1 Şubat 2022 Salı

Ortaköy'deki çocukluğundan, Burgaz Ada'daki bir aylık kamp macerasına, annemden kimi anılar



Annemin ilginç iddiaları vardır. Onunla sık sık geçmiş ve gelecek hayatları konuşuruz. Onunla insanın yeniden doğuşu üzerine olan iddalarını tartışırız zaman zaman. Ona göre, annem geçmişte yaşamış olduğu hayatlarını bir kaç kez rüyasında görmüştür. 

Bir de hep iki yaşındaki bir anısını anlatır arada. Evlerinin girişinde yapılan bir tadilat döneminde, kapının hemen önündeki zemine çimento döktürdükleri günlerden birinde, o çimento kuruyana dek, bahçeden içeriye girebilmek için, koydukları tahtanın üzerinden geçiyorlarmış. 
Iddialara göre; bir sabah o tahtanın tam üzerinde durup başını gökyüzüne kaldırmış. ( ayrıntıları unutmamış olması gerçekten ilginç (?) ) "Küçücük bir çocuktum, başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Masmavi göklerde yer yer bulunan bulutları bir an izledikten sonra, kendi kendime bu yerleri, bu gökyüzünü ben çok iyi tanıyorum, şimdiden değil, çok daha önceden tanıyorum" dedim....!!

Bu benim ilk dünyaya gelişim değil, bunu biliyorum. diyor annem. Ama Anne, sen yaşayan, var olan, her şeyi tanıyan bir başka insandan dünya'ya geldiğine göre o insandan sana geçen bilgiler, kayıtlar olmaz mı peki? Evet!! Ama??!! Bilmiyorum... Ya ben biliyormuyum? 

Annem bana iyisiyle, kötüsüyle, karmaşık yönleriyle hayatını, karışık duygularını, herşeyi anlatıp durmuştur bugünlere dek. 

Ortaköy'deki hayatını, çocukluğunu, oyunlarını, sokakları, karlı kışları, çarşı'daki fakirlerle onlar gibi orta direk Yahudileri, yukarı yamaçlardaki elit nüfusu ve yine etraftaki esnafla diğerlerinin ilişkilerini. 

Yahudi Toplumunun o zamanki demografisinin bir özetini almak gibidir ondan; onun çocukluğunu dinlemek. Yahudilerin, kısmen de Ermeni ve Rumların aralarındaki ilişkilerden de şöyle bir bahsettiği olur. 

Derken, o dönemlerde, her insanın her ailenin kendi gerçek isimlerinin yanında, dış özellikleri, meslekleri ve bir çok karakteristiklerine göre onlara verilen lakaplarından da bahseder.... 

Ve boğazin kıyısında buluşan ailesinin hep birlikte birer rakı içtikleri kimi yaz akşamlarında bazen kuzguni renge dönen denizin bir an onun içine çökerttiği bunaltıyı...aynı denizdeki kayıkları, kışın sert geçen günlerinde, Ortaköy Caminin girişindeki beton zemini ıslatan dalgalarla değişen ortamın onları o yerlerden bir süre uzaklaştırışını,...

1930'ların ortalarından, Atatürk iktidarının sonlarıyla, İsmet İnönü yıllarını.... O dönemin üzerlerindeki etkisini; çekingelerini, kimliklerinden, konuştukları dilden ve daha bir çok şeyden.. Yahudiler onu El Sodro ( İspanyolca'da..el sordo) yani, "Sağır" olarak çağırırlarmış (İnönü'yü) . 

Sağırmış, El Sodro.. Sağır ve de Antisemit. 

Derken sekiz yaşlarına ait bir zamanı anımsadı daha geçen gün yeniden. Ben küçükken hep anlattığı anılarından birini bir kez daha anlattı. 

İnsan denen varlığın bir huyu vardır ya ..bazen bir fıkra bizi öyle bir güldürür ki, artık durup durup anlatabiliriz yeniden. Anlatmışmıydım??!! . Evet anlamıştın ya derler!!!. Hem de kaç kez!!! 

Hele yaşlandıkça, biz insanlar anılarımızı da sık sık hatırlar yeniden anlatırız. çocuklarımıza, torunlarımıza... Ben kolay kolay bıkmam dinlemekten. Yazmaktan da....okumaktan bıkanlar olabilirler, onu bilemem :) 

Annem, "Ortaköy'de bir sabahtı" diye başladı yine...Geçen gece saat onda, gün sonu kapanışını yapıyordu benimle telefonda. Aklına gelmiş, onu ilk kez, "Burgaz Çocuk Kampına"götürdükleri yaz. Evet annemin çocukluğunda, Burgaz Adasında, Yahudi Cemiyeti'ne ait bir köşk varmış. Büyük bir köşk. Hani o bildiğimiz, tahta, boyalı köşklerden, Çevresinde kocaman bir bahçesi olan. Sanırım denizden de pek uzak değilmiş. Zaten Burgaz Adası minicik bir adadır. Köşk, adanın en tepelerinde bile olsa, denize varmak ne kadar sürerdi ki yine de? 

Her yaz, maddi durumları tatile, adaya ya da Moda'ya gitmeye elverişli olmayan ailelerin çocuklarını Cemiyet Burgaz Kampına alırmış. İşte bir sabah annem, evinin girişindeki merdivenlerde oturuyormuş. O zaman İstanbul'da çok az araba vardı der hep. Sokaklarda dilediğimiz gibi oynardık. Beş taş, sek sek, lastik ve bir sürü top oyunları. Dersimi bitirmeden çıkmazdım sokağa diye de ekler. Ve annem yemekte çok kaprisliymiş. Hiç bir şey yemezdim ben. Annem, iyi beslenemediğimizi bildikleri için, çocukları balık yağıyla ayakta tutmaya çalışırlardı der, savaş zamanları. 

Her sabah okula gitmeden kapıda bir kaşık balık yağı ve ardından da portokal vermeleri şartmış.

Nerede kalmıştım ben? O sabah, evinin önünde otururken, yanına, iyi giyimli bir genç bayan yaklaşmış, yanında yine şık bir adamla beraber. "Merhaba küçük kız!" Senin ismin ne? Suzi. Burada ne yapıyorsun? Oturuyorum. Annen nerede? 

Sormuşlar ona. Sen niye bu kadar soluk duruyorsun? diye. Ve isterse, temmuz ayında Burgaz Adasındaki Kampa gidebileceğini söylemişler. Annemde bir sevinç; kamp sözü bile içinde bambaşka bir coşku yaratmaya yetmiş. Evet istiyorum!!! 

Ve temmuz ayı geldiğinde annem kendini bir sürü çocukla beraber, çiçekler içinde bir bahçede kurulmuş upuzun bir masada kahvaltı ederken bulmuş. Bol bol bal ve tereyağlı kahvaltılarla, masada ne isterse varken, hayatında ilk defa annemin iştahı açılmış. 

 Oyunlar, geziler, yemekler ve deniz... Bir ay boyunca, birlikte yiyen birlikte içen ve yine kocaman bir salonda dizili yataklarda birlikte uyuyan çocuklar. Kampın ilk günlerini anlatırken sanki yeniden o küçük çocuğun heyecanını yaşar gibi gelir bana. Onlarla ilgilenen, genç erkekler, genç kızlar görevlerini en titiz şekilde yerine getirmeye çalışırlarken. kilolarını ölçüp, bir ön muayeneden geçiren doktorun kayıtlarına göre, orada kalacakları müddet boyunca onları sağlıklı bir diete sokmuşlar.

Yedikleri ve içtikleriyle ilgilenen, onlara yemeklerini hazırlayan, onlarla oynayan, geceleri yatakhanendeki pencerenin hemen yanındaki iskemlede onlara hikayeler okuyan birileri vardı. Özellikle, onlara kitap okuyan genci annem hiç unutmaz. Perçesi alnına dökülen o güzel genç çocuğu. O okurken bizim uykuya dalmamızı beklerdi diyor.  Anneminse onu seyretmekten uykusu kaçardı gibi geliyor bana. 

Ancak ilk günler çocukların bir kısmı kendilerini alışık olmadıkları bir ortamda bulmuş olmanın endişesine kaptırmışlar. Ailelerinden uzakta kalmaya alışkın olmayan çocuklar, Burgaz Adanın, çam ormanlarının ortasında bir köşkte, gece cırcır böceklerinin çıkardıkları seslerin etrafta tek duyulan şey olduğu bir yatakhanede, yan yana dizili yataklarda, bir çok küçüğün arasında yattıkları anlarda başlayan "terkedilmişlik hissiyle" beraber, birden kimi ağlayışlar duyulmaya başlarmış oradan buradan. Derken hıçkırıkların biri diğerine karışırmış. 

Bunlar birbirlerine sorarlarken; " Peki sen neden ağlıyorsun?  bir anda bütün banda başlarmış ağlamaya!!!... Annemse, şaşırırdım diyor. Bu çocuklara ne oluyor? Ne güzel kamptayız işte, krallar gibi kahvaltılarla, birlikte oyunlar, masallarla. Niye ağlıyorlar ki bunlar?

Aradan bir kaç gün geçmiş, artık bir çoğu kısmen ortama adapte olmuşlar. Bu sefer geceleri hep birlikte tuvalet seferleri başlamış. Masal bitip, kitabın son sayfası da kapatılınca, son son odada yanan loş lambanın da söndürülümesinin arkasından bir süre sonra, çocuklardan biri diğerini uyandırırmış. "Ssssstt.. uyuyormusun? Yok. Benim çişim var, tuvalete gidelim mi?. Peki. Bir diğeri, "Nereye? Tuvalete.. Sen de istiyorsan gel. Derken en az beş altı çocuk, bazen daha fazla, ahşap merdivenlerden, aşağı kattaki tuvaletin yolunu tutarlarmış. Karanlıkta, yolu seçmenin zor olduğu anlarda birbirine tutunarak giden çocuklar  hayatlarının en büyük maceralarından birini yaşar gibilerdi mutlaka. 

Aynı gecelerden birinde, yeniden sekiz on tanesi birbirinin ardında dizili tuvalete inmişlerken tam, aynı anda, yemekhanede çalışan, bembeyaz saçlı, yaşlı kadın, üzerinde yine beyaz uzun geceliğiyle çıkmaz mı çocukların karşısına. Çocuklar birden bire karşılarında hayalet görmüş gibi olunca, basmışlar çığlıkları. Annem, "Bir taraftan bakıyorum, bu kadından niye korkuyorlar " diye, ama " Eğer bu çocukların hepsi bir ağızdan bağırıyorlarsa bir sebebi var herhalde! " diyerek kendisi de onlara katılmış. 

Şöyle bir iki dakika yaşanan hengame, çığlıklar sonunda bunları susturan kim olmuş bilinmez.

Ertesi bir kaç gün ahçı kadının çocukların attığı çığlıklardan girdiği korkudan sesi gitmiş. ( ya la charpeyaron) 

Annem o Burgaz Kampı sefasını hiç unutmaz. Daha sonra bir daha kampa hiç gitmedi sanırım. Sapsarı bir yüz ve çelimsiz bir bedenle gittiği kamptan beş kilo alarak dönünce kardeşi Elio onu patatika diye çağırmaya başlamış.

Hala Burgaz'da cemaatimize ait bir köşk varmıdır bilmem. Geçmişte, imkanları kısıtlı olan ailelerin çocuklarıyla kampta ilgilenen o güzel insanların bugün hatıralarını yaşatan bir şey kalmışmıdır bilinmez. 

Bu da yine annemin çocukluğundan, çok uzuuuun seneler öncesine ait. insanlarımızın yaşadıklarından küçücük bir kesitti...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder