26 Eylül 2021 Pazar

Yaşlanmaya direnen kadınlarda estetik tutkusu!


Seneler önce tanıştığım bir arkadaşım vardı. Çocuklarımız aynı yuvada okuyordu.  Benden on yaş genç olan bu bayan ve eşi, o zamanlar bizimle aynı şehirde oturuyorlardı. Kocasının Rishon Le Tsion'a yakın bir yerlerde aldığı iş teklifi üzerine buralara taşınmışlardı. Daha sonraları yeniden kuzeye  yerleşecekleri günlere dek çok sık görüşür olmuştuk bu çiftle!  Kendisini çok sevdiğim bu insan, üçüncü doğumunun ardından,  bir gün bir piknikte, "Artık değişen bedeninin bir genç kızınkiyle yarışa giremeyeceğini !"söylediğinde..yaş dönemi benzeri bir psikoloji yaşadığını anlamıştım. Hala yeterince genç olan bu kadının üç doğum sonrası böyle şeyler hissedebilmesini yine de anlıyordum.

Aynı bayan, kırklarını geçtiğinde sosyal medya'da paylaştığı yüzlerce resimle yaşının getirdiği değişimlere karşı savaş açmakla meşgul görünüyordu. Bugünün kadınlarının bir çoğu gibi. Bu o ve onun gibileri için bir mücadeye dönmüştü. Her gün bıkmadan başkalarına, en çokta kendi kendilerine; " Ben hala gencim, ben hala formundayım" ispatlaması içine girenlerden sadece biri bu insan!!.

Arada bir resim paylaştığımda acaba çok mu abarttım diyerek, şüpheye düşen benim de bu konuda hasssas olmadığımı söylemem imkansız. Her adımımda, artık eskisi değilim, gibi fikirleri beynimin bir yerlerinde taşıyan ben de zaman zaman çaktırmadan eşime attığım kimi sözlerle, bana tersini ıspatlamasını bekler gibi oluyorum. Onun,  "Hala gayet iyi görünüyorsun!!" sözleri, biz kadınlar için ne kadar önem taşıyor!  Eskisi gibi olmadığımızı bilmek değiştirmiyor, içimizde yaşayan genç kıza karşılık dışımıza yansıyan gerçekleri reddetmek çoğu yaş alan kadının yaşadığı bir şey sanırım....

Her ne kadar, yaşınızı göstermediğinizi söyleseler, her ne kadar, eşiniz; "Hep aynısın!"dese de.. orta yaşa geldiğinizde bir yaş krizini ufaktan yaşamamak mümkün değil galiba. Hele bugünkü smartphone'ların HD çekimlerinde, size aynadan çok daha acı gerçekler yansıtan fotoğraflara baktığınızda ama ben bu kadar kötü görünmüyorum ki derken, bu defa da benim gibi fotoğraflara neredeyse alerji geliştirenler acaba kaç kişidir bilmem.

Arkadaşlarımın çoğu hala birer genç kızmış gibi, her anlarını görüntülemekle meşgullerken ben genelde fotoğraftan kaçınır oldum. Geçenlerde bir tanesi dalga geçiyordu benimle; "Sen de iyice tuhaflaştın!" ben beni fotoğrafın dışında bırak derken. Çok az fotoğraf çektiren bir bayan oldum ben!!! Çoğunluğun tersi durumlar yaşıyorum. Çoğu kez fotoğraf çekmeyi boş veriyorum...

Dün gece tv'de günümüz orta yaş kadınlarının ne kadar çok estetik ameliyatlarla uğraştıklarını gösteren bir program izledim.

Estetik ameliyatlar kendimi bildim bile hep vardı. Ama bugünkü sosyal medya insanların neredeyse hepsini tek tek artistlere çevirdi. İnsanların bu konudaki obsesif uğraşıları, her birimizi birer " celeb " gibi meşgul etmeye başladı. Eskiye göre bugün, sokaktaki alelade insan bile kendi estetiğine çok farklı bir saplantı geliştirir hale geldi. Estetik ameliyatlar son derece fazlalaştılar.

Her küçük kırışıkla estetik merkezlerine koşanlar, her an botox yaptıran, dudaklarına, yüz kenarlarıyla boğaz bölgelerine iğneler enjekte eden kadınlarla doldu toplum.

Tam bu konuları işleyen programın orta yerindeyken kapıdan yanında bir arkadaşıyla gelen kızıma; " İlle de estetik yaptırmak deseler belki iki kaşımın arasında bana daha ciddi bir hava veren o iki çizgiyi yok etmek isterdim! " dedim ben.......hahahaha sanki kızımın çok umurundaymış gibi nasıl göründüğüm?  Gençlerin kendi yaşamları kendilerini yeterince meşgul ederken bizleri farketmeleri bile zor!!!

Ancak, tv'de gösterdikleri bayanların onlarca estetik ve bir o kadar yüz gerdirme operasyonları ve botox sonrası halleri bana hala yeterince " kötü" görünüyor!!!

Bu kadınlar kimi kırışıklıklarından kurtulsalar da  gerçek anlamda genç görünmeyi beceremediklerini, çoğu kez yüzlerinde donuklaşan bir ifade belirdiğini, bir çoklarıysa şişme bir plastik bebeğe dönüştüklerini görmüyorlar mı bilmiyorum diyordum. Programı hazırlayan ve kendisi de benim yaşlarımda olan, en az yirmi beş senelik manken ( ki bu kadın hala çok güzel duruyor!)  kendisinin de yaptırdığı estetiklere karşı olan orta yaşlı bir mankenin görüşlerine de yer vermeyi unutmamış.  Bugün 56 yaşında olan bu eski mankenle olan görüşmesi benim düşüncelerimi destekliyordu.

56 yaşında olan bu eski mankenin, kendisi bugün bir ajans sahibi. Dudaklarının kenarında, her gülümseyişinde beliren kimi kırışıklıklara karşın botox yapmamayı tercih ettiğini söylerken, bu eski mankenin o ana kadar estetik yaptıran diğer kadınlardan daha yaşlı durduğunu söyleyemezdi kimse!!! Yaşına uygun, duruyordu. Sağlıklı bir yüz ifadesiyle birlikte, kırışıklıklarına rağmen harika bir gülüşü verdı! Onunla aynı yaşlardaki diğer kadınsa onca estetik prosedürün ardından hala yaşını fazlasıyla gösterirken  estetiğe karşı olan kadında ise diğerinde göremediğim bir orta yaş güzelliği vardı. Ne diğerleri kadar  makyajı vardı, ne de o tuhaf ifade yoktu onda..

Yaşlanmayı kabul etmek biz kadınlar için kolay değil. Gençliğimizde sahip olduğumuz belli bir çekiciliğin yavaş yavaş solmaya başladığını farketmek bir çoğumuz için bir komplekse dönüşüyor. Formu korumanın ötesinde bir tutku haline gelen bir uğraşı oluyor bu!!

Sanırım bir çoğumuz kendimizi zamana bırakmak zorunda olduğumuzu anlamakta zorlanıyoruz. Doğan bir bebek, bebek olarak kalmadığı gibi, yaşlanmak ta bu doğal sürecin bir parçası. Doğru! bazı insanlar daha çok çöküp, daha fazla kırışırlarken kimileri genetik bir avantaja sahip olarak dünyaya geliyorlar.   

Saçlarımda ilk kez beyazlar olduğunu farkettiğimde sadece 19 yaşındaydım. 30'umu bulduğumda artık saçımı boyamaya başlamak zorunda kalmıştım. Yaşlanmaya karşı verilen bu savaş sonuçta belli bir noktaya kadar hepimizin içindeki doğal bir dürtü. Hepimiz buna karşı gelmeye çalışıyoruz.

Evde bendeki değişiklikleri en çok farkeden kişiyse oğlumdur!!  Bana  en çok komplimanları yapan da yine odur. "Anne çok güzelsin!" dediğinde, Gal ne olsa zaten bana hep güzelsin der. diye ciddiye bile almıyordum bana olan güzel sözlerini.. Taa geçtiğimiz aylarda saçımın boyasını ilk kez ihmal ettiğimde. asansörde yanımda durduğu haliyle; "Anne saçlarını boyayacaktın hani, böyle güzel değilsin!! "dediğinde, onun bana boş yere iltifat etmediğini anladım! Oğlum gerçek düşündüğü şeyi, hissettiklerini söylüyordu demek! Ertesi gün saçlarımı boyadım. ( Genelde ihmal etmemeye çalışıyorum)

Aslında, Avrupalı, ya da çoğu Fransız kadınlarının belli bir yaştan sonra saçlarını boyamamalarına hayranım. Ancak onların ten renkleriyle uyumlu olan beyaz saçın benim gibi esmer bayanlarda aynı durmadığını da hissediyorum. Ancak 60'larıma vardığmıda artık simsiyah bir saç renginin kontrast yapabileceği açıktır.

Son bir kaç senedir, Israel'de de kadınlarda beyaz saçı olduğu gibi bırakma akımı benim hoşuma gidiyor. Kanımca hiç bir şey doğal olanın yerini almıyor. Kendi doğal halinizle en iyi göründüğünüzü bilmek önemli. Ufak tefek bakımlar, kendine uygun bir giyim, doğru saç kesimi...bunlar tabiki önemli. Ancak fotoğraflara yansıyan, son dönem estetik kavgası tuhaf bir yarışa dönerken bu da  bu biz kadınların girdiğimiz son çağın fırtınalaraından biri gibi. Genç kızken bir başka yaşlılıktaysa bambaşka bir fırtına bu...

Erkeklerde de görülebilse de, galiba erkekler çoğu zaman kadınlara göre daha realistler. Kendilerini çoğu zaman oldukları gibi kabul etmeye kadınlara göre daha yatkınlar. Her ne kadar, belli bir yaşa geldiklerinde onlarda da  genç kalma arayışına girenler olsa da, erkekler kendilerini göbekleriyle de yakışıklı bulmaya galiba daha bir meyilliler. 

Biz kadınlarsa estetik kavramı üzerinde, bir çok şeyde olduğu gibi daha bir çatlak olma eğilimi gösterir gibiyiz!!!


Batya R. GALANTİ


23 Eylül 2021 Perşembe

Palmahim


 Evime 10 dakika mesafededir Palmahim Sahili...

1949'da kurulan Kibbutz Palmahim'in devamı olan Palmachim sahili Tel Aviv'in 10 kilometre güneyinde, Rishon Le Tzion'un hemen yanı başında bir kumsaldır.  Özel koruma alanı olarak tutulan sahil girişimcilere açılmamış ve tamamen doğal haliyle bugünlere gelmesi için gayret edilen, çok güzel bir kumsaldır Palmahim, Bu sahile,  yaz, kış çok fazla insan ilgi göstermeye devam ederken, geceleri aileler kamp çadırları kurarak dönem dönem burada konaklarlar. Kibbutz Palmahimse, 500 kişilik nüfusuyla  küçükcük bir yerleşim alanını oluştururken, buraları gezmeye gelenlerden izole yaşamına devam etmektedir. Bir çok kibbutz gibi tarım ve High Tech'le uğraşan Kibbutz 2006'da Gazze'den çıkarılan yerleşimcilerden kimilerini içine entegre etmiştir.

Rishon Le Tsion'dan Palmachim sahiline doğru arabayla gittiğinizde, sahile varmadan solunuzda kalan bir kaç kilometrelik bir alanı kapsayan, Israel Hava Kuvvetlerine ait olan bir askeri üs bulunur. Bu üs Israel'in en tanınmış Hava Üssüdür.  Israel'in havacılık alanındaki en büyük füze denemelerinin yapıldığı bu üs ayrıca bir uçuş ve uzay limanıdır,  ( Shavit Uzay Aracı buradan uzaya fırlatılmıştır ). İnsanlı ya da insansız hava araçları üssü de olan bu yerde Uçuş Deney Merkezi ve Ofek Bilgisayar Biriminin bir Alt birimi olan Mahan Mühendislik ve Bilgisayar sistemi merkezi de bulunur, Üssün yanından geçtiğinizde, dışarıdan yaklaşık elli belki yüz metre mesafeden yol aldığınız aracınızdan gözünüze çarpacak şeyler genelde kimi uydu antenlerini andıran çanaklar ve kimi radara benzer elektronik cihazlardır.

Palmachim'de sık sık gerçekleştirilen Arrow gibi füze denemeleri sonucu zaman zaman Rishon'da duyulan kimi anlık patlama sesleri ilk zamanlar beni ürkütürdü bazen.

Palmachim sahil yönüne giderken çoğu kez bizi en çok çeken şeyler, çevredeki moşavdan satın aldığımız kaliteli meyve ve sebzelerdir. Özellikle bu çevre üreticilerinin işledikleri topraklarda, seralarda kendi elleriyle yetiştirdikleri çilekler, portokallar, ve bu mevsimin en popüler meyvesi olan ve son derece lezzetli türleri bulunan avokado en çok talep olan ürünler arasında. Çiçek seralarını gezip çiftliklerdeki atları görmeye gitmek ve benzer şeyler Cumartesi sabahlarının ilk saatlerinde, sahile inmeden yapabileceğimiz keyifli gezmeler olabiliyor.

Hele bir de ilk yağmurların ardından, bir de hafiften bir fırtına ertesiyse, arabaya atlayıp, Palmachim'deki  kumsala inerek çocuklarınızla birlikte çeşit çeşit çakıl taşları ve deniz kabukları toplayarak, iyod kokusunu çekmek, artık hafif serinleyen havaya rağmen tepedeki masmavi  gökyüzünde hala içiniz aydınlatan güneşin ışığı altında bir kez daha gülümsemenin keyfıdır..bu kumsal!!


22 Eylül 2021 Çarşamba

 Bağımlılık yapan ilaçlar 


Gal'le yeni bir eğitim dönemi daha. Bir yeni başlangıç daha. Ve her sene bize verilen yeni, yepyeni terapilerle çıktığımız yeni bir sene daha.  Ve tekrarlayan ilk görüşmeler. Yeniden ve bir defa daha, "Çocuğunuzu bana anlatın..benden beklentileriniz nelerdir? sorularıyla başlayan görüşmeler!

Onlardan beklediklerimiz neler mi????

Esas beklentilerim belliydi. Bazı şeylerin sürekli değişmemesiydi. Ve işinin ehli terapistlerle, çocuğuma gerçekten bir şeyler verildiği hissini yaşamaktı mesela!!  Lafta kalmayan terapiler!! Ve zamanla biraz olsun bazı şeylerde ilerleme kaydettiğimizi hissetmek gibi.  Çocuğu gerçekten tanıyan ve anlayan işinin ehli bir terapist bekledim hep.   Şimdiye dek bazı şeyler sadece "var" ama yeterlilik açısından hiç bir zaman hiç bir şeyden emin olamadım bugüne dek..

Gal'le çoğu kez yaşadığım, zamanın ona yardımcı olmasıdır belki. Ancak korkularımız ve endişelerimiz bir seneden diğerine arttı, Geçen okul dönemi, bir anda başlayan savaştaysa okulun desteğini çok geç hissettik.  Sanki hiç bir şeye hazır değillerdi. Aynı günlerde, online  terapilerin daha hız kazanması gerekirken biz terapilere ara vermek durumunda kaldık. Birileri yanımızda olacaklarına, kimseler yoktu! Konuşacak insanlar etrafta değillerdi!  Bir yerde "zoom"da yapılabilecek görüşmeler olmadı!!  Sadece herşey bittikten sonra yardım önerileri sunuldu. Arada Gal gerçek bir travmanın içindeydi. Ve ben bununla tek başıma kalmıştım.

Dün görüştüğüm yeni terapist'in işinde ne kadar usta, ne kadar tecrübeli olduğunu bilmiyorum. Gal'in korkularından bahsettiğimde ilk sorduğu soru hemen onun ilaç kullanıp kullanmadığıydı.

İlaçlarla pek olumlu olmayan tecrübeler yaşadığımız için bunu şimdilik kendimize bir çözüm olarak görmediğimi söylediğimde, ne gibi olumsuz etkiler yaşamış olup olmadığımızı bilmek istedi "terapist".

Sonuçta kendisi doktor olmayan bu insanın ilaçların yan etkilerinden ne kadar anladığını bilmiyorum. Fakat çoğu kez insanların ilaçları gerçekten bir çözüm olarak sunduklarını görüyorum. Bu da modern toplumun bugünkü içler acısı durumlarından bir tanesimidir acaba?

Oysa, geçtiğimiz senelerde, oğlumun sınıfında okuyan en az iki talebenin anne babalarıyla bu konu  açıldığında, ilaçları çocuklarına bıraktırmak aşamasına geldiklerini ve bunun ne kadar zor bir süreç olduğunu anlattıklarında, sizin oğlunuza ilaç vermemek için neden direndiğinizi bugün çok daha iyi anlıyoruz dediklerini unutmuyorum.

İlaçların tedavi etmediklerini bilmeyen insanlar çok.  İlaçlara başladığınızda size zamanla önerilecek şey verilen mg'larda bir kaç ayda en fazla senede bir yapılacak artıştır. Ve birinden diğerine yapılan geçişler ve bir süre sonra bir yerine iki ilaç kullanmak zorunda kalmaktır. Ve yan etkilerdir, ve sonunda, otizm problemini çözemeden bir de madde bağımlılığı sorunuyla uğraşmaktır.

Bunca problem yetmemiş gibi bir de yasal yollardan çocuğunuzu uyuşturucu bağımlısı yapmalarına izin vermektir!

Kadın ilaçlara karşı olduğumu duyduğunda bir an şaşırdı diyebilirim.

Ve ben bunu sık yaşıyorum. Çünkü, normal toplumun yüzde yirmi (?) kadarı psikiatrik ilaç kullanıyorsa, otizm spektrumu içinde olan insanların sanırım en az yarısı bu tip ilaçlarla uyuşturulmak üzere, daha da sersemleştiriliyorlar. Zaten toplumsal becerileri yüksek olmayan bir insanı ilaçlarla uyuşturduğunuzda onlardan nasıl bir sosyal performans beklemeniz mümkün acaba?

Evet, bu insanlar çoğu zaman büyük bir sinir harbi içinde yaşamak durumundalar. Ve günün her saati kendileriyle ve içlerinde sürdürdükleri büyük streslerle mücadele etmek zorundalar.  Onlar ve çevrelerindeki insanlar için hayat gerçek anlamda zor. Bunu reddetmiyorum. Ancak zaten ilaçlar çözüm sunmuyorlar ki. Belki çok kısa bir dönem insan bu ilaçların yardımcı olduğunu hissedebilir. Gerçekten kısa bir dönemlik bir rahatlamadır bu. Arkasından gelecek çok daha büyük zorluklara değer mi acaba?

Kimi stres, kaygu hatta kimi panik ataklarla mücadele etmeyi öğrenmemiz galiba daha önemli. Kendi beynimizin, kendi düşüncelerimizin kendi korkularımızla baş etme becerisini kazanmalarını sağlamak.

Geçtiğiiz günlerde kızımın bir arkadaşının başladığı ilaç terapilerinin nasıl gittiğini sorduğumda, ona ek olarak bir uyku ılacı verdiklerini söyleyince şok oldum. Daha 23 yaşında bir genç kızın uyku hapları kullanmasının yolunu açan doktorlara lanet ediyorum.

Bir bardak su ve küçücük bir hap. Yutulması en fazla saniyeleri alan bir zehir bu. Ve sadece günler içinde alışkanlık yapması mümkün olan böyle bir ilacı kullanmaya başlamak çok kolay. Daha sonra aynı insanı bekleyecek tek şeyse bağımlı geceler. İlaçsız uykusunu alamayan bir insan. Ve daha hayatın başından bir şeyleri tamamen bozmak. Karar belki de zor!!!

Bana ise sadece ufaktan bir uyarı yapmanın ötesi söyleyecek bir şey düşmez. "Dikkat et, bir defa başladın mı sonu gelmeyebilir!"Ama sen bilirsin mutlaka!!!

Her gün ettiğim dualarım, çocuğumun, onu bağımlı yapacak ilaçlar  kullanmak zoruda kalmamasıdır.


Batya R. Galanti

Papa Francis'in sözleri!


Kendi kendime, inançlı bir Yahudi olup olmadığımı sorsam, sanırım vereceğim cevap, körü körüne inanan bir insan olmadığımdır. Galiba din kavramının çok katı görüşlerle, çok kesin çizgilerle ifade bulmadığı bir aile hayatım olduğu için ben de her zaman daha ılımlı bir anlayışla baktım din kavramına. Katı kurallar, kesin uygulamalar benim düşünce dünyama yakın olmadılar hiç bir zaman.  Din benim için insanlara binlerce yıl evvel birlikte yaşamayı öğretmek için konulmuş kurallardı.

O zamanki şartlara ve düşünüş tarzına uygun kurallardı çoğu.

Peki bugün bu kuralları canlı tutmanın manası nedir? diye sorsa bana birisi. Sanırım yüzlerce yıl bir topluma kimi etik kurallar oğretmiş olan, aile bağlarını canlı tutmanın en güzel yollarından biri olan, toplumsal yaşamamıza belli bir anlam katan kimi dini gelenekleri "bugünkü yaşama adapte etmek" suretiyle canlı tutmanın insan için hala daha önemli olduğuna inanmamdır sanırım.

Her ne kadar bayramlardan, geleneklerden hiç durmadan bahseden bir insan olsam ki bu bayramlar bana belli bir "inançtan" çok bir geçmişi, bir toplum adına bir birliktelik ve en sonunda da aile kavramını hatırlattıkları için vardırlar.  Çoğu " gelenekler " adları üzerinde, kendi adıma "sadece" hayata kattıkları bir anlam açısından canlı tutulan yaşam kurallarının bir bölümüdür. Sonuçta hiç biri insanları sık boğaz etmek ve hükümleri altına alıp yaşamlarını kontrol etmek için konulmuş kurallar olmamalıdırlar. Tabi ben  kendi yaşam görüşümü aktarıyorum sadece. Ben bunu böyle hissedebilirim ancak bugüne dek bir çok Yahudi için, attıkları her adım ve her nefeste kutsal kitabın ne dediğinin büyük önemi vardır.

Bilgisayar çağını yaşadığımız bu  son dönemlerde hala daha bin yıl öncesini yaşamak için direnen insanlar olabilir. Bunun yanında benim görüşlerimi bile çok gerici bulacak insanların da olduğunu bildiğim çok çelişkili bir toplum içinde yaşadığımın da farkındayım. Kimileri total bir bağnazlık içindelerken bir digeleri ateist görüşün dışındaki her tür yaklaşımı kendilerine çok ters görebilirler.

Bense ne biriyim ne öteki. Bazen galiba ben bir agnostiğim diyorum.

Onca sene içim içim konuştuğum o büyük kuvvete sitem ettiğim anlar oluyor. Kendime ve doğaya soruyorum, nerede o diye?

Ancak bir çok kez de içten çıkan dualarımla yine de ona ulaşmaya çalışıyorum bir defa daha!! Bütün benliğimle yeniden bir kuvvete doğru yaklaşıyorum. Ondan merhamet diliyorum. Yardıma ihtiyacım olduğunu hissediyorum.

Katı kurallarla bakan insanları ben pek sevmiyorum. Hiç bir dinin katı görüşlerine sempatim olmadı. İnsanların kendi inançlarına körü körüne bağlılık duyup başkalarına müsamaha gösterememelerine karşı büyük bir kızgınlığım vardır. Doğru ve gerçek bir inananın böyle olmaması gerektiğini düşünüyorum. Katılığın ve fanatizmin insanlığın en büyük düşmanı olduğuna inanıyorum. Ve aynı şekilde ateist fanatizme de kızıyorum. Her insan diğerinin insanca, nasıl hissediyorsa o şekilde yaşamasına saygı duyabilecek kadar olgun olabilmelidir bence!!

Karşımda kendi inançlarının ışığında başkalarını da sevebilenleri gördüğümde onlara karşı çok olumlu hisler duyuyorum.

Ben sadece İslam'da değil, kendi dinimde ve diğerlerinde de var olabilen fanatizmi reddediyorum. Kendi içimdeki fanatizmi hep Yahudilerin en çok yine kendi içlerinde yaşadıklarını biliyorum. Çünkü bizim din diğerlerini zaten kabul etmemiş. Uç büyük tek Tanrılı dinin birincisi olması yüzünden biz genelde kendi içimizdeki bölünmelerle meşguluzdur. İnanlar ve inanmayanlarla birbirimize yetiyoruz. İslamsa bildim bileli bize en karşı monoteist din olmuştu. Çocukluğumdan beri, bir yandan bizi tanıyan bir dinken diğer taraftan bizi şeytanla mukayese ettiklerini duyardım. 

Biliyormusunuz en azından Yahudilikte eğer birisi  iyi bir insansa, dini ne olursa olsun cennete gideceğine inanılır!! İşte bu çok olumlu!!!

Çocukluğumda, okulumdaki soeur'ler bana gülümseyip benim bayramımı hatırlayıp, bana "Bonne Fete mon enfant!"dediklerinde , onlar hakkında çok olumlu hisler duyduğumu anımsıyorum. Onların bana gösterdikleri nezaketleriyle sempatileri onlara büyük bir yakınlık duymamı sağlamıştı.

Ancak daha sonraları Hıristiyanlığın özünde bize pek düşündüğüm kadar olumlu bakılmadığını anlayacaktım.

Avrupa'daki  o çok köklü antisemitizmin  Hıristiyanlık inancının temellerinden geldiğini öğrendiğimde şaşırmıştım. Peki onlar hani bizim kitabımızı temel almışlardı?  Hani Yeşuha Yahudiydi ? Onların Tanrısı değil miydi Yeşuha?

Çocuk aklımda kafamı karıştırmıştı bu. Yahudileri sevmezler dediklerinde, ama neden demiştim? Bana haksızlık gelmişti! Birilerinin sadece ismim Batya dediğim için beni sevmemesi gibi bir şeydi bu. Sadece bir topluluğun üyesi olmanız, o çok sevgiyle dünyayı kucaklayan dinden gelen insanları bana karşı olabilmeleri için yetebiliyordu demek?

Ne tuhaftı, Yahudileri,  Yeşu'nun katilleri olarak gören milyonlar ve milyarlarca inanan vardı.

Senede bir Kippur'da oruç tuttuğum için, Pesah'ta çölden çıkıp Kenaan topraklarına halkını götüren Moshe Rabbeinu'yu anımsadığımız Hagaddah'yı okuduğumuz için bizler, iki bin yıl önce çarmıha gerilen Tanrılarının katilimiydik? Neden ?

Halbuki ben onun hakkında daha yeni yeni bir şeyler öğreniyordum!! Tarih'te yaşamış olan bir Rav'ın yaşamını 15 ya da 16 yaşıma geldiğimde ilk kez okuyordum. Derme çatma satırlar arasında... Ve Romalılara onu şikayet eden Yehuda, ona ihanet eden havarisini. Aman Tanrım, şimdi ben bir Hıristiyan'a benim babamın adı da Yehuda ( Yuda ) desem tam yandım. Adam tam mühürlü!!

Geçtiğimiz senelerde annem bir Hıristiyan kanalı bulmuş uydudan izliyordu devamlı. Ne güzel bir din bu!! deyip duruyordu!! Sevgi dolu.. Hep insanlara güzel örnekler veriyorlar. Doğru yolu anlatıyorlar diyordu. Bu kanalda yayınlanan, din icerikli filmler izliyordu. Ta ki bir gün Yahudiler hakkında son derece olumsuz yorumlar duyduğu ana kadar çok mutluydu. O gün onlara cok kızdı. O gün hayal kırıklığı yaşadı. O ana kadar söylenilen sevgi sözleri bir anda silinip gitmislerdi sanki.  

Halbuki Yeşuha tam inançlı bir Yahudiydi. Yahudiliği uygulayan kimi insanların, kimi davranışlarını eleştirmiş olmasıyla birlikte son gününe dek kendi dininin dışına çıkmamış bir inançlıydı o.

Benim anlamadığım şey onun ölümünden yüzlerce yıl sonra, Yahudilikten tamamen kopmuş olan ve kendine yepyeni bir yol çizen bu dini kabul eden halk ya da toplulukların, bizim kendi içimizden çıkmış olan bir insan üzerinden bize duyduklarI düşmanlık. Nasıl olur? Halbuki biz Yeşu'yla kardeşiz. O bizden biriydi. Siz nasıl birden çıkıp bizden nefret edesiniz? Biz sizin özünüz değilmiyiz?  Hele sevgi, merhamet ve af duygularını temel alan bir dinse Hıristiyanlık, bu kendi özüne karşı olmak değilmidir?


Neyse, yüzyıllardan sonra ilk kez 1965'te biraraya gelen Vatikan Konsil'i, Yahudilerin Yeşu'nun ölümünden sorumlu tutulmalarının yanlış olduğunu açıklamıştı. Tarihte ilk kez, Yahudiler aktif olarak suçlanmaktan arındırılmışlardı.

Ve ilk defa o tarihten itibaren Vatikan Yahudilere olan karşıtlığı sona erdirmek ve arada daha dostane daha olumlu bir iletişim yolunu açmak için girişimlerde bulunmaya başlamıştı.

Bazıları ancak bugüne dek bu önyargılı fikirlerden pek kurtulamamıştır. Bazıları bugüne dek Yahudilere çok farklı gözlerle bakmaktan vazgeçmemişlerdir. Kimileri Yahudileri " Nos frères aînés" diye nitelerlerken. Hala bizleri sindiremeyen çok fazla insan  var. Kimi nefretler bir günde silinmiyor. İnsanlar, kendi aile ortamlarında nasıl yetiştirildiklerine göre de daha ılımlı ya da daha katı görüşlere sahip olabiliyorlar.

Bugün, Papa Francis, Yahudi ya da Müslüman olsun herkesle çok yakın bir ilişki içinde, dostluk içinde yaşamak taraftarı olan çok olumlu bir dini liderdir.  Fakat sanırım Katolik Kilisesi içinde çok fazla taraftarı olmakla beraber ona karşı olan çok daha tutucu akımlar da var.

Papa Francis, Vatikan'da,  Ağustos ayında, kendi inananlarına verdiği haftalık mesajında, Tora'dan bahsetmiş. Tora'nın, o zamanın şartlarında Yahudilere verilmiş olan bu yasanın çok değerli olduğunu ama bu kitabın Tanrıya ulaşmak için yeterli olmadığını, Tora'nın bugüne uygun olmadığını ve Tora'daki inancın bugünkü insana hayat veremeyeceğini söylemiş...

Tora Hıristiyanlık için tamamlayıcı bir yasa değildir. Çünkü Tora onlar için yarım kalan bir şeyleri içeriyor. Yeşu'ya ulaşmayı arayan bir din olan Hıristiyanlığın Tora'yı tamamlayıcı bulmaması doğaldır!

Bizimkiler açıklama istemişler. Ne demek istemiş Papa hazretleri?  Tora hayat vermiyor derken?!

Bir şey demek istemedi! Papa sadece kendi inancının ışığında konuştu o kadar!  Bunda şaşıracak bir şey pek yok aslında!  Papa, Tora tamdır. Tora tamamlayıcıdır. Bugüne uygundur derse, o zaman Yeşu neden gedi? Hıristiyanlık neden var diye sormazlarmıydı adama kendi inananları?

Bir Hıristiyanın, Yahudiliği tamamlayıcı görmemesi kadar doğal bir şey var mı?

Papa, Yahudilere açıklamada bulunmuş. Amacının Yahudiliği yermek olmadığını söylemiş.

Francis'in gelmiş geçmiş en olumlu Papalardan biri olduğunu kabul ediyoruz. Israel'de, Vatikan'la olan Ilişkilerden mesul, Rabbi Ratzon Arusi; Katolik Kilisesiyle artık aramızda çok daha dost bir ortam olduğunu ve Papa'nın olumsuz bir ifadede bulunmak niyetinde olmadığından emin olduklarını söyledi. Sadece Papa değil, Vatikan'daki bir çok Kardinelle çok olumlu dostluklar paylaşıldığını da belirtti. Tek istedikleri şeyin, Papanın söylediklerine bir açıklık getirmesi olduğu üzerinde durdu, Arusi.

Hiç bir din yüzde yüz diğerinin dediklerini kabul etmez, ancak saygı gösterebilir, çünkü yüzde yüz kabul ederlerse, kendilerini reddetmiş olurlar. Aradaki farklılıkları anlayışla kabul edip saygıyla yaşayamaya devam etmemiz, Tanrının insanlardan tek beklentisidir eminim.

Böylece, benim kişisel felsefem hem kendi içimizde hem diğer dinlerle daha uyumlu, daha mülayim bir ortam içinde yaşamayı öğrenmemizin gerekli olduğudur. Belki de bu yüzden herkese eşit mesafede bakmaya çalışıyorum. Daha güzel bir dünyanın daha ılımlı bir inanç temelinde mümkün olduğuna inanıyorum. Yaşa ve diğerlerinin yaşamalarına izin ver!! Hayat böyle daha güzel. Bu dünyada madem farklı renkler var. Demek ki Tanrı bunun böyle olmasını istemiş. Farklı, renkler, farklı diller, farklı inanışlar.


Batya R. Galanti




20 Eylül 2021 Pazartesi

Bir kazanın getirdiği aile dramı



Rehberlik yaptığım günlerde Bursa turlarına giderdim zaman zaman. Üç buçuk saat süren bir yolculuğun ardından, feribotla geçtiğimiz Marmara Denizinin karşı yakasındaki, eski Osmanlı başkenti olan bu, İstanbul'a nazaran daha tutucu şehre vardığımızda iki güzel şey beklerdi turistleri. Birincisi, herkesin en sevdiklerinden olan "Kayak Merkezi, Uludağ'ın zirvesine çıkmak. Bir diğeri, Türk yemekleri içinde, özellikle Türk restoranlarında bir turistin en çok arayacağı şeylerin başında gelen, "İskender Kebabı" ' ydı.

Bursa Kebaplarıyla özellikle isim yapmış bir şehirdi. Geri kalansa, Yeşil Türbesi, Ulu Cami ve bana yeterince farklı gelen tutuculuğuyla birlikte İstanbul'dan çok daha küçük olan bu yerde var olan daha az kozmopolit, daha bir Anadolu şehri havasıydı. Belki de ben bu şehri çok daha az tanıyordum. Belki de İstanbul'a gelen turistler gibi şehrin sadece belli mahallelerini gördüğüm içindi bu hislerim.
Aslında ben  bu şehri en çok Teleferik Maceralarımla anımsarım. Benim için her defasında bir dünya sonu gibiydi o aletin içine binip ağaçlık bölgeleri aşa aşa gittikçe en yükseklere tırmanırken havada sallanmaya devam eden, camdan bir kümes gibi bir şeyin içinde mahsur kalmış hissiyle beraber her an zirveye doğru bir adım daha yaklaşırken , son derece büyük bir tehlikenin, bir uçurumun kıyısına doğru yaklaşır gibi hissetmek...

Çocukluğumdan beri beni en çok korkutan şey "Yükseklik" ti.
Kaç kez turistlere bilet alıp onları tek başlarına yukarı gönderdiğimi anımsarım. Bir saat sonra sizi aşağıda bekliyorum diye sözleşir onları teleferiğe bindirirdim.
Ancak bir defasında grubumda olan turistlerle o derece samimi olmuştuk ki, yanımdaki Fransız çift ille ısrarla onlarla yukarı gelmemi istemişlerdi. Bana hiç bir şey olmayacağını garanti ederlerken, gülerek bundan emin olduğumu, sorunun kafamın içinde olduğunu söylüyordum. Sonunda onları kıramamış, teleferiğe binmiştim,  ( uzun zamandan sonra ilk kez )

Ve teleferik yukarılara çıktıkça, benim kanım bacaklarımdan aşağıya çekilir gibi oluyor, başım dönüyordu adeta. Belli bir bölümü tamamen camdan bir şeyin içinde, en az bin metre yüksekten kuş bakışı bakarken, yemyeşil ağaçların üzerinden her an biraz daha yukarılara çıkarken ki o muazzam manzara iliklerime kadar işlerken olduğum yere mıhlanmıştım adeta.

Sonunda dizlerimi bükerek aşağıya çöktüğümü ve gözlerimi kapattığımı anımsıyorum. Bir taraftan da gülerek kendi kendimle dalga geçip, turistlerin de halime gülmelerine izin veriyordum aynı anlarda!!

Korkuların çoğu kez mantıklı açıklamaları yoktur.

Ancak teleferikle çıkarken o aletin havada geçirdiği tip sarsıntılarla, sallanışlar ve ufak tefek iniş çıkışlar bir çok insana gerçekten ürkütücü gelebilir bence.

.........................................


Geçtiğimiz Mayıs ayında, İtalya'da Alp Dağlarının Batısındaki Piemonte Bölgesinde bir kaza oldu.

Haberlere yansıyan ilk bilgiler, dağları aşan bir teleferiğin yol aldığı kabloların kopmasıyla birlikte ağaçlara doğru çakıldığıydı.  Kazada teleferiğin içindeki yolculardan kurtulan olmadığı söyleniyordu.

14'ü de turist olan kazazedelerin akıllarına gelecek son şey,  Maggiore Golü üzerinden geçerken seyretmeye doyulmaz bir manzaranın tam orta yerinde bulundukları teleferiğin kablolarının kopması olurdu sanırım.

Ve kazanın ardından geçen saatlerde yeni yeni bilgiler ulaşırken, ölen 14 kişinin yanında kazadan sağ kurtulan küçük bir çocuk olduğu ortaya çıktı.

Çocuğun adı Eitan Biran'dı. Beş buçuk yaşında olan bu minik yavruyu kurtaran şey, ona son anda sıkı sıkı sarılmış olan babasının bedeniymiş.

Mayıs ayı sonunda meydana gelen kazada, Alman Turistlerin yanında, üç jenerasyonun birlikte çıktıkları gezide biraraya gelen altı kişilik bir Israelli aile de vardı.

İtalya gibi bir ülke'de böylesi bir kazanın meydana gelmesi akıllara durgunluk veriyordu. Kaza'da açıkça insan hatası vardı. Teleferikteki acil fren bozuktu. Ve sorumluların ihmalkarlıklarının bedelini 14 kişi canıyla ödemişti.

Aylar sonra basına, kaza görüntüleri yansıtıldığında, teleferiğin istasyona varmasına çok kısa bir mesafe kala kablodan ayrılıp bir anda son hızla aşağıya sürüklenmesini seyretmek çok üzücüydü.

Bu insanların kaderini değiştirmek mümkün değil tabi. İtalya'da büyük bir sansasyon olan bu kazanın sorumluları bugün mahkeme önünde hesap verirlerken küçük Eitan'la ilgili olan yeni yeni gelişmeler çocuğun yaşadığı büyük trajedinin ortasında bir de iki aile arasında çocuğun vekaleti üzerine başlayan kavganın çocuk için hayati daha da karıştırdığını gösteriyor ne yazık ki!!!

Küçük Eitan'ın hikayesi kısaca şöyle... Son senelerde İtalya'da ikamet eden ve oradaki Yahudi Cemiyeti içinde doktorluk yapan genç bir Israelli, eşi. iki küçük çocuğu ve Israel'den onları ziyarete gelen büyük anne ve büyük baba bu son seyahatte birlikteydiler... Kazadan sonra, çekirdek ailesinden kalan tek kişi olan Eitan önce hastanede bakıma alındığında anne babası ve daha bebek olan  küçük kardeşi Tom'la ilgili olanları  bilmiyordu tabii. Hayatı tehlikeyi atlatana dek, çocuğu yanlız bırakmayan  ve yine onlar gibi İtalya'da yaşayan halası yanından bir saniye bile ayrılmazken , İtalyan Mahkemesi aynı günlerde kadına çocuğun vekaletini vermiş.

Eitan, aylar sonra fiziksel olarak tamamen iyileşirken, İtalya'da yaşayan, babasının kızkardeşi ve eşi tarafından evlatlık olarak himaye edildi.

Çocuk psikolojik terapiler görmeye başlarken, orada onu himaye eden ve ona hastanede olduğu ilk günlerden beri annelik görevini üstlenen halasının yanında kendini toparlamaya çalışırken, geçtiğimiz günlerde Israel'de yaşayan dedesi İtalya'da çocuğu ziyarete gidiyor ve onu gezmeye götürmek için ( !) evden aldığı gibi, çocuğun Israelli pasaportunu kullanarak saatler içinde özel uçakla  Eitan'ı Israel'e kaçırıyor.

İtalyan yasalarına göre apostropus yani vekillik verilen halasının elinden bu çocuğu pasaport kontrolüyle, yasal yollardan olsa da yurt dışına götürmesi dedesinin çocuğu kaçırması anlamına geliyor. Ve buna hakkı olmadığı, çocuğun yerinin İtalya olduğu söyleniyor. İtalya'nın önümüzdeki günlerde Israel resmi makamlarının çocuğu İtalya'ya geri iadesini beklediği söyleniyor.

Arada , İtalya'dan resmi makamlardan özel avukatlarla Israel'e gelen hala çocuğu dedesinden geri almak için işlemlere başlamış görünüyor.

Dedesine bakarsanız, zaten İtalya'dan bir süre sonra Israel 'e geri dönmeyi planlayan bu küçük aileden geri kalan ve Israel'de ailesinin büyük çoğunluğu bulunan bu küçük çocuğun yeri buradaki ailenin yanıdır.

Onun iyiliğini düşündüğünü söyleyen dedesi de eminim ki ölen kızının ardından yaşadıkları büyük acıdan sonra sahip olduğu tek varlığı kendince korumak istiyordur.

Sonuçta bir anda bütün ailesini yitiren küçücük bir çocuğun böylesi bir dramayı nasıl kaldıracağı ayrı bir sorudur.

Önümüzdeki günlerde resmi makamların diyeceklerine göre çıkacak kararla çocuğun kaderi belirlenecek.

Yaşanan büyük bir trajedinin iki aileyi birleştirmesi çok daha olumlu olabilirdi. Ancak iki ülkede ayrı ayrı ikamet eden insanların çocuk için uygun gördükleri sağlıklı ortam hakkında doğru kararı alabilmeleri sanırım kolay değil.

Bedelini bir defa daha çocuğun ödememesi dileğimle...

Hayatına zor bir noktadan başlayan küçük bir çocuğun geleceğinin bu günden sonra çok daha güzel olması dileklerimle...


Batya R. GALANTI



19 Eylül 2021 Pazar

SUKKOT


Çocuklara çadırda yaşam hayalinden bahsetseniz nasıl da mutlu olurlar değil mi?  Çadır kurmak, çadırın içinde girmek ve çadırda uyumak.. Küçücük bir çocuktan kocaman insanlara kadar çadır bir maceradır.. Doğayla iç içe olmayı hatırlatır. Dışarıda kaldığınız bir akşamda sizi soğuktan koruyacak olan bir sığınaktır çadır .. Sıcakta, yorgun düştüğünüz bir anda, güneşi geçirmeyecek bir gölgeliktir... Ve çadır herşeyden evvel bir korunaktır.

Daha çok küçükken sanırım çoğumuz yatağımıza girdiğimizde bir anda aklımıza gelen bir şeyi yapardık....yorganın altında bacaklarımızı havaya dikerek bir anda kendimize özel, tek kişilik bir çadır kurardık. Ve bu şekilde yine bir anda yorganımızın altındaki kendi sığınağımızda belki de hayallere bile dalardık. Hele bir de elimizde bir el feneri olsaydı yorganın altında aydınlanmayı denerdik.


Kuzenlerimiz ya da en samimi arkadaşlarımızla birbirimizin evlerinde kaldığımızda kimi seferler çarşafları, örtüleri, bir yerlerden bulduğumuz uzun kumaşları alarak sephaların üzerini örtüp masanın altında kamp kurardık. Peluş bebekleri de içeriye doldurmayı ihmal etmezdik mutlaka..

Nedir bizi bu çadır mevhumuna bu derece yaklaştıran? Neden çocuk yaştan bir şeyin içine girip kapanmaktan böylesi mutluluk duyarız biz? Sanki kendimizi dış dünyadan koruyacak bir sığınak aramak olgusu gibi bir şey değil midir bu?

Belki de annemizin karnına bir geri dönüşün hayalidir bu çok sevdiğimiz çadırcılık oyunlarımız da?

Büyük serüvenlerden, deniz kenarında kurulan günlük küçük çadırların içinde uyunulan o bir iki saatlik uykuya kadar, insanların çadır maceraları da çeşitlidir...Ve en sevilen şeylerdendir çadır kurmak!!!

...............................

Kippur çıkışı sonrası,     Sukka'ların ilk temelleri Israel'in dört yanında,  evlerin girişlerinde, bahçelerde yerlerini almaya başlamışlardı bile...

Sukkah dediğimiz, dört tarafı çoğu zaman kumaştan , tepesiyse yeşilliklerden olan çardaklar, Sukkot Bayramının habercileridir...

Ne yani, yeniden mi bayram?

Evet!!

Çocukların çok sevdiği Bayramlardan biri dahageldi yine. Sukkot! Çadırları neden anlattım sandınız ki?  Çünkü çadıra benzer bir yapının inşaasıyla başlayan bir bayram var önümüzde! Yeniden aileleri, dostları biraraya getirmenin güzelliğini yaşatan bir bayram daha kapımızda.

Dört köşesi bezden, kumaştan duvarlarla oluşturulmuş çadırın tepesini süslemek kadar zevkli bir şey olabilir mi bir çocuk için? Ve çardak denen, çadır benzeri  şeyin içinde geceleri oturabilmek için küçük ampullerle burayı süslemek!! Ve akşam en sevdiğiniz insanlarla aynı çadırda birlikte en güzel yemekleri yemek ??

Bayramların her birinin ayrı bir anlamı vardır..

Bizde, Yahudilerin Mısırdaki esaretten,  özgürlüğe, katettikleri  kırk senelik yolculuğun anısıyla ilişkilidir bir çok bayram...

Tanrının Yahudileri, kırk yıl çöllerden geçirdiği zamanlarda, çardaklar altında yaşamalarının anısına yedi gün Sukkah'ların altında yenilen yemekler, geçirilen gecelerdir Sukkot bayramı..

Çöl sıcaklarında geçen zor yılları anımsamaktır Sukkot.. Yıllarca tepeleri aşarak katettikleri uzun yollarda, gündüz kavuran gece dinduran soğuklarda geçen senelerde, kuraklığın getirdiği  yokluğu Tanrının mucizeleriyle aşabilen bir kavimin, esaretten özgürlüğe hangi şartlarda ve nasıl kavuştuklarını insanlara bir kez daha hatırlatmak için kurulan  Sukka'lardır Sukkot.

Yarın akşam başlayacak bayramın hatırası kısaca şöyledir.

Moşe Rabbeinu'nun Yahudileri Mısırdaki esaretten çıkararak Kızıl Denizi aşıp kırk yıl çöllerde gezindiklerini anımsıyoruz bu bayram. 

Moshe,  Kenaan topraklarındaki şartları öğrenmeleri için bu topraklara 12 casus göndermiş. Ve bu 12 casus'tan sadece 2 tanesi geri döndüklerinde,  Süt ve Bal ülkesinin güzelliklerini anlata anlata bitirememişler.  12 casustan sadece Yeşuah Ben Nun ve Khalev Ben Yefune  buraların Tanrının Yahudilere vadettiği ideal topraklar olduklarını söylemişler. Geri kalan diğer casuslar ya buraların kuraklığından, ya da buralarda yaşayan başka halkların varlığından bahsederek Yahudilere uygun olmadığını iddia etmişler.  Bu yüzden de, Tanrının Avraam'a söz verdiği bu yerlere sadece Yeşuah ve Kalev'le birlikte olanlar girebilmişler, Eski Ahit'te yazan, yani Tora'da anlatılan hikayeye göre, diğerleri çölde telef olmuşlar!!

Moshe Rabbeinu ise Ürdün'de,  Moav'daki Har Nivo ya da başka bir telafuzla Nebo Tepesine son kez çıkıp Vadedilen toprakları yukarıdan izlediğinde yaşı 120'di ve Israel topraklarına giremeden çölde vefaat etmişti.

İki bin yıl sonunda, Israel'de Tora'da geçen bu hikayeleri yeniden hatırlamanın tek bir anlamı vardır. Yahudilere verilen özgürlüğün değeri!!

Ailece Sukkah'da yenilecek.. Evde ağırlanacak diğer sevdiklerimizle yeniden biraraya geleceğimiz yemeklerde, manevi bütünlüğü kaybetmemenin değerini de bir kez daha hatırlamak bizim için önemlidir!!

Ve her Sabbat masasında olduğu gibi, çardağın altında misafir ağırlaryarak, Mitzva kazanmanın güzelliğini de hatırlamak bir kez daha önemlidir!!

Evinizi böyle günlerde ne kadar çok yanlız insana açarsanız o kadar büyük bir sevap kazanacağınızı hatırlayın lütfen! Kimsesiz insanları, yaşlı karı kocaları, tek başına yaşayan genç bir askeri evinizde misafir ederek  bayram gecesinde onlara yanlız olmadıkları hissini yaşatmak kadar büyük bir sevap olabilir mi?

Bayramlar, dini günler ve kimi ritüeller gittikçe modern insanların yaşamlarındaki yerlerini kaybediyorlar. Modern hayat insanlara bambaşka bir yaşamı öğretiyor. Daha endividualist, daha kendi başına buyruk, daha özgür!! Bunlar kısmen olumlu şeyler. Kişinin kendi adına istediği gibi yaşayabilmesi güzel. Fakat modernizmin getirdiği yabancılaşmayı sınırlamakta biraz fayda yok mu acaba? Kimi değerleri, kimi kendimizden vereceklerimiz adına korumak önemli değil mi? Liberal bir hayatın arkasında kaybettiklerimiz aslında düşündüğümüzden değerli değiller mi acaba?!!

Tanrıya inanmak zorunda değilsiniz bazen, senede bir gün oruç tutmak için, senenin kimi günleri aileyi hatırlamak için! 

Tanrı sizin için bir hiç olabilir, ya da doğanın bize bahşettiği tüm herşey olabilir. Bu inancı kabul edip etmediğimiz çok ta önemli değildir. Tanrı heryerde olabilir. Hiç bir yerde olmayabilir. Tanrı benim, bizim içimizde yaşayan  ve doğanın bir parçası olan o anlatılması zor olan kuvvet te olabilir!!

Önemli olan belli düzeyde bir manevi yönünüzün olmasıdır. Kendinize ve çevrenize karşı geliştireceğiniz bir merhamet duygusuna sahip olamanızdır.  Başkalarını oldukları gibi kabul edebileceğiniz derecede bir merhamet olmalıdır insanda. Ve bu "merhamet"duygusu herşeyin üstünde gelir.

Bize bu duyguyu öğreten şey de çoğu kez, aileden gördüğümüz o birlikteliktir. Beraber paylaşılan değerlerdir. Bu değerler paranın ya da elle tutabileceğiniz şeylerin çok üstünde şeylerdir. Birisine açacağınız sevgi dolu kucağınızdır.

Çocuklarını manevi değerlerden tamamen uzak yetiştiren çok fazla insan var bugün. Dindarlıkla, kimi gelenekleri ve kimi güzel alışkanlıkları karıştıran insanlar var!!! Ailevi bağları güçlendiren bir çok şeyi hayatlarına sokmazlarken bu insanlar kendileri için tercih ettikleri kimi maddi değerler, ve anlık mutlulukların arkasında koşarlarken, kendilerinden başka hiç bir şeye önem vermeyen bireyler haline geldiklerinin bile farkında değiller. Ve böylece, bu görüşlerle yetiştirilen yeni nesil insanlarının unuttuğu şey kimi belli gelenekleri hatırlamanın hiç kimse için dünya sonu olmadığıdır.

"Belli" gelenekleri ( tolerans çerçevesinde!! )  yaşatmayı başaran insanların aslında çok daha mutlu olduklarını gözlemleyemeyenler, modern toplumda sadece anı yaşamakla meşgul, maneviyattan yüzde yüz üzaklaşmış bazı bireylerin kendi egoizmleri içinde boğulurlarken tatminsizliklerinin arkasında her gün yeni zevkler peşinde koşan yeni devrin insanları belki de acınacak bir ruh halindeler...

Dilerim, her toplum bir diğerini tolere edecek değerlere sahip olsun. Her toplum, başkalarının güzelliklerini de farkedebilecek kadar farkındalıkla yaşasın kendi güzelliklerini ve bayramlarını.. Hayat her farklı olanla birlikte başkalarına da kalbini açabilecek uzaklatikta durabildikçe güzel. Hayat, size verilenleri ve verenleri unutmadığınız sürece güzel. Hayat başkaları için bir şeyler yapabildiğiniz sürece güzel.

Sukka'daki masada çocukluğunuzu size hediye eden büyüklerinizle hazırladığınız lezzetlerin tadına varabildiğiniz derece insan olacaksınız!! Sizlere kimi değerleri verenleri unutmadığınız sürece mutlu olacaksınız.

Bazı şeyleri unuttuğunuz sürece tüm geriye kalan anlık tutkular sadece boş bir koşturma ve yarıştan öteye gitmeyecektir.. Mutluluk bir anlık tutkulardan daha derin sindirilmiş şeylerin arkasındadır!!!

16 Eylül 2021 Perşembe

En este dia de hoy!


De la demaniana me esperti kon las orasiones de los que se fueron a la keila, a lado de muestra kaza. Las bozes de los ombres estaban saliendo fuerte. Eyos quieren  que el Dio que les oyga mas y mas. Un dia que va pasar solo en orando. Con este virus que estamos guerriando hay mas de un anio y medio no hay mas la possibilidad de reunir  aryento de la keila. Por esto estan todos afuerra. Los grittos estan alevantando al rededor...

El calor siempre como en verano... Ayer la noche sale a caminar un poco con mi ijo. El fue el unico que querria salir para ver como los chicos de la ciudad suven a sus bisikletas.

Hay tres anios que el tanid no me pasa como antes. No como ma debo beber una o doz cupas de agua para pueder pasar el dia. Por que me siento muy mal.

Mismo cuando hera chica pasava mal el tanid. Para mi nunca fue fasil. Me dava mal a la cabesa. Me consintia batimientos de corason. Ma siempre me resistia a todo al mal que me dava, el no comer o no beber. De pensar solo, que una vez en el anio mi alma se ajustaba con los cielos. Una vez en el anio aser una cosa solo para el Dio me dava un sentimiento de completo. 

Un dia en el anio de consintir como la cente que no tienen nada de comer era una cosa importante por mi. Y ya se que no eran pocos.

Fista hoy mismo,hay tantos que suffren de mal nutrition, de la mancura de comer y de beber. Es que estamos bibiendo en  un mondo de desequilibro. En una parte la cente biven con  munchas rikezas, y hay tantos munchos otros que bushkan en la basura cualo de comer. Esto me hace mal. Me iniervan muncho estos  que no entienden el suffrimiento de los pobres. Que no les emporta nada mas que sus almas. Todo pedia ser diffrente si los rikos no buscaban a tomar todo solo por eyos.  

Por mi, Kippur siempre fue el dia. de consintir lo que es estar sin una cupa de agua. Sin un pedaso de pan. Dia entero de soniar a meter en mi boca un pedaso de carne.. Y de decir que debo asperar el fin del dia para gozar de todo el bien que el Dio mos da a profitar.

Kippur fue una occasion muy muy chika para demandar pardon por mis culpas. Ma ya se que tengo unas culpas que sin quierrer cada vez los hago de muevo. Me iniervo con unas sitationes mas de su grado. Me iniervo con unos estados de la vida. Como persona normal. Ma siempre despues digo: "Perdoname Dio!" "Yo demando pardon sin asperar el Yom Kippur!"

Ya se que el Dio sabe como es difficil por mi....

De la ventana abierta esto oyendo cada  Amen de la cente orando en las cailles en este dia de Kipur que la Corona no mos desho ni por un dia. Y la casa esta cayada . Cada uno esta espandido en su camareta. Y yo esto escribiendo..

Dainda hay munchas horas para el fin del tanid. La semana que viene tienemos el Sukkot.

Mi ija me dice que es una suerte ( MAZAL)  que semos Djudios que tienemos tantas fiestas para celebrar.

Solo que seya siempre con paz y con salud!


AMEN