5 Haziran 2021 Cumartesi

Her dinde, her inanışta yapılan adaklar, edilen dualar...

Boğazın en az hoşlandığım semtlerinden biriydi çocukluğumdaki Sarıyer. Nedendir bilinmez. Sanırım Boğaz'ın diğer köşelerine göre daha  kalabalık ve karmaşık bir yerdi diye. Yine diğer boğaz semtlerine göre belki de daha az güzeldi.  Belki de sadece bana göre öyleydi.. En azından benim çocukluğumda öyle algılamıştım buraları.  Çarşıya doğru gidilen dağınık bir meydanda kimi dükkanlar, dolmuşlar, minibüsler ve yine çokça insan vardı Sarıyer'de... Ha bir de börekçi. O meşhur Sarıyer Börekçisi vardı tam dolmuşlara gelmeden. Sarıyer'de tek sevdiğim şeydi, oralara bir şekilde yolumuz düştüğünde vitrinde dizili kocaman tepsilerden seçtiğimiz böreklerden birer porsyon alarak ikinci kata çıkıp  atıştırmak ve sonra yeniden yolumuza devam etmek. Ve hayatımda ilk kez Sariye'de liseden bir arkadaşımın evine davetli olduğumuz günü hatırladım. Geçen günkü Lag Ba'Omer faciası sonrası. Nereden nereye mi?

Şöyle anlatayım. Hani Lag Ba'Omer bayramının  bir dilek tutma,  adak adama gibi bir şey olduğunu anlatmıştım ya daha dün.  Ölmüş büyük bir Rav'ın mezarının olduğu yere giden inançlı Yahudilerin her sene burada kendileri ve  dünya için dua ettiklerini anlattım; tıkış tıkış..hatta ölümüne!!!  Kısaca Türkçe'de, orasının Yahudi bir Mistik'e ait bir Türbe olduğu şeklinde de açıklanabilir bu . .

O gün Sarıyer'de davetli olduğum arkadaşımın evinde biraraya geldiğimiz sofrada da tutulan bir dileğin Tanrı tarafından kabul edilmesinin ardından yapılan bir şükran duası mevzubahisti.  Arkadaşımın önemli bir dileği vardı mutlaka ve bu dilek yerine geldiğinde sınıfından o zamanlar kendisine yakın gördüğü kimi dostlarını, bir çok çeşit yemeklerle donattığı o masada ağırlayarak teşekkür ediyordu Tanrıya. Ona bu şekilde şükranlarını sunmak istemişti. Sanırım Müslümanlıkta bilinen bir gelenek olsa gerekti bu.

Bense o sofrada arkadaşlarımın ne yaptıklarını anlamaya çalışıyordum. Çünkü ilk anda böylesi bir ritüel için orada bulunduğumu bilmiyordum. Sadece davetliydik işte. Bir baktım sofrada elimize içinde şeker bulunan bir şey vermişti. Şu an  ne olduğunu tam olarak hatırlamıyorum. Önce dua edilecekti sonra da o şeker yenecekti galiba. Baktım bütün kızlar okulda din dersinde öğrendikleri bir duayı ezberden okumaya başlamışlar. Bense hiç bir dua bilmiyorum. Benim için dua serbest bir şeydi genelde, kafama göre, içimden geldiği gibi ( ki bu bugüne dek böyledir ) hissettiğim şeyleri Tanrı'ya iletmekti.  Bir an tereddüt ettikten sonra; "Ama ben dua bilmiyorum ! " dedim. Onlar da kafandan bir şeyler söyle dediler. Sanırım Shemayı söyledim hahaha tek bildiğim o vardı. Onları ilk kez kıskanmıştım çünkü dilek onların dilemek için bildikleri ciddi bir duaları vardı. Bense havada kalmıştım sanki. Birden bire Tanrının dileklerimi kabul edip etmeyeceğinden emin bile değildim. Eğer bildiğim tek dua buna uygun değilseydi  Tanrı beni duyarmıydı? Aynen böyle fikirlerin aklımdan geçtiğini anımsıyorum. Ama sadece bir an.  

Sonuçta, Yahudilik Müslümanlık ve diğerleri....birbirimizden son derece farklı da olsak aramızda yine de hep kimi benzerlikler vardır. İnsanlar en azından temel olarak kendileri için daha iyi bir hayat arzu etmekten başka bir amaca sahip değiller çoğu zaman.  İnsanların kutsal kabul ettikleri kimi kişiliklerin mezarlarına gidip dua etmeleri çok tanıdık bir davranıştır. Her dinde bu tip şeyler vardır.  Ve bazıları sadece kendi inançlarına ait mekanlara, türbelere gitmeyi kabul etselerde, bir diğerleri eğer başkası için geçerliyse aynı kutsal mekanda neden ben de sorunuma cevap arayamayayım felsefesiyle de hareket ederek, türbe kilise ya da Kotel'e gidip rahatça kendini Tanrının ellerine teslim edebileceklerine inanırlar. Sanırım eğer Tanrı inancı olan biriyseniz, o koca gücün sadece belli bir yerde olmadığını da bilirsiniz.  Tanrının yeryüzünün heryerde ve hep yanımızda olduğunu unutmazsınız. Ancak belki bir çok insan için ona ulaşmanın yolu önemlidir. Hangi duayla, hangi yoldan ona ulaşacağımızın hesapları sanırım bizi birbirimizden ayıran tek şey. Bense galiba buna bu kadar katı bakmayanlardanım.

Kanımca, İtalya'daki ünlü dilek çeşmesinden tutun Fransa'nın güneyindeki Lourdes şehrinde her sene düzenlenen dini törenlere katılan insanlara, Yeruşalayim'de Kotele gelen ziyaretçiler ya da Eyüp Sultan'daki türbe'de dua edenlere dek tutulan dileklerle aslında hep aynı şeyleri arıyor insanlar.. çoğu kez sağlık, kimi huzur, bazen para, kimileri de kaybedilen aşkı!

Üniversite yıllarımda da, Taksime yakın sayılan izbe binadan arkadaşlarımla çıktığımızda Beyoğlunda sık sık birlikte zaman geçirmek için oturacak bir yer aradığımız aksamlar olurdu. Bir çok defa, yürüye yürüye taşlarını eskittiğimiz İstiklal caddesinin üzerinde peşi sıra yer alan Kiliselere girip mum yakardık.

Saint-Antoine Kilisesine ilk kez girdiğimde şaşırmıştım. Hayatımda ilk kez bir insanın bir heykelin önünde diz çökmüş vaziyette dua ettiğine yakından tanık oluyordum, İçerideki o mistik ortam, yoğun tütsü kokuları, beni çok farklı bir dünyanın içine çekerken, orada bulunan o apayrı atmosfer hoşuma giderken, insanların neden Tanrı'ya dua etmediklerini düşünmüştüm.  Eğer onlar da bizim gibi tek Tanrılı bir din idiyseler neden heykele dua diyorlardı ? Hemen girişin yanına iliştirilen mumlar ve kimi kitapçıklara bakmıştım. Kitaplar Hıristiyanlığın temel felsefesini anlatan bilgiler veriyordu. Bu da Hıristiyanlığı diğer insanlara anlatmanın bir yoluydu. Sağ tarafta farklı farklı boylardaki mumlardan birer tane alırken hepimiz mum yakılan bölmelere gidip yanan mumlardan kendi mumuzu ateşleyerek kuma batırıp kafamızda, yüreğimizde olan arzuların gerçekleşmesi için dua etmiştik. Tabii benim merak ettiğim şeyleri düşünmekten duaya ne kadar kendimi verip veremediğimi bir kenara bırakırsam.

Bir defasnda bu kez Saint Antoine'ın tam karşı sokaklarından yine içerilerde bir Ortodoks Kilisesi keşfetmiştik. Hayatımda ilk kez bu kadar süslü bir mabetle karşılaşıyordum.  İçeri girer girmez gözleri dolduran yoğun bir kalabalık hissi uyandıran ikonlar tüm duvarlardaydılar.. İsa'nın hikayesi resimlerle gümüş rengi kaplamalarla ışıl ışıldı her yerde.  Daha önce gezdiğim kiliselere göre çok daha şatafatlı daha gösterişli, daha çok işlenmişti bu kilise. Şeklen de diğer kiliselerden epey farklıydı. Küçücük bir bizans kilisesi örneğiydi bu sanırım. İçerisi çok karanlık olan kilisenin hemen orta yerindeydi sanki altar ve çevresinde iki sıra oturacak yerler vardı. Ağzımız açık etrafa şaşkın bakarken birden içeriye elindeki tütsüsüyle papaz girmişti. Direk okumaya başlayarak orta alanı elindeki tütsüyle kutsarken biz ortalıkta olmaktan utanmıştık birden. Yapacak tek şey vardı, oturup adamın duasına saygı göstermek. Mahçubiyetten gelen gülümsemelerimiz arasında, birbirimize bakıp karşımıza ilk çıkan oturma yerlerine kendimizi bırakırken  Yunanca söylediği duayı anlamadan dinlemeye başlamıştık. Adamın aslında o an etrafında neler olduğu çok umurunda değilmiş gibiydi. Sadece ayin saati geldiğinde görevini yerine getiriyordu. Sanki otomatik bir şekilde hareket ediyor gibiydi. O gün orada dua edip etmediğimi anımsamıyorum. Ama bir Ortodoks Kilisesindeki ilk anımdı bu. İlginçti. Birbirimizi ne kadar tanırsak birbirimizden o kadar daha az çekiniriz diye düşünürüm hep. 

Başka bir seferinde yine Üniversite'den  arkadaşlarımla bu kezde Eyüp Sultan'a gitmiştik. Bu kez de  Türbenin önünde dua ettiğimizi hatırlıyorum. Caminin avlusundaki koca çınar ağaçlarının gölgesinde durup içeri bakıyorduk. Avluda bulunan, içi mavi çinilerle bezeli duvarlarının orta yerinde, o klasik yeşil örtüyle örtülü tabut şeklindeki mezar taşlarına, avludaki parmaklıklı pencerelerin arasından bakan inananlar adak adıyorlardı. Tarihi 15. yüzyıla uzanan türbeye zaman zaman kimi turistlerle gittiğim de olmuştu.  Bu türbenin hemen yanlarından bir yerlerden  bir yokuşla çıkılan Pierre Loti kahvesini de ayrıca anımsadım şimdi. İstanbul'u İstanbul yapan o eski şehir manzarasını tamamen içine alan, Haliç koyunun ortasında zaman zaman oluşan adacıklara, kimi mezarlıklara, irili ufaklı camilerin minarelerine tam tepeden bakan Pierre Lotinin kahvesi.. Minicik bir oda, ortada semaver ve cam kenarılarını çevreleyen sedirle klasik bir Osmanlı evi havasındaki o yerin duvarlarında Pierre Loti'nin resimleri vardı. Kahvehanenin dışarısında tepenin kenarında, ağaçlar arasında  dizili olan kırmızı ekose örtülerle örtülü masalarda  oturup bir çay içerek sizi adeta tarihin sayfalarına taşıyan o egzotik manzarayı da birlikte yudumlayacağınız o mekan da o türbe'den sonra devam edilecek ikinci bir durak olmalıydı mutlaka.

Ve bir kez bizim Şişli'deki sinagogun önünden geçtiğimizde, yine  yanımda olan iki arkadaşıma cesaret göstererek, bu kez de bir sinagog görmek isterseniz işte şimdi fırsat demiş ve onlardan adeta cevap beklemeden ilerideki kapıyı vurarak bizi içeriye almaları için rica etmiştim. Ama sanki onlar bu kez donakalmış gibi gelmişlerdi bana. Sanki bu defa diğer yerlerde hissetmedikleri bir soğukluk vardı onlarda. Bir çekimserlik.... Hayatlarında büyük ihtimalle ilk kez girdikleri sinagoga kendilerini yakın hissetmedikleri açıktı. Ben  Aron Ha-Kodesh'in bulunduğu yere çıkıp, Tora rulolarının örtüsüne başımı dayayarak küçücük bir dua yapmıştım. Arkamda hareketsiz kalan arkadaşlarımsa benim duamı bitirmemi bekledikten sonra birlikte hemen dışarı çıkmıştık. Sanırım bu insanları sinagoga karşı bu derece çekimser yapan şey Yahudiliği kesinlikle tanımıyor olmalarıydı. Kapılarını herkese açık tutan ( bizde korku vardı, terörü yaşamıştık), Noel'de kendi inanlarının dışında herkesin girip ayine katıldığı Hıristiyanlık onlara daha bir tanıdıkken Yahudilik daha kapalı, daha kendi içine dönük bir inanç olduğu için, her yerde sinagog görmeğe alışkın olmadıkları için,  Amerikan filmlerinden Hıristiyanlığa daha aşina oldukları içindi belki.  Buna benzer bir çok sebep elit Türk insanını bu dine daha bir açmıştı. Onlardan biri olmak isteyecek kadar yakın olmasalar da, kapısından girdikleri Kilise'de mum yakmayı benimseyebilecek kadar bir yakınlık söz konusuydu.

Derken yıllar evvel, Israel'de İbranice kursununu son sınıfında okuduğum zamanlar bize öğretmenlik yapmış bir bayanı anımsıyorum. Çok hastaydı. Kanseri iyice ilerlediği halde hala her gün okula gelmeye devam ediyordu.  Kemoterapi yüzünden yaralar oluşan dudaklarına rağmen hala daha bize ve hayata gülümsemek için gayret gösteriyordu. Bir gün derste o kimi büyük Ravların mezarlarına gitmenin anlamsızlığını söylemiştim ben. Kadın öyle çok fazla inanan bir insan olmadığı halde bana insanların zor zamanlarında bir şeylere tutunmak istemelerini doğal karşılamak gerektiğini söylemişti. O an o kadının bulunduğu durumu düşünerek çok üzülmüştüm. Belki de konuştuklarımda bir çeşit duyarsızlık bile varmıydı diyorum.

Derken insanların Tanrıya kendilerini yakın buldukları mekanları ziyaret ederek. içlerindeki problemleri o yüce güçle paylaşmaları aslında son derece doğal. Öncelikle biz insanlar zayıf düştüğümüz zamanlarda çok daha fazla sığınmak ihtiyacı duyuyoruz. Ne yazık ki hayat yolunda gittiği sürece, genç ya da güçlü olduğumuz sürece çoğu kez manevi şeyler, Tanrı kavramı insanlara boş geliyor. Sadece düştükleri zaman ağlayan çocuğun annesinin kucağına koşması gibi bir şey bu da zor zamanda Tanri'nın ellerine kendini teslim etmek.

Ve size, sorununuza cevap olabileceğine sizi inandıran herşeye bir an ümit bağlayabiliyorsunuz. Gideceğiniz herhangi bir mekanda edeceğiniz dualardan sonra tüm dileklerinizin gerçek olacağına inanırıyorsunuz birden.  Çaresizlik anında insanlar bir kurtarıcının arayışına giriyorlar. Bir türbe, bir duvar, kocaman bir mabet, belki de bir ağaç..  .

Seneler evvel İstanbul'dan gelen kuzinimi Kotel' e yani Ağlama duvarına götürdüğümüzde yolda Tanrı'ya tek bir dilek değil, upuzun bir mektup yazmıştı. Elimizden gelmeyenleri değiştirebilecek o Yüce Güçten bize el uzatmasını bekliyoruz. Belki de işin sırrı bir şeyin gerçekten olacağına inanmakta.

Geçen hafta Israel'de itiş kakış birbirlerini ezen  insanlar da Tanrıya dua etmeye dilekler dilemeye gelmişlerdi. İçlerindeki inançsa onları ölümüne bir huşu içine sokarken, aklı ve mantığı tamamen yerle bir eden toplu bir trans yaşayacak kadar kendilerinden geçebilmişlerdi.

Evimizin yanında baharla birlikte mor pembe çiçekler açan ağaca baktığımdaysa ben tuttuğum dileği düşünüyorum, Tanrının mucizelerinin orta yerindeyken gitmem gereken başka bir yer yok gibi, bu mucizelerin devamını dilemek için.


Batya R. Galanti

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder