16 Ocak 2022 Pazar

Beşinci dalganın ortasından haberler

Son günlerde buralarda sessizden bir fırtına kopar gibi. Pandeminin ilk günlerinde insanları alan korkuya rağmen çoğunluğun hasta olmadan yakalarını sıyırdığı salgın, başlayan beşinci dalgayla bir anda bir tufana dönüşmüş gibi. Kimseden çok ses çıkmasa da, virüs aldı başını gitti. Ne tarafa dönseniz birilerinin artık Omikrona yakalandığını duyuyorsunuz. Okula gidemeyenler ya da işinden olanlar bir tarafa sokaklar, caddeler ilk defa tamamen insanlardan boşaldı. Geçtiğimiz günlerde Tel Aviv'de bir haftasonu havası hakimdi. Sanki insanların işi yokmuş gibi bir durum var. Tabi ki insanların işi var da bir sürü insan ya hasta, ya da bir sürü insan bir hastanın yanında bulundukları için evlerinde kapalı kalmak zorundalar.

Kısacası bugünleri Omikron Bayramı ilan etmek mümkün!!!

Pcr ya da antigen yaptıranlar kuyruklarda. Eczanelerde bazen test bulmakta bile zorlandığınız saatler, günler var.

Ve bizde de durum farklı değil. Geçen salı akşamı eve girdiğimde Israel'in de ateşi çıkmıştı birden. Gece 11'de ailece test yaptırmak için yola çıktık. Pcr'in cevabı gelene kadar gece ilk yaptığımız hızlı  antigen testler negatif çıktı. Ancak ertesi gün, benim dışımda evde herkesin positif olduğu belli oldu.

O gün bugündür bizimkiler karantinadalar. Yeni kurallara  gore ben pozitif çıkmadığım için dışarı çıkmamda bir sorun yok. Birisinin kalanlara bakması lazım tabi :). Alışveriş, yemek, ve alınacak şeyler. Soranlara, köpeği birinin indirmesi gerekiyordu diyorum. Dün gece eve kuriyenin getirdiği bir şeyi kapıya bırakıp gitmesini söylediğimde, gözetleme deliğinden genç çocuğun hala kapının biraz ilerisinde beklediğini görünce ağzımı kapatarak kapıyı hafiften açtım, gidebilirsin demek için. Benden en az iki metre uzakta duran çocuk bir hayli panik oldu, dur orda bana yaklaşma derken bana. Yaklaşmayı düşünmüyordum zaten. Hem ben hasta değilim ki!! Söylemeye fırsatım olmadan koşarak gitti. Hahahaa onu da anlıyorum.

Bir çokları bu virüsü artık gayet hafife alırlarken bazıları hala korku içindeler. Ancak bugünleri omikrona yapışmadan atlatmak pek mümkün görünmüyor. Benim nasıl yapışmadığım üzerinde yürüttüğümüz ihtimallerin hangisi doğru bilinmez. Demek ya hala daha bedenimde yeterince antikor taşıyorum ya da kimi insanlar bazı sebeplerden bu virüse yapışmayabiliyorlar.

Çocukluğumdan beri geçirdiğim grip sayısı azdır. ( Bu bildiğimiz griplerden farklı biliyorum ) Yatak döşek yattığım çok olmadı. Genç kızlığımda sadece bir defa çok kuvvetli geçirdiğim bir grip olmuştu. Bir kaç gün ağrılardan inlediğimi, ateşimin 39'lara çıktığını anımsıyorum ama o şekilde bir grip bir daha hiç olmadım gibi. Hafif üşütmeler, kimi halsizlikler dışında.

Annemi daha eşim rahatsızlanmadan bir gün evvel dördüncü aşıya götürmüştük. Bu yüzden annemden Israel'in ve çocukların  Korona olduklarını düne kadar sakladım panik olmasın diye ve dua ettim.

Bir taraftan 60 yaş üstü insanlar geçtiğimiz hafta aşı oldular hep ancak aynı günlerde basında Pfizer'in önümüzdeki mart ayında yeniden aşı çıkaracağı haberi yayınlandı.  Peki dördüncü aşıyı yaptıkları 60 yaş üstü nüfusa, Pfızer İlaç Firmasının Omikron'a uygun ürettiği aşıyı da mı verecekler??? Dördüncü aşıyı laf olsun diye mi atıyorlar anlıyamadım ben???!!! Bu aşının Omikron'a karşı çok etkili olmadığı biliniyor. Ancak aşılar başladıktan sonra gelen bu açıklamalarla şimdi ne yapmamız bekleniyor?

Ve bütün ülke bir salgının peşinde hasta yatarken, Israel'deki hükümetin kararsızlıkları kafaları o kadar karıştırmış bir durumdaki artık herkes biraz da kendi kafalarına göre davranmaya başlamış gibi.

Zaten ekonomiyi kurtarmak adına hiç bir kısıtlamaya gitmemeyi tercih eden Hazine Bakanı, ülkenin iflas etmemesinin öncelikli olduğunun altını çizdiği günden beri, insanların virüsü toplu olarak yapışarak geçirmelerinin yolunu açmıştı.   Bu karar, Omikron'un hızlı yapıştığı kadar hafif geçirilen bir variant olduğu kesinleştiğinden beri gündemededir.

Şu an için burada okullar açık oldukları halde yarı kapalı gibiler. İş yerleri yarı yarıya hizmet eder durumdalar. Üç kişinin yaptığı görevi şu an bir  kişi yapıyor. Sokaklar insanlardan boşaldı.

Belki bu son dalga gerçekten salgının sonunu getirir. Ama bunun için  çok yüksek bir yüzdenin salgına karşı yeterli antikor geliştirmiş olması gerekiyor.  Ve arada bu gece Ağaç Bayramı Tu Bişvat. Bu defa çok fazla geziler organize edilebildi mi bilmem. Bizimkiler zoom'dan öğreniyorlar bu iki gün.

Ağaçların hayata uyanışlarını hatırlatan, Israel'de Toprağın Yeni Yılı olarak kabul edilen Tu Bişvat ağaç dikimiyle sembolleşmiş bir gün. 1908 tarihinden bugüne Israel için resmi bir önem taşıyan  bu bayram ve bu ülkenin ağaca verdiği önem sayesinde KKL (Keren Kayemet LeY'israel ) tarafından 230 milyon ağaç dikilmiş.

Hayatı temsil eden ağacı, yeşertmeye devam ettiğimiz sürece bu dünyayı yok olmaktan kurtaracak en önemli görevlerimizden birini yerine getirmiş oluruz. Atmosferdeki zehirleri toplayarak, oksijen sağlayan ağaçları koruyarak ve yenilerini dikerek, kaybolan doğal dengeyi yeniden sağlamamız mümkündür.

Daha temiz bir hava solumak, hayvanları korumak, yeni hastalıkların, virüslerin önünü kapatmak adına iklimi koruyan en önemli faktörlerden biri üzerinde çok daha fazla durmamız önemlidir.

Böyle bir salgının ortasında bulunduğumuz günlerde kaç çocuk, kaç genç ağaç dikmiştir bilinmez bu Tu Bişvat?! Dilerim gelecek seneye kadar insanlıkta kendini yenilemiş, zor dönemleri aşmış olur.

Herkese daha çok sağlık diliyorum.


13 Ocak 2022 Perşembe

İsrael adına çalışan yunusların tehtid ettiği Hamas

        

İnsanlarda paranoya, bilinen en kötü mental hastalıklardan biridir. Kişinin hayatını yeterince etkileyen bu psikiatrik bozukluk, sadece kendisinin değil yakın çevresinin de yaşam kalitesini yeterince düşürür.  Psikolog ya da psikiatr olmadan da konu üzerinde genel olarak bilgi sahibi olduğumuz, insanların çevrelerine ve arkadaşlarına güven duymalarını engelleyen normal dışı korkular ve şüphecilikle kendini gösteren bir şeydir paranoya.

Çevremizde bu tip insanlar tanımış olsakta olmasakta toplumda en sık kullanılan terimlerden biridir, Paranoyak olmak... "Paranoyaklaşmak.... gibi kelimeler her zaman duyarız insanlardan..Gereğinden fazla şüpheci olanlar için kullanılan bir sıfata dönüşmüştür bu kelime.

Paranoya, zannederim, insan beyninde bir şeylerin doğru çalışmamasıyla alakalıdır. Genetik bir sorun olduğu söylenir. Ancak  kimi psikolojik travmalar da bazen kişinin bu tip bir mental rahatsızlık geliştirmesine sebebiyet verebilir. Fakat yine de genetik bir eğilim söz konusu olmalıdır diye tahmin ediyorum.

Ve, toplumda da kitle halinde mantığın yitirilmiş olduğu durumlar vardır. Yani insanlarda olan paranoyanın toplumsal bir problem olarak görülmesi de mümkün. Toplumsal paranoya,  toplumun bünyesinde yaşayan azınlıklara, ya da kimi gruplara karşı mantıklı, mantıksız şüpheci tavırlar geliştirmeye başlamasıdır. Örneğin Türklerin, Anadolu'da yaşayan Ermenilerin, Kürtlerin, Alevi, Rum ya da Yahudilerin kendilerine karşı faaliyet içinde olduklarını ortaya atmak huyları ezelden beri bilinir. Herhangi bir azınlık grubuna devamlı  şüpheyle bakmak, onlar hakkında mantıksız iddialar üretmek, ya da komşu ülkelerin size karşı komplo üzerinde olduklarına inanarak mantık dışı korkular geliştirmek toplumsal bir paranoyadır.

Bazı grupların toplum üzerinde denetimlerini kolaylaştırmak adına, insanları hayali korkularla yöneten elit kesimlerin, bilinçli olarak, yönetilen  tabakaların beyinlerini yıkamalarıyla alakalı bir şeydir bu söylediğim. Mesela benim gençliğimden beri, zaman zaman Türk gazetelerinde atılan iddialar olurdu. Bu olay Mossad'ın bir oyunu...Ya da; "Mossad'ın başının altından çıkan son şey!! "gibi başlıklarla gündeme getirilen sansasyonel haberler olurdu.

Burada birinci şey, gazetenin tirajını yükseltmek için aradığı göze batan haber yapmak arayışıdır. İkincisi ülkede meydana gelen faili meçhul kimi olayların, kimi cinayetlerin, insanları hayal kırıklığına uğratmayacak şekilde, zaten düşman olarak bellenmiş bir grubun üzerine atarak bir rahatlama sağlamak kaygısıdır. Ve, böylece bir ülkede kendi içinde dönen kimi dolapların, kimi hesapların faturasını kolayca yabancı birgruba,  kuruma veya  ülkeye atarak soruşturmalardan, açıklamalardan, sorumluluklardan kurtularak gerçek hesap vermesi gerekenler, rahatça, istedikleri gibi hareket etmeye devam ederek, sömürdükleri toplumu kullanmaya, ya da ayakta uyutmaya ve serbest olmaya devam edebilirler. Anti demokratik ve totaliter rejimlerde bu yüzden, hayali dış güçlerle uğraşmak, çok daha yaygın bir yoldur.

Ülkeyi yöneten kişi ya da grubun elinde olan medya sürekli olarak o hayali düşmanı öne sürerek, insanları belli şeylere inandırmaya, beyinlerini yıkamaya devam ederler.

Türkiye'de en olmadık şeylerin altında Mossad'ı arayarak, Israel'i suçlayarak Türk halkının topunu bir paranoya içine sokmayı becermişlerdir. Bu insanlar artık her taşın altında belli adresleri arar duruma getirilmişlerdir.  Tabi bu sadece Türkiye'de değil, bu çevredeki tüm Müslüman ülkelerde işe yarayan bir ikna aracıdır.

İnsanlar bir süre sonra, sel olsa, deprem sallasa, fırtına çıksa Israel'i ya da kimi başka "düşman"ları suçlayacak psikoloji içindedirler. Bunun pek sağlıklı bir toplum yapısı olmadığını anlamayanlar içinde gayet okumuş, gayet aklı başında görünen yığınla insan da göze çarpmaktadır.

Geçtiğimiz günlerde, Hamas, Gazze şeridi kıyılarında şüpheli "Yunus Balıkları"na rastladıklarını iddia etti.

Hamas'ın iddialarına göre, Gazze deniz şeridinde, Hamas'ın özel "Kurbağa Biriminin" ( !) talimlerini,  üzerlerine monte edilen kameralarla takip eden ve gerekirse karşı tarafa saldırı yapabilecek şekilde silahlandırılmış yunuslar Israel tarafından bölgede görevlendirilmişler.

Doğal ortamlarından çıkarılılarak, birer katil adayına dönüştürülen bu sevimli hayvanların, Hamas'ın faaliyetlerini yerinde incelemekle görevlendirilmişler.

Hamas ve İslami Cihad son günlerde, Israel'e karşı yeni bir saldırı için hazırlıklarını hızlandırdıklarını da özellikle belirtmeden geçmediler.

Benimse aklıma Tora'da anlatılan hikayelerden biri geldi şimdi. Tanrının, kötülüğe giden insanlığı yeryüzünden silmek için getirdiği tufandan sadece Noah (Nuh) ve  ailesini kurtarma sözü sonrası, Noah inşa ettiği gemiye her canlıdan bir çift alarak yola çıkmış. Ve Noah'nin gönderdiği beyaz güvercin ağzında yeşil bir şeytin dalı olmak üzere döndüğü an, tufanın artık sona erdiğinin işaretiymiş.

Tanrı tüm insanlar içinden seçtiği Noah'ya bir daha böyle bir tufan olmayacağı sözünü vermiş.

O zamanlardan bugünlere, ağzında zeytin dalı taşıyan beyaz güvercin "Barış"sembolü oldu.

Araplara sorarsanız Israel hayvanlari hep onlara karşı kullanıyor.  Mossad, geçen yıllarda, Suudi Arabistan'da yakalanan Akbabanın üzerine alıcılar koymakla suçlandı. Türkler yine bir kaç yıl evvel  sınırlarında yakaladıkları kuşun üzerindeki kameraların Mossad'ın işi olduğunu iddia ettiler.

Ancak, Yunusların üzerine silahlar yüklenip Hamas'ı hedep aldıkları hikayesi bu kez fazla uçuk bir senaryo. Ancak, Türkleri ve Arapları Mossad'la ilgili söylentilere ikna etmek için çok fazla ter dökmenize gerek yok.

Bu kez seneler önce bir Türk şarkıcının evde grup seks yaparken yakalanmasının ardından: "Tüm bunlar bana Mossad'ın bir komplosu "dediği haberi anımsadım  😂.




12 Ocak 2022 Çarşamba

İnsanlar keşke biraz daha dürüst olsalardı

Geçtiğimiz günlerde, Mısır'daki hapishanelerde 900 gün tutuklu kalmış olan,  Filistin-Mısır kökenli, İnsan Hakları Savunucusu Ramy Shaath Fransız makamlarının gösterdikleri büyük çabayla, Mısır Cumhurbaşkanı Al Sisi tarafından serbest bırakılarak, Ürdün yoluyla, Fransa'ya, eşinin yanına getirilerek özgürlüğüne kavuşturuldu.

Ramy Shaath, Filistin Yönetimi Kurucu ve Yöneticilerinden olan Nabil Shaath'in oğludur.

Ramy Shaath, Arap Baharıyla gelen akımların içinden sivrilmiş, Mısır'da bir çok farklı politik gruplarla ilgisi olan bir İnsan Hakları Savunucusu olarak tanınıyor.

Ayrıca, Filistin Halkının Israel işgalinden kurtarılması adına yürüttüğü politik savaş çerçevesinde, Mısır'da Israel'e karşı, Boykot ve Yaptırım Hareketinin (  BDS 'in ) kurucusudur.

Abdel Fatteh Al-Sisi'nin iddialarına göreyse, Mısır Hapishanelerinde bulunanlar politik tutuklular değildir. Hapishanede bulunan tutuklular,  Mısır'daki politik dengeleri bozmak için hareket eden, kimi terör destekçileri ve militanlardır. Batı ise Mısır Hükümetini bu ülkedeki insan haklarını korumadığı için kınamakta ve Amerika Mısır'a belli bir yaptırım uygulamaktadır.

Fransız Cumhurbaşkanı Macron, Mısır'ın İnsan Hakları Raporunun kötü olduğunu ancak bunun iki ülke arasında işbirliğini engellemediğini de belirtti,

Fransız Cumhurbaşkanının, Abdel Fatah Al Sisi'nin, Fransa'ya 20 Aralık 2020'de yaptığı ziyarette, Ramy Shaath'in tutukluğuna son verilmesi konusunu gündeme getirmiş olduğu biliniyor.

Fransız Devletinin ileri gelenleri, Ramy Shaath'in özgürlüğüne kavuşarak, Fransa'ya gelmiş olmasını sevinçle karşıladılar. Shaath'in Fransız eşi Celine Lebrun'un gösterdiği yoğun çabalar sayesinde, Mısır Hükümetine uygulanan diplomatik baskıyla serbest kalan Ramy Shaath' in Fransa'ya gelişi demokrasinin insan hakları savunucularının bir zaferi gibi sunulurken, bir çok politikacılar, ki buna Macron da dahil olmak üzere  Fransanın diplomatik bir başarısıymışcasına memnun görünüyorlar.

Söz ve hareket özgürlüğü adına bir zafer olarak kabul edilen bu girişim, Batının koruduğu değerlerin ışığında, halkını savunmak adına savaşan bir ismin arkasında durduklarına inananların gösterdikleri sevinç kimileri için belli bir hayal kırıklığı olabilir mi acaba?

Mısır'ın, düşünce suçlarıyla, muhalif akımları bastırmak amacıyla, bir çok insanı hapiste tuttuğu bilinen bir gerçek. Fakat herşeye rağmen, Al-Sisi'nin, Mısır'daki en güçlü muhalefet olan Müslüman Kardeşlere karşı yürüttüğü savaşı bilen Batı,  diğer akımların karşısında, Batı'ya daha açık, daha yakın bir lideri Mısır'daki hükümetin başında görmeyi tercih ediyor. Sonuçta, politik hesaplar esasen iddia edilen tüm diğer hakların üstünde geliyor.

Esasen yumuşak kılıfların arkasında, yumuşatılmış, süslenmiş sözler ve kimi sözde korunan değerlerin altında kocaman bir menfaat yatıyor ve bu menfaatler arkasında devletlerin istediklerinde çok farklı politik çizgiler çizebildiklerini de gösteriyor.

Ramy Shaathy'nin serbest bırakılması, Mısır vatandaşlığından çıkarılma on koşuluyla kabul edilirken, Fransız yetkililerle, İnsan Hakları Savunucuları ve Ramy'nin yakınları, bu özgürlüğün, bu şartlarda verilmiş olmasından üzüntü duyduklarını eklediler. Ramy'nin özgürlüğünün bedeli, Mısır'a bir daha yaklaşmasına izin verilmemesi şartıdır.

Mısır Cumhurbaşkanı Sisi kendi koltuğunu kurtarmak için elinden geleni yapabilir. Mısır ya da ortadoğu'daki zemin her zaman bu tip liderlere alışıktır. Her dönem bir kısım insan karşı çıksa da totaliter rejimlerde güç kullanarak mualefeti susturmak ezelden beri varolan bir sistemdir Bu bugün de aynen  devam ediyor.

Ancak digerleri Sisi'nin kendi halkına nasıl davrandığından çok kendileriyle nasıl olduğuna bakarlar. Sisi'nin karşısında Müslüman Kardeşleri bulmaktan çekinenler, bir İslam Hegemonyasına karşı, diğerini tutmayı tercih edecektir.

Israel'in kaygısı ise bambaşkadır. Dünyanın her bir köşesinde, Israel'e karşı gelişen akımların, Batı'da bu derece sıcak karşılanması, Israel açısından yeni bir engel, yeni bir hayal kırıklığı ve yeni bir mücadele alanıdır.

Kendilerini İnsan Hakları Koruyucuları olarak adlandıran bir sürü politik akımlar, kültürel ve toplumsal grupların içinde sivrilmiş, önemli kişiler arasında Israel karşıtlığının son senelerde gittikçe daha popülerleştiğini görüyoruz. Bu anlamda, Israel de kendisine karşı yürütülen ve antisemitik izler taşıyan bu akıma karşı gittikçe daha aktif bir şekilde, belli bir savunma politikası geliştirmeye başladı. Her ne kadar, karşısında, kocaman bir dünya varsa da...

Ramy Shaath'i Fransa'da bir kahraman gibi karşılayanlar, onu bir özgürlük sembolü olarak görenler, ona kollarını açarken, BDS gibi kurumların gerçek yüzünün farkında (?) değiller.

Ve ilginç olansa bir taraftan, BDS'in antisionist politiklarinin antisemitizmin bugünkü yeni yüzü olduğunu kabul edip, BDS'e karşı çıkan. bunu yasaklayan yasalar kabul eden kimi ülkeler, diğer taraftan hala bu akımlara karşı sempati duymaya, onları kucaklamaya devam ediyorlar.

BDS'in bir halkın özgürlüğünden çok, bir ülkenin yıkımını arzu edenlerin savaşı olduğunu bilmeyenler ya da bilipte bunu arzu edenlerle aynı safta olmayı tercih edenlerin, sözde ezilenleri korumak savaşı kılıfına uydurulmuş, düşmanca bir hareketi destekleyerek hiç kimseye iyilik yapmamaktalar.

Filistin sorununa çözüm bulmak, Israel'e karşı olmaktan değil Filistinlilerin, Israel'in varoluş hakkını tanımalarından ve terör hareketlerine son vermelerinden geçiyor.

Bugüne dek, kendilerine tanınan her hak, her fırsat karşılığında daha çok terörle karşılık verenlerin, dünyanın anladığı dilde " 1967 toprakları" nı iddia edenlerin, İbranice ya da Arapça'da, bu toprakların son milimetresinden çıkacağınız güne dek bu mücadele bitmeyecek diyen grupların arkasında onlara destek çıkarak, mazlumun yanında olduklarını zannedenler yanılıyor.

Ramy Shaath gibi, BDS gibi gruplara,  Israel'in yıkmak için çalışanlara arka çıkan Batı insan haklarından, konuşma özgürlüğünden bahsettiğinde, hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığı bu dünyada yaşarken, dönen iki yüzlülüğe karşı gülsem mi ağlasam mı bilmiyorum ben!!!!

Örneğin Fransa'daki Ekolojistler yani çevreciler Ramy Shaath'in serbest bırakılmasından çok memnun olduklarını yayınlamışlar.

Aydın Çevreci politik akımların insanların özgürlüklerini savunmaları kadar doğal bir şey yoktur tabi. Çevreciler daha iyi bir dünyada, daha iyi çevre koşullarında, eşit şartların tüm halklar tarafından eşit bir şekilde paylaşıldığı, özgür, temiz, huzurlu bir dünya için savaştıklarını biliyoruz.

Onların rüyalarına ben de katılıyorum. Doğal ortamların, hayvan ve insanların sömürülmediği bir dünyada, en ideal koşullar için ellerinden geleni yapmaya yemin eden, fedakar insanlar var. Tabi onlar Filistinlilerin haklarını desteklemeyecekler de kimler destekleyecek?

Ancak ben bu grupların, Ortadoğudaki kurallarla dönen toplumlardaki yaşam şartlarına bir göz atmalarını tavsiye ederim önce. Buradaki insan denen varlığın onların koydukları kriteryonlardan hangisine saygı duyduğunu bir defa daha incelemeleri gerek. 

Onlarsa idealden yeterince uzak olanların hayatlarından, çocukların, kadınların ve tüm diğer zayıfların sömürülüşünden rahatsızlık duymuyorlar sanki. Iddia ettikleri değerlere karşı işlenen suçları görmüyorlar ancak, Israel'den istedikleri özgürlük adına savaştıklarını iddia edenlerin arkasında gözleri kör ve kapalı koşuyorlar.

Hayat ve insanlar keşke biraz daha dürüst olsalardı!!




10 Ocak 2022 Pazartesi

Tek başınıza yemek yemeği severmisiniz?

Hayattan zevk almayı bilen insanlar kendi kendilerine vakit geçirmeyi bilen insanlardır değil mi? Her dakika mutlaka yanlarında kalabalık isteyenleri, birilerini arayanları, sürekli yeni heyecanlar peşinde koşanları pek anlayamam desem de, benim neyi nasıl anladığımın da pek önemi yoktur herhalde. Galiba biri dışa diğeri içe dönük insanlardan bahsediyorum ben kısaca.

Uzun bir günün sonunda, tek başına yürümek, bisiklete binmek, resim yapmak, yazı yazmak gibi faaliyetler insanın kafasındaki dağınık düşünceleri, yeterince ayaklanmış kimi duyuları, hisleri bir hizaya sokmanın en güzel yollarındandır. Ve bu çeşit yanlızlık, sağlıklı olan bir yanlızlıktır. Kendiniz için, değerli anlardır bu anlar. Hem bir çeşit üretgenlik içerirler, hem de bedeniniz ve ruhunuza ihtiyaç duydukları bir besini elde etmek için ayrılmış bir zamandır bu.

Bu anlamda anlıyoruz ki bir insanın kendini tüm dünyadan kopardığı negatif türden bir yanlızlık vardır, bir de normal bir tempoda geçen bir günün, ya da saatlerin sonunda kendinize ayırdığınız, sizi besleyen, sizi büyüten, sizin için gerekli olan. sakinliği, sukuneti getiren o tek başına kalmak için seçilen saatler vardır. Bazı şeyleri bir filtre etmek gibidir bu saatler insan için. Sizin için gerekli olanı kendinize almak, istenmeyenleri süzüp atmak için bir değerlendirme zamanıdır. Bu sağlıklı bir kendi kendinle baş başa kalma fırsatıdır.

Tek başınıza yapmaktan hoşlanacağınız şeyler okumak, yazmak, müzik dinlemekten başka her insanın kendine göre seçenekleri olabilir.

Ancak bazı şeyleri tek başına yapmaksa tuhafımıza gidebilir. Benim tek başıma yapmaktan hoşlanmayacağım tek tük şeylerden biri sanırım, oturup bir restoranda yanlız yemek yemektir. Genelde herkesin birarada eğlendiği bir ortamda tek başınıza olmak sizi yeterince yanlızlaştırır gibidir.









Geçen akşam eşimle deniz kıyısında yürüdüğümüzde, sahildeki restoranlardan birinde tek başına keyifle yemek yiyen genç bir adamı birasını yudumlarken gördüğümde o insan gerçekten yediğinden, içtiğinden kesinlikle keyif duyar gibiydi. Ve eğer o bundan mutlu idiyse, demek ki kimi insanlar, tek başlarına denize karşı, bir bardak sarapla, yarı olmuş bir bonfilenin tadını çıkarmayı becerebiliyorlar dedim. Ve ne mutlu onlara. Hayattan memnun olmak, bir şeyler yapmak için hiç kimseye ihtiyacınız olmaması, bunu başarabilmek ne güzel. Denizin karşısında, güzel bir atmosferde, hiç kimseyi bulamamışsa da yanında kendisi vardı. Mutlu olmak için, yaşamak için..o an ikinci bir insana ihtiyacı yoktu.

Bense hemen adamın tek başına yemek yemeyi seçmesiyle ilgili olasılıklar üzerinde fikirler yürütmeye başladım  Belki acele bir işin arasında acıkınca bir şeyler yemeğe karar vermişti. ( gerçi iş için saat epey geçti!!) Belki son anda yemeğe birlikte çıkmaya karar verdikleri kişi onu ekmişti. Belki sevgilisinden yeni ayrılmıştı. Belki sadece bir yerlerden geldiği bu şehirde normal olarak yemek yemesi gerekiyordu.

Adamın yediği yer, bir çok orta halli restoranlara göre biraz daha şıktır sanki. Bütün masalarda, aynen Türkiye'de olduğu gibi bembeyaz masa örtüleriyle ve her masanın kenarına konulmuş küçücük abajurlarla, sevimli güzel bir restorandır burası. Bir iki kez yediğim bu yerin lezzetleri de fena değildi.

Israel'de çoğu orta halli restoranlarda pek öyle özenli bir dekorasyona, masa örtülerine genelde rastlamazsınız. Orta halli restoranların çoğunda çıplak ahşap masalardaki servis üzerinde yemek yemek mümkündür. Ortalama restoranların çoğu fast food tarzına yakındır. Ancak yine de ucuz sayılmazlar. ( Orta bir restoranda, "orta halli" bir yemek için  kişi başına verilecek ücret 100 şekel civarıdır)  Çoğu et restoranları, balıkçılar, hamburger, sosisli ya da pizzacılardır. Uzakdoğu yemekleri de çok popüler sayılabilirler. Bir çoğu da Ortadoğu usulü kebap tarzı şeylerdir ...

( Tel Aviv ya da Yeruşalayim gibi büyük şehirler, yine sık rastlanılacak cafelerle, fast food tarzı basit yerlerin yanında dünyanın her yerinden gelecek insanı memnun edebilecek lezzette yemeklerin tadına bakmanın mümkün olduğu restoranlara da sahiptir. Aslında Israel'de bu konuda büyük bir çeşitlilik olduğu söylenebilir. Tabii tanımak lazımdır. )

Neyse, tek başına yemek yemekte kalmıştım ben.

Tek başıma yemek yemek benim için günlük hayatımda, işimin ortasındayken, evde yanlızken mümkündür. Tüm hayatım boyunca, ayaküstü bir şeyler atıştırmanın dışında, ciddi bir restoranda tek başıma yemek yediğimi çok fazla hatırlamıyorum.

Yemek konusu  hassas bir konudur sanki. Kimi anlamda törensel yönleri vardır. Tabii  eğer siz hazırlamışsanız. Kimi anlamda adeta kutsal bir mevzudur. Size o yemeği hazırlayana, getirene ve  yediğiniz her lokmaya bir saygıdır, şükretmektir....yemek çoğu kez mutluluktur..

Alelacele alınan öğünler dışında, çoğu zaman bizi sosyalleştiren aktivitelerin de en başında gelir yemek yemek. Sözleştiğiniz kişilerle, bazen de bir kişiyle tattığınız lezzetlerdir. Saatlerce devam ettirebileceğiniz bir birliktelik bahanesidir. 

Eğer aşık olduğunuz kişiyle ilk yemeğinizse, yediklerinizden çok karşınızdaki insanın içinizde yarattığı hislerle meşgul olsanız da romantizmin zirve yaptığı anlardır.

Seneler süren dostlukların en güzel bir buluşmasıdır bir restoranda birlikte yiyip içmek. Bulunduğunuz kişiye göre bazen ne yediğinizden çok, kiminle yediğinizle de ilgilidir...

O beyaz örtüde, elindeki çatal ve bıçağıyla balığından kestiği küçük bir lokmayla beraber buz gibi birasından bir yudumla yemeğine devam eden adama baktığımda kim bilir hangi düşünceler içinde olduğunu bilmediğim o insan bana 2007'de Boğaz'da tek başıma yediğim bir öğle yemeğini hatırlattı.Bembeyaz örtüleriyle, Anadolu Kavağında yediğim bir öğle yemeğini ( Çok kuşkudayım, bir yazımda daha önce bahsetmiş olabilirim bu yemekten!!)

Denizin hemen üstünde, balığın yanında bir roka salatası ve bir bardak ta bira ve tepemde dikilen üç tane, papyonlu garsonla birlikte. Çok merak etmişlerdi, nerelerden geldiğimi. Bense, geçmişime dalıp gitmek, düşünmek istiyordum biraz. Eskilerde kalan şeyleri. Babamı, ailemi, çocukluğumu, genç kızlığımı, geride kalan eski bir hikayeyi...Karşı taraftaki yemyeşil tepelere gelmeden, iki yakanın ortasında bir yerlerde sanırım 1979 yılıydı, bir de petrol tankeri patlamıştı....

O gün belki de en son böylesi bir restoranda yanlız başıma bir yemek yemiştim.





 

9 Ocak 2022 Pazar

Pandemiden etkilenenler

 

Bugünkü nesli kaybolmuş bir nesil olarak adlandırmak mümkünmüdür?

Bu soru kulağıma haber saatinde çalınan bir başlıktı. Tam işimin ortasındayken haberlerde konuşulanları duymaya vaktim olmadı. Ancak aklımda özellikle yer etti bu soru ":  Kaybolan nesil!!!"  Kaybolan insanlar!! 

Ve dahası aklıma geldi benim.... Silinen toplumlar..Yaşam imkanları sıfırlanan bölge ve ülkeler.. Bitmeyen savaşların, didişmelerin, yolsuzlukların  peşinde boğuşan milyonların hayatlarını bir adım daha yok eden bir pandeminin arkasında kimi kaybolan hayatlar!

I. ve II. Dünya Savaşları dönemlerinde, milyonlarca genç insanın hayatlarını kaybettikleri ya da sakat kaldıkları yıllarda da kaybolmuş nesillerden bahsediliyordu.

Dönem dönem hep oldu kaybolan, kaybolmuş, kaybolduklarına inanılmış nesiller ve insanlar.

O zamanlarla mukayese edilmese de pandemi heryeri darma duman etti yeterince. V ehala da ediyor. 

Pandeminin getirdiği krizin etkilemediği toplum yok gibi.

Savaşların, krizlerin ilk etkilediği toplumsal tabakaysa mutlaka gençlerdir.

Dünya tarihini bugünlere kadar ele alan, tarihçiler, sosyologlar  insanların geçirdikleri dönüşümleri, evrimleri, kimi yükseliş, kimi gerileme dönemlerini,  buluntulardan, kalıntı,  belgeler ve kitaplardan yola çıkarak  her zaman analiz etmişlerdir. Bu şekilde. tarihi farklı yönleriyle ele alan araştırma yazıları çıkmıştır.  Bugünse saniye saniye, yaşadğımız tarihi bir süreci bizimle birlikte, online, ekranlardan, makalelerden, televizyon, radyo ve internet sitelerinden, akademik çevrelerden direk yorumlayan, gazeteciler, psikologlar,  ekonomisyen ve araştırmacılar, doktorlar, toplum bilimciler var karşımızda. Konuyu global bir şekilde ele alanlar,  araştıranlar pandeminin daha orta yerinde olaylara ışık tutmaya, salgının ekonomik, toplumsal sonuçlarına çözüm bulmak için çabalıyorlar. Hükümetlerin salgını durdurmak için aldıkları tedbirler ve çözümler de şimdiden akademik araştırmalara dahil olan konular kapsamında belgeleniyorlar mutlaka. 

Pandemi yüzünden alınan tedbirlerse kimilerince doğru, bir çoklarınca yetersiz, bazılarınca delilik, bir diğer kitleler içinse  anti demokratik olarak ses getirmeye devam ediyorlar. Lider ülkeler yaşadığımız bu son dönemi, aktüel krizi atlatabilecek güce sahip görünürlerken, yine sorunları aşmak için en çok çabayı harcayanlar olarak ortaya çıkıyorlar.  Dünyanın bir çok köşesindeki batmış ülkelerle, kimi anlamda kaybolmuş toplumlar sadece bir şekilde var olmaya belki de sürünmeye devam ediyorlar demek daha doğru olabilir.  Gelişmiş toplumlar da bir yerde pandeminin etkilerini kendileri açılarından zor olarak adlandırdıkları bu zamanları atlatmaya gayret ederlerken, soruna teşhis koyup çözüme ulaşmak için bitmeyen bir çaba içindeler.

Yani yeni global krize çözüm arayıp bulanlar, normal bir hayat lüksüne zaten sahip  olanlar. Hala insan gibi yaşayanların bir şeyleri düşünmek ve çözmek için "imkanları" ve halleri vardır. Diğerleri tamamen sekteye uğramış hayatlarına bir problemin daha eklenmesiyle biraz daha çamura batmışlarken, yerel savaşlarla zaten  alt üst olmuş hayatlarından kaçmaktan başka bir şey ellerinden gelmeyenler aç kalan karınlarını doyurmak için kendilerine hiç durmadan yeni yerler aramaya devam ediyorlar .. Geçen zaman onların yaşamlarını hiç bir zaman daha iyiye götürmüyor. En baştan yanlış başlayan bir şeyden beklenebilecek tek sonuç, hep daha kötüsüdür..... Botlara binip açık denizlerde yeni ufuklara yelken açanlar. ölümüne bir yolculuğu göze alıyorlar... Kaybedecek tek şeyleri;  canları (!!)

Pandeminin getirdiği belirsizlikler,  ekonomik olarak en iyi durumda olan  ülkeleri bile kimi anlamda etkilemeye devam ederken sağlığımızın nereye gittiğini (?)  hala cevaplayamayan profesörler, yolun ilerisini  kestiremeyen bilim adamlarının hiç bir şeye kesin bir cevap verememelerinin getirdiği soru işaretleri dünya  ekonomisini etkilemeye devam ediyor. Belirsizliğin ilk vurduklarıysa gençler..

Yükü çekmekte zorlanan firmaların ilk kapıya koymayı düşündükleri gençler oluyor. Tecrübeli elemanlar yerine, işin daha başında olanlara yol görünüyor. Zoom' da eğitim görmeye çalışanların başarıyı tutturmakta çektikleri zorluklar da hayatı bir kat daha zorlaştırırken, evde geçen zaman içinde depresyona girenlere,  çıkmazın eşiğine gelen binler ve milyonlarca gence el uzatmaları beklenen hükümetlere düşen yükümlülükler zorluyor...Hayatlarının daha en başlarında her alanda zora girenlerin, iş bulamayan gençlerin sekteye uğrayan psikolojileri, alkol ve uyuşturucuya kaçanların sayısında görülen artışla toptan etkilenen toplum ve aile ilişkileri..

.Bu pandemiden herkesin bir şekilde etkilendiğini görüyoruz aslında..

Okumayı çözememiş 1.sınıf talebeleriyle,  yuvalardan uzak kalmış bebeklerin insanlara adaptasyon sorunları, çarpım tablosunu öğrenmekte zorlanan kimi çocukların zoomda  parmaklarını sayarak matematik alıştırmalarını çözmeye çalışırken, Yaşlılar Yurdunda terk edilmişlik hissine karışan duygularla sağlıklarını kaybeden  yaşlılar.... .

Son dönemi sakinlikle atlatan pek az insan var sanırım.

Tam bir şeyler artık sonuna yaklaşıyor mu acaba derken son gelen dalgayla ayakta kendini tutmakta zorlanan insanlık, bu sefer tam bir bekleme içinde. Virüs artık kuvvetten düşmüş dense de bu defa da çok hızlı yayılıyor. Bu da sonuçta işi kolaylaştırmıyor. Hastalığı çoğu insan hafif geçirse de, ağır hasta sayısı, bu kez çok yayılan virüs yüzünden tekrardan yükseliyor. Mücadele etmek yine zor. Belki daha da zor. Kendinden, hastalıktan, verilen emirlerden bıkmışların aymazlığını zaptetmekte zorlanan yönetimlerin elleri kolları bağlanıyor. Kurallar, yasalar ya da emirler bazılarını ilgilendirmiyor. Yaşasın Demokrasi!! diye  kendi kafalarının dikine gidenler diğerlerinin yaşam özgürlüklerini ellerinden almaktan çekinmiyorlar.

Tsunami gibi geliyor bu kış. Bu son dalga devirdiğini devirecek ve sonunda insanlar bir şekilde kaldıklari yerden yola devam edecekler.  Büyük çoğunluk  bugünleri torunlarına anlatacak.... ben!! (?)

Fırtına dindikten sonra zarar hesapları tam olarak ortaya dökülecek.

İnsanlığın geçtiği karanlık tünelin ötesinde  görünen ışığın tünelin sonunun mu yoksa karşımıza gelen  yeni bir tehlikenin işareti mi olduğunu bilmeden yolumuza devam ederken kendimizi, o hep var olan umudumuza yaslıyoruz. Herşeyin bir başı ve bir sonu olduğunu hatırlayarak devam ediyoruz.   






5 Ocak 2022 Çarşamba

Oturma odasındaki floresan ışığı

Çocukluğumdaki evimizin oturma odasını hatırlarım. Normal günlerde ailece oturduğumuz odaydı bu. Çünkü salon sadece misafirler ya da özel günler için kullanılan bir yerdi. Oturma odasıysa günlük hayatımızın büyük bir bölümünü geçirdiğimiz, yine pek küçük olmayan, koltuklar ve ortada bir masayla, komple döşenmiş ayrı bir yaşam alanıydı. Misafirler için kullanıma açık tutulması gerektiğine inanılan salonu ve buradaki şık eşyaları eskitmemek için, çekirdek aileye ayrılan bir küçük salon fikriydi bu. Bir çeşit gelenek, bir Türk evi mantığıydı bu sanırım.

Çok defa, Türkiye'de, ödenmeyen aidatlar yüzünden, kömür alındı alınmadı hikayeleriyle mevsimin en soğuk günlerinde ısıtmada sorunlar yaşadığımız dönemlerde, kışın yağmurlu geceleriyle, ısının 5-6 derecelere indiği hatta kar yağdığı günlerde evi sıcak tutmak için kalorifer dışında başka yollara başvurmak durumunda kaldığımızda, oturma odasının kapısını kapatıp, içeride saatlerce küçücük bir sobayla oturduğumuzda ben eşofmanımın içinde hala yeterince üşüdüğümü anımsarım.

Odanın tepesindeki lambadan yayılan sarı ışıkla beraber kapı pervazının yukarısına monte edilmiş beyaz floresanın altında otururken, odadaki ortamın rengi de beyaz sarı tonlarındaydı sanki. Kimi an içinizi ısıtan, çoğu kezse soğuk, soluk hatta pek çok defa dondurucu bir atmosferdi bu..Yıllarca süren, bir çeşit alışkanlığa dönen aile içi monoton ilişkilerle, belli bir mesafenin umursamazlığa,  lakayitliğe vardığı tuhaf bir aile ortamında geçen zamanların, aynı çatı altında yaşayan insanların iletişim bozukluğuna karışan tutumlarıyla şekillenen aile kavramının, kimi bozuk dengelerin arasında serpilen, büyüyen, bir anlamda  kendini arayan ve herşeyi  terketmek için yanıp tutuşan genç bir insanın geçirdiği "son dönemi " hatırlatan oda... Bugün ne hayallerde, ne de gerçekte izi kalmamış o odadan geriye sadece  beyaz floresan ışığın yarattığı  etki vardır belki de...

Seneler önce floresan ışığının insanları depresif bir ruh haline soktuğu konusunda bir araştırma yazısı okumuştum.

Floresan lambalar öncelikle tasarruf için kullanıldıklarından genelde ya hastaneleri ya da devlet dairelerini anımsatırlar.  Çünkü en çok bu yerlerde görürsünüz bu beyaz lambaları. Ya da elektrik faturasının yüklü gelmesinden çekinen insanların, eski zamanlarda evlerinin her odasına koydukları bu ampuller belki de kimi yoklukla bütünleşen duygulara da götürürler insanı.

Sonuçta bir şeyin hem bilimsel hem de psikolojik boyutları vardır genelde. Birincisi bir şeyin, bir durum ya da cismin bedeninize yaptığı açık, ölçülebilir etkilerdir, diğeriyse zihninizde yer eden duygularla, fikirlerin, algıların, hatıra ya da çağrışımların düşüncelerinizde sizi nerelere götürdükleriyle ilgilidirler.

Bazen Pitzi'yi dışarıda gezdirirken, aşağımızdaki parkın etrafını çevreleyen apartmanların camlarından çevreye yansıyan ışıklara bakarım. Aynen çocukluğumdaki gibi. Çoğu evlerde bugüne dek kullanılan o beyaz floresan ışığını tercih edenlerin ne kadar  çok olduğunu gördüğümde baya şaşırırım her defasında. Bu ışığın diğerine göre daha iyi aydınlattığına inananlar vardır ya!!!  Ve beyaz ışığı sevenler....

Dışarıya beyaz ışık yansıyan bir evde sıcak bir ortam hayal etmek zor geliyor bana. Gözüm hep farklı bir şeyleri arıyor. Bir de kocaman spotlar yerine yumuşak tonları  mesela... Salonun bir köşesindeki camın kenarına bitişik köşede yanan bir abajur olabilir bu. Ve o abajurun bulunduğu yerdeki koltuğun yastıkları arasında, ellerinde sıcacık birer içecek ve hafif bir müzikle günün son saatlerini birlikte dinlenirken bir iki satır bir şey okumakla geçiren insanları düşlüyorum bir an.  Ya da yorucu bir günün sonunda, gün boyu yaşadıklarını paylaşan çiftin konuşmalarının arkasından yan odada yanan Mickey Mouse lambanın bitişiğindeki yatağında kendi kendine mırıldandığı melodiyle huzurlu bir uykuya dalmak üzere olan küçük bir çocuğu hayal ediyorum... Evlerin camlarından dışarı vuran ışıkların taşıdığı düşlere sık sık dalar giderim ben...bizim kocaman apartman bloklarının ortasında dolanırken, senelerle büyüyen serpilen ağaçların altında, sanki bir korunun içindeymişim gibi bir his yaşatan parkın içinde diğer köpeklerin arasına karışan bizimkisinin bir o bacak ve bir diğerini kaldırıken her bir iki metrede koyduğu işaretlerin arkasından, kulağımda çalan melodinin temposu içinde kaybolup gittiğim dakikalarda...

Geçenlerde söylediğim gibi, duyularımız tam bir birliktelik içinde çalışıyorlar. Koku alma duyumuzda olduğu gibi, gözümüzün algıladıklarıyla her daim ruhumuza ve beynimize değen şeyler oluyor. Gördüklerimizin bizi götürdüğü geçmişle bugün arası giden hep bir ruh yolculuğumuz vardır. Bazen çocukluğumuzda görmeye alıştıklarımızı bugün bulmak ve yaşatmak için savaşırken bazen de yine çocukluğumuzdaki kimi anıları kimi yaşadıklarımızı hatırlatanlardan kaçmak için çabalar dururuz. 


4 Ocak 2022 Salı

 Golan Tepeleri

Geçtiğimiz Perşembe hiç durmayacakmış gibi yağan yağmurlarla, birden gecenin bir vakti oturduğum yazı masama geldi oğlum. Küçücük bir çocuğun ürkekliğiyle sordu; "Anne bu patlamalar nedir?"  Gal yağmur yağıyor ya. Gök gürültüleri işte!? Eminmisin?! Evet, korkma sen. Sadece yağmur yağıyor!!

Yılbaşı gecesi birlikte olduğumuz aile yemeğinde, "Şimşekler patlamaları andırıyordu!"dedi bir ara kuzenim. Gal demek haklıydı. Buralarda insanın kulağı bir süre sanra bombalara öyle bir alışıyor ki, şimşekler bile bir an insanı yanıltabiliyor. Çağrışım yapıyor insanın beyninde.... Geçen geceki yağmurda seri halde gelen şimşekler, sanki yeniden bir savaşın ortasındaymışıgibi bir his vermişti demek..

Ve Yılbaşının ertesi sabahının ilk saatlerinde,  insanlar daha yataklarından kalkmadan, bu defa  gerçekten iki büyük patlama duyuldu. İşte bu süprizdi. Rishon'da denize yakın evlerin camlarını titreten, kimi köpeklerin korkudan  yatakların altlarına sığınmak için koştukları bir sene başı hediyesiydi bu!!  Yeni Yıla Hamas'tan içten bir merhabaydı bu. Güzel dileklerle gönderilen iki "ROKET"

Bat Yam sahilleri açığına düşen roketler, Israel merkezindeki evleri sallamaya yeterken, Hamas'tan daha sonraki saatlerde, Mısır yoluyla bir açıklama geldi.

"Roketler hava şartlarının getirdiği koşullar yüzünden, rampalarından yanlışlıkla fırlamışlar!!"

Pek inandırıcı olmayan bu açıklamalar Hamas tarafından ilk kez ortaya atılan bahanelerden değil.

Hamas her defasında, Israel karşısında bir caydırıcılık politikası kurmak peşinde görünüyor. İlk zamanlar, Gazze çevresinde kurduğu korkutma politikasını, seneler içinde merkeze doğru genişletmeye devam etti.  Her defasında daha büyük bir alanı hedefleri altına sokarken, Israellileri bir roket mevzisi içinde yaşamaya alıştırıyor. Sonuçta, her defasında bu alan biraz daha genişliyor.

Gazze sınırlarındaki küçük yerleşim yerleriyle başlayan saldırılar Aşkalon ve daha sonra Aşdodl'a devam ettikten sonra,  bir adım ötede, Rişon Le Tsion ve Tel Aviv'e kadar  saldırılar genişledi. Sonra,  arada bir pardon (!)  yanlışlıkla oldu derken. bazen de, bu durum şöyle ya da böyle yaparsanız vururuza dönüştü..ve derken  koşullarımızı kabul etmezseniz Tel Aviv'i, ya da merkezi vururuz tehtidleri gittikçe sıklaştı.  Taşlarla başlayan, bıçaklarla, intihar bombacılarıyla  ve roketlerle devam eden bir hayatla yola devam.

Bir taraftan, Israel hapihanelerinde bulunan kimi teror suçu olan esirlerin devam ettirdikleri açlık grevi mi yoksa Filistin Özerk Bölgesi Başkanı Mahmud Abbas'la, Benny Gantz'in evinde yer alan görüşmesinin ardından, ona ve yeni Hükümete, buranın esas patronunun kim olduğu üzerine bir hatırlatma (?) mi acaba Hamas'ın rampalarından "yanlışlıkla" (!)  fırlayan bu son iki roket'in sebebi??

.....................................

Geçtiğimiz hafta, Israel Hükümeti Golan tepelerini geliştirmek için yeni kaynak ayıracağını açıkladı.

Bütçeden 1 milyar şekel ayırarak bu  bölgeyi kalkındıracaklarını söyleyen Bennett, merkezden bu bölgeye göçü teşvik çerçevesinde kurulacak yeni yerleşimler dışında, yaratılacak daha fazla iş imkanları da bu yeri ilerletmek için atılacak adımlardan biri olacak diye ekledi. 

2019'da, Amerikan Başkanı Trump'ın Golan Tepelerini Israel'in Egemenliğindeki bir bölge olarak tanıdığını açıklamasının ardından ilk kez buralarda yeni yerleşim yerleri kurma planlarından bahseden hükümet toplantısının ardından dış basında, "Israel'in işgali altındaki (!) Golan'da, kuracağı yeni yerleşim yerleri....." şeklinde çıkan başlıklar göze çarpıyordu.

Araplardan alarak el koyduğu topraklarda " kolonialist politikalara" devam eden Israel...demeye gelen  başlıklar.....

İsrael işgali altındaki yerler..?!!! 

Siz bu bölgede esas nerelerde işgal var bilmiyorsunuz.  

Dünyanın gözünün görmediği işgal, Ortadoğunun tümüne yayılmış, radikal inançların, diktatörlüklerin, tek adam hükümetlerinin, terör gruplarının ve bağnazlığındır işgalidir. İnsanların yaşam haklarına bile el koyulan bu bölgede, nefes almanın bile zor olduğunun bilinmediği total bir işgaldir Ortadoğuda devam eden...

Aydınlık devletlerin (?) karanlık yönetimlere verdikleri destek ve işbirliğiyle, el ele giden kanun dışı rejimlerin egemenliğinde sömürülen halkların yaşadıkları hayat "esas işgaldir".

Bölgede var olan bu işgali görmeyen Birleşmiş Milletlerin kararlarından etkilenen Batıdaki insana,  Israel-Suriye sınırında durup, buralarda olanlara sadece bir an için bakmalarını isterdim. Bir kez sınırda durup, karşı tarafta neler döndüğünü bir izleseler derdim.  Belki de farklı bir seyler keşfederlerdi? 

Hala yeterince objektif olabildiğinizi iddia ediyorlarsa?!

Düşündüğünüz, inandığınız ya da belki inandırıldığınız kimi gerçeklerin bir anda ters düz olabileceği fikrine kendinizi alıştırabilirmiydiniz onu bilemem.

Israel tarafından Suriye topraklarına çıplak gözle baktığınızda, karşı tarafta, her daim, bölge bölge dumanlar yükselir. Suriye tarafında bitmeyen savaşa, yıkıma, her an birilerini hedef alan patlamalara karşılık arka plandaki bağ ve bahçeler bir an bir ikilem yaratır. Sadece bir iki kilometre ötemizdeki insana verilen değerle, sınırın bizim tarafımızdaki insanın yaşama baktığı nokta birbirinden o kadar farklılıklar gösteriyor ki!! Biriyle diğeri arasında bambaşka bir dünya var. Sanki cennetle cehennem arasında çizilmiş bir çizgi üzerindeyken, iki taraf arasında kalmış gibisinizdir o an.  Bastığınız topraktaki sukunet, huzur size bir devamlılık hissi, bir hayat sözü verir. Bir nesilden diğerine devam eden bir yaşam,  bir güzelliktir bu. Ekili topraklardan yayılan mis gibi çiçek kokuları arasında sizi sarhoş eden bu yerden uzaklaşırken birden karşı tarafta hala devam eden savaşın izleriyle birlikte ölümü unutturmayan bu yerler aklınızı iyice karıştırabilir bir anda, 

Ve bu yüzden, Israel'in "işgali altında" (?!) Ramat Ha-Golan'da yaşayanlara buradaki özgürlüğün anlamını sormak gerekir. Bu kavramın esasen neleri ifade ettiğinin bir kez daha sorulması gerektiğini hatırlatabilirmiyiz acaba?

Savaş ve barutun darmadağan ettiği topraklara bakarken bile cevabın ne olduğu açıktır!!

Mesela, "İşgal topraklarındaki", Golan Tepelerinde yaşayan  Dürzülere sorsak ne derler?  Yahudi yerleşimlerine bitişik toplam dört farklı köyde  yaşayan yaklaşık 26.000 dürzüye!!

Kimileri kendilerini kesinlikle Israelli olarak görmeseler de   ( ki bu da doğaldır )  burada sahip oldukları koşullarla, Suriye'de yaşayan kardeşlerinin geçirdikleri zulüm ve savaşın etkilerinin getirdiği yıkımlar. Ve kaybedilen çocukları, tecavüze uğrayan kadınları ve bir yığın başka zor şartlar mukayese edilemilir mi??!!

Seneler evvel, Boğaz turumda iki Dürzüyle tanışmıştım. Golan Tepelerinde oturduklarından bahsetmişlerdi.  Israel ordusunda askerlik yaptıklarını duyduğumda şaşırmıştım.  Hele seçimlerde sağ partiyi tercih ettiklerini söylediklerinde iyice affalamıştım. Dürzülerin hayat felsefelerini daha tanımıyordum o zamanlar. Bir İbrahim dini olan Dürzülük, İslam'dan kopmuş bir din. Ve Dürzüler öncelikle yaşadıkları topraklara sadakat duyan bir millet.

Onlar da. azınlık oldukları bu topraklarda,  Müslüman Araplar gibi, askerlikten muaf olmayı seçmek özgürlüğüne sahip olmalarına rağmen, çoğu askerlik yapmayı tercih ediyorlar. Üstelik bir çoğu komando eri olarak hizmet veriyor.

26.000 Dürzünün yaşadıkları köylere Israel Devletinin verdiği destek ve kalkındırma planlarının getirdigi olumlu sonuclardan biri Dürzü liselerinin Israel'de en iyi puanlarla üniversitelere kabul edilerek, eğitim alanında gösterdikleri başarılarıdır. 

Israel Hükümetlerinin bu bölgedeki eğitimi yükseltme çabalarının, ve öğretmen yetiştirmek ve eğitimi geliştirmek için ayrılan bütçenin bir meyvesi olan bu güzel sonuçlara karşılık, Suriye ve Lübnan'ın güneyinde yaşayan Dürzü çocuklara ve gençlere, o topraklarda kendilerine layik görülen yaşamı sormak gerekiyor.

Suriye'de yaşayan halklara verilen zaiyatın kesin sayısı bile bilinmezken, bugünlere dek bitmeyen çatışmaların ardından milyonlarca insanın evlerinden, yaşadıkları yerlerden sökülüp atıldıkları ve bu konuda Birleşmiş Milletlerin hiç bir şey yapmadığı biliniyor. 

Acımasız bir savaşın arkasından, öldürülen, kaçırılan, ailelerinden ve sevdiklerinden, yuvalarından koparılan çocukların yerlerini  alt üst eden zalim güçlere elinizdeki en startejik yeri teslim edermiydiniz siz?

Neyin karşılığında?

Bu insanların bize vaad edecekleri şey nedir?

Başka savaşlar? Başka ölümler?

Sınırlarımıza, evlerimize dayanacak zalimler?

Suriye'de, açıklanan resmi rakkamlar 600.000'den fazla insanın öldürüldüğünü gösterse de bu verilerin ipinin çoktan kaçtığını biliyoruz.

Bu savaş süresince,  Assad'ın kendi halkına karşı kullandığı kimyasal silahların yaktığı küçücük çocuklar, yok ettiği masumlar karşısında, kuvvetlerini kaybeden karşı güçlerin, kimi  İslamcı milislerin ellerinden çıkan bir diğer katliamları da göz ardı edebilirler mi buradakiler?

Ve tüm bunlarla beraber, Suriye'ye ve tüm bölgeye Şii İslam Hakimiyetini sokmaya çalışan İran'ın zehirli kollarını kim ister hemen yanı başında?

Kim arzu eder, Daaş ve Hizbullah gibi terör örgütlerinden sizi koruyan bir tepeyi iade etmeyi?

Çevresindeki düşmanlara karşı her daim kendini savunmak zorunda kalan bir ülkenin sınırlarını garantiye alan yerleri hangi ve nasıl bir barış karşılığı  geri vereceğini de söylesinler?

Bizi, bizden başka savunacak birileri var mı?

Bugün birbirlerinin boğazlarını kesen komşularımızın bizleri nasıl bir keyifle boğazlayacaklarını umursamayan dünyaya karşı kendi güvenliğini düşünmeye devam etmek zorundadır  bu ülke.