7 Mayıs 2021 Cuma

 Süpriz tadilat!


Evimizde devam eden tadilatla gelen karmaşadan şimdilik minimum etkilenmiş gibiyiz. Geçtiğimiz günlerde mecburen başladığımız tadilat yüzünden aynı mahalledeki küçük eve geçtiğimizden beri alışık olduğumuz monotoninin çok dışında günler yaşasakta kimi yorgunluğa ve koşturmalara rağmen gürültüden ve kalkan tozdan dumandan genel olarak uzakta kalabilmenin rahatlığı yine de tartışılmaz mutlaka. Hele tadilatın büyüklüğünü düşününce zaten o koşullarda evimizde kalmamız mümkün değildi mutlaka. 

Eşim bu cıvarların daha sadece kum tepelerinden oluştuğu zamanlarda, genç yaşta satın aldığı küçük dairede her ne kadar kendi başına kuracağı yeni, özgür bir hayatı düşünmüşse de sonunda annesiyle  bekar kardeşini de yanına almış. Annesinin vefaatinin ardından kardeşine bıraktığı bu küçücük daire, kardeşinin Alzheimer hastalığı yüzünden bir bakımevine geçtiği günden beri ilk kez boş kalırken son günlerde bizi kabul ediyor.

Birdenbire tadilatta nereden mi çıktı ? Sormayın, bu da tam bir süpriz. Hayatta bazen aklınıza gelmeyen şeyler de olur. Bazen bir gün öncesine kadar planlamadığınız tadilatta bu tip beklenmeyen şeylere dahildir.  Geçtiğimiz hafta bir akşam aşağımızdaki komşu yüzünde maskesi dairemizin kapısını çaldığında saat dokuz gibiydi. Bu adam bu saatte bize çıktığına göre mutlaka bir sorun var dedim. Adam bize banyodaki duvarlarımız ıslak derken,  biz hemen bizden kaynaklanan  bir sorun olduğunu sanmadığımızı iddia ettik hemen. Banyoya girip baktığımızda da gerçekten yerlerde bir su sızıntısına dair herhangi bir alamet yoktu o an için. Akıntı binanın ana borularından olabilir mi bilmiyorum derken gerisin geriye aşağı indikten sonra adam,  geçen bir iki saatin ardından bir de ne görelim, salonun duvarlarının dibinde ufaktan bir gölcük oluşmuş. Tabi öncelikle hemen ana su borusunu kapattık. Ertesi sabah erkenden bu defa iki kat aşağıdaki komşu suların onlara kadar vardığını söyleyince şoktaydık. Zaman kaybetmeden konuştuğumuz tesisatçıyla hemen anlaşarak aynı günün akşamı yerlere vurulan baltalar, yıkılan mutfak dolaplarıyla başlattığımız kurtarma operasyonu şu an devam ediyor.

Yaklaşık 22 sene evvel girdiğimiz evimizin ilk sakinleriyiz bizler. Yıllarca onu aldığımız şekilde korumaya çalışmanın dışında, lüks olmasa da her zaman göze hitap eden, sıcak bir ortam yaratmaya gayret ederken, her sene balkonunu ben odalarını da çoğu zaman ailece beraber boyadığımız, çoğu kez  kimi tamiratlarla fazla eskimesine izin vermemeye çalıştığımız fakat sonunda artık temelden, birilerinin ellerinin değmesinin vaktinin geldiğini de bir zamandır farkettiğimiz evimiz. Son bir senedir tadilat meselesini arada bir konuşsakta faaliyet gösterememiştik bu konuda. Ta ki bir anda ortaya çıkan bu durum bizi acilen bir şeyler yapmaya zorlayana dek. Sorun böylesi bir tadilatın günlük yaşamınıza etkileri aslında. Önceden, programlı bir şekilde başlanıldığındaysa bir çok açıdan daha kolay olsa da bizde durum böyle olmadı pek.  Bir andan diğerine tesisatçıyı evimde elinde kağıt kalem yazar çizer halde bulmamla  mutfağa ilk balta darbesini atması arasında bir iki saat ya vardı ya da yok. Ve aynı akşam pılımızı pırtımızı toplayarak küçük eve geçmeden dolaplardaki eşyaları kutulara hızla yerleştirmekte gösterdiğimiz beceriyi unutacağımı zannetmiyorum.  Tesisatçı 22 senelik mutfağı dakikalar içinde yerle bir ettiğinde hayretlerdeydim. Senelerce adeta sizin ve evinizin bir parçası olmuş bir şey dakikalar içinde yerle bir oluyor.

Peki salonda patlayan borular yüzünden mutfağı yıkmak niye mi? Hepsi birbirleriyle alakalı. Sızıntının bütün evi adeta alttan çürüttüğünü farkettiğinizde artık gerçek bir değişimin geldiğini anlıyorsunuz. Ve bu tamirat işleri bir domino etkisi yapıyor. Biriyle başlarken diğer şeyler arkasından geliyor. Boruların değişmesi için önce yerler kırılıyor, ve o borular aynı şekilde mutfağa kadar varırken, mutfağın alt dolaplarının yıkılması gündeme geliyor, altla kalamazsınız, bütün mutfak birlikte yıkılıyor ve odalar ve kapılar ve boyalar, sonunda neredeyse herşey!

Aynı akşam kolilere koymaya başladığımız eşyalarımızı, gelen işçiler birbirleri üzerine bir köşeye yığmaya başladıklarında hayatımda böylesi bir hızla iş yapan insanlar görmediğimi düşündüm. Kolileri doğru dürüst kapatmaya bile yetişemeden üst üste bindirildiler. Ertesi gün artık inşaat alanı gibiydi. Bütün yerdeki seramiklar kırılmış, toz toprak birbirine karışmışken, adam getirdiği son teknoloji yepyeni su borularını banyolara kadar döşemişti bile.

Gecenin bir yarısında naylonladığımız, kapattığımız koltuklar, masalar ve  alakalı alakasız bütün eşyaları üst üste yığılmış gördüğüm köşeye baktığımda gözlerimi kapatmayı tercih ediyorum.  Elimden geldiğince düzenli olmaya çalışan benim zaman zaman göz yumduğum defolara tahammül gösteremiyen tipte kimi obsesif kişilerin bulunduğum durumda ne yapacaklarını düşünüyorum bir an ve eşime ; kenarda üstü açık duran iskemlenin  pufunun üzerindeki toza bakarken,  bir başkası olsa sanırım intihar ederdi diye gülüyorum. Tesisat döşemede,  alt yapıyı değiştirme ve boyama işlerinde mükkemel çalıştıklarına şahit olsam da,  evdeki eşyalara biraz daha fazla dikkat göstermeye vakit bulamayan işçiler hakkında ne düşüneceğimi pek bilemiyorum. Yine de onlarla aram kötü değil. Daha önce böylesi bir restorasyon işiyle ilgili bir tecrübem olmadı. Bir başkasıyla bu iş nasıl yürürdü fikrim yok!

Eve her gün gelen ustalar farklı diller konuşuyorlar. Kipası olan ve tesisati yapan adam başka işçilerle çalışıyor. Biri Çinli, biri  Arap  diğeri Kolombiyalı. Çinlileri pek tanımam ; ilk günden beri döşeme, seramik  işlerini yapan Çinliýe sabah kapıdan girdiğimde Boker Tov, yani günaydın dediğimde bana şöyle göz ucuyla bakıp dudaklarının arasından zoraki çıkan cevabından sonra bir daha ağzını bıçak açmıyor. O sadece kendi işiyle ilgili. Duvarları boyamakla meşgul olan Hassan bana Çinliler genel olarak sessiz insanlarmış dedi.  Bizden çok farklı bir kültür yapıları olduğunu tahmin etmek zor değil. Yönetim farklılıkları toplumları ve davranışlarını temelden etkileyen şeyler. Serbest rejimlerin içinde büyüyen ınsanlarla otoriter toplumlardan gelenlerin aynı olmayacakları açık.

Bugünse yatak odalarına parke döşeyen ustayla tanıştım. Sabah sabah içeriye yavaştan girdiğimde dizlerinin üzerine çökmüş esmer adam beni görür görmez parkeleri hangi yöne doğru dizmemi arzu ediyorsun diye sordu  Odanın bir köşesine koyduğu cep telefonuna Latin Amerikanın kıvrak şarkılarından birini açmıştı, müzik dinlerken bir taraftan çalışıyordu. Bense hayatımda ilk kez parke dizdiriyorum. Bana üç odada tahtaları aynı yöne doğru dizmenin mantığından bahsedince kapıdan biraz önce girdiğim adamın ustalığına güvendiğimi söyleyerek fazla kafa karıştırmadan; " Sen bu şekilde daha güzel olacağından eminsen sana güveniyorum" deyiverdim. Arada ispanyolca aksanı olduğunu duyunca da  hemen direk; Kolombiyalımısın? diye sorunca sevindi.. İspanyolca biliyormusun ? Evet.. İstanbul'da doğdum!  Aynı lisanı konuşmak bile sizi hemen insanlarla birbirinize yaklaştırıyor. Adam bana Kolombiyalıların İspanyolcasının Ladinoya İspanyolların ispanyolcasından daha çok  benzediğini söyledi.  Belki de, bizlerin 500 yıllık İspanyolcasının bu benzerliğinin  aynı dönemlerde Colombus'un Amerikayı keşfedip buralara yerleşmeleriyle alakalı olabileceğini söyledim. Sonuçta bugün İspanya'da konuşulan dil olan modern İspanyolca, hem telafuz ( şive )  hem kelime dağarcığı olarak çok değişmiş. Güney Amerika İspanyolcası her açıdan bizim konuştuğumuzla daha çok benzerlikler taşıyor. Adının John olduğunu söyleyen Kolombiyalı adam parkeleri dizerken, seksen senedir tanışıyormuşuz gibi sohbete daldık. Sonunda işini engellememek için onu rahat bırakmaya karar verdim.

En çokta Hassan'la her gün işe gelen genç delikanlı olan oğluyla samimi olduk. Hassan Israel'in Lod şehrinde oturuyormuş. Lod, havaalanının hemen yanında bulunan, Arap nüfusu ağır basan küçük şehirlerden biri. Şehir küçük olmasına küçük ama büyük bir mafya sorunu var. Hassan çok genç görünüyor. Tabi dediği gibi, onlarda o kadar erken evleniyorlar ki gencecik bir erkeğin kocaman bir oğlu olması normal oluyor. Şimdi tam Ramazan ayındayız. Yaptığı işin zorluğuyla birlikte tuttuğu orucu düşündüğümde onun için üzülüyor insan. Fiziksel çaba gerektiren bir işte ve birden bastıran sıcak havayla birlikte bu insanların oruçlu olduklarını düşünmek. Bu bir ay bu insanların hayatlarının bir kat daha zorlaştığı açık.  Benim İstanbul'da doğduğumu duyunca Hassan'ın gözleri kocaman açıldılar. " Müslüman mısın?" diye sordu. Gülümsedim; Hayır. Ama yine de benimle İstanbul'dan Türkiye'den bahsetmekten memnundu.  Mavi Marmara krizi sonrası Israelliler Türkiye'den ellerini ayaklarını çekerlerken  Arap kökenli Israelliler buraları ziyaret etmeye devam ettiler. Son senelerde Erdoğanín tutunduğu Filistin sorunuyla Filistinlilere sempatizanlık yapmak hem halkından aldığı desteği artırdı hem de Filistinlilerin Türkiyeye olan sempatisini.

Her gün birilerinin sihirli elleri değerken evimiz adeta makeover yaşıyor. Arada çektiğimiz resimlerle bir makeover reality show hazırlayıp biz de kendi filmimizi yayınlayabiliriz... Bir iki hafta sonra geri döneceğimiz gün sanki farklı bir daireye geçecekmişiz gibi bir his yaşıyorum. Bu da şu an için yaşadığımız dağınıklık, eziyet ve yoğun çaba gertektiren anlara ışık veriyor. Sonucu düşünmek şu an için bulunduğumuz koşturmanın yorgunluğunu unutturuyor.

Yaklaşık bir on gün daha bu göçebe hayatımızla beraber tamamlamak zorunda olduğumuz işler için gidip gelişlerimiz devam edecek

Arada bu son günlerimizi geçirdiğimiz küçük dairede yerlere koyduğumuz şiltelerde gece uyurken üzerimize böcekler çıkmasın diye dua ederek yatağa giriyorum. Neden mi, Israel'de yaz mevsimine doğru etrafta zaman zaman uçuşan bir böcekler vardır. Galiba bu küçük binada ilaçlama yapılmamış daha. Gece hayatımda hiç görmediğim şekilde kapının girişindeki bahçe duvarında bu böceklarden bir kaç tanesi turlar atıyor. Kapının deliğinden en az iki kere içeri dalışta da bulundular. Kapının ağzına ve etrafa sıktığımız spray fazla tesir etmişe benzemiyor.

Ancak yine de bu küçücük evde sabah uyandığımda ilk katta yer alan penceresinin önündeki yeşermiş bahçeye,  çiçeklerle bezenmiş ağaçlarla, gelen baharla güzelleşen  parka bir an göz atarken kendimi bambaşka diyarlarda hayal ediyorum ben.  Özlem duyduğum doğaya bir an için dönüş yaptığım rüyasını yaşatır gibi oluyor bu evde hissettiğim köy havası. Çocuklarımsa bir an önce odalarına geri dönecekleri günü sabırsızlıkla bekliyorlar. Kendi alıştığınız düzeninizi ve rahatınızı ne kadar arasanız da, daha önce de birilerini barındırmış olduğu için içinde neredeyse hiç bir şeyin eksik olmadığı bir dört duvara katlanmak hiçte zor değil bence, ama sanırım gençlerin gözlerinden bakmıyorum olaylara.  Ne farkeder nasıl olsa çok yakında kendi yataklarımıza, kendi köşemize döneceğiz yeniden.


Batya R. Galanti









5 Mayıs 2021 Çarşamba

 Psikiatrik İlaçlar ve yapabilecekleri zararlar! 




Seneler evvel ağbim bir arkadaşının Panik Atak sorununu küçücük bir mucizevi hapla yendiğini anlatmıştı bana.  Bu genç adam yıllardır beyin hücrelerinin kendi aralarındaki iletişimle birlikte diğer sinir hücreleriyle de iletişim kurmalarına olanak tanıyan bir kimyasal olan " serotonin " in eksik olması yüzünden bu sorunu yaşadığına ve ilaçla bunu takviye ederek panik atak problemini yendiğine inanmış daha doğrusu inandırılmıştı..

Banaysa oğlum dört beş yaşlarındayken kuzinim bir ilaçtan bahsetmişti. Oğlumla çok zor günler geçiriyordum ve sinirlerim yeterince yıpranmıştı. Bende misafir olan kuzinim SSRİ denen bir grup ilacın mucizeler yarattığını iddia ediyordu ( tamamen iyi niyetle tabii ) Prozac adını sanırım bugün duymayan yoktur. Bağımlılık (?!)  yapmayan bu ilacı alanların hayatları değişiyordu.. Benim de o zamanlar  duyduğum bir isimdi bu. O an ilaçlardan yana değilim demişsem de daha sonra fikrimi değistirecektim.  Aslında o zamanlar esas ihtiyacım olan şey oğlumun probleminin ne olduğunu bilmek ve bir destek grubunun içinde olmaktı...Bense bir bilinmezlik içinde olmanın kaybolmuşluğu içindeydim. Ve bu çok zordu.  Yutacağım hapların hiç kimseye fayda sağlamayacağı kesindi fakat kendinizi kimi belli durumlarda bulduğunuzda ve desteğe ihtiyacınız olduğunda  size uzatılan dala elinizi uzatmayı denemeniz normal bir tepki aslında ...

Kısaca sonunda ilaç kullanmayı denedim. Önce Prozac, ama olmadı. .bir sürü yan etkiler yaşadım..kendimi daha iyi hissetmenin suni yollarını arıyordum. Her denediğim SSRİ grubu içindeki bir diğer ilaç bana berbat etkiler yapıyordu. Keşke tüm bu açık işaretleri farkedip ilacın iyi bir çözüm olmadığını anlamış olsaydım. Sonunda Cipramil yavaş yavaş etkisini göstermişti. Öyle büyük mucizeler görmeden, sadece daha apatik bir ruh haline girmem bu ilacı anlamsız bir şekilde her gün almam için yetmişti.

Her gün bir Cipramil yuttuğum dönemlerde kafamda bir çeşit bağımlılık gelişmişti. Bu bağımlılık, ilaca karşı duyduğum asılsız güvendi.  Oğluma karşı gösterdiğim  sabrın ve anlayışın arkasında  bu ilacın olduğuna inanıyordum! "

Bir kaç yıl anlamsız bir şekilde her gün bu ilaçtan bir tane aldım.. Elle tutulur bir yardımı olmadığı halde.  Seneler sonra bende tuhaf tuhaf belirtiler ortaya çıkana dek aynı hapı yutup durdum. Taa ki bir zaman sonra kimi unutkanlıklar yaşamaya başlayana dek. Önceleri yorgunluktandır diye düşündüm. Yeterince koşturuyordum ve tabii kafam bin bir şeyle doluydu. Bir andan diğerine bazı şeyleri unuttuğum oluyordu bazen. Daha sonra kimi insanları sokakta gördüğümde simaları karıştırdığım oluyordu. Bunlar çok tuhaf şeylerdi.  Bir akşam hatırlıyorum elimde bir sandwich vardı  ve birden ağzımdaki lokmayı yutamamıştım. O ana dek başka bir çok nörolojik semtomlarla birlikte bu son yaşadığım olay en basit tabiriyle ödümü koparmıştı. Aynı gün Nörolog'tan randevu aldığımı anımsıyorum. Kadın'la görüştüğümüzde , bana yaptığı uzun  muhayene ve sorduğu sorular sonunda, açık ve net bir şekilde: " Aldığın ilaçları bırakmanın zamanı gelmiş ! " demişti. Bana bu ilaçları yazan doktor ya da ilaçları bırakmamın zamanının geldiğini söyleyen nörolog, ikiside ılaçları bırakırken ne kadar dikkatli olmam gerektiği hususunda beni uyarmayı gerek görmemişlerdi

Kısacası, bu ilaçların zararlarından minimum konuşulan bir dünyada her yıl milyonlarca kişi psikiatrik haplarla yaşamaya alıştırılıyor.

Benim ilaçları bırakmam, kendi kafama göre haftalar almıştı. Ancak aylar sürmesi gereken bir süreçti bu ve ben bunu bilmiyordum. Çünkü  yıllardır  beni uyarmadan bana reçete yazmaya devam eden doktora karşı tüm güvenimi yitirmiştim artık. Ve ne yazık ki kendi aklımla doğru yaptığımı sandığım yanlışların getirdiği ceza çok uzun süre bir çok semtomlar, rahatsızlıklar hissetmeme neden olacaktı.

Big Pharma olarak anılan , Dünya İlaç Sanayi insanları para için zehirlemeye devam ediyor. Hala daha ilaçların yararlı olduğuna inanan milyonlar kandırılmaya devam ediyorlar. Bu ilaçları kullanmak ve bırakmak ne kadar tehlikeli ; " Acaba kaç kişi biliyor?" Örnek olarak, Xanax gibi Benzodiazepin türü  ilaçları iki haftadan fazla kullanmamaları gerektiğini bilmeyenlerin  bu ilacı birden bıraktıklarında epileptik bir nöbetle komaya bile girebileceklerini, ani ölümle karşı karşıya kalabileceklerini kaç kişi biliyor?

Senelerce kullanılan psikiatrik ilaçların beyinde zararlar yapabileceğini. Kimi insanlar için bu zararların dönüşü olmayacak kadar büyük olduğunu?!!  Ve bu ilaçları bıraktıktan sonra onlardan kurtulmak bir yana seneler boyu günlük hayatlarını sürdürmekte zorlanacak derecede korkunç semtomlar geliştirebileceklerini kim anlatıyor insanlara? Kaç kişi biliyor bunları? 

Evet doğru, kimi insanlar yirmi, otuz yıl bu tip ilaçları sorunsuz kullandıklarını söylüyorlar. Bir diğerleri bu ilaçlara başladıktan sonra tüm zararlarına rağmen onları bırakmayı başaramıyorlar. Ve bir diğerleri seneler boyu cehennemi yaşıyabiliyorlar..

Hele kimi basit sebepler için,  kimi ufak tefek inişler çıkışlar için hemen psikiatriste koşmak bir insanın kendi eliyle hayatını yıkması demek olabilir. Psikiatristin elindeki tek şey ilaçlar. Ve bu ilaçların hiç biri tedavi etmez. Kısacası doktorların  ellerinde sizin için sihirli bir çözüm yok. Serotonin eksikliği gibi bir saçmalığı insanlara yutturan İlaç Sanayi, insan beynine verdiği suni maddeler, suni  serotoninle, beynin kendi sağlıklı işleyişini bozmaktan başka bir şey yapmış olmuyor. Kansızlığı bile tahlillerle belirlerlerken nasıl olur da her hafif bir depresif  durum için doktora giden  insanda  hemen serotonin eksikliği olduğuna karar verip bu ilaçları veriyorlar. 
Peki onca zarar gören insan nerede? insanlar neden susuyorlar?  Birincisi psikiatrik ilaçlar söz konusu olduğu için ön yargılardan çekinebiliyorlar çünkü toplum bu tip ilaçlardan zarar gören kişileri bunalımda zannediyorlar. Bu insanların kimin ve neyin kurbanı olduklarını bilen yok. Bazen kişilerin kendileri bile yaşadıkları cehennemin ilaçlar yüzünden olduğunun farkında olmayabiliyorlar. Yaşadıkları rahatsızlıklar yüzünden bir sürü doktora koşuyorlar,. Ve zaman zaman insanların kendileri de kendilerinin depresyonda olduklarını zannedebiliyorlar. Ve bu bir kısır döngüne dönüşebiliyor. Benim gibi bu konuda daha bilinçli olanların da yapabilecekleri bir şey yok. Sağlığınızı sizden çalan kocaman bir sanayiye karşı durmak bizim gibi küçük insanlar için nasıl mümkün? Amerika'da, İngiltere'de İlaç Bağımlılığı ve Seretonin Sendromu gibi konularda media'da uyarıda bulunan Profesörleri tehtid eden büyük bir mafiadır İlaç Sanayi. Yine de biraz araştırırsanız İnternet üzerinde bu konuda. İngilzce olarak bilgiler mevcut.  Ben yinede bulunduğum kimi ortamlarda ilaç kullanıp çok memnun olduklarını söyleyenlerin karşısında susuyorum. Bu ilacı kullnan bir insanı uyarmak bana düşmez. Tek dilediğim şanslı kitlenin içinde olmaları ve ilaçlardan iddia ettikleri gibi fayda görmeğe devam etmeleri!!

Biliyoruz ki bir çok kez, ilaçların bize etkileri sadece onlara ne kadar inandığımızla ilgilidir.. PLACEBO!!



Batya R. Galanti



2 Mayıs 2021 Pazar

 Nefret nedir?


Geçenlerde Sainte-Pulcherie'de bana Fransızca öğretmenliği yapmış biri hesabıma Facebook'tan arkadaşlık gönderdi. Kadının adını gördüğümde şaşırdım ama hiç düşünmeden arkadaşlığını kabul ettim. Bu kadının bana arkadaşlık göndermesine neden şaşırmıştım derseniz.  İkinci hazırlığın daha ilk günlerinde, ilk dersimizde bu kadın bütün sınıfın karşısında benimle dalga geçmiş, tüm sınıfın önünde beni bilerek ve isteyerek küçük düşürmüştü. Çok kişisel bir problemimle ilgili olarak beni daha hiç tanımadığı halde hedef almıştı. Nedeni neydi bilmiyorum!  Öğretmenin benimle dalga geçmek adına kullandığı kelimeyse sınıftakilere çok komik gelmişti.

İnsanlar, özellikle de çocuklar olayları yüzeysel algılarlar. Kendilerine komik gelebilecek bir şeyin o an bir başkası açısından küçük düşürücü olabileceğini kavrayacak derinlikte bir anlayışı daha pek  geliştirmemiştir çocuk beyni. Herşeye biraz daha yüzeysel bakarken çok kolay birisi hakkında yapılan aşağılayıcı espriye gülebilir çocuklar.  Benim yaşadığım olayda, o zamanlar çok genç olan bu öğretmen, kendisinin de yeterince olgunlaşmamış beyninde söylediği sözün bir çocuğa yapacağı zararı kavrayamamış olabilirmiydi? Bilmiyorum.

O kadını sonraları Büyükada'da görürdüm. Bizim evimize yakın bir yerlerde oturuyordu. Bir kaç kez kadınla yüz yüze geldiğimde ona hep sormak istedim, " O gün neden beni kendine hedef seçtiğini? " Yine de ilginç bir his duyardım hep. Sanki pişmandı!!

Peki  insanlar birisine bile bile zarar verecek bir davranışta bulunup sonra pişmanlık duyabilirler mi? İnsanlar bir çocuğa kötü davranıp sonra ben yanlış yaptım diyebilirler mi? İnsanlar masum bir çocuğa gülebildikleri halde aslında kötü olmayabilirler mi?

Sanki bu sorulara kesin ve net bir cevap bulmak zor gibi. Hepsi hem evet ham de hayır olabilir.

Bu kadın bana Face'te arkadaşlık gönderdiğinde anneme söyledim. Bana ona düşündüklerini yazsaydın!' dedi!! Ona sorsaydın ?!  Kabul ettin mi arkadaşlığını? diye sordu. Dedim ya hiç düşünmeden kabul ettim. Sanki benden özür dilemiş gibi hissettim o an .

Hayatınızda hiç birisinden nefret ettiniz mi peki? Nefret nedir deseler, nasıl tanımlardınız? Hayatında nefret etmeyen insan varmıdır? Nefretin ölçüsü varmıdır? Az nefret, orta derecede ya da öldüresiye nefret!! Mesela ben bu kadından nefret ediyormuyum? Nefret etmişmiydim? Sanırım sadece incinmiştim.

Galiba ben nefret duygusunu çok derin yaşayan insanlardan değilim. Nefret benim için birisine kızdığım anlarda içimde uyanan bir tepki olarak çıkıyor. Bence insan olmanın en normal yönlerinden bir tanesi de zaman zaman farklı hisleri yaşayabilmemizdir. Sevmek, üzülmek, kıskanmak, beğenmek, ve de nefret...

Önemli olan nefretin sizi, beyninizi, kalbinizi, ruhunuz ve bütünlüğünüzü ele geçirmemesidir. Duygularımızın bir okyanus misali farklı farklı durumları vardır. Bazı günler sakin ve sessiz bir limandaymışız gibi bir hisleyken, çıkan kimi rüzgarlarla duygularımız bir anda dalgaların içinde bata çıkan bir yelkenliye dönüşebilir. Ancak önemli olan sonuçta dümene olan hakimiyetimizdir.

Nefret, bize yapılan haksız davranışlara,  insanların bizi hedef alan incitici sözlerine, kötülüklere karşı hissettiğimiz doğal bir tepkidir bence. Ama önemli olan bu hissin bizi yeterinden fazla güdümüne almasını engellememizdir. Bence bir, sağlıklı tepkiler vardır hayatta,  bir de herşeyin önüne geçerek yıkıcı bir düzeye gelen patolojik olan halleri vardır. Nefret, bir anlık bir kızgınlık olarak doğaldır. Bir an için bir insana hissettiğimiz yüksek düzeyde bir kızgınlık gibi. Ancak için için bizi kemirmeye başladığında yaşadığımız bu duygudan sanırım en çok yine kendimiz etkileniriz. Elimizi, kolumuzu bağlayan, sağlıklı düşünüp, sağlıklı hareket etmemizi etkileyen boyutlara geldiğinde hem kendimize zarar veririz hem başkalarına.

Geçtiğimiz aylarda bir toplantıda bir çocukluk arkadaşıma rastladım. Kendisini en son 12 yaşımdayken görmüştüm. Birbirimizle hiç olmadık bir şeyden tartışır bulduğumzda annesi olaya karışıp evlerinden gitmemi istemişti. Ve o gün onunla son görüşmemiz olmuştu.

Uzun senelerden sonra karşılaştığımız gün, onu karşımda gördüğümde tek hissettiğim şey geçmişime ve çocukluğuma ait bir insanla karşılaşmış olmanın mutluluğuydu. A!! Ne haber Nasılsın derken ona gülümsediğimde sanki o biraz mahçup gibiydi ilk anda. Birden çok uzun seneler sonra annesi adına benden özür diler gibi; " Bilmem beni affedebildin mi? " deyince ben çok şaşırdım. Onu affetmem gereken bir neden olduğunu bile düşünmemiştim halbuki. Çocukça şeylerden küçücük bir tartışmaydı. Annesi de belki o an için bir hata yapmışsa da bunca seneden sonra bunların önemi yoktu. Onunla telefonlarımızı verdik birbirimize. Gayet mutlu olduk  yeniden görüştüğümüze.

Nefret insana sadece mutsuzluk getirir. Nefretimizi hakkedecek insanlar hep olsa da kendimize bir iyilik yapıp bu insanları yok farzetmek tercihimiz olmalı. Geçmişte bize zarar vermiş olanları da bir defa affetsekte tekrar hayatımıza almamak en doğrusu. Bir defa daha kırılmamak adına. Ancak hayat severken daha güzel, Kendi hayatımıza sevebileceğimiz insanları almaksa çok önemli. Zarar verenleriyse Tanrının ellerine teslim etmek!!!


Batya R. Galanti

1 Mayıs 2021 Cumartesi

Lag Ba'Omer fekaketiyle gelen yas...........

 Lag Ba'Omer 


Bana, golada yaşayan laik bir Yahudi olarak Lag Ba Omer diye bir Yahudi Bayramından bahsetseler o da nedir derdim gençliğimde. Diaspora'da, modern jenerasyondan gelen bizlerin yavaş yavaş kimi gelenekleri unutmaya başlamamızı getiren yeni dünya görüşümüydü bu bilmiyorum. Ne Lag Ba'Omeri ne de Rabbi Shimon Bar Yohai' yi duymamıştım o zamanlar.

Yahudi dininin en büyük Rav'larından Rabbi Shimon Bar Yohai'in öldüğü gün olan  Lag Ba'Omer, mucizelerin kabul edileceği gün sayılmış Yahudilikte.

İS. II. Yüzyıl'da, Beit Ha Migdash'in yıkıldığı dönem sonrası, Romalıların işgaliyle gelen zor zamanlarda,  Yehuda Krallığının Safed (ibranice'de tsfat )  Şehrinde dünyaya gelen Rabbi Bar Yohai , Rabbi Akiva'ın talebelerinden, Yahudi tarihinin önemli eğiticilerinin en başında gelenlerden, gelmiş geçmiş dört büyük Rav'dan biri olarak hatırlanır.

Tora'nin ezoterik tefsirini ortaya koyan Zohar'ı yazan kişidir Rabbi Shimon Bar Yohai. Yani Yahudi dinininin mistik yönünü ortaya koyan, Tora'da anlatılara açıklama getiren Zohar'ın , kutsal kitaptaki sözlerin, gizli mesajların arkasında yatan gerçeklere ışık tutan Kabbala'nın yazarı olarak bilinir.

Romalıların işgaline karşı geldiği için ölümle cezalandırılacağını anladığında oğluyla birlikte dağlara kaçıp bir mağarada saklanan Rabbi Bar Yohai'in aynı dönemde bu metinleri yazdığı söyleniyor.

24.000 bilgenin de ölümüne sebep olan o zamanın büyük salgınının ancak onun dualarıyla son bulduğuna inanılıyor. Bu yüzden ölümünün ardından ruhunun Tanrı' ya ulaşarak insanlara mucizeler getirmeye devam edecek bir Tsadık olarak kabul edilmiş Rabbi.

Her sene, Rabbi Shimon Bar Yohay' in mucizelerle geçen ömrünün sonlandığı gün olan Lag Ba'Omer'de,  dualarının mutlaka gerçekleşeceğine inanan dindar Yahudiler Israel'in kuzeyindeki Meron Dağında bulunan mezarını toplu halde ziyaret ederler.

Her yıl, yaklaşık yarım milyon Haredi' nin ziyaret ettiği Meron Dağındaki ( Galil'de )  mezarlığın bulunduğu noktada son derece büyük bir dini hareketlilik görülür. 2020'de ilk kez Korona yüzünden burada toplanamayan  Ortodoks Yahudiler bu sene kısıtlamaların kaldırılmasıyla belki her sene olduğundan daha da büyük bir heyecanla buralara hücum ettiler. Büyük çoğunluğu Haredi olan bu insanların tek düşündükleri şey, Türkçe'de Türbe olarak adlandırılabilecek bu mezarlık alanına gelip,  kendi akıllarındaki  cennete erişmek, daha iyi bir dünyada yaşamak ve her birinin kalbinde taşıdığı dileklerin yerlerini bulması için dualar edip, dans ve müzikle kendi inançlarınca sevinmekti. 

Israel'de benim ilk Lag Ba' Omer'imi anımsıyorum . O dönem sahilde oturuyordum. Daha önceden bu bayramı anlatmışlardı bana. O sene de her yıl olduğu gibi değişen bir şey yoktu. Lag Ba' Omer'e bir hafta kala her tarafta, okul sonrası buluşan çocukların yoğun bir çaba içinde ağaç dallarıyla, tahta toplayışlarına şaşırıyordum. Her tarafta, köşe başlarında yığılmış tahtalar hep çocukların başlarının altından çıkan şeylerdi.. Ve oLag Ba' Omer akşam yediğim hafif bir iki şeyden sonra kendimi sokağa atarak neler olduğunu görmek için  dışarı çıktığımda olası tüm açık alanlarda tanık olduğum ateşlerle girdiğim şoku hatırlıyorum. Bir yandan insanların keyifle birararaya gelerek sevinmesi güzeldi. Bütün ülke sokaklardaydı.  

Herkes yakılan kimi küçük kimi kocaman  ateşlerin çevresinde sosisli sandwichler ve ateşte pişirilmiş patatesler yerken, çocuklar marshmello'ları şişlere geçirip yine ateşte pişirirlerken hep birlikte söyledikleri şarkılar o farklı atmosferi tamamlıyordu. Ancak tüm bu keyifle eğlenen insanların yanında  yakılan ateşlerin yarattığı duman ve hava kirliliğiyse çok fazlaydı. Son senelerde işte bu çevre kirliliği problemini düşünerek ateş yakılması geleneği gittikçe azalırken Meron dağına giden Haredilerin kutlamaları devam ediyor.

Bu seneki kutlamalar da ilk anda sevinçle başlarken gecenin ortasında bir yerlerden bazı duyumlar geldiğinde bir çoklarımız felaketin boyutlarını kestiremiyorduk mutlaka.

Her sene, bir anda yüzbinlerce insanın akımına uğrayan Meron Dağı çevresindeki yoğun kalabalığın getirdiği izdiham bu defa mucizeyle bitmemişti. Kocaman kalabalığın dakikalar önce birlikte bir vücut gibi haykırıp dua ederek, girdikleri trans hallerindeki dansları ve sevinçlerinin kocaman bir felakete dönüşmesinden korkmayan binler, iç içe alt alta üst üste cenneti ararlarken kendilerini bir anda cehennemde bulmuşlardı. 

Her yıl aynı yerde, aynı şartlarda dua eden bu insanların korkmadan aynı alana geri dönmeleri ilginç aslında. Dua ederken yanlarına aldıkları küçücük çocuklarla beraber, 7'de 77'ye kendilerini koşulsuz kaptırdıkları bir inancın arkasından, başlarına gelebilecek kötü şeyleri düşünmeden buralara akın eden insanlar bunlar. Bu felaketin bir gün kaçınılmaz olduğunun açık şekilde belli olduğunu söylüyorlar, oraları bilenler ve şartları görenler. Senelerdir, altta bulunan kutsal mezarlar ve kalıntılara el değdirilmemesi adına dincilerin karşı çıktığı tadilatların olmaması, şartların kimilerinin kaprisleri ve politik oyunları yüzünden iyileştirilmemiş olması insanların yaşamlarının bir anda çok ucuza inmesine neden oluyor. Tanrı inancının arkasında mantığı ve aklı unutanlar, bize verilenleri korumanın sadece bizim elimizde olduğunu bile düşünemeyebiliyorlar.

Geçtiğimiz perşembe gecesi, aklı, mantığı, bir digerlerinin sorumluluklarını unutmalarının getirdiği koşullar çoğu 20 yaşlarındaki gençler ve de küçücük çocuklar olan 45 insanın hayatına mal oldu.

Bizim başımıza gelmez zihniyetinin de bir neticesi bu. Kendimizi korumadığımız sürece Tanrının dualarımıza cevap vereceğini bekleyenlerin aldığı yanıttır bu felaket. Bir anda dua ettikleri alandan dışarıya çıkmak için acele eden insan selinin, kalabalığın bir yerlerinde o yükü kaldıramayacak kadar eskiyen basamaklardan birinin yıkılmasıyla yerlere yığılan insan kitlesini gerilerden gelen diğerlerinin yutmasıydı bu olay. Bir tarafta ihmalkarlık diğer tarafta kadercilik ve çıkarlar kimi masum insanların hayatlarına mal oldu.

Israel tarihinde yaşanmış en büyük sivil felaket olduğu söylenen Lag Ba'Omer faciası buralarda daha çok konuşulacağa benziyor. Gelecek seneye kadar, dincilerin ellerinde kuklalaşmış politikacıların artık sorumluluklarını yerine getirerek daha normal şartlarda bir mekan için ellerinden geleni bu defa yapmalarını diliyorum.  Kimileri cezalarini Yüksek Devlet mahkemesi önünde ödemek zorunda olacaklar umarım. Tanrı bu insanları affetsin diyorum!!


Batya R. Galanti



28 Nisan 2021 Çarşamba

Baharatlı bir yazı!

Ortadoğu'nun bol baharatlı kültürü

 


Geçenlerde öğle yemeğine gelen bir arkadaşıma kızımın askerlikte öğrendiği ve zaman zaman evde de  hazırladığı bir çorbanın tadına baktırdım.. Kırmızı mercümek çorbası bu. Ancak bizim tanıdığımızdan biraz farklı bu çorba. İçine kimyon denen baharattan eklenerek hazırlanması bu çorbayı bizim alıştığımızın dışına çıkaran şey.

Arkadaşım kimyonlu çorbanın tadına bayıldı. Doğrusu ben de. Asker'de bir kaçı Rus diğer bir kaç Ashkenaz ve mutfağı en çok seven Marok yani Fas kökenli arkadaşlarından çok değişik lezzetler öğrenmiş bizimkisi. Askenazların mutfağı pek zengin değildir. Fas'lılarsa yemeği ve yedirmeyi seven bir millet. Benimki ondan Fas kökenli arkadaşından  doğu mutfağının kimi sırlarını öğrenmiş. Bol baharatlar ve kimi ağzı biber gibi yakanlar.. Bu çorba da askerlikteki Maroklu arkadaşının menüsünden.

Israel'e dokuz yaşımda geldiğimde kuzenlerimin evlerinde bulunmuştum çok kez. Bir gün birinin, bir diğer gün başkasının evinde öğle ya da akşam yemeğine davet edildiğim oluyordu. Her defasında farklı bir kültürle karşılaşıyordum iyi mi!! Kuzenlerimin bazıları doğulularla kimileri Askenaz Yahudileriyle evliydiler. Birbirleriyle kardeş olanların evlerinde ayrı kültürlerle karşılaşmak ilginçti.  Örneğin, mesleği berberlik olan bir kuzinim, Israel ordusu'nda Paraşüt Birliğinde eğitmen olan bir Irak Yahudisiyle evliydi . Boylu poslu, yakışıklı bir adamdı bu. Dört çocuklarıysa birbirinden güzellerdi. Kuzinim sarışın , eşi esmer olunca çocuklar tabi meleze benziyorlar. Israel'de bu tip karışımlar çok. İşte bir öğlen onların evinde yemeğe davetliydik. Eşi mutfağı çok sevdiği için Irak yemeklerini hepsine alıştırmıştı. Ve ben hayatımda ilk defa bu kadar baharatlı bir mutfak tanımış olmuştum. Çocuk olduğum için daha alışmadığım lezzetler damağıma şok etkisi yapmıştı. Neyin tadına baksam yemeğin kendisinden çok o hiç tanımadığım baharatlar ağzıma geliyordu. Sanki bütün yemekler aynı taddaymış gibiydiler. Yıllarla aslında Israel mutfağı bir çok şeyde olduğu gibi değişti, gelişti ve çeşitlendi. Farklı lezzetleri tadarlarken insanlar, Avrupa' ya Amerika'ya seyahatler yapmak, Uzakdoğu'ya açılmak kişileri kendi alıştıkları tadların dışına da çıkardı. Ama aslında benim gelmek istediğim mevzu başka..

Geçtiğimiz gün kızıma diyordum. Baharatlara karşı değilim. Her ne kadar Israel'e ilk geldiğim zamanlar benim bildiğim yegane baharatlar, karabiber ya da sadece kırmızibiber idiyse bile; \zamanla, eti ya da köfteyi ya da tavuğu daha lezzetli yapmanın kimi farklı baharatlardan geçtiğini  öğrendim.  (Bizim Sefarad mutfağı daha yalındır). İşte burada ben dengeye geleceğim. Benim bir iddiam vardır; biz insanların sorunumuz dengeyi korumadadır diye. Mesela Ortadoğu mutfağı çoğu kez baharatı öyle bir kullanır ki sebzenin, yemeğin kendi lezzetini unutturur size.

Ben derim ki herşeyin azı karardır. Azı lezzet veren bir şeyin çoğu bulandırır. Bu da benim fikrim tabi..Seneler önce ilk kez Hint mutfağının tadına baktığımda da bu kez neredeyse önüme ne koysalar sapsarıydı. Çünkü Hintlilerin en sevdiği baharat da köri. Bu yüzden her yemeğe onlar da çok köri kullanıyor. (Ben ister seveyim ister sevmeyeyim, Hint Mutfağı dünyanın en tanınmış mutfakları arasında yerini çoktan almış bile! o da başka!! )

Derken aklıma şu geliyor. Ortadoğu insanı sadece baharat kullanırken değil herşeyde uçları yaşayan bir kültür yapısına sahip gibi. Yani demek istediğim.. Baharat lezzetliyse, tad veriyorsa, insanlar bunu seviyorlarsa az miktarda değil, tonla kullanırlar. Yemeklerinde gösterdikleri bu çokça kullanım başka şeylerde de aynıdır. Ortadoğu'da yemeğe katılan bol baharat gibi Mesela duyguların ifade buluş biçimi de  bol baharatlıdır... Sevgileri,  kızgınlıkları, sevinçleri.... hepsi bol baharatlıdır.. Eğer bir şeye üzülürlerse derin üzüntülerini gösterirlerken ifadeleri yüklüdür.. Ağlarken abartılıdırlar...Şıklıkları da çok baharatlıdır.. Elbiseler çok süslü değilse şık sayılmaz.. Yeterinden fazla şırıltı pırıltı olmayan bir elbise standartları tutturamamıştır. Takıları bol baharatlıdır.. Bir yüzük yetmez, kuyumcu dükkanı gibi dolaşmazsa  kadın yeterince şık sayılmaz.. Araplar'da bu çoktur. Evleri de süslüdür çok!! Mütevazilik pek yoktur. Sevdiklerini kaybettiklerinde ağlarken yerlere dizlerini koyup, dizlerini dövmeden kederlerini yeterince ifade etmemiş olurlar.. Anadolu'da, Filistin'de, Kürdistan ya da Habeşistan'da bu böyledir. Bu artık bir geleneğe dönmüştür. Evlenecek kızın ellerine yapılan kınalı süsler böyledir.  Ya da genç kızın gelinliğini tonlarca altınla süsleyen aileler de bu böyledir...

Baharatlar da işte tüm bu çok olmazsa bol olmazsa yetersiz kalmışlık hissini yaşayan aynı kültürün yemeğidir. Tatlıları da çok talıdır.. Teveccühler de , nazarlar da ....Konuşma dilinde bol baharat kullanılır. Türkçe'de çok süslüdür iltifatlar. Yeterince iltifat etmezseniz eksik kalmış olmak çekingesine girebilirsiniz.Çünkü toplum buna alışkındır. Bebeğinin çok güzel olduğunu söylerken bir genç anneye bilirsiniz ki arkasından Maşallah demeniz şarttır.. Korkulur nazardan. Herşey biraz daha ağırlaşır böylece;  yemekler,  muhabbetler ve şarkilar ve türküler..

Müziği de çok baharatlıdır..makamlıdır..ağıtlarla doludur. yazılan,  bestelenen nameler duyguları olabildiğince dramatik ifade eder. Bu da bu diyarlara özgüdür. Israel'de Allahtan, farklı kültür karışımı bu ağırlıkları kısmen hafifletiyor.. Daha fazla eğitim, ve dünya'ya daha açık bir toplum bazı baharatları tadında kullanmaya yardım ediyor. Herşeyin azı karar çoğu zarar bence. Biraz kullandınız mı gayet lezzetli oluyor..yemekler, insan ilişkileri ve her konuda böyle!


Batya R. Galanti

















26 Nisan 2021 Pazartesi

Çok eskilerde kalan bir hobi

Kimi detayları sonsuzlaştırmak adına fotoğraflamak!


Üniversite'de Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümünde okuduğum zamanlar, öğrendiğim branşla kısmen alakalı bir hobi edinmiştim kendime. Bir erkek arkadaşımla beraber fotoğraf çekmeye merak salmıştık. Babamın bir aralar satın aldığı orta budala, Rus mali fotoğraf makinesi elimde, şehrin tarihi, eski semtlerini gezerken, kimi zaman Camileri, kimi köprüleri, bazen Haliç'teki balıkçıların resimlerini çekmeye başlamıştık.  Eminönü, Galata, Haliç civarlarında karakışa bakmadan kilometrelerce yürüyerek İstanbul' un o eski silüetini oluşturan yapıları, yıpranmış binaları, anıtları ve şehrin bilimum manzaralarını,  deklanşöre bastığmız  karelerde görüntülerken büyük bir sanat yaptığımızı düşünüyorduk belki de.  İstanbul'u kendi  bakışımızla resimlere yansıtmak için ikimiz bir yarışa girmiştik. Benim en çok ilgimi çeken bölgeler, Eminönü, Karaköy, Tünel ve Galata cıvarlarıydı. İstanbul'da, eskiyle yeninin buluştuğu sınır bölgeleri. Tarihin içinden bugüne kimi değişmeyen güzellikleriyle beraber, kirlenen şehrin çamuruyla yoğrulmuş caddelerinde bin bir çeşit insan manzaralarıyla, çoğu zaman üstünüze üstünüze gelen kalabalıklar arasında alışılmadık bir biz vardık o günlerde.

Bir dönem için bu tutku bir şekilde beni almış götürmüşse de, zamanla farklı şeylerin aklımı çelmesiyle fotoğrafçılığa olan kısa ilgimi bir kenara itivermiştim. Halbuki her daim baktığım manzaraları içime sindirmeye doyamazken gördüğüm güzel şeyleri ebedileştirmek hep ilgimi çekmiştir. Hayatımda kendimce değerli kabul ettiğim şeyleri de hep benimle kalmalarını istemişimdir, kimi öylesine bir kenara yazılmış notlar, kimi defterler ve fotoğraflar. Fotoğraflar derken,  en çok o hiç beklenmedik anlarda çekilenlerdir en özel olanlar.  Zamanı bir an bir yerlerde durduran anları bulursunuz o resimlerde.

Aynı şekilde İstanbul'un sizi gerilerde bıraktığınız zamanlara götüren resimleri de bana daha değerli görünürler. Bugünler zaten gözlerimin önünde olduklarına göre!!.

Ve derken,  bir gün bana eşim Canon marka bir kamera hediye etti. Smartphone'la fotofraf çekmeyi bırak artık diyordu iki sene evvel. Ancak bu iş düşündüğümden biraz daha zor gibi oldu benim için. Makinenin fonksonlarini tum detaylarıyla oğrenmem gerekiyordu. Bense bir türlü doğru dürüst bir sonuç elde edemiyordum. Her  ne kadar ayarladığımı zannetsem de  telefonla çektiğim resimler daha güzel çıkıyorlardı. Öyle olmaması gerekse de. Neyse bir zamandır bir kenarda beni bekleyen makine belki de bir gün yeniden ellerimde hayat bulur.


Geçtiğimiz günlerde  Yehuda Çölünde Neve Şalom Ulusal Park alanlarında bir ufak geziye çıkmıştık. En yüksek noktası yaklaşık 1026 metreye varan bu dağlık bölge Yehuda Krallığının merkezi olan, yakınlarında Yerushalayim ve bir çok farklı Yahudi şehirleriyle, yerleşim birimlerinin bulunduğu tarihi bir yer.  Etrafta arabadan inip belli bir yürüyüş yapabilmek için uygun bir nokta ararken ileride ellerinde kocaman mercekleriyle doğal ortamların güzelliğini çeken iki genç gördüm. Ellerindeki fotoğraf makineleri ise sanırım bir kaç kilometre mesafedeki ayrıntıları görüntüleyebilecek kapasitede makinelerdi. Doğada gayesiz bir gezintiye çıkmamışlardı onlar.  Bulundukları ortamın bir parçası olmuş gibiydiler. Etraftaki insanlar ve başka şeyler onları ilgilendirmezken tek meşgul oldukları şey ayarladıkları mercekleriyle ufukta gözlerine çarpan doğayı, canlıları albümlerine eklemekti. Böyle bir hobisi olan insanlar  öncellikle çevrelerini çok farklı bir göz algılama yateneğine sahiptirler. 

Bir çok insansa gördükleri bütünün içindeki detayları farketmez. Ya da belki teferruatlar üzerinde  durrmazlar. Manzaraya bir bütün olarak bakarlarken, onun içindeki güzellikleri tek tek incelemezler. Sanırım içlerinde belli bir sanatçı ruhu taşıyan insanlarda vardır daha çok o inceden inceye olan farkları görebilmek.  Bir şairin dizelerinde kendini bulabilir böylesi detaylar, bir müzisyenin notalarında buluşur doğadaki güzellikler ya da ressamın fırçasından canvas tuvalde..bazen de bir fotoğrafçının yakaladığı karede.

Benim sanatçı tarafım ne derece kuvvetli bilmiyorum ancak içimde hep var olan yoğun duygular kimi anlamda  romantizm olarak nitelenen o ruh hali beni hep doğaya daha bir yaklaştırmıştır. Şehir ortamının kalabalıkları içinde kendimi yeterince yanlız hissettiğim halde çoğu zaman denizin, dağların ve yeşil alanların ortasında daha fazla huzur bulurum ben.

Fotoğraf makinemi tozlandığı raftan alip yeniden o eski hobimi canlandirmanin zamani geldi mi acaba?


Batya





Batya R. Galanti












25 Nisan 2021 Pazar

Buralar yeniden karıştı


Vicdanı olan bir insan hiç bir varlığı bile bile ve isteyerek yok etmez. Vicdanı olan bir insan başka bir varlığa  saldırarak, döverek, hırpalayarak canını yakarak onu öldürmeye kalkmaz.  Bu vahşettir!!

Bunu söylerken ben son günlerde Filistinlilerin Yahudilere karşı giriştikleri linçleri kastediyorum. Yabancı medyada yer verilmeyen, kimi linç girişimlerinden bahsediyorum.  Tabii ben böyle bir şey söylediğimde insanların akıllarına ilk gelen; "Peki Israel'in Filistinlileri bombalamalarına ne diyeceksin? sorusudur. İnsanların akıllarındaki,  Israel'in yaptıkları da aynı şey değil mi? sözlerini, sorularını duyar gibi oluyorum.

Hamas yönetimi altında,  Filistinli diye çağrılan halkın. kendi içlerindeki kimi terör grupları tarafından esir alınmalarını, içlerinden seçtikleri liderlerin, yönetim içindeki grupların onları  bilerek ön plana koyarak karşı taraftaki sivilleri hedef almaları sonunda girilen çıkmaz hakkında söylenecek çok şey var ancak soruna elle tutulur cevaplar bulmak zor! Sonuçta, kendi kendileri içlerinde ayrı bir karmaşa yaratan bu halk için ne diyeceğimi bilemiyorum.  Evlerin içlerinden, camilerden, sokakta oynayan çocukların aralarından hedef alan gözü dönmüş teröristlerle nasıl mücadele edilir bilemiyorum.

Özgürlük savaşçısı kılığına girmiş bir teröristin sözde korumakla yükümlü olduğu savunmasız bir masumun arkasından size yönelttiği silahından çıkacak kurşuna karşılık kendi elinizdeki silahla kendinizi ve siper olduğunuz çocuğunuzu korumak adına, siz ne yapardınız?  diye sorduktan sonra yazacaklarıma devam etmek istiyorum!!

İki düşman halkın daracık bir toprakta birbirleriyle olan çekişmeleri söz konusu. Biri bu bölgedeki tek demokrasi olan  Yahudi ülkesi, diğeri bu toprakları en başından paylaşmak istemeyen bir halk. Bugüne dek sorduğunuzda size Yahudilerin sonunda mutlaka yok olacağından bahseden bir halk. Yahudilerin bu toprakların bir cm karesinde yerleri olmadığını iddia eden bir halk. Bugüne dek!! Hala anlamadılar!!

Bir bütün olmayı beceremeyen, gerçek bir halk olma unsurlarını bünyelerinde birleştiremeyen ve öncelikle kendi içlerindeki faksyonlar tarafından  zayıf düşürülmüş, terör gruplarının ellerinde maşa olan, hakları bizzat kendi liderleri tarafından çiğnenen bir topluluk bunlar.

Despot, İslamist yönetimlerin, baskı rejimleri altında, sözde haklarını ararken medeni tüm normları bertaraf ederek, vahşi batı kurallarını çokça taktik olarak kullanarak herşeyi daha da çıkmaza sokan insanlarla savaşılan bir meydan burası!! Dışarıdan bakıldığında şekilde sözde hukuki yoldan çözümlere ulaşılmaya çalışıldığı iddia edilen, BM'in tek taraflı politikalarının,  halkını ezenlere, kullananlara daha fazla kuvvet vermekten, zalimlere yardım etmekten başka işe yaramayan kararların getirdiği daha fazla sorun, sefalet ve açmaz var.  

Konuya gelirsem. Birilerinin savunmasız insanları hedef almalarının vahşet olduğunu söyleyerek başlamıştım yazıma! Son günlerde alevlenen yeni olaylarda Filistinlilerin sokaklarda önlerine çıkan Ultra-Ortodoks Yahudileri avlamaya çalıştıkları görülüyor.

Peki bu olaylar nereden çıktı yeniden?

Son günlerde Ramazan ayı dolayısıyla alınan önlemler birilerini rahatsız etmiş. Yeruşalayim'de devam eden TikTok çekimleriyle Yahudileri hedef alan Araplara karşılık, Israel polisi eski şehirde güvenlik önlemlerini arttırınca Filistinliler kızdılar. Provokasyon olan yerde, insanları hedef alanların olduğu yerde polisin ne yapmasını bekliyorlardı acaba? Onlar bir şey beklemiyor aslında. Onlar sadece olay çıkarmak için sebep arıyorlar! Sorun bu!! Son olaylar eminim yine İnsan Hakları olan  toplumlarda, ekranlara yansıyan durumlar yeniden bambaşka şekillerde yorumlanıyor! Yine Filistinlilere zulüm yapılıyor deniyor mutlaka!

2000 senesinde, II. İntifada'nın başlamasının sebeplerinden biri olarak görülen bir olay Ramallah'ta yaşanmıştı. Oslo süreciyle, Batı Şeria'nın Filistin Polisine devredilmesinin ardından, kontrolün El Fetih Örgütüne devredildiği yılların başlarıydı daha. Arafat'ın bürosunun da bulunduğu bu şehir Israel için sınır dışı sayılabilecek bir bölgeydi.  ( bugüne dek öyle )

Şimdi birden bire 2000 yılından bahsetmem nedendir?. Son günlerde Doğu Kudus'lu Filistinlilerin bu bölgede başlattıkları kavgalar ve ayaklanmalardan televizyonlara yansıyan görüntüler bana bir çeşit flashback yaşatıyorlar.

2000 yılında, 30 yaşlarında, sivil kıyafetleriyle olan iki Israel askeri, ellerinde herhangi bir silah olmadığı halde, arabayla yollarını şaşırarak Ramallah'a girmişlerdi. Bu şekilde bir hata nasıl yapmışlardı bilmiyorum. Bu iki gencin kullandıkları araba Israel plakalı olduğu için, Ramallah'taki kalabalık, onların Israelli olduklarını hemen anlamışlardı. 

Aynı anlarda gözleri şiddetten başka bir şey görmeyen bu insanlar arabadan indirdikleri iki genç adamın üzerine toplu halde saldırararak tekmelerle, yumruklarla linç yapmışlardı.  Kanlar içinde bıraktıkları bu iki insanın cesetlerini vahşi hayvanlardan beter bir ruh hali içinde, Ramallah'taki resmi bir binanın içerisine sürükleyerek, ikinci kattaki ofisin camlarını da açarak bir yandan dışarıda Allahuakbar diye haykırmaya devam eden kalabalığa doğru bağırırlarken diğer taraftan elleriyle cesetlerin göğüs kafeslerinden  kalplerini çıkaracak kadar vahşileşmişlerdi.  Bu şekilde o binanın açık camlarından kameralara zafer çığlıkları atıyorlardı, Sanki büyük bir cesaret gösterisiydi bu. Bir süre sonra, yem atarcasına, cesetleri aşağıda bekleyen vahşilere atmışlardı. Ve topluluk yere düşen  cansız iki bedene tekrardan tekmelerle girişmişlerdi!!

Bir insan ya da bir toplum nasıl bu derece vahşeti kaldırabilir?

Israel'den, Batı Şeria'daki Arap yerleşim yerlerine geçerken uyarı tabelaları vardır. Yahudilerin Batı Şeria'daki yerleşim yerlerine girmeleri tehlikeli ve yasaktır şeklinde yazan tabelalar. Üniversiteden bir dostum seneler evvel burayı ziyaret ettiğinde, Türk Pasaportuyla Ramallah'a girdiğinde şaşırmıştı. Israellilerin buraya giremediklerini bilmiyordu.

Ancak aynı Araplar, yahudilerin yaşadıkları yerlerde sorunsuz gezebilirler. Hiç kimse bir insanı Arap diye,  arapça konuşuyor diye linç etmeye kalkmaz Israel'de. Burası bu insanların, çalıştığı, yaşadığı, soluk aldığı yerdir.

Bu son günlerde,  Haredi Yahudileri hedef alarak başlattıkları provokasyonlar büyük olaylara dönerken. Araplar kendi mahalleleri çevresinde Ultra-Ortodoks bir Yahudi gördüklerinde. "Yahud!"diye bağırırlarken, onlarcası bir anda Yahudinin üzerine çullanarak linç etmeye çalışıyorlar. Ve bunlar daha Israel polisinin, askerinin gözleri önünde olan olaylar.

Ayrıca, Gazze'den Cuma gecesini Cumartesiye bağlayan sabah en az 40 roket'in fırlatılmasının ardından, Israel Savunma Kuvvetlerinin başı Kochavi ABD'ye yapacağı ziyareti, bu  son gerilimin bizi taşıyabileceği daha dramatik bir durumu göz önüne alarak ertelemiş.

Atılan roketlerin bir kısmını Demir Kubbe havada yok ederken, kimileri açık alanlara düşmüş.

Hamas, Batı Şeria'da önümüzdeki günlerde yapılacak seçimleri de göz önüne alarak, bu bölgede yaşayan kardeşlerine yanınızdayım mesajı veriyor.

Atılan roketler herhangi bir can kaybına yol açmazken, Gazze şeridi çevresinde senelerdir yaşanan bu durum bu çevre insanlarının hayatını dönem dönem felç etmeye devam ediyor.

Israel, kendi halkının güvenliğini elinden geldiğince korumaya çalışırken kendi sivillerinin arkasından karşıdaki sivilleri hedef alanların taktikleriyle yaşamaya devam etmek sorunda bırakılıyoruz.

Medeni hiç bir standartla ölçülemeyecek şartlarda devam eden bu çatışmaların şimdilik sonu geleceğe benzemiyor. 23 Müslüman ülkenin ortasında bulunan tek Yahudi Devleti iki karış toprak için 70 seneden fazla kan ter dökmeye devam ediyor. Gidecek başka yeri olmayan bir millet için bu şartlarda, bu mantaliteyle bu durum çok karmaşıktır!!!



Batya R, Galanti