ve  ben herşeyi yerken ( biliyorum daha önce de yazmıştım )  onun çoğu yemeklerle sorunu vardır.

Ve o hiç bir sıcak içeceği bile ağzına koymaz.

Çocuklarımızın bizden özgür bireyler olduklarını görebildiğimiz sürece işimiz aslında yine de o kadar zor değildir. Karakterleri, seçimleri, istekleri, hatta ne yiyip ne içtikleri bile bizden tamamen farklı olabiliyor onların. Kimi zaman aldıkları kararlar ve yaptıkları şeyler de bizim kurduğumuz hayallerden farklı olabiliyor. Aslında, düzgün birer birey oldukları sürece, yüzleri güldükleri müddetçe bizim ne istediğimizin pek önemi kalmıyor galiba. Genel anlamda, doğru, dürüst ve mutlu insanlar oldukları sürece onların bizden farklı düşündükleri şeylere saygı göstermemiz şart görünüyor.

Geleyim yeniden en başa. Çocukluğunda yaşattığımı söylediği travma meğer, bir gece çok öksürdüğü için ona içirmeye çalışmış olduğum ıhlamurmuş!! Tadı ona o kadar berbat gelmiş ki unutamamış.. Benim kusmam gelirken sen ille de bir kaşık daha iç lütfen deyip duruyordun.  Sözde beni suçlarken bir yandan da gülüyor benimki.  Ne büyük travmaymış diyorum !!!  Sana yardımcı olmak istiyordum sadece. Çayla mı??!! Ama o çay değildi ki. Ihlamur başka bir şeydir.

Benim çocukluğumda, öksürüğüm olduğunda annem zaman zaman ıhlamur verirdi. Ve gerçekten insanı çok rahatlatan bir bitki çayıdır bu.

Ihlamur, hoş kokulu, sarı çiçekleri olan bir bitkidir. Ilıman ülkelerde yetiştirilirmiş. Kurutulan yaprakları ve meyvelerini suda bir kaç dakika kaynattığınızda. süzgeçten geçirdikten sonra, bir miktar şekerle ya da sade içtiğinizde midenizle ilgili sorunlarda ya da öksürüğünüz olduğunda çok rahatlatan bir şeydir ıhlamur.

Eski insanların böyle bitkileri tedavi amaçlı çok sık kullandıkları bilinir. İlaçların geniş anlamda hayatımızı kuşatmalarından evvel,  özellikle Türkiye gibi ekonomik güçlüklerin ve yoklukların daha bir hissedildiği ülkelerde, bundan 70-80 yıl öncesinde çözümü doğal yollarda arayan insanlar çok daha fazlaydı.

Belki de bugünün kimi imkanlarını ve teknolojiyi geçmişteki o doğal yaşam kaynaklarıyla birleştirebilseydik mükemmeliği yakalamak mümkün olabilirdi.

Annemin dayısı, Ortaköy'de herkesin tanıdığı, bildiği bir kişiymiş.  Onkl ( Fransızcadaki Oncle...ladino'da kullanılır...) Jozef'in içi bin bir çeşit doğal otlarla dolu, küçük bir dükkanı varmış. Ona şikayetlerini söylediklerinde,  şöyle bir an düşündüklten sonra, raflarda dizili kavanozlardan, bir çuval ya da çekmeceden çıkardığı bitkilerden birini ya da bir kaçından hazırladığı bir birleşimi insanların ellerine tutuştururmuş. Yani, o zamanlar günlük yaşamın içinde karşılaştıkları basit rahatsızlıkları bu şekilde tedavi ederlermiş. Doğal yoldan!!

Şimdiyse,  bitkilerin de şişelenmiş kapsüllere sokulup kocaman fiyatlarla bize satıldıkları bir dünyada yaşıyoruz. Doğal olan herşey, doğal olmayan kutularda, koruyucu maddeler ve diğer başka katkılarla birlikte, doğal gibiymiş gibi pazarlanıyorlar,  pharm'larda... Hayat baştan sona değişti.

Bizim evdekilere ise ne ıhlamur ne de çay, hiç bir şey içirmek mümkün değil. Çekmek hepsinden iyidir derler. Eşime çay içermisin diye sorduklarında; Ben hastamıyım ki çay içeyim diye cevap verir. Sonuçta hasta olsalarda çay içmezler ne biri ne de diğerleri!! Kayınvalidem İzmir doğumlu olmasına rağmen çaydan nefret ederdi. Sanırım bu nefretini çocuklarına da geçirmişti.

Israel'de bazı farklı kültürlerden gelenler çay içerler ancak çoğunluk kahveye düşkündür. Ve burada da kahvenin farklı çeşitleri vardır. İnsanların, sabah aceleyle işe çıkarken ellerinde götürdükleri "çamur kahve ", bir kaşık kahvenin sıcak suyun içine karıştırılarak  hazırlanan halidir. Evlerinde de en çok bu tür kahve içerler.  Öğlen, iş yerlerindeki yarım saatlik aralarda sıkça içilen cappuccino da popülerdir. Akşamlarıysa yine bir cafe'deki buluşmaların vaz geçilmezi sayılanlar arasında  espresso'nun yeri tartışılmazdır.

Bana kalırsa Espresso'nun acılığını yok etmenin hiç bir yolu yok gibidir. Kaç kaşık şeker atsanız bu kahvenin acılığının üstünden gelmek mümkün değildir. Benim için cehennem dozunda bir acılık demek olan bu içeceği insanların nasıl sevdiklerini anlamam zordur.

Israel'de Fas kökenli Yahudilerse kimi anlamda Türkleri hatırlatırlar, Onlar çay severler. Ama Faslılar çayın içine nane yaprakları ilave ederler.

Geçenlerde çayla ilgili bir makale okurken merak etmiştim birden, dünyada en çok çay içilen ülkelerin hangileri olduğunu. En çok bildiklerim, Türkiye'nin minicik bardaklarda içilen çayıyla, İngilizlerin porselen fincanlarda tercih ettikleri sütlü çaylarıdır.  Ve tabi istatistiklere göre,  dünyada, senede en çok çay tüketen millet, açık ara farkla Türkler çıktı gerçekten.  Senede kişi başına 3.16 kg çay tüketen Türkleri, 2.19 kg'la İrlandalılar takip ediyorlar. Üçüncü sırada ise 1.50 kg'la İranlılar geliyor.

Türkiye denince benim aklıma ilk gelen şeylerden biridir çay. Bu ülkenin kültürünün, yaşam tarzının bir damgası gibidir. Günlük hayatlarına Türkler gibi çayla başlayan ve yine günü çayla bitiren bir başka millet daha varmıdır bilmiyorum.

Sabah kahvaltısında, öğlen bir arkadaş randevusunda, evde, sokakta, iş yerinde..kısacası her yerde ve her an insanların ellerinde, yaz kış demeden göreceğiniz küçücük, beli dar bardaklarda içilen çay ayrı bir fenomen gibidir Türkiye'de.

Dünya'da çaycılık diye bir mesleği, diğer meslekler grubu içine sokabilmiş ülkedir Türkiye. Sokakta ellerinde tepsilerle giden çaycılara rastlayabildiğiniz bir şehirdir İstanbul. İş yerlerinde kendi çaylarını kendileri hazırlamama lüksüne sahip tek millet yine herhalde Türklerdir. Oturdukları ofislerinde bir telefon uzaklığındaki çaycıdan gelen çaylar iki dakika içinde önlerine konurken, o an bürolarına giren kim varsa aynı hızla kendisine ısmarlanacak bu sıcak içeceğin, Türklerin misafirperverliklerinin tadına bakmayı reddedecek biri yeri geldiginde iş sahibini gücendirebilir bile.

Ben çocukken, sokakta bir dükkandan diğerine, Türklerin "tavşan kanı olarak "niteledikleri, kıpkırmızı rengiyle göz alan çayları tepeleme doldurdukları bardaklarda tepsiyle sallaya sallaya götürürlerdi. İşin ustaları tepsinin üzerindeki çayları dökmeden, devirmeden tepelere kadar savururarak adeta show yaparlardı.

İki çaydanlığın üst üste konulmasıyla hazırladıkları demli çay insanların tercihiydi. Türklere poşet çay ikram etmeye kalkmak onlara hakaret gibi gelir herhalde.

Hayatın biraz daha rahat alındığı, biraz daha yavaştan devam eden çalışma temposunun bir parçası da belki günde bir kaç kez verilen çay molaları olsa gerek.

Bizim evde cumartesi sabahları içilirdi en çok. Tek bir çaydanlıkta, fazla itinaya gerek görmeden hazırlanan çay bize yetiyordu sanırım. En çok sevdiğimse, pötibör bisküvileri çayın içine daldırarak yemekti. Bazen en basit şeyler nasıl da en büyük hazlardır biz insanlar için.

Babamın eve getirdiği sadece iki  "ıvır zıvır" vardı. Biri, kocaman kutulardaki pötibör biküvilerdi, diğeriyse, yine büyük paketteki Mabel Çikolataydı. Mabel mi Madlen mi, çok emin değilim birden. Belki bazen biri bazen diğeriydi. Bayılırdım ben bitter çikolataya. Ama yine bugünkü çocuklar gibi sınırsız yemek yoktu bizde.

Pesah geldiğindeyse, aynı çayın içini bu kez matza'yla doldururdum. Ne kadar çok severdim, matzayı çayın içine doldurarak yemeyi. Çay ve matzayla başlayan kahvaltım bir türlü bitmezdi. Doldur babam doldur....

Çocukluğumuza ait tüm hatıraların değeri bambaşkadır. Belli bir saflık ve anı yaşmaktır çocukluk. Yaşanan her keyif sonuna kadar yanınıza kar kalır.. Yedikleriniz, içtiklerinizle... Bu yüzden ben hala anlayamam bana son derece keyif veren bir çok tatları hiç sevemeyen çocuklarımı.... Bir çok tatları bugüne dek benimseyememelerini anlamakta gerçekten zorlanırım.







13 Aralık 2021 Pazartesi

 

 Kutsal kelimesinin sözlük anlamı dilden dile neden farklılık gösteriyor?

 
 Bugün yazıma " kutsal " kelimesinin sözlükteki anlamıyla başlasam!!

 Türkçe' de " kutsal"  kelimesinin karşılığına google'da çıkan cevap şöyle: 

kutsal
sıfat
  1. 1.
    güçlü bir dinsel saygı uyandıran ya da uyandırması gereken. 

  2. 2. 
    tapılacak ya da yolunda can verilecek denli sevilen.

  3. "Yurt herkes için kutsaldır"

İngilizce'de  Kutsal kelimesinin karşılığı;

ho·ly
adjective
  1. 1.
    dedicated or consecrated to God or a religious purpose; sacred.
    "the Holy Bible"
    Similar:
    sacred
    consecrated
    hallowed
    sanctified
    venerated
    revered
    reverenced
    divine
    religious
    blessed
    blest
    dedicated
    Opposite:
    unsanctified
    cursed
  2. 2.
    DATEDHUMOROUS
    used in exclamations of surprise or dismay.
    "holy smoke!"

(Holy)  Tercümesi;

1. Tanrı'ya veya dini bir amaca adanan; kutsal.

"Kutsal İncil"
Benzer:
kutsal
kutsanmış
kutsal
kutsallaştırılmış
saygı duyulan
vs.....


Kutsal kelimesinin Türkçe'deki açıklaması ve aynı kelimenin İngilizce'de ne ifade ettiğinden yola çıktığımızda, kelimelerin " yaşam tarzımız ve inançlarımızı nasıl yansıttıklarını anlayabiliyoruz.... Ben, dilimiz ve davranışlarımızın  kültürümüzle karşılıklı etkileşimiyle, birbirlerini nasıl şekillendirdiklerinden bahsetmek istiyorum.

Kutsal kelimesinin anlamında bir ülkenin, bir milletin ya da bir toplumun kültür yapısıyla yakından alakalı bir farklılık görülüyor.  

Kutsal kelimesinin, Hindistan'da ifade ettikleriyle, Hıristiyan kökenli bir ulus ya da Müslüman bir toplumun lügatından çıkan anlamı birbiriyle yüzde yüz örtüşmüyor.

Her lisanda kutsal, saygı duyulan, kutsanmış olan şey demekse de sonuçta her toplumun neyi, nasıl kutsadığında farklılıklar olduğu açık.

Mesela, Google' da Türkçe'deki, kutsal kelimesine verilen anlamlardan biri ilginçtir; 
" Tapılacak ya da  yolunda can verilecek denli sevilen..."  Müslümanlığı seçen toplumların lügatlarına yansıyan, " uğrunda ölmek " cümlesi, bu dinin bu toplulukların üzerindeki etkisini gösteriyor.  

Birisi için ya da bir şey için, uğrunda ölmenin kutsallığına inanmak....Ve bir şeyin uğrunda ölerek cennete gitmek kavramı... 

Cennet ve cehennem olgusu tüm monoteist dinlerde mevcuttur ancak cennete gitmenin şartları Müslümanlıkta diğerlerinden tamamen farklıdır.  Müslümanlıkta ölümü kutsallaştırmanın boyutlarıysa gerçekten bambaşkadır...Şehitlik mertebesinden bahseden bu dinin cennet anlayışını düşünürsek, kutsal kelimesinin kapsadığı kavramın da ne kadar farklı olduğunu anlayabiliriz. 

Bir şeyin uğrunda canını vermeye hazır olmak Yahudi dininde kesinlikle yasaktır. Yahudilikte insanın hayatı herşeyin üstünde bir değer taşır. Tanrının yarattığı bedeni sadece Tanrının alabileceği olgusu hakimdir. İnsanın değil başkasının, kendi canını alması bile yani intihar etmek bile çok büyük, hatta affedilmeyecek bir günah sayılır. Müslümanlıkta ise, kimi kutsal saydıkları şeylerin arkasından,  din adına, Tanrı adına savaşarak cennet gideceklerine inanırlar. Bu yüzden Türkçe sözlükte kutsal kelimesi, " uğrunda canını vereceğin şey " olarak nitelenebilmektedir,  Şehitliği kutsal sayan toplumlar cihad ve savaşları da kutsal sayarlar.

Geçtiğimiz hafta, Israel'in Güney Lübnan' daki Hamas kamplarında depolanmış silahları vurmasının ardından "şehit"(!) düşen bir Hamas militanının cenaze töreninde, Fatah militanlarıyla, Hamas'ın teröristleri arasında çatışma çıkmış. Böylece cennete uğurlanmak üzere yola çıkan cenazede bir dört kişi daha ölmüş.

Bir toplum varsayalım ki, cenazelerinde silahlar atılıyor, insanlar vuruluyor,  bir toplum varsayalım ki "şehit" lerini sardıkları bedenleri, kutsal savaşın uğrunda cihad çağrılarıyla mezara taşınıyor, bir millet varsayalım ki, her yerde " masum " olan çocuklar kimi yerde ellerinde silahlı insanlarla birlikte, Cihad uğrunda ölmek için and içtikleri cenazelerde haykırıyorlar...

Ve sonunda şöyle diyorlar....Israel cocukları öldürüyor.

Erdoğan, geçtiğimiz günlerde, Filistinin haklarının korunması ön koşuluyla, Türkiye'nin yeniden Israelle yakın  ilişki kurabileceğini söylemiş. Bundan bir kaç gün sonra, Israel'in sokaklarda Filistinli çocukları " terörist oldukları bahanesiyle" (!) öldürdüğünü iddia etmiş.

Üzerinde adam öldürmek için bıçak ya da silah taşıdıktan sonra o kız 14  ya da 24 olsa ne fark eder ?

Ne Erdoğan ne de diğerleri neden bir kez doğruyu söylemiyorlar?  Haftalardır devam eden saldırıları anlatan pek yok!! Gerçeklerden bahsedenler yine yok.

Çocuklar üzerlerinde silah taşıdıkları  gün çocukluklarının tüm saflığı biter!! Adam öldürmeye yeltenen bir insanın o dakikada yaşının önemi varmıdır? Hem saflliği hem de dokunulmazlığı!  14-15 ya da 16 yaşındaki çocuklar silah kullandıkları andan itibaren kimi neden ve niçinleri oyunun kurallarını değiştiren  topluma  sormanız gerekmez mi? Nerede ahlak ve insanlıkları!!!

Daeş çocuklarının, kimi kimi boğaz kesebildiklerini de görmemişlerdir eminim!!

Batı'da çocuk dediğinizde sabah yatağından kalkıp okula giden,  akşam odasında ders çalışan, arkadaşıyla oyun oynayan küçük insandır. Himayeye muhtaçtır. Anne babasının koyduğu kurallarla, aile içinde bir yaşam sürer.  Ona kimi ahlak kuralları kimi toplumsal yaşam değerleri öğretilir. Çocuk masumiyeti temsil eder. Büyüklerin sözlerinin ışığındaki bu küçük insan, daha iyi gelecek için eğitilir.

Batı, Ortadoğu'yu kendi değerleriyle analiz ediyor. Batıdaki insan bu küçük çocukları kendi ülkesindeki toplumsal değerlerin ışığında değerlendiriyor. Onları kendi normları içinde gözlemlemeye çalışıyor. Ekranlar yoluyla, yazılanlar yoluyla, anlatılanlar ve kafalarında hayal ettikleri dünyalar yoluyla. Herşeyin kendi beyinlerindeki bir yanılgı olduğunu bilmeden. Kendi İngiliz beyinlerindeki kültür yapılarıyla sabah içtikleri İngiliz kahvesinin tadında Filistin beynini anladıklarını, tattıklarını hayal ediyorlar. Aynı anlayışta, aynı tatta bir dünya hayal ediyorlar. Tamamen ayrı dünyaların insanlarını  kendileri gibi düşünmeye başladıklarında yanılıyorlar. Gördükleri ve benimsedikleri dünyalar birbirlerinden ne kadar farklıysa onlar hala bunun farkında değiller.  Batı' daki insanın gözlükleri, kendi standartlarında. Onlar bu gözlüklerle gördükleri olayların, Ortadoğu'daki çizgilerini ve sınırlarını tanımlıyorlar. Oysa geceleri düğünlerde silah atanların dünyalarında bambaşka fikirler dönüyor.  Minicik çocukların ölümle iç içe geçen yaşamlarına o kadar uzaklar ki onlar.

Çocuğun Avrupa' daki kelime anlamıyla, Ortadoğu' daki karşılığı da aynen " kutsal" kelimesi gibi  örtüşmüyor.

Bu insanların belirledikleri koşullara karşı, diğer tarafın verdiği tepkileri, bölge insanını ve şartlarını tanımayanlar anlamayabilirler.

Yine iki gün evvel sabah sabah, 14 yaşında bir Filistinli genç kız, 24 yaşındaki Israelli bir genç anneyi. sabah çocuklarını yuvaya götürürken, sırtına 30 santimlik bir bıçak saplayarak yaraladı burada.

Daha sonra, Batı'da Israel polisinin 14 yaşındaki bu çocuğu tutukladığını duyduklarında insanlar çılgına dönüyor. Israelliler canavarlar!!  Çocuklara nasıl davranıyorlar???!!! Doğru, görüntülere yansıdığında çok kötü bir propaganda oluyor Israel açısından.. insanı ürperten...........bir askerin elinde giden bir çocuk. Bunlar hiç olmaması gereken şeyler.. Hem de hiç!!

Askerlere molotov kokteyleri atan çocukları geçenlerde askerler fotoğraflarını çekerek teyid etmek istediler. Bu da olay oldu.

Bazen bir Israel askeri, sınırda kendisine koca koca taşlar atan bir çocuğu yakalarken görülür. Sınırda Israelli sivillere ve askerlere kocaman taşlar, molotov kokteyleri fırlatan çocukları yakalayan askerler zaman zaman onları  kontrol noktasındaki merkeze götürürler ve ailelerinin gelmeleri için haber verilir. Esas hesap anne babayladır..

...................................

Gelelim, Lübnan'daki son duruma.  Hamas burada yeni kollar salıyor. Suriye'deyse geçtiğimiz Haziran' da " Kimyasal Silahların" saklandığı depoları imha eden Israel,   Avusturya' da devam eden görüşmelerden bir şey çıkmayacağının bilincinde.

Geçtiğimiz günlerde Amerika'ya, ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin'la görüşmeye giden Gantz, İran'a karşı ortak bir tatbikat üzerinde anlaşmaya çalışıyor. Önümüzdeki bahar aylarında planlanan tatbikata Amerikanın katılımının söz konusu olup olmayacağını göreceğiz. Şimdilik, her gün nükleer güç olma rüyasına bir adım daha yaklaşan İran'ın Israel'i hedef almasına izin vermemek için senelerdir yaptığı askeri hazırlıklara hız vermiş olan Israel, bu konuda gittikçe daha etkili bir ikna politikası yürütmeye çalışıyor. Avrupa'yı, İran'ın sadece Israel için değil tüm dünya barışı için tehlike arz ettiğine dair tam olarak ikna edebildiğini sanmıyorum.

Viyana'da,  devam eden pazarlığın yeniden zora girdiği bugünlerde Israel'in bahar ayında Amerika'yla birlikte ortak bir tatbikat yapacakları yönündeki açıklamalar, İslam Cumhuriyetine bir mesaj verme çabaları olsa da İran şimdilik bundan korkmuş gibi görünmüyor.

Amerika ise her ne kadar, görüşmelerden bir sonuç çıkmadığı takdirde tüm diğer seçeneklerin masada olduğunu söylese de, son dönem Amerikan politikasını takip eden bir insan Amerikanın, İran'a karşı bir saldırıda yer almak için çok gönüllü olmayabileceğini de görebilir.

Bu durumda Israel kendi işini kendi yapmak zorunda kalabilir.

Sonuç olarak, bu bölgede çocuk yaştaki insanlardan,  Ortadoğunun ortasındaki koca bir İmparatorluğun kalıntılarının devamı olan bu eski ve köklü İslam ülkesine kadar, kutsal savaş uğrunda şehit olmaya and içmişlerle barış yoluyla bir şeye varmak şimdilik bir rüya gibi görünüyor!!!






  Vahid Beheshti @Vahid_Beheshti In spite of all the propaganda by the regime of the Islamic Republic, the people of Iran continue to risk t...