Klasik müzikle tanışmak.
Klasik müzik dedikleri zaman ilk aklıma gelen Türkiye'de 1980'lerde yayınlanan bir klasik müzik programıdır .
Pazar sabahının daha ilk saatlerinden, ertesi gün başlayacak olan haftanın bunalımını yavaş yavaş hissettiğim, oturma odamızın yarı karanlık, o monoton ortamının içinde beni pek cezbetmeyen bir televizyon programı hatırlıyorum. Haftada sadece bir kez yayınlanan yaklaşık bir saatlik bir programdı bu.
Babamın en büyük zevki olan, pazar sabahı ailece yediğimiz kahvaltıyı kendi elleriyle bize hazırlamasının ardından, günün o ilk öğünün bitişiyle hep birlikte toparladığımız masayı düzeltip, herşeyi yerine koymamızla halının üzerine atlamamın ardından Hikmet Şimşek' in saatinin geldiğini görünce her defasında tekrardan hayal kırıklığına uğrardım.
Ne zaman yapacak bir şeyim yoksa ve televizyon seyredeceksem halının üzerine uzanırdım. Nasıl olsa haftada bir yerlerde sürünerek ( ! ) temizlik yapan zavallı hizmetçi o halıları daha bir kaç gün evvel elinde yumruk yaptığı beziyle iyice silmiş olurdu. Ve İstanbul'un çamurlu sokaklarından eve girdiğimizde ayakkabıları, ayakkabı dolabında sakladığımız için de ayrıca her daim etraf tertemizdi. Kısacası, oturma odasında herkes kendi yerine oturduktan sonra, bir ben masanın altında, kocaman halının üzerine sereserpe yatar, avucuma yasladığım çenem ya da başım yorulana dek o şekilde tv seyrederdim.
Ve işte o zaman Hikmet Şimşek' in programı başlardı. Bu program cok ciddiydi. O zamanlarTürkiye'de herşey öyleydi. Adam bir şeyler anlatırdı gayet ciddi bir tavırla (!). Her defasında bir kompozitörün hayatını ve bir opera ya da operetin hikayesini dile getirirdi. Benimse zavallı adama adeta gıcığım vardı. Kendini beğenmiş gelirdi bana. Bu programın bana klasik müziği sevdirmesi pek mümkün görünmüyordu.
Hikmet Şimşek'in programında en çok yer verdiklerinden biri Alman orkestra şefi Herbert Von Karajan'dı. 1933'lerde kariyeri için Nazi Partisi üyeliğini seçen, dünyanın en ünlü klasik müzik şeflerinden biriydi Karajan. Nazi geçmişiyle bilinen kondüktör! 1930' larda Alman kökleri olmayanların ya da rejime muhalif olanların istihdam edilmedikleri günlerde Karajan bir çok rejim karşıtı müzik adamları gibi Almanyayı terketmeyi tercih etmemiş, kariyerinde ilerlemek için Nazi Partisine üye olmuştu! ( Karajan, Makedon kökleri olan bir aileden geliyordu ). Savaş sonrası kendisini bu konuda suçlayanlara, bu gerçeği reddetmiş olsa da ! Berlin Orkestrasının seslendireceği eserleri yönetecek olan adamın ( Karajan'nín ) siyah beyaz görüntüleri beni klasik müzikten sonuna kadar nefret ettirmediyse o da bir başarı idi. Bu böyle uzun bir süre devam etmişti.
Zaten bir de çocuk kafanızda muziplik, oyun ve gülmek peşinde olduğunuz yıllarda fazla ciddi, ağır şeyler size pek hitab etmiyor.
Kısaca, Hikmet Şimşek'in gün gelip, Danny Kaye'in Amerika'da çocuklara klasik müziği sevdirmek için hazırladığı o ilk show'u yayınladığı güne kadar bu programa neredeyse lanet okurdum.
Danny Kaye' in nota okumasını bile bilmediği halde ( Kendi söylemine göre ) kendine özgü stiliyle yönettiği orkestralarla insanları hem güldürürken bir taraftan da o tılsımlı müziği bazen amatör kulaklara, bazen küçük çocuklara taşıyan konserlerine tesadüf ettiğim zamanlar belki de alışkın olmadığım melodilerle ilk yakınlığım kurulmuştu.
Sevdiğiniz müziği belirleyen şey aile ortamında dinlediklerinizdir genelde.
Çevremde kimi tanıdıklarım klasik müzik dinlerlerdi. Onlar klasik müzik konserlerini de kaçırmazlardı. Ancak bizim evde çocukluğumun ilk yıllarında klasik müzik dinleme alışkanlığımız vardı dersem yalan olur.
Babamın en sevdiği müziysenler, Nat King Cole, Frank Sinatra ve Dean Martin'di. Bir de Julio vardi! Hangi Julio mu? Julio Iglesias tabii. Bize 500 sene evvel geldiğimiz eski vatanda bıraktığımız köklerimizi hatırlatıyordu o da! Hahahaa...
Fred Astaire'ín müziklerini ve filmleriniyse ezbere bilirlerdi bizimkiler. Kimi soft pop şarkılar, hafif Jazz'lar ve Rock and Roll evde kulağıma sık çalınan melodilerdi.
Bugün Danielle'le aramdaki en büyük fark benim kızımın sadece şimdiki müziklere ilgi duyması. Onu sadece kendi zamanın şarkıları cezbediyor. Bense kendi dönemim dışında, örneğin babamın dönemine ait melodileri de dinlerken, onun sevdiği müzisyenleri ben de seviyordum. Belki bu benim daha nostaljik yapımla ilintili bir durumdur.
Genç kızlığımda, akşamları salonun en sevdiğim köşesi'ndeki koltukların dibinde, yine kocaman el halılarının üzerlerinde , abajurun los ışığının altında ya okur ya da sınavlara çalışırdım.. Çoğu eski şarkılar, bazen 1950'ler 60 ya da 70'lere ait müzikler dinlerdim. ... saatlerce..
Klasik müzikse ilk kez ağbimin seçimi olmuştu bizde. 20 yaşlarında birden bir şekilde klasik müziğe merak salmıştı o. Bir zaman sonra klasik müzik evde sürekli duyulmaya başlamıştı. Hem de o bu müziği sonuna kadar açarak dinliyordu!
Beni bu müziğe ilk kez yaklaştıran, "Amadeus" filmi olmuştu.
Gelmiş geçmiş en büyük müzik dehalarından biri sayılan Mozart'ın hayatına "hayali bir pencereden" bakan , onun deli dolu, çocuksu kişiliğini perdeye mükemmel bir büyüyle taşıyan unutulmaz bir Hollywood yapımıydı; Amadeus!
Ünlü Çek yapımcı Milos Forman tarafından , 1984' te sinemaya uyarlanan bu drama, oynadığında çok ses getirmişti.
O dönemde 50 Uluslararası ödüle aday gösterilen ve bunlardan 40' tan fazlasını alan, 8 Oscar toplayan bu filmi seyrettiğimde sanki bir görüntü ve müzik şöleninden çıkmış gibi olmuştum. Filmin getirdiği başarıya rağmen gerçekçiliği açısındansa kimi tarihçileri çileden çıkarmışsa da Amadeus bugüne dek yapılan en iyi yüz film içinde imiş hala! .
Film tarihçileri neden çileden çıkarmıştı peki?
Antonio Salieri " Amadeus " 'ta Mozart'ı ölesiye kıskandığı için Mozart'ın ölümünü planlayan kişi olarak çizilmişti. Salieri'nin Mozart'ın dahiliği karşısında çileden çıkışıyla ölesiye kıskançlığının önü deliye döndürmesi üzerine kurulan ana temanın tarihi bir gerçekliği yokmuş!
Viyana'da, Kutsal İmparator II. Joseph'in sarayı'nda öğretmenlik yapan, 18. yüzyıl operasının gelişiminde büyük rolü olmuş, zamanın önemli bestecilerinden biri, orkestra şefi ve eğitmen olan Salieri'nin Mozart'ı öldürmeyi düşündüğü iddiasının tarihçilerce yalanlandığı çok kez yazıldı.
Aslında Peter Shaffer tarafından sinemaya uyarlanan Amadeus'u ilk kez sahneye koyan 19. yüzyıl oyun yazarı ve romancı Rus Alexander Pushkin olmuş. Pushkin Salieri'yle Mozart arasındaki rekabetten iyi bir drama yaratabileceğini düşünerek bir oyun yazmış. Ve ilk kez 1890'da bu oyunu sahneye koymuş.
Nikolai Korsakov ise daha sonra bu oyunu opera olarak bestelemiş. 1979 yılında ise Peter Shaffer, Londra Ulusal Tiyatrosu'nda bu oyunu sahnelediğinde yönetmen Milos Forman oyunun premier'inde bulunduğunda sahne'de gördüğü dramadan öyle etkilenmiş ki Shaffer'e oyunu sinemaya uyarlamayı teklif etmiş.
Filmin senaryo yazarı olan Peter Shaffer, senaryoyu yazmadan evvel Mozart hakkında çok geniş bir araştırma yapmış ve besteci hakkında bir çok şey okumuş. Bunlardan biri de Mozart'ın mektuplarıymış. Bu mektuplarda okuduğu Mozart, bir taraftan sekiz yaşlarındaki yaramaz bir çocuk gibi davranan diğer taraftan inanılmaz eserler üreten bir deha imiş gerçekten.
Kralın Sarayında eserlerini dinlemeye gelen aristokratlara özel konserler için çağrılan genç adam aynı sarayın yan odalarında masa altlarında yaramaz çocuklar gibi karısının peşinde koşup kahkahalar atan biriymiş Mozart. Sonuçta , Salieri'yle bu şekilde bir rekabet yaşadıkları belki doğru değilse de Mozart'ın kimi anlamda soytarı kılıklı bir dahi olduğu sanırım doğruymuş İşte Shaffer filminde bunu seyirciye yansıtmak istemiş.
Shaffer zaten Amadeus'un belgesel biyografi amacı taşımadığını da açıklamış.
Bu filmdeki, dönemin rengarenk giyimleri, kadınların saten elbiselerinin ihtişamı, göz dolduran mekanlar ve saraylarla bütünleşen Mozart'ın müziğinin kulakları her bir yandan kuşatışı hayatımda ilk defa bu tür müziğin insanda ne kadar farklı bir heyecan yarattığını farketmeme vesile oldu.
Amadeus'un ardından bu yapımı yeniden ve yeniden izledim ve biraz olsun Mozart'ın müziğini tanıdım.
Mozart'ın müzik tekniği, farklı stilleri özümsemedeki çabukluğu ve becerisiyle gelmiş geçmiş besteciler içinde en büyüklerinden biri olduğu söylenir bugüne dek. Böylesi bir müzik dehasının hayatını çok genç yaşta tam bir zavallı gibi bitirmesi ise çok acıdır.
Filmin sonu aklımdan hiç çıkmadı. Cenazesini bir akşam vakti alelade bir mezarlığa doğru götüren atlı arabayı takip eden ailesinden başka kimse yoktu orada. Siyah beze sarılı olduğu halde onu son kez kutsayan pederin duasının ardından toprağa atılan o insanın kimse için bir değeri yokmuş gibiydi öldüğünde.
İşte o son sahnede çalan Requiem ( Lacrimosa ) benim için unutulmaz bir kapanıştı.
Klasik müzik hala en çok dinlediğim müzik türü değilse de, zaman zaman beni dinlendirecek, yatıştıracak bir şey aradığımda kimi hafif klasik melodilerbeni farklı dünyalara taşırlar.
Batya R. GALANTI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder