25 Kasım 2021 Perşembe

Yaffo'da ufak bir gezinti yapsak..


Beş bin yıllık bir liman şehri Yaffo...Her daim birilerinin yaşamış , mekan tutmuş olduğu,  Ortodoğunun,  Akdeniz kıyılarının tüm özelliklerini yansıtan havasıyla...ılıman iklimi ve kimi sessizliği, kimi patırdısı,  kimileri insan seline karışan çarşısıyla....deniz şeridindeki çogu Arap restoranları ( balık ya da pizza vs... )  ve .....eski kayıklar ve yine yıpranmış eski püskü, bakımsız balıkçı teknelerinin beklediği küçücük koyuyla, ilerideki modern şehire ( Tel Aviv ) merhaba dediğiniz bir yer burası. Kimi günler insanların hınca hınç doldurduğu aynı kıyıda kendi halinde kalmak için adeta yalvaran, denizin hemen yanında yanlızlığı ararken, kendini bu hiç susmayan yerde bulan Rum Ortodoks manastırının yelkencilik okulunu da hemen yanında buluşu Yaffo'nun karmaşık yapısının bir başka yansıması gibi,
Bu yerleri bugünlere dek terk etmemiş nüfusuyla Araplar Yaffo'ya özellikle damgalarını vururlarken, yine  Yahudiler ve Yaffo'ya ya da Israel'e  farklı bir renk katan topluluklarından biri olan Hıristiyan Araplarsa iki toplum arasında kalan özellikler taşırlar sanki.  Bir yerde kendilerini Arap toplumunun ayrılmaz bir parçası hissetseler de, inançlarının onları diğerlerinden büyük oranda ayırdığı gerçeğini de görmezden gelmek mümkün değildir. Birileri her zaman daha kapalı daha muhafazakar kalırken diğerleri giyimleri, tarzları ve hayat felsefeleriyle başka bir insan olarak ortaya çıkıyorlar. Arap-Israel kavgasındaki kesin tutumlarını bilmekse zor. Yine Arapça konuşan ve bu topraklarda diğer Araplarla ortak bir geçmişi paylaşan, dini ayrıcalıkları dışında bir çok açıdan aynı olan bu insanlar, Yahudilerin ülkesinde herhangi bir Arap ülkesinde hiç bir zaman elde etmelerinin mümkün olamayacağı bir serbestliğe sahip olduklarını da biliyorlar. Onlar aslında kendi huzurları için genelde çekimser kalmayı tercih edenlerden.
You Tube'ta Israel'in farklı köşelerinden çok hoş video çekimleri paylaşan bir YouTuber buldum bir süredir. Israel'i ziyaret etmek isteyip, belli sebeplerden buralara gelmeyen ya da gelemeyenler için bu küçücük savaş-barış arası ülkeyi tanıtan görüntülerini zaman zaman paylaşmayı seviyorum. Aslında bunu arzu eden kendisi de yapabilir. Ben yine de kendi seçtiğim çekimlerle sevdiğim görüntüleri blog'uma koymaktan hoşnutum.
Buradaki çekimlerde, Yaffo'nun denize bakan dar sokaklarındaki evler ve yine Yaffo'nun denize bakan büyük parkı görülüyor.
Yaffo'daki evlerse inanılmaz pahalılar. Yaffo son senelerde çok aranan bir yer olmaya başladı. Sahip olduğu özel konumu buraya bambaşka bir değer veriyor. Bu yüzden buralarda bulunan kimi bauhaus'lara, kimi renove edilmeyi bekleyen eski evlere verilen fiyatlar inanılır gibi değildir. .
Aslında, Israel'deki en güzel evlerinden en yıkık dökük dairelere, mülk fiyatlarını duyanlar hayretlere düşebilirler.
Sanırım bu ülkenin genel pahalılığı yüzünden ve topraklarının çok geniş olmaması nedeniyle Israel'de ev satın almak yeni evlenen çiftlerin en büyük zorluklarından biri oluyor. Hayat boyu satın aldıkları evin kredisini ödemek için çalışan insanlar var burada...
Yaffo'' daki evler dünyanın en şık evleri olmasalar da, bulundukları mekan açısından özellikle daha da bir pahalılar. En basit bir evin fiyatının bir kaç milyon dolar olduğu bu yerlerde yirmi sene evvel ev satın almak çok daha kolaydı...
Her km karesi bu kadar değerli olan bu yerlerde yaşayan insanların bugün en çok aradıkları şeyse sadece huzur ve kafa  dinlemek.



 

 Herkesin idealleri farklıdır diyordum geçen gün...

Geçen gün yazdığım yazıda, Kudüs'teki Arap çarşısı'nda daha 16 yaşındaki bir Arap gencin, iki güvenlik görevlisini yaraladığı olayı anlattım. Hani bu genç gerçekleştirdiği terör saldırısı öncesi arkadaşlarına son mesajında, kalp emojileriyle son verdiği sözlerinde;  "Beni iyi şeylerimle hatırlarsınız umarım!"  diyordu.

Bu çocuğun kafasında, ideallerinin peşinde önüne çıkacak ilk kişinin canını alacak kadar büyük bir hedefi vardı. Kendini bu yolda feda etmeye hazırdı. Kendince bir idealistti bu insan.

Birimizin ideal olarak kabul ettiği bir hedef bir başkası için, hatta çoğunluk için bir kıyamet kadar korkutucu olabilir bazen!!

Beynimizin ve ruhumuzun derinliklerinde çocukluktan şekillenen görüşler vardır. Gözlerimizi hayata açtığımız andan itibaren dünyaya bakışımızı şekillendiren insanlar vardır. Bizi eğitenler, bizim ilk hayat görüşümüze damgasını vuranlar.....ve başladığımız yolda bizim beynimize, yakınlarımızın, öğretmenlerimizin ya da kimi dini liderlerin yükledikleri bilgiler mevcuttur. Onlar tarafından bize resmedilen bir hayali dünya vardır. Bu hayali dünya bizim ilk fikir dünyamız, ilk inancımız, ilk hayat görüşümüz  olarak ortaya çıkar. Ve bu dünya hakkında ilk fikirler, düşünceler ve hisler bizde belli bir duygu oluşumunu da meydana getirirler. Böylece daha çocukluğumuzda bir ideal ya da idealler oluşturmaya başlarız.

Aslında ideal ve idealist iki farklı şeydir. Bir idealler vardır, bir de idealist insanlar. İkisi her zaman beraber olmayabiliyor. Her insanın idealleri vardır ama her insan idealist değildir. Çünkü, idealler sadece  hayalimizdeki kurduğumuz kimi hedeflerdir. Ve hayat boyu, kendimiz için ideal gördüğümüz bir şeyler hep vardır. Hepimizin hayalleri vardır. ve kimilerimiz için kafamızdaki hayallerimiz ille de çok uzaklarda olmayabiliyorlar. Kimileriyse çok daha büyük boyutlarda hayaller kurarlar.

İdealist olmak için bir parça da hayalperest olmak lazım sanırım. Biraz hayalperest, biraz romantik ve  en çokta realist olmak lazım. Eğer hayallerinizin gerçekle bağlantıları tamamen kopmuşsa bu hayalleri yaşamın içine geçirmek nasıl mümkün olabilir ki?!!

Bazı insanlar sormadan soruşturmadan, daha fazlası için çaba harcamadan bu ilk ideallerin peşinde giderler. Kimileriyse bazen farklı dünyalar, farklı yollar ararlar kendilerine.

İlk gençlik yılları bir yerde insanların en çok ideal peşinde koştukları zamanlardır. İnsanın en enerjik olduğu bu zamanlar herşeyi herkesten daha iyi bildiğine inandıkları zamanlardır. Kafasının dikine gitmeye meyilli de olunan bu dönemde en büyük idealleri kendine bir anda hedef olarak görebilir insan. Körü körüne de olabilse farketmez!!! Onları durdurun durdurabilirseniz!!

Uzak ya da gerçekleşmeleri zor olan hedefler belirleyip o hedeflere ulaşabilmek tamamen ayrı bir sanattır, zekadir, cesaret işidir ve azim gerektirir. Eğer bu hedefler bir de sadece o insan için değil toplum için de bir hayal iseler boyutları da bu şekilde büyürler tabi. Bazıları hedeflerinin peşinde yaşadıkları topluma bazen de bunu da ötesine savaş açacak kadar genişletirler ideallerini!!!

Gençliğimizde ideal gördüğümüz bir çok şeyin  daha ileriki yıllarda sadece kafamızı dolduran bir diğerlerinin saçmasapan hikayeleri olduğunu da kavrayabiliriz. Kimi gençlik idealleri daha sonraları en büyük hayalkırıklıkları da olabilirler. Fakat iyi ya da kötü anlamda bu dünyayı değiştiren itici güç o ilk hayallerdir çoğu zaman. Sonunda kimileri için  pişmanlığa dönüşselerde.

Filistinli genç çocuk, Kudüs'teki çarşıda etrafına bıçakla saldırdığında kafasında bir hayal, bir ideal vardı.  Halkının özgürlüğünü savunduğunu düşünüyordu, hayalinin daha yüksek boyutlarındaysa öldüğünde gelecek dünyada ulaşmayı hedeflediği huriler vardı. Realist olmaktan uzak ancak bir o kadar yıkıcı eylemlerin sonunda, onu yetiştiren mantalitenin kafasına koydukları yalanlarla büyüyen çocuğun romantizmi içindeki canavarı besleyecek kadar çarpıtılmış bir gençti bu. O ve onun gibi bir sürü idealist Filistinli gençler gibi. Belirledikleri hayali bir hedefe doğru körü körüne ölmeye hazır hale getirilen idealist gençler ellerine aldıkları bıçaklarla aldıkları masum canların arkasından karanlık bir sonsuzluğa göç ederlerken arkalarında sırada bekleyen bir sürü başka hayalperest gençleri daha bırakıyorlar.

Daha ideal bir dünya için daha farklı idealleri empoze etmeleri de mümkün aslında. Toplumları yöneten beyinlerin niyetlerinin ne olduğuyla yakından ilgilidir bunlar. Toplumu daha iyi bir yere taşımayı hedefleseler adım adım değiştirilebilecek şeyler var. Onlara daha çocukken  anlatılan masallarda başlayacak bir devrimdir bu.  Bıçak elinde yola çıkmak yerine, kalemle yazabilecekleri hikayeler sokabilselerdi  bu çocukların kafalarına, hedefleri farklı olabilirdi!!


Batya R. Galanti

24 Kasım 2021 Çarşamba

 

Bir Türk gecesi!!


Bir kaç hafta evvel bana bir mesaj geldi.  Geçen Cumartesi gecesi için.  Bir Türk Gecesi düzenliyorlardı Israel'de son bir kaç senedir iyice genişleyen büyüyen cemaatimiz. Erdoğan Cumhuriyeti'ni bırakanların geldikleri Israel'de zaman zaman bu tip geceler,  bazen konferanslar ya da tiyatro ve kermes gibi şeyler organize ediyorlar çoğu yeni gelen göçmenlerimiz.

Bu insanların bir çoğu ayrıca aynı şehire yerleştiler. Israel'in merkezinde, güzel denebilecek, pahalı sayılan  şehirlerinden birini seçtiler Türk Yahudileri kendilerine. Söylenene göre, Ra'anana merkezinde bir Cuma öğleden sonra yürürseniz orayı bir Türk kasabası zannedebileceğiniz şekilde Türkçe her bir taraftan kulağınıza çalınır olmuş.  Türkiye'de geçirdikleri son senelerden sonra burada artık mutlular deniyor. Eskilerde yaşamın çok daha kolay olduğu Türkiye'deki ekonomik çöküşün ve kendi kültürünü artık korumakta zorlanan cemaatimizin son seçeneğiydi oraları terk etmek. Hiç inanamayacağım insanları birden burada buldum. Orada artık yaşam son derece güçleşince o çok aşık oldukları boğazı ve adayı bırakarak geldiler. Ve bugün bir çoğu burada olmaktan gayet memnun görünüyorlar. Hem işleri var, hem yanlız değiller.  Ve birarada oldukları sürece zorlukları atlatmak onlar için çok daha kolay. Aralarında birbirlerini destekleyenler bu tip gecelerle de sosyal yaşamlarına bir şekilde renk katmaya çalışıyorlar.

Bu işler böyledir. Ne kadar burası bizim evimiz deseniz de, burası Yahudi ülkesi olsa da sonuçta dilini henüz bilmediğiniz, yaşam ve davranış koduna kısmen yabancı olduğunuz bir yerde kendi köyünüzden (!) birileriyle biraraya geldiğinizde yine de daha rahat olursunuz.

Bu bir alışma sürecidir. Kimileri bunu çabuk aşar, kimileri için bir ömür sürer. Bazı özelliklerinizleyse  siz hep neyseniz aynı kalırsınız. Mesela ben seksen sene daha geçse Israellilerin kimi kaba saba hareketlerine alışabileceğimi sanmıyorum. Fazla duyarlı ve daha mesafeli olmaya alışmış olan bir insanın, genelde nezaket alışkanlıkları az olan, düşündüklerini tartmadan olduğu gibi söyleyen, oturup kalkmada pek kural tanımayan, savaşın ya da bir çok koşulların getirdiği etkiler yüzünden bazı şeyleri fazlasıyla serbest bırakan bir toplum içinde yeterinden fazla kibar kalması mümkün. Benim gibi insanlar da bulunsa da sanırım yine de benim gibiler Israel'e bir yerde tuz biber gibiyiz sanki. Tüm gelenlerin içinde buraya farklı bir renk getirenlerden biri olabilirim hala.

Neyse lafın kısası 25 senedir arkamda kalmış olan Türkiye'den her ne kadar çok şikayet etsem de orada kendi yetiştiğim çevrem ve ailemden, 28 sene bende iyi kötü bir kültürel etki oluştu mutlaka. Bir çok yönüyle eleştirdiğim bu kültürün belli izlerini taşıyan ben, 25 yıl yaşadığım Israel'de tamamen karma bir insan olduğumu hissediyorum. Hatta bir çok açıdan kendimi hiç bir yere tam olarak ait hissetmiyorum. Ne Türk gibiyim, ne de Israelli. Çok tuhaf bir şekilde tam olarak  ne gibi  bir kültür yapım olduğundan bile emin değilim. Sadece  kendimi her zaman farklı ortamlara  adapte etmeye çalışırken buluyorum. Böylece yeri geldiğinde kendinizi uzaylı gibi hissettiğiniz bile oluyor.   İçimde karma karışık bir kültür salatası var sanki.  Biraz öyleyim, biraz böyle, biraz da şöyle !!  Uzaydan gelmiş öylesine bir dünya vatandaşıyım artık ben.

Türkçe yazdığım için belki de en fazla türkçenin etkisi üzerimde hissedilebilir. Bu doğru. Ancak gün boyu neredeyse sadece İbranice konuşuyorum ben. İbranice iş yapıyorum, İbranice radyo dinliyorum... Diğer yabancı dillerimde de sürekli okuyorum, müzik dinliyorum ve televizyon seyrediyorum. Ve başka insanlardan, başka kültürlerden de yeterince etkilendiğimi de görüyorum. Hayranlık duyduğum sanat, sinema, müzik bilimum  degişik şeyler var, Beni ben yapan farklı taşlar, bir mozaik gibi işlemişler yapımı. Hiç biri değilim  ve bir anlamda sadece ben benim belki de!!!.................

Türkler çocukluğumun en yoğun parçalarıydılar tabii sonuçta. Onların içinden kimi elit tabakadan insanlarla iletişimim oldu, kimi orta direk Türkler ve sokaktaki insanla devam etmiş olan yüzeysel ilişkilerimle onlar beni dünyaya ilk taşıyanlardan oldular. Kimi anlamda belli bir mesafeyi koruduğum ama her gün birlikte olduğum insanlar.. Ve bir gün gelip tamamen arkamda bıraktığım bir toplum!!

Bu ülkedeyse kimi Türk kökenli ( tabii Yahudi!!)  arkadaşlarım oldu  bir zamanlar. Ancak bir süre sonra artık Türk kökenlilerle dostluk kurmamak kararı aldım. Beni bir anda hepsinden soğutan menfaatler hepsine sırt çevirmeme neden oldu. Uzun yıllar bir daha hiç biriyle görüşmedim. Ve Türklükten ve Türkçeden, ( annem ve yakın çevrem dışında) Türk Kültüründen yeterince uzaklaştım.

Son zamanlara dek. Birden buralara gelen kimi çocukluk arkadaşlarım oldu. Bir çoğuyla hiç görüşmesem de!!

Lafımı çok uzattım, Türk gecesinden bahsedecektim ben...

Daha önce de çağırdılar bir kaç defa, Yunan Gecesi, Latin Gecesi, Bouzouki akşamı, ve bazı aktiviteler. Ve ben gitmemiş, gidememiştim. Bu sefer  arkadaşım hadi Batya siz de gelin dedi ille.

Geçtiğimiz Cumartesine kadar o  geceyi düşünecek vaktim olmadı. O gün geldiğinde birden yüz iki yüz kişinin geleceği bu yerde çocukluğumdan beri hiç görmediğim kimi insanları görme ihtimalim olduğu aklıma geldi. Seneler sonra ilk kez belki de büyükada'da sokaklarda oynadığım, gençliğimde birlikte diskoteğe gittiğim birileri karşıma çıkacaktı, yirmibeş, otuz ya da kırk sene sonra.

Saçlarımda,  diplerinden merhaba demeye başlamış  kimi beyazları yok etmem gerek dedim. ( ( Bu işi çoktan kendim yapmaya alıştım  :)  ) Korona günleri gelip çattığından beri, kesmeye de başladım ben. Banyodan çıktığım gibi, ıslak taradığım saçıma  vurdum makası.  Hafif bir  perçe bile yaptım. Ve biraz da makyajdan sonra, süslendiğim,  özene bezene giyindiğim gibi kendimi geceye hazır hissettiğim an odamdan çıkıverdim. Koket değildim ama yine de hazırdım!!!

Yafo'nun ara sokaklarında bir yerlerde, eski bir binaya ait bir salondu bu kiraladıkları yer. Arabayı park ettiğimiz andan itibaren en az yarım saat bu yeri aramak zorunda kalacağımızı hiç düşünmemiştim.

Hafif topuklu ayakkabılarım gecenin serinliğinde ayağımdan fırlamak ister gibiydiler. Her adımda ayakkabı kendini salarken rahat yürümekte zorlanıyordum ama yine de bir başka taraftan gittikçe güzelleşen  Yafo'nun kendine özgü havasına dalıp gidiyordum. Her biri yavaş yavaş yenilenen binalar, her sokakta açılan yeni yeni cafe'ler, taştan yollarla bütünleşen eski binaların bazılarından gelen kimi Jazz, kimi Pop müziklerin etrafa yayıldığı dar sokaklarda çoğu genç insanların çıkardıkları köpekleriyle yanlarından geçerken acaba ben  partiyi boş verip ayakkabılarımı elime alıp yalinayak buraları keşfe mi çıksam diye düşündüm bir an.

Arkadaşımdan aldığımız telefona göre doğru yöndeydik. Ve beş dakika sonra, kapının dışına taşan insanların olduğu bir giriş gözüme çarptı ileride. İçeriden türkçe müzik geliyordu. Kapıda bekleyen sarışın bayana yaklaştığımda onu bir yerden tanıdığımı düşünürken, o da bana bakıyordu. Anlaşıldı daha bir iki ay evvel görüştüğüm bu insanı tanımamak için inat ediyordum yine ben. Hep olur bu bana,  Sonunda o bana, Batya gel buraya deyip sarılıp öpünce jetonum düştü.. Geceyi organize eden dostumu tanımamıştım bir an. Hadi girin dedi bize.

Yüksek duvarları olan bu salon bana sanki eski bir şarap mahsanını anımsattı birden. Aslında gün boyu kullanılmadığını tahmin ettiğim,  bu iki bölümden oluşan salonu çevreleyen yüksek pencereler ağır perdelerle örtülüydüler. İçeride birbirlerine bitişik olarak yerleştirilmiş daracık masalar tek kullanımlı örtülerle örtülmüş ve hepsi birbiri ardına sıralanarak vagonlar gibi dizilmişlerdi. Sıkış sıkış bir ortamdi. Düşündüğümden çok kişi vardı.

Girer girmez hemen gözlerim insanları tek tek incelemeye başlamışlardı bile. Kimler vardı acaba?

Okulumdan aynı sıraları, aynı dönemlerde paylaştığım iki bayanı gördüm. Biri hala eskisi gibi çok güzel duruyordu. İnsan hiç mi değişmez dediklerinizden  bir bayan. İnanamadım gözlerime!  Sanki Sainte-Pulcherie'de ne ise bugüne dek aynıydı. Orta boylu Türk insanının içinde upuzun boyu, sapsarı gür saçlarıyla göze batıyordu. Diğeriyleyse dokuzuncu sınıfta beraberdik. Çok şahsiyetliydi daha o zamanlardan. Ne istediğini bilen, tuttuğunu koparan cinsten dediklerindendi. Yine öyle görünüyor. Ben daha aklım havadayken, onun ehliyeti vardı. Bazen onun arabasiyle dönerdim eve. Karşımızda otururdu. İkisiyle de sonunda birbirmizi görmezden geldik.

Bazılarını adadan hatırladım.  Hayat bir film gibi geçip giderken en son gördüğümde küçük bir kızdı bir tanesi. Tarzıyla, giyimiyle hala öyleymiş gibi dursa da orta yaşa gelmiş o da benim gibi.

Bir tanesi yanıma geldi birden kulağıma, "Batya'cim poponu kaşı, bu akşam çok hoşsun, !!" deyince güldüm. Dedim ya ben hani,  birisine iltifat yapınca Türkler ya Türk kökenliler nazar değmesin diye mutlaka vurgu yapmak alışkanlıkları vardır. İltifat tek başına gelmez hiç bir zaman. Poponu kaşı, hamsa hamsa ve bir sürü şeylerle o kişinin kötü gözden etkilenmemesi için unutmaz insanlar eklemeyi. Siz bunlara inanmasanız bile karşınızdakinin inanıyor olabileceğini düşünerek mutlaka, en azından..bi maşallah eklenir lafın sonuna..

Derken, çok a la turka olacağından çekindiğim müzik daha bir disko tarzı olunca biraz daha keyiflendim. Ve sonunda biraz dans,  biraz şaka ve biraz gülmeyle geçen akşam beni bir anda çok uzun senelerdir arkamda bıraktığım çocukluğuma götürdü sanki. Bizleri yirmili yaşlara taşıyan bir nostalji var gibiydi o gece. Çok uzun senelerdir,  çevremde herkesin türkçe konuştuğu bir topluluğun içinde bulunmamıştım. Türk Yahudi toplumunu ilk kez bu kadar rahat bir tarzda yakaladığımı da hissettim ( belki yanılıyorum )  Israel'de olmanın verdiği başka bir serbestlik te vardı sanki. Bir aile havası da ayrıca hissediliyordu. Eşim de sizinkiler eğlenmeyi biliyorlarmış dedi. İçilen içkiyle beraber hiç durmadan dans eden ve yüzlerinden gülüşleri inmeyen insanlar gördük. Vakit dolduğunda yanımdakilere bye bye derken ben, ortama biraz daha yabancı kalan eşim:  "Gelecek sefere arkadaşlarınla birlikte katılmak istersen sen benim için sorun yok! "diye akşama son noktayı koyan oldu.


Batya R, Galanti

Kimi demokrasi diye ağlar kimiyse  hayatı için savaşır..

Geçtiğimiz günlerde yazmıştım. İnsanlar buralarda bir defa daha korona arkamızda kalmış moduna girdiler diye. Halbuki bu virüsü kolay kolay arkamızda bırakmayacağımızı kaç kez söylediler bize.

İki hafta evvel gittiğim toplantıda ben bile unuttum bir an, koronayı da virüs'u ve de herşeyi!!

İnsan demiştim, yerine göre davranış, alışkanlık ve psikoloji geliştiriyor. Siz ne kadar dikkatli olsanız da yaşadığınız ortamdaki insanlar çok rahat davrandıklarında bir an geliyor, drama'dan, salgından ve hastalığın neler yapabileceği korkusundan herkes çıkabiliyor.

Türk Gecesi'nde kapıda bizi karşılayan organizatörler bize "Yeşil Kart"ı yani aşı olduğumuza dair belgemizi sormamışlardı bile. Bunu ben de sadece sonradan düşündüm. Özel bir organizasyon olunca,  Yeşil Kart uygulamasının getirdiği yükümlülükten kendilerini muaf hisseden, gecenin tertipliyicileri yeterince sorumluluk almadıklarının belki de farkına bile varmadılar. Ne ben ve ne de o geceye katılan o koca kalabalıktan kimse onları uyarmadılar bile. Ve içerideki o sıkış sıkış yerde, iki seneden sonra ilk defa öylesi bir kalabalığın içinde, kapalı bir ortamda, son derece yakın mesafede, hiç bir şeyi düşünmeden keyfime baktım bir kaç saat. Çünkü iki hafta önce Israel'de Korona çok aşağılardaydı. Artık sanki virüs arkamızda kalmış gibi bir psikoloji hakimdi. Fakat aslında aynı günlerde, Avrupa'da yeni bir yükselişe doğru gidildiğini okumuştum farklı sitelerde ve farklı ülkelerde. Ve bu yükselişin, yaklaşan yeni dalganın bizi es geçeceğini düşünmek aptalcaydı mutlaka.

Dün gece, haftalardan sonra ilk kez yeni bir dalgaya doğru gidildiğine dair işaretler olduğunu, günlük sayılan hasta sayısında gerçek bir yükseliş olduğunu açıkladılar burada.

Ve bu dalgayı önlemek için şu an atılan en önemli adım çocukları aşılamak. 

Hastalığın en çok yayıldığı yer okullar. Salgını durdurabilmek için, 5-12 yaş grubu çocuklara başlatılan aşılar tek çare!  Evet, dünden beri Israel'de çocuklar aşı olmaya başladılar. Ve doğal olarak ilk günlerin getirdiği bir çekimserlik söz konusu. İnsanlar başkalarının ne yapacağını beklemek ister gibi davranıyorlar. Her ilk gibi bu da çekingeler yaratıyor. Daha çocuklarını aşılatmaya getiren insanların sayısı çok düşük. Aşıların ilk bir kaç hafta çocuklara çok fazla yan etki yapmadığını görüp anlamak isteyenler çoğunluktalar. Ve tabii bu şekilde yeni bir dalgaya girmemek mümkün olmayacak gibi. Sonuçta çocukları için neyin daha iyi olduğundan kimse emin değil. Hastalanmaları mı yoksa aşı olmaları mı daha az kötü? Evet daha iyisi yok sanırım seçmek sorunda olduğumz iki şey var, ve bu seçeneklerin ikisinden biri kendimize göre kötünün içinde sadece daha az kötü olanı!!

Sonuçlarının, ileride yapabileceği yan etkilerinin tam olarak bilinmediği bir maddeyi çaresiz bedenimize sokmayı kabul ediyoruz, İlk anda bir yan etki yapmaması gelecekteki etkileri konusunda bir garanti vermiyor. Fakat bugün korona geçirmiş insanların zaman zaman ne gibi rahatsızlıklarla yaşamak zorunda kalabildiklerini de görüyoruz. Yaşamın bize getirdikleriyle hayatımıza devam etmek zorundayız. İyi ya da kötü.

En büyük sorun zaten, kendi kafalarının dikine gidip aşılanmayı reddedenler. Onlar hepimizden akıllı olduklarını düşünenler. Onlar söylenen her şeyi koyun gibi yapmayı reddedenler. Onlar bilgili insanlar (!) , Onlar, özgür, demokrat (?!) Onlar başkaldıranlar. Bu özgürluk için, boyun eğmemek için, başkalarının oyuncağı olmamak ve birilerinin kafalarındaki komplo teorilerine uygun rolleriyle onları sindirmelerine izin vermemek adına yemin etmişler (!). Kimseye boyun eğmiyorlar. Gebermek ve başkalarının katilleri olmak pahasına bugünlerde etrafı kırıyorlar.  Hollanda'da, Belçika'da, Avusturya'da!! Bisikletleri yakıyorlar.. Lockdown'a karşılar onlar. Kapanmamak, ekonominin daha fazla etkilenmesine izin vermemek için, aşı olmamak için direniyorlar....onlar bugünlerde milletin mallarını vandalize etmekle meşguller. Pandemi yetmezken bir de toplumsal kaos ortaya çıkıyor. Karsılıklı nefreti de getirir mi bu? Belki onu da  getirecek sonunda.

Onlara göre etrafı yakıp yıkınca herşey düzelecek!! Demokrasinin kafadan sakat bekçileri bunlar!! Özgürlük savaşçıları meydanlarda.

Bir de yazılan makaleler, çıkan istatistikler var. Batı'da demokratik değerlerin son bir kaç yılda tehlikeye girdiğini yazan yazılar. Bunun gerçek veriler olmadığını kim anlatacak bunlara. Birilerinin kafalarında saplantı olmuş, demokrasi. Demokrasi çok iyi, ülkelerin, halkların eşit ve özgür yaşadığı toplumlar en ideali gibi. Peki yaşamsal değerler ne olacak??  İnsan hayatı. Acil durum çanları çalarsa ne olur?

Böyle zamanda ortaya çıkarılan bilgiler ve istatistiklerle gençlerin kafalarında yaratılar yanlış intibayla nereye varmak istiyorlar kimi akademisyenler? Ben sadece küçük, halktan öylesine bir insanım ama mantığımı çalıştırmaya çalışıyorum sadece. Kimilerinin bizi yanlış değerlendirmelerle yanlış yönlendirmeler içine sokmalarına karşıyım. Batı'da her tür hareket büyük bir akıma dönüşebilir. Sonuçta birileri bu insanlara yaşanan durumun acil bir insanı dram olduğunu yeterince anlatmamışa benziyor. Onlar çok bildiklerini düşünüyorlar. Batı kendi özgürlüğünü kaybetme paniğine girdi. İnternet bir sürü komplo teorilerini de yayıyor. Ve derken kendini hastalıktan uzak gören, hormonları tavan yapmış gençler yaşam özgürlüklerini kısıtlamaya giden yönetimlere baş kaldırıyorlar.

Yakın, kırın, ülkeye, dünyaya zarar verin. Toplanan binlerce insanın içinde en çok maskesiz yaşlıları gördüğümde şaşırıyorum. Bunca senelik hayatlarından hala öğerenemedikleri ne kadar çok şey varmış diyorum. Çığlıklar içinde, birbirlerinin kucaklarında direnen onbinlerce insanın içlerinden kaçı bu virüsü yaymaya devam edecekler acaba??

Bizimse buralarda uğraştığımız daha önemli konular kafaları meşgul ediyor. Var olmak ya da olamamak gibi!! Bize pandemi hafif gelir demek istemiyorum, çünkü o da yeterince ağır. Ancak burada son günlerin en gözde konusu, İran ve savaş!! İki hayati krizle birden yaşamak durumunda olan bir ülke Israel. Biri virüs diğeri de virüs'ten beter bir mikrop. Biri bir kaç yıl sonra belki bitecek diğeriyse akılları durduracak bir öldürücü güce sahip. Sınırımız bile olmayan bu insanların bizden ne istediklerini anlamıyorum!!



22 Kasım 2021 Pazartesi

Sonu gelmeyen bir hikaye, yeniden başlatılan olaylar ve cinayetler

Geçtiğimiz hafta bir arkadaşım plan yapmaya başlamıştı. Hannukah yaklaşıyor, Yerusalayim'e gidelim bir gün seninle....Bize rehberlik yap sen!!! Ama Israel'de rehberlik yapmadım ki ben. Olsun sen buraları tanıyorsun,  gel bize de bildiklerini anlat diye fikirlerle heyecanlanıyordu. Peki o zaman hazırlanırım, kısa bir rehberlik denemesine.  Eski şehire gideriz...Oradan Yad Vashem Müzesi'ne.... Ve ne varsa gezeriz hep birlikte. Tam güzel fikirler dönüyor aklımızda ki, yeniden olaylar başladı.

Günlerdir etrafta devam eden bir gerginlik var. Birilerinin canı sıkılmış gibi yeniden etraf kaynamaya başlar. Anlamazsınız neler oluyor...

Burada yaşadığınız sürece hissettikleriniz enteresandır. Bir zaman her taraf hiç olmadığı kadar sessizliğe bürünür.. Bir sükunet kaplar sanki... Daha geçen cuma  onbinlercesini biraraya getiren Al Aksa'nın avlusunda,  huşu içinde namaza duran müslümanlar vardı. Dua edenler.... ve ne arkalarından koşan askerler, ne polisler, ne taşlar, ne çatışmalar vardı. Sadece dua etmek için gelen insanların, Tanrı'yla aralarına kimsenin giremeyeceği anlarda herşey olması gerektiği gibi devam ediyordu.

Yahudiler de Al Aksa'nın hemen bitişiğinde, aşağıdaki duvarda,  kendi yerlerinde vecde ederken, o büyük, o kutsal  kuvvete yüzlerini dönmüşlerdi aynı dakikalarda. Kimsenin kimseye karışmadığı anlarda gizlidir, o kelimenin anlamı.. : Şalom !"  Yeterki birileri bunu bozmaya karar vermesin. Hep söyleriz aynı şarkıyı biz.. Şalom  aleihem, malahei Ha-Şalom. Malahei ha-elyon.  mimmeleh malahei ha-melahim Ha-kadoş baruh Hu. !! Şalom kelimesi biz Yahudilerin,  ağzımızdan hiç düşmeyen kelimelerden biridir. Şalom sadece barış demek değildir. Şalom, Tanrı'nın adlarından biridir de! Tanrı demek barış demektir. 

Tanrı kullarının barış içinde yaşamasını bekliyor. Amaç ona inanıp, sonra onun adıyla kaos yaratmak değildir ! Ancak bazı insanlar bunu tanımıyorlar. Bazıları için kimi  şeyleri elde etmek,  Tanrının adıyla, Tanrı'nın karşı olduğu şeyleri yapmaktan geçiyor. Bu toprakta, Sh'ma Yisrael diyerek yakaranlara, dua edenlere, kilise çanlarına karşı cihad olgusuyla ortaya çıkarak bir anda  kutsallığı kıyamete çeviriyorlar. Duaları kurşun sesleri bastırıyor. Sessizliğe bir an "Atsilu!!" Yardım edin diye bağıran bir gencin çığlıkları karışıyor.  Eski çarşının daracık sokaklarında yere yığılan genci öldürüyor birisi!!!

Son bir haftadır sessizliği delen o huzursuzluk yeniden başladı.

Önce, geçtiğimiz hafta çarşının içinde gezen iki güvenlik kuvvetine saldırdı 16 yaşındaki bir bıçaklı terörist. Eyleme geçmeden evvel sosyal hesabından arkadaşlarıyla bir yazı paylaşmış. Dilerim beni iyi şeylerimle hatırlarsınız!! (?) İyi şeyler diyor. 16 yaşında elinde bıçakla yola çıkan bir genç.

Bu yaşlarda insanların idealleri hep vardır. Herkesin ideali farklı olsa da!

Çarşıda. güvenliği korumak için görevli olan biri kız diğeri erkek olan iki askere direk saldırıya çıktığı anın görüntüleri var. Kendisine belki de kolay gelen hedefi seçiyor Filistinli genç. Kıza bıçakla saldırırken kız gayet soğukkanlı bir şekilde direniyor gence karşı.  Kolundan elinden, bir kaç defa aldığı bıçak darbelerine rağmen vazgeçmiyor, ona karşı savaşmaya devam ediyor. sonunda çarşının orta yerinde onu vurana dek, arada çığlıklar, bağırışmalar ve oluşan bir hengame içindeki mücadele son bulana dek. İki gün sonra polisle hastanede konuştuklarında, karşımıza minyon bir genç kız çıkıyor. 

Ne tuhaf, bir çok defa geldiğimde Yeruşalayim'e,  buraları hiç olmadığı kadar barış içinde görünür gözlerime.  Etraftaki Arap çarşısında gezerken bile aynı hisleri duyarım. Ta ki birden bir olay patlayana dek. Yanıltıcı bir sessizliktir bu. Sanki barışla kıyamet arası sadece saniyeler vardır buralarda.

Dün iki terör olayı birden gerçekleşti yine!! Birisi yine aynı yerlerde..  Yeruşalayim'deki çarşının içinde.  diğeriyse Yafo'da. Yafo'da birisi bıçak darbesiyle hafif yaralanmış.

Yeruşalayim'de daha sabah saatlerinde geldi yine bir olayın haberi. Beş yıl evvel Güney Afrika'dan Israel'e göç etmiş 26 yaşındaki bir genci vurdular çarşıda.  Batı Şeria'dan yani ( Yehuda ve Şomron'dan) buralara gelen, bilinmiş bir provakatör, hamasın içinden gelen bu adam.

Yehuda ve Şomron'da durum gergin. Abu Mazen, kendisine karşı gelen Filistinlileri zor tutuyor bu ara. Filistin Polisi yükselen Hamas'a karşı kontrolu elinde tutmaya çalışıyor. Batı Şeria'da Hamas gittikçe daha da kuvvetleniyor. Israel'in Hamas'a karşı desteklediği Abu Mazen'e ileteceği 155 milyon dolarlık yardım buradaki huzursuzluğu teskin edecek gibi görünmüyor. Israel'in inancına göre Filistin Otoritesi güçlü olduğu sürece Hamas'ın şansı olmayacak. Fakat eğer Filistin Otoritesi halkına adil davranmazsa bu yardımlardan bir sonuç beklemek zor. Hamassa gençleri terörist faaliyelere itiyor.

Dün meydana gelen olayı anlatıyordum. 26 yaşında, Kotel'in yanındaki tarihi tünellerin içinde rehberlik yapıyordu. Çarşıda karşısına çıkan genç adamı kurşunlayan terörist, yaralı halde yerde yatarken üzerine ikinci kez kurşun sıktığında onun öldüğünden emin olmak istedi 42 yaşındaki Abu Şikhaydam ( Doğu Kudüs'teki bir Filistin kampından geliyor )

Tanrı ve Şeytan, gelecek dünyada değil, burada bizim içimizdeler. Bu savaş o ikisi arasında canlı ve aramızda gün gün gerçekleşiyor. 

Bir genci öldürüp kalan kurşunları etrafa sıkarak dört kişiyi de yaraladıktan sonra çarşıda bulunan güvenlik kuvvetlerince imha edilen terörist sonunda durdurulabildi.

Bu kişinin güvenlik birimlerince takipte olması gerekiyordu. Çünkü adamın Doğu Kudüs'teki müslümanlarca bir hayli tanınmış olduğu yazan bilgiler içinde. Hamas'ın buradaki en kuvvetli kişiliklerinden biri, Doğu Kudüs'teki camilerde verdiği vaazlerle tanınıyor ve Al Aksa'da da etkin bir rolü varmış. Yahudilerin buraları ziyaretine karşı çıkan ve her fırsatta inananların namaz sonrası protesto yürüyüşlerini provoke ettiği de yazılı.

Beş çocuğunu ortalıkta bırakarak cennetteki hurilerine gitmeyi tercih etti bu cübbeli terörist. Karısı ise kocasının işledigi cinayetten bir gün evvel Ürdün'e kaçtığı yazılı. Bu insanlar çocuklarının gelecekleri için onlara farklı bir dünya hayal ediyorlar. Kafalarındaki Tanrı hayaliyse bambaşka bir şekil almış.

Genç bir adam hayatının daha başında öldürüldügünde tek suçunun yanlış zamanda yanlış yerde bulunmuş olması insanı üzüyor. 

Olaydan sonra Doğu Kudüs'lü binlerce Filistinli imha edilen teröristin evinin bulunduğu yere giderek protesto gösterilerine ve polisle çatışmaya başladılar. Bağıranlar vardı aralarında; "Milyonlarca Arap Kudüs yolunda "Şahid" olacak !!" 

Keşke gelecek için kurduğumuz hayaller ortak olsaydı. Keşke Cihad yerine Şalom..yani  Selam demeyi becerebilseydik.. Olmuyor.. olmadı ve galiba da hiç olmayacak!!


Batya R. Galanti



 

19 Kasım 2021 Cuma


Buralara da düştü yılın  ilk gerçek yağmurları

Çocukluğumda en çok yaz yağmurunu severdim. Havanın hala daha ılık olduğu günlerde, ağustos ayı ortalarında başlayan ve sonbahar'ın ilk işaretleri olan yağmurları... Böylece ilk kez mayolarımızı alıp denize gitmek yerine arkadaşlarla adanın yüksek tepelerinde bulurduk kendimizi. O tepelerdeki dar yollarda bisikletle gezer, adanın ormanlık alanlarında ağaçlardan düşen kozalakları toplar içlerindeki fıstıkları yerdik.  Kozalaklardan yapışan balı bir yandan temizlemekle uğraşırken bir taraftan elime bulaşan o çam  kokusunu içime çekerdim.  Özeldi bu koku. Doğal olan herşey gibi.  Ve bazen de birdenbire hızlı bir yağmur bastırırdı. Gök gürültüleriyle başlayan... Sırılsıklam olmak için birebirdi. Güzeldi ama bir taraftan da yazın bitişini haber verir gibi gelirdi.  Ve biz yaz bitmeden kimi günler daha tepelere, daha yukarılara çıkardık bu kez.  Ayayorgi'de şarap içmeye giderdik. Daha sadece 15 yaşımdaydım. Oradaki minicik kilisede adanın yerlileri ve dışarıdan gelenler adak adarlardı. Ben hep aynı şeyleri dilerdim.

Bir defasında, sözde sarhoş olmuşum gibi yapıp, arkadaşlarıma açıklardaki bir tekneyi işaret ederek, denizde yüzen öküze bakmalarını söylüyor onları güldürüyordum.

Başka bir zaman sekiz yaşımdaydım. Annemler yoklardı. Ağbimle ben ikimiz yanlızdık evde.. Birden bire  hava neredeyse tamamen kararmış, şimşekler çakıp, son derece kuvvetli gümbürtülerle gelen bir yağmur başlamıştı. Elektrikler de bir anda gidince içeriye dışarıdan giren azıcık bir ışıkla, kendimizce zaman geçirmek için bir şeyler aranmaya başlamıştık biz yine. Ve bir çok zaman oldugu gibi muzurluğumuz tutunca ip bağladığımız bezden bebeği aşağıdaki komşunun penceresine indirip onlara gösteri yapmaya başlamıştık. Adamın her pencereye çıkışında bebeği tekrardan yukarı çekiyordu ağbim. O yağmurlu günde o bebekle yaptıklarımıza ne kadar güldüğümü hatırlamışımdır hep.

Yaz kadar hiç bir şeyi daha çok sevmedim çocukken. Tek mutlu olduğum mevsimdi. 17 yaşıma gelene dek... Yaz bitimini müjdeleyen o kuvvetli yağmurlar soğuyan havaları ve yeniden başlayan okul dönemini de getirirlerdi aslında.

Buralarda, ekim sonundan beri yağmur için dua ediyorum. Dün gece birden başladı gök gürültüleri. Yeniden bir muson fırtınası gibi geldi sağanak yağış!! Bir saat öncesinde yağsaydı beni şehirden eve yürürken yakalayacaktı. Kulağımda müzikle, dükkanlara, barlara, cafelere baka baka yürürken, genç kızken de otobüse binmek yerine yürümeyi tercih ettiğim günleri hatırladım. Her zaman sevmiştim şehrin kaldırımlarını arşınlamayı. İnsanları, çevremi seyrederek bir yandan da kendi hayallerime dalarak yol almayı... ve ara ara hayallerden  gerçeklere dönüş yaparak gözüme takılan şeyleri kimileri analiz etmeyi... Hayallerle yaşamın içinden şeyler arası gidip gelen düşüncelerle yürümeye devam eden bir kadınım ben. Belki de elli senelik bir yaşam hep aynı döngü içinde devam etti bugünlere dek.

Kısaca  yaşamdan kareleri yakalamayı seven biri oldum hep.. Yürürken hareket eden bedenimden salınan enerjiyi de atmanın bir yoludur bu benim için. Ve yürürken zaman da beni bir yerlere götürür sanki. Bazen küçük bir çocuğun kahkahasına dalarım yollarda, bazen iki kişinin kavgasına, bazen yaşlı bir adamın torunuyla keyifle muhabbet edişlerine...her yürüyüşte yaşamın içinden küçüçük anlara şahitlik ettiğimi farkederim..

Yağmura yakalanmadan eve vardığımda baktımki yolda bir yüzüme, bir pantalonuma damlayan damlalar sağanak yağmura dönüşmüşler . Özlemişiz, etrafın bir anda yıkanıp temizlenmesini, bir de toprağın kokusunu... Bir kaç saat sonra, kızım köpeği indirdiğinde bir kez daha yağarken bu defa çıkarmış telefonunu, çekmiş göklerden inen selleri.. Artık  buralara da vardılar sonunda, geldi gelecek dediğimiz kışın o bir iki ay sürecek soğukları...




                            





Türkiye'yle bu seferki kriz de şimdilik sonlandı


Dün sabah beşte Nathalie Mordi Oknin çifti hakkında ilk güzel haberleri gördüğümde, çiftin yaşadığı korkunun sonuç olarak bir hafta içinde çözümlenebilmiş olmasının ne kadar büyük bir şans olduğunu düşündüm. Hatta bu olayın bu şekilde ve bu hızda çözülmüş olmasına inanamadım diyebilirim.

Günün ileri saatlerinde artık evlerine dönmüş olan  çiftin yüzlerinde inanılmaz bir yorgunluk vardı. Korkunun bir insana yapabileceklerini tahmin etmek güç değil. Korku, bilinmemezlik, yabancı bir ülkenin hapishanesinde çaresizce geçirilen günler insana bitmeyecekmiş gibi gelir mutlaka.

Nathalie Oknin, verdiği ilk basın açıklamasında gazetecilere, Türklerin kendisine kötü davranmadıklarını, kimsenin kendisine el sürmediğini, kesinlikle kötü muamele görmediğini söyledi.  Ancak bu yerden aylarca çıkamayacağı korkusuyla günlerdir yemek yiyemeyen kadın, uyku uyuyamamış bu insanlar yılgın görünüyorlardı.


Çektikleri resmi,  Whatsapp'taki aile grubuna, Erdoğan'ın evini özellikle işaretleyerek gönderdikleri için başları bir anda derde girdi.  Efendim, neden işaretlediniz?  Kadın diyor ki;  " Bilmiyorum, sadece göstermek için. O an bunu yapmamın çok özel bir nedeni yoktu!"  Eminim ailesine, bakın bu ev Erdoğan'ın demek istemişti!! Bunu da söyleseydi oradaki görevlilere, bu bile, "Neden özellikle bunu belirttin sorusunu getirecekti"
Bu kişiler yaşadıklarını sindirmek için günlere belki de haftalara ihtiyaçları olduğunu söylediler.

Geçtiğimiz haftalarda bir tanıdığımın kızı ve eşi bir aylık bir Türkiye turuna çıktılar. O kadar çok seviyorlar ki bu ülkeyi anlatılamaz. Yemeklerini, tarihi yerlerini, doğal güzelliklerini, insanlarını,  misafirpeverliklerini..

Türkiye'yi ziyaret eden turistlerin çoğu zaman çok olumlu hislerle buradan ayrıldıklarını unutmamak lazım.  Bu ülkede genelde bir turistin arayacağı herşey var. Güzellikleri,  insanın genelde yabancı bir ülkede bekleyeceği sıcak karşılama vs....

Israelliler de bu ülkeyi doksanlardan bu yana ziyaret etmeye devam ediyorlar. 
Kimi büyük politik gerginlik dönemlerinde bu ziyaretler azalsa da bugüne dek buraları bırakmadılar Israelli turistler.

Son bir kaç senedir açılan iki yeni "Soap Opera" kanalından seyrettikleri Türk dizilerinden etkilenen kadınlar, gördükleri ihtişamlı evler, muhteşem İstanbul manzaraları ve zenginlikler İstanbul'a daha da çok gitmeye başlamalarına neden oldu.  Buralardan oralara gösterilen ilgi turistlerde de yeniden artışa neden oldu.

Ayrıca, Israel'de çok pahalı olan kimi sağlık prosedürleri için de Türkiye'ye çok insan gitmeye başladı. Yani sağlık turizmi çok gelişti.  Örneğin, çok genç yaştan saçları dökülmeye başlayan Israelli erkekler, kelliklerine çareyi İstanbul'da buldular. Dişçilere binlerce şekel vermek yerine yarı fiyatına İstanbul'da gittikleri özel kliniklerde  ortodondik tedavi görüyorlar. Ve kadınlar yine bir çok estetik ameliyatları da orada yaptırıyorlar.

Türk parası dolar karşısında düşmeye devam ettikçe, Israeliller bol bol alışveriş yapmak için de bize çok yakın olan ve her tür imkanı sunan bu yere gitmeye devam edecekler gibi görünüyor. Kimse olanlardan o derece etkilenmiyor.  Orada gittikçe artan nefretin sadece politik bir anlamı olduğuna inanmaya devam ediyor çoğu Israelli.

Sonuçta, Israel Başbakanı Bennett, çiftin geriye dönebilmesi için sözde insiyatifini kullandığı yalanıyla Türk Sultanın önünde el pençe divan olarak, teşekkürlerini sundu. Başbakan Bennett, Erdoğan'ın bizzat olaya müdahale edip, bu krizi çözümlemek için elinden geleni yapmasından dolayı kendisine teşekkür ettiğini, bu şekilde ısınan ilişkilerin daha iyiye gitmesi için de bir fırsat doğduğunu iddia etti.

Galiba Erdoğan'ın aradığı da buydu. Mavi Marmara'yı buraya gönderip, Israel karasularını ihlal edip, Israel askerlerine demir çubuklarla  saldırttığı teröristleri için de,  yaşanan çarpışmanın sonunda Israel'den özür almıştı. Hem özür almış hem de çatışmalarda merhum olan eşkiyaları için tazminat talep ederek sonunda bunu da Israel'den koparmayı bilmişti.  

Türk insanı için en önemli şey onurlarıdır!!

Bu defa da, iki masum insanı hapse attıktan sonra Israel'den teşekkürü kopardı. Türklerin Sultanlarına duydukları saygı hanesine kazandığı puanlara değmiştir belki de.

Kimilerine göre, Erdoğan bu hamleyle, Israel'e yeniden hacılar gönderebilmek için yeşil ışık aldı.

Erdoğan'ın, bütün Arap ülkelerinden kovulan Hamas militanlarını Ankara'da kabul ettiğini biliyoruz. Türk Hükümetinin, Kudüs'ün Müslümanların denetimine geçmesi için  ne gerekirse yaptığı biliniyor. Erdoğan her fırsatta, her mitingde bunu söylemekten çekinmiyor.

Bizleri her an katil diye nitelendiren bu adama güven duymak nasıl mümkün?  Müslüman Kardeşlerin adamı olan Ortadoğu'da halifelik hayalleri kuran Erdoğan'ın başı son zamanlarda yeterince bela içinde olduğundan. bir teşekkür karşılığı olayı bitirmeyi tercih etti. Çünkü Israel, olay büyürse, kendisi de alacağı kimi ileri adımların neler olduğunu Erdoğan'ın kulağına fısıldamış deniyor. Israel'ín elindeki kozları neydi bilmiyorum. Ancak son zamanlarda ne iç politika'daki duruşu ne de sağlığı açısından çok iyi bir durumda değil adam. Amerika'yla da arası hala kötü. Yeni bir gerginliği de kaldırmakta zorlanabileceğini hesapladı deniyor.

Bu olay bana arada, Orient Express'i hatırlatmadı değil.

Türk polisinin bizde yarattığı korkuyu açıkça bilen, yakından hisseden biri olarak, Oknin çiftinin iyi muamele görmeleri için dua ettim.

Türkiye'de polisi biz emniyetimizi sağlayan bir memur gibi görememiştik. Özellikle azınlıklar için. Haksızlığın, ikinci derece vatandaşlığın, hkendini savunamamanın adresiydi polis teşkilatı. Benim güvenliğim için var olan bir kurum olarak görmedim bu kurumu. Onlardan hep korkmuştuk bizler!!

Ağbimin 23 yaşındayken polisle başına gelen, çok tuhaf bir olay ise zihinimizde yer tutmuş, bir hatıraya dönmüştür.  Bir kış günü evimizin kapısına gelen iki polis memuru kapıyı açan anneme ağbimin ismini verirken onlarla polise gelmesi gerektiğini söylediklerinde annem şok olmuştu. Sorunun ne olduğunu orada söyleyeceklerdi. Sonuçta hakkında bir şikayet vardı. Ve bu şikayete göre, ağbimin plaka numarasındaki arabanın, aynı gün daha önce adını bile duymadığı, İstanbul'un hiç bilinmedik mahallelerinden birinde bir çocuğa çarptığı söyleniyordu.  Gecenin bir vakti, İstanbul Merkezinin kilometrelerce dışında kalan, izbe,  kapkaranlık sokakların içinde girdikleri polis binasında ona suçlu gibi davranan komisere cevap vermeye çalışan ağbimin nasıl bir panik yaşadığını gören annem; "Benim oğlum buraları tanımıyor bile, siz nasıl onu suçlarsınız?!!"diye bağırdığını biliyorum. Evden akşam üstü çıkıp geceyarısı döndüklerinde maruz kaldıkları suçlu muamelesi, suçu atan tarafın çocuğunun sokakta oynadığını görenlerin ifadesiyle gerçeklerin ortaya çıkışıyla değişmişti. İnanılır gibi değildi. Ortada sadece bir iddia varken polis ağbime bağırıp çağırıyor, ona ilk andan itibaren suçlu gibi davranıyordu. Gerçekler neyseki çok çabuk ortaya çıkmıştı. Birisi belki ağbimden para sızdırmayı planlamıştı.

Türkiye'ye isteyen gider, isteyen orada yaşar ancak bilirsiniz ki böyle bir yerde, kendinizden çok emin, istediğiniz gibi davranamazsınız. Hareketlerinize, konuştuklarınıza çok dikkat etmek zorundasınız. Bilmediğiniz yerlerde serbest davranmanın riskleri olduğunu, fotoğraf çekmenin bile suçlanmanız için bir neden olabileceğinin bilinciyle davranmak zorundasınız. Ayrıca burada kendinizi  savunamayabileceğinizi de bilmek önemlidir. Bu sebeplerden, Türkiye'yi  organize bir grupla,  bir rehberle gezmek yine de daha güvenli olabilir.

Israel hükümeti hala daha Türkiye'yle iyi ilişkiler kurmaktan bahsederken, Erdoğan'la bunun nasıl mümkün olduğuna inanıyorlar bilmiyorum. Ortadoğu'da aslında hiç bir ülkeye sonuna kadar güvenmek mümkün mü o da ayrı bir soru. Bu yerlerin kanunları değişik. Bir gün bir yönetim ertesi gün bir başkasıyla yer değiştirdiğinde oyunun kuralları en baştan yazılabiliyor.  Bugün askeri işbirliği yaptığınız ülkeler yarın onlara sattığınız silahları size doğrultabilirler. Ancak ister istemez duruma ve zamana göre davranan Israel hükümetleri her defasında yeni müteffiklerle yoluna devam edebiliyor. Türkiye ise sözde hala düşman statüsünde sayılmasa da kesinlikle dost bir ülke de sayılmaz mutlaka!!!  Yarın da bizim için  ikinci bir İran olmayacağının garantisi ise kesinlik yoktur!!!