17 Mart 2021 Çarşamba

 

 Babamın anısına!


 

Geçenlerde bir arkadaşıma sordum İstanbul'da hala Murat araba görmek mümkün mü diye? Artık sadece Anadolu'nun kimi şehirlerinde rastlarsın Murat arabaya dedi. İstanbul'da çok daha lüks arabalar varmış şimdilerde ve daha fazla markalar..

Çocukluğumda Doğu Bloku ülkeleri gibiydi Türkiye de.  Murat,  yani İtalyan markası Fiat'ın Türk imalatı olan Murat'ın Şahin ya da Doğan modelleri şehir trafiğinin büyük bir bölümünü kapsıyorlardı.

Aslında ben doğmadan evvel babamın Opel'i varmış bir tane, Benim ilk çocukluk yıllarımdaysa arabamız yoktu. Annem araba kullanacak biri değildi. Zaten gözleriyle problemleri vardı. Babam'da da bir aralar trafiğe çıkma korkusu vardı.  Derken yıllar sonra ağbimin ısrarlarına dayanamayarak babam da çoğunluğa uyarak, bir Murat almıştı. Hem de "Kahverengi" bir Murat. Nereden buldysa?? Neyi mi? Kahverengi arabayı!! :)  Bir araba için en olmayacak renkti herhalde. Ama derler ya renkler ve zevkler tartışılmaz diye.

İlk günler kapının önüne koyduğu arabayı hemen kullanamamıştı. Bir zaman bu işi nasıl becereceğinin kaygısı onu kısmen engeller gibiydi ama annemin ona bir iki çıkışıyla ister istemez cesaretini toplayarak  işe arabayla gidip gelmeye başlamıştı.

İstanbul'da arabası olan birine o zamanlar neredeyse zengin biriymiş gibi bakabilirlerdi bir çokları. Mesela apartmandan çıkarken, kapının ağzında oturan kapıcımızın bakışlarını gördüğümde adeta tuhaf hissederdim. Sanki çok matah insanlar gibiydik. Bizler arabamıza binip çıkıyorduk. Onlarsa kapının eşiğinde oturuyorlardı. Toplumdaki eşitsizlikler Türkiye'de çok fazla göze çarpan bir şeydi hep. Sadece aptal bir Murat arabanız var diye kendinizi suçlu gibi hissedecek kadar fakirlik vardı toplumda. Halbuki biz de alelade  insanlardık. Sadece ekonomik seviyeler arasındaki uçurum büyüktü.

Ve işte ilk o zamanlar sabahları babam beni arabayla okula bırakmaya başlamıştı.  Yanıma kasetler alırdım okula giderken . Biraz olsun keyfimi yerine getiren tek şey özellikle Mireille Mathieu'nun sesiydi.Ve çok kez yarı yolda, Pangaltı civarlarında  Sciences Naturelles ( Yani Doğa Bilgisi ) hocamız olan Mme Satenik Şahiner' i toplardık. Her sabah aynı noktada dolmuş beklerdi. Biz de onu görünce arabamıza alırdık. Hep beraber konuşa konuşa okula giderdik. Okulda en sevdiğim hocalardandı bu kadın.. Çünkü Mme Satenik sadece Sciences Naturelles öğretmezdi. Bizimle herşeyi konuşurdu. Bize hayatı anlatırdı. İnsan seven bir kişiydi. İnsancıl olduğu kadar da akıllıydı. Güleryüzlü ve dersinde bulunmaktan memnuniyet duyacağınız bir öğretmendi. ( Hayattaysa ki pek sanmıyorum uzun ömürler diliyorum kendisine..ölmüşse de mekanı cennet olsun ).

Ve derken, çocukluğumun babamla en yakın olduğum dönemleriydi bu dönemler. Kavgasız, gürültüsüz,  genel olarak rahat bir ilişkimiz olmuştu. Çok fazla beklentileri olmayan bir insan olduğu için miydi bilmem ya da etrafına asi davranışları olmayan benim ılımlı ve uyumlu karakterim miydi ?

Eşime hep derim, ben ergenlik çağı krizi falan geçirmedim diye. Belki de karşımda bu krizi karşılayacak taraf yoktu. Bir çok açıdan kendi halimde büyümüştüm. Sorunlar peş peşe gelince Insanlar kendi dünyalarına, kendi şahsi problemlerine daldıkça çocuklar bazen ikinci plana düşebiliyorlar.

Aynı dönemlerde en sonunda, her fırsatta doktorlardan kaçan babamın en büyük endişesinin ona koyulacak teşhis olduğunu anlamıştık. Sol elinin eskisi gibi hareket edemediğinin getirdiği soru işaretleri annemi fazlasıyla meşgul ederken babam gerçeklerden kaçma mücadelesine girmişti. Bir eli kısmen donmuş gibiydi. Ve bunun ardından adımları yavaşlamış, ayaklarını yerde sürer şekilde yürümeye başlamıştı.

Sağlığının düşüşüyle birlikte, ben 20 yaşıma geldiğimde bu kez babamın işindeki hissesi elimize verilerek, kendi kurduğu şirketten çıkarılmıştı. Çünkü rahatsızlığı artık işte yeterlilik gösterebilmesine engeldi.

1963'te ağbimin adı Moşe' yi Türkleştirerek kurduğu Metin Çamaşırları Anonim Şirketi,  Mahmutpaşa'da, yani İstanbul Toptan Piyasasının ana merkezinde bulunan dükkan senelerle ilerleyerek büyümüştü. Üç katlı kocaman bir mağazayı birlikte yola çıktığı ortağıyla idare etmişlerdi. Fakat hastalığıyla birlikte oyunun kuralları bu kez tamamen değişmişti. Zamanla büyüyen işe giren üçüncü ortakla birlikte babamı işte tutmak işlerine gelmeyince kendimizi, işin esas kurucusu olan taraf dışarıda bulmuştuk.

Babam  durumuna ve yaşadıklarına karşı küsmeden hayata devam etmeyi tercih ederken bir seneden diğerine ağırlaşan bedenine rağmen annemin teşvikleriyle, ne kadar zorlansa da her gün çıktığı yürüyüşlerinden yılmamaya gayret ederken onun bir gün olsun şikayet ettiğini hatırlamıyorum..Hastalığıının getirdiği kısmi engellerle bile en büyük tutkusu hala araba kullanmaktı. Yıllarca araba sürmekten vazgeçmemişti. Bu her ne kadar büyük bir hata idiyse de . Başka bir ülkede zaten ehliyetine çoktan el konulmuş olmalıydı. O her ne kadar dikkatli bir sürücüyse de böylesi bir hastalıkla trafiğe çıkmanın getirebileceği zorlukları ve tehlikeleri tahmin etmek zor değil.

Dün, uzun zamandan sonra babamı düşündüm yeniden.. Christina Aguilera'nın " Hurt " şarkısını dinlerken birden göz yaşlarımı tutamadım. Hayatının son senesini düşündüm. O son seneye kadar sürdürdüğü gayreti ilk kez kırılmıştı. Artık elinde geriye hiç bir şey kalmamıştı, görüşünü de kaybettikten sonra! Artık hiç işlemeyen bedeni sadece başkasının ellerinde bakıma muhtaç olduğu son yılları zor olmanın ötesinde bir yaşama dönmüştü.

Dün onun yaşadıklarını hatırladım. Kendi hayat bocalamamın ortasında ona yeterli olamadığımı hissettim.  Ona veda ettiğim son sabah içtiği şeyin boğazında kalmasının ardından girdiği komadan çıkmamıştı.

1 Nisan 2006'da kaybettiğim babamın dün  İbrani tarihine göre  vefaatının 15. yılıydı.  Dilerim huzur içinde uyuyordur!

יהיה זכרו ברוך


Batya R. Galanti


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder