25 Mart 2021 Perşembe

Dilerim bu bahar tüm insanlık için "yeniden bir doğuş gibi " gelsin!

BAHARLA UYANAN DUYGULAR...

Yine bir bayram var önümüzde.  Her geçen bayramn ardından bu da bitti derken kendi kendime Rosh Ha Shana'da düşündüğüm şey aklıma geliyor bir kez daha. Dün gibi sonbahar'ın hüznüyle gelen yeni Yahudi Yılı ne de çabuk arkamızda kaldı demiştim. Sukkot, Kippur ve Hanukkah ve uzun bir kış  ( kimileri için kısacık ta olsa ) hepsi arkamızda kaldı. O hüzünle karşıladığımız sonbahar'la daha bir içe döndüğümüz dönemler bir kez daha geride kalarak yepyeni zamanları karşılamaya hazırlanıyoruz tekrardan. Benim için sene sanki iki bölüme ayrılır oldu bu şekilde son yıllarda. Sene,  zaman..  iki ayrı bloktan oluşurmuş gibi. Bu iki zamansal bloklaşmayı Israel'de hissetmekse çok daha olasıymış gibi geliyor bana. Ilıman bir ülke olmasının verdiği bir olgu bu sanırım.  Birinci bölüm, Pesah'tan Rosh Ha Shana'ya kadar devam eden yarım yıl; yazı ve yazın insan zihninde temsil ettiği tüm şeyleri içeriyor bu dönem. Mart ayında yavaş yavaş kendini belli etmeye başlayan bir yenilenme dönemidir bu. Uykuya yatan herşeyin birden bire yeniden hayat bulması gibidir bu uyanış.. Çıplak kalan ağaçlarda ilk kez yeniden tomurcukları farkedersiniz.  Yerlerde gezen ölü yaprakların boş bıraktığı dallarda yeniden belirmeye başlayan taptaze küçücük yapraklar görünce her daim bir dönüşümün parçası olduğunuzu hatırlarsınız. Belki de o sonu geldiğini düşündüğünüz hayatın da bir devri daim olduğuna inanmaya iter bu uyanış sizi. Dallarda yenilenen yapraklar gibi, yanınızdan geçen pusette yatan bebeğin o taze gülüşünde aynı uyanışı hissetmektir bu.

Hayat bir kez daha güzel görünmeye başlar. O taze yapraklar gibi burnunuza bir yerlerden bir bahar kokusu esmeye başlar . Kendi kendime, kokunun nereden geldiğini ararım...  o güzel kokuyu burnuma taşıyan  çiçekleri arar gözlerim? Sadece görsel bir şenlik değil bu! Kokusuyla, dokunuşuyla, içinizde uyuyakalan insani bir defa daha canlandıran doğanın sevinçli haberleri gibi bir uyanış. Sevgiyle etrafınızı kuvvetle sarmak için kollarınızı uzatmaya iter sizi daha da çok. Sizi bırakmayan sevdiklerinize sarılmak için derin bir haz uyanır, tüm canlanan bedeninizle birlikte. İçindeki o coşkuyu yaşamak için çevrenizde sevdiklerinize daha da çok sarılmak ister bulursunuz kendinizi. O hiç bitmeyen şefkatin canlanışı gibi. Doğaya olan sevgi, insana, kediye ve köpeğe yansır sanki. Sevdiklerimize olan ihtiyacımızı da anımsatır bir kez daha.

Doğanın bizi hiç hayal kırıklığına uğratmadığını farkederim her bahar. Yeniden parlayan bir ışık gibi içimi ısıtır bahar. Senenin en mutluluk veren günleridir bu günler. Baharla gelen bayram da bunu pekiştirir. Keşke sonsuza kadar sürse dersiniz bir an. Keşke, sizi bırakıp gidenler de bu şölene katılsalardı ya dersiniz birden. En güzel zamanlarda da bir anda içinizde kalan boşlukları ayrıca hatırlarsınız. Tam olan ne var ki? Keşke sizin değer verdiğiniz, çok sevdiğiniz kimi insanlar da içinizdeki o güzel duyguların küçücük bir ortağı olsalardı. Aynı hisleri sizinle paylaşmak isteselerdi. Halbuki her insan sizin yaşattığınız sevginin bir parçası olmak istemeyebiliyor. 

Vermeye hazır olduğum şeyleri kabul etmek istemeyenler de olabileğini hep hatırlatmam gerekiyor kendime.

Önümüzdeki Cumartesi gecesi biraraya geleceğimiz sevdiklerimizle esaretten özgürlüğe çıkışı anımsayacağız bir defa daha. Bu yıl, bir sene boyunca süren hapisten normal yaşama geri dönüşü de kutluyoruz biz burada. Dilerim, aldığımız bu derin nefes dünyanın her köşesinde çok yakında kendini hissettirmeye başlasın. Dilerim yeniden doğan doğayla beraber insanlık yavaş yavaş bu virüs'ün esiri olduğu günlerden çıksın artık.  Dilerim arkamızda bıraktığımız, karmaşık seçimin sonunda bizi açığa çıkaracak aklı başında bir hükümet kurulsun.

Dilerim bu bahar tüm insanlığa"yeniden bir doğuş gibi" gelsin!


Batya R. Galanti

20 Mart 2021 Cumartesi

HERŞEYDE DENGE  ÖNEMLİ                          


Bu geçtiğimiz sene çocuklarımızla düşündüğümüzden de fazla zaman harcamak zorunda kaldık. Evde geçirilen saatler, günler her zamankinden çok daha uzundu . Kimi karantina günleri, kimi eve kapatılan milyonlar ve kısıtlamalarla gencler zamanlarını evde, aileleriyle  geçirmek zorunda kaldılar çoğu kez.

Aynı şekilde biz evli, olgun yaşa gelen insanlar için de durum farklı değildi. Mecburen dört duvar arasına sıkışan hayatımızı sadece çocuklarımızla birlikte geçirmekten başka pek bir şey yapamadık bu son sene.

Onlarla her zamankinden daha çok birlikte olmanın avantajları oldu. Bazen her iki tarafta özelini özleyip odalarına çekilmeyi tercih etti.

Evde geçirilen uzun saatleri renklendirmenin en klasik yollarından biri de bol bol filmler izlemek oldu.

Bazıları belki hiç durmadan film izlerken, kimimiz daha çok araştırmaya, daha fazla okumaya, yazmaya vakit buldu.

Bazıları hiç durmadan çalıştı. İşlerini evden idare edenler hiç az değil bugün.  Hatta tahminim bu son zamanlardaki kapanışlarla oturmaya başlayan kimi yeni alışkanlıklarla birlikte pandemi sonrası  hayat yeniden gündeme geldiğinde bile bir çok şey değişmiş olacak.

Çok daha geniş boyutlu bir " online hayat " artık bir vazgeçilmez olacak gibi görünüyor.

Bilgisayarın evlerimize girdiği günden beri hiç birbirimizden böylesi uzaklıkta bir hayat sürmemiştik..

Neyse arada görüştüğümüz insan sayısı da inerken eve  genelde en yakınlarımız gelir oldu . Yakın aile, yakın arkadaşlarla sınırlandık, bulunduğumuz kapalı alanlarda ..

Geçenlerde kızımın askerlikten samimi bir arkadaşı bir çok akşam olduğu gibi bizimleydi.

Danielle'in bu arkadaşı salonda hep birlikte oturmayı sevenlerdendir. Bizimle birlikte zaman geçirmeyi seviyor.  Böylece bizler de onların sohbetinin bir parçası oluyoruz. Karşılıklı iletişim hepimizi kapsıyor.

O akşam eşim televizyon'da bir film koymuş izliyordu. Biz de hep birlikte kahve içip konuşmaya çalışırken filmde gayet açık bir seks sahnesi başladı.

Genelde dikkat ederim insanlar böyle bir anda  hemen suskunlaşır, dikkat " belli bir noktaya " kayar!!

Galiba hiç bir şey seks kadar insanın ilgisini çekmiyor. 😊

Aynı saniyelere kadar politikadan girip doğal yaşamı korumaktan çıkan koyu  bir muhabbetin içindeydik. Seks sahnesi başladığında bir anda hepimiz sustuk ve herşeyi o an bir kenara bırakıp neler döndüğuna bakmadan duramadık. Konu seks olunca, yaşınız kaç olursa olsun gözleriniz otomatik olarak o şeye kilitleniyor. 

Aklıma annemin iki yaşımdayken benimle yaşadığı komik bir durum geldi. Bunu bana kaç kez anlatmıştı. Yaşınız kaç olursa olsun konu cinsiyet olunca insanın tepkisi hep aynı derken bu olay aklıma geldi. Oturduğumuz Sıracevizler caddesi'nde bir sinema vardı. Haftada bir filme giderlermiş annemler. Bir defasında iki yaşımdayken beni de götürmüşler ( O zaman Türkiye'de demek bebeklerle sinemaya gidilebiliyordu ) Filmde iki liseli aşıkla bir romantik sahne varmış. İki genç aşık parkta oturdukları bankta birbirleriyle iyice  yakınlaşmışlar . Daha çok genç olmanın çekingenliğiyle kıza yaklaşan genç çocuk kızın gözlerine uzun uzun bakmaya devam ederken sahne yeterinden fazla uzayınca benim sabrım tükenmiş birden ve sinema'nın orta yerinde,  o sessizliğin içinden birden ben :  " Öpsene be öpsene! " diye bağırınca herkes gülmeye başlamış!!

Yani cinsellik daha bebek yaşta insanda mevcut olan, insiyaki, doğal bir dürtü. Bizimle doğan ve ölene dek bir şekilde hep var olan bir parçamız cinselliğimiz. O saniyelere dek ilgilenmediğimiz filme kayan bakışlarımız ve bir an konuştuğumuz konuyu unutuşumuz bu cinsel tarafımızın çok basit bir dışa yansımasıydı..Yataktaki çiftin nefes alışları hızlanırken, biz ekrandaki kadın ve erkeğin çırılçıplak bedenlerine bakarken Danielle'ın arkadaşı bana döndü gülerek; " Batya şimdi sen kesin utanıyorsundur " dedi.. Niye ben utanıyorum? diye sordum. Sen müslüman ülke'de büyüdün.. Sen daha kapalısındır mutlaka!! Onun kafasındaki tutuculuk ya da liberlizm standartlarını bilmiyordum . Bunu söylerken bahsettiği  kapalılığın ölçüleri neydi? Kimisine göre liberal  olan bir diğerine göre tutucu olabilir. Ben güldüm. Bu sahneyi onların yanında seyrederken utanıyormuyum, " Yok hayır, öyle bir sorunum yok!

Herşey sadece büyüdüğünüz ülkenin neresi olduğuyla bitmiyor sanırım.  Sizin kendi büyüdüğünüz ortam, aile yaşantınız ve bu konudaki kendi kişisel fikirleriniz,  kişisel donanımınız  gibi etmenler herşey de olduğu gibi cinsel konulardaki duruşunuzu da etkiliyor. Örneğin toplumun genelinin liberal olduğu Amerika'da kimi dindar kişilerin çok daha muhafazakar olabildikleri bilinir. O an ona; " Kafandaki kapalılık ve açıklık ölçülerini bilmiyorum ama sanırım ne çok açık ne de çok kapalı bir ortamda büyüdüm ben. " dedim. Düşünsel , fikirsel şeylerin bazen  kimi anlamda ölçülerini belirlemek kolay değilse de dengeli bir hayat sürmek insan için bir ihtiyaçtır  diye düşünüyorum 

Hayatımızın her alanında  " sağlıklı" bir ölçü olması gerektiğine inanıyorum. Cinsellikte de bu böyle. Cinsellik doğal bir parçamız ama onu o doğallığı içinde güzellikleriyle, insani taraflarımızla korumak zorundayız diye düşünüyorum ben. Bizi hayvanlardan ayıran duygusal yönümüzü sıfırlayan , moral değerleri tamamen unutan, sınırları belirsiz bir liberalizmi zararlı gördüğüm kadar  doğal gelişimimizin bir parçası olan cinsel gelişimi bastıran topumlara da tamamen karşıyım.

Sanırım sağlıklı bir cinsel gelişim için temel standartları destekleyen bir toplum ve bir ailenin içinde büyümek önemlidir. İnsan, yaşı büyüdükçe geliştikçe, karşılamak zorunda olduğu cinsel dürtülerini toplumsal tabular ve yasaklarla bastırmak zorunda bırakılmamalıdır. İnsan cinselliğini tatmin ederken vahşi hayvanlar gibi de davranamaz. İnsan psikolojisini olumsuz yönde etkileyecek tüm aşırılıklara karşıyım ben. Aslında insan hayatının her yönüne bu şekilde bakıyorum .. Örneğin politik görüşlerde de bu böyledir . Hiç bir aşırı uç iyilik getirmiyor insana .

Ne fazla kısıtlanmış toplumların kapattığı, baskı içine soktuğu insanların,  ne de kimi aşırı liberallerin oluşturduğu diğer toplumlardaki sınırları belirsiz bir serbestlik içinde yetişen bireylerin gerçekten mutlu ve  sağlıklı insanlar olacaklarına inanıyorum ben.


Batya R. GALANTI


















19 Mart 2021 Cuma

  05/03/2021


 İran güdümünden çıkamayan Lübnan'ın belini doğrultması zor!

Lübnan, Israel'i Birleşmiş Milletlere şikayet etmek için hazırlanıyormuş.

Geçtiğimiz hafta Israel kıyılarına vuran tonlarca petrol günler içinde Güney Lübnan kıyılarına kadar ulaştı.  Bu durum üzerine, Lübnan Dışişleri Israel'i Lübnan'a karşı Çevresel Terör yapmakla suçlamış.

Mantıksız insanlar çevremizde görürüz, sık sık. Ne konuştukları ne yaptıkları birbirini tutmayan insanlar vardır. Söyledikleri şeyleri kulakları duymayanlardır bunlar. Ya akılları kıttır, ya da mantıkları. Ancak yazıktır ki, yaşadığımız dünya'da sadece kişiler değil kimi toplumlar, kimi ülkeler de mantık dışı hareket edebiliyorlar.

Bazen dengesiz komşularınız olur. Bu tip komşular, sizi adres değiştirmeye kadar itebilir çünkü huzurunuz kalmaz. Sizi her an yaptıklarıyla, davranışları ve konuşmalarıyla huzursuz edebilirler, Hayatınızı burnunuzdan çıkarabilecek kadar mantıksız şeyler yapabilirler. Bazen gerçekten bu tip insanlardan uzaklaşmaktan başka çareniz kalmaz.

Ancak, konu bir ülke olduğunda adres değişikliği yapmanız zor!! Şubat ayı sonunda, İran'dan Suriye'ye doğru yol alan Libya bandıralı bir yük gemisi Israel açıklarından geçerken denize tonlarca katran ( petrol ) dökerek, Israel tarihinde görülmemiş
bir çevresel felaket yarattı.
Kıyıya vuran dalgalardan tüm Israel şeridi siyaha boyanmaya başladığında  Israel Çevre Bakanlığı aynı günlerde Israel sullarından geçen gemilerden hangisinin  bu felakete neden olduğunu bilmiyordu. Olayın gelişimini anlamak, suçluyu bulmak için Çevre Bakanlığından çıkan bir emirle aynı tarihlerde Israel kıyılarından geçmekte olan tüm gemiler Haifa Limanına çekilerek soruşturmaya alındılar. Sonuçta tüm gemilerden alınan örneklere göre, denize dökülen yakıtın hangi gemiden sızdığı tespit edildi.
190 kilometrelik Israel kıyı şeridinin 170 kilometresini kapsayan kirlilik Israel tarihinde hiç görülmemiş bir felaketi gösteriyor. Halkın kıyılardan uzak durmaları ilan edildikten hemen sonra başlatılan temizleme çalışmalarına Israel'in her köşesinden koşan gönüllülerin de katkılarıyla büyük bir yoğunluk verilirken,  yaşanan korkunç felaketin sonuçlarının bugüne dek görülmemiş boyutlarda olduğu ortaya çıktı.
Mart ayının ilk günlerinde Israel kıyılarına vuran ölü bir köpek balığının arkasından katrandan boyanan kıyılara vuran ölü yavru deniz kaplumbağları ve balıkları görmek içler acısıdır.
Bu kirliliği temizlemenin haftalar değil, aylar hatta yıllar alabileceği konuşulurken, Netanyahu İran'ın Israel'i her taraftan vurmak için elinden geleni yaptığını söyleyerek, bu son olayda da suçlunun, İran'dan Suriye'ye doğru yol alan gemiyi Israelí sabote etmek için kullanan İran olduğunu açıkladı.
İran, Israel'e karşı yürüttüğü terörün boyutlarını genişletmektedir. Her yoldan Israel'e zarar vermekle uğraşan bir terör Devletiyle karşı karşıyayız.
Bir taraftan Israel'i çevreleyen denize dökülen korkunç miktarlarda katranın bu kıyılara verdiği zararla uğraşırken, Kuzeyimizde bir komşu, kendisini içten içe kemiren bir terör devletinin yine kendi kıyılarına  verdiği zararı görmezden gelerek mantık dışı suçlamalarla Uluslararası Cemaate madur olan ülkeyi suçlamayı tercih etmektedir.
Kendi varlığına, bütünlüğüne, iç huzuruna,  ve ekonomisine en büyük zararları veren sinsi  düşmanına karşı yapamadıklarına karşılık, eğer barış elini uzatsa sadece yarar göreceği sözde düşmanına karşı aldığı tavır Lübanın yakın bir gelecekte bulunduğu çamurdan çıkmasının kolay olmadığının işaretlerini veriyor.
Lüban , kendi içişlerinden elini çekmeyen Şii İran'ın güdümünden çıkmadığı sürece belini doğrultamayacaktır. Bundan eminim.


Batya R. Galanti


18 Mart 2021 Perşembe

 Shuk Ha-Carmel'e bir gezi


Geçtiğimiz günlerde yine Tel Aviv'deydim.  Otobüsle vardığım Allenby Caddesinde indiğimde sevdiğim bir dostum için satın almak istediğim hediyeyi aramak için gezinmeye başladım. Bu cadde üzerinde çok fazla ıvır zıvır satan dükkanlar arasında seneler öncesinden tanıdığım, gümüş takılarla Israel'e özgü orijinal, sembolik şeyler bulabileceğim bazı nadide mağazalara doğru ağır adımlarla yürümeye başladım. Özellikle yurt dışından gelenler ve turistler için çok ideal, çekici şeyler bulmak mümkündür bu mağazalarda. Başka yerlerde kolay kolay rastlanılmayacak takılarla, dini ve yerel semboller vardır buralarda.  Kafamdaki hediyeyse, mistik kimi özellikleri olan ibranice harf ya da kelime, hatta bir cümle taşıyacak gümüş bir kolye.

Tuhaftır ki, bir taraftan öyle dindar bir insan olmadığımı söylerim hep ( ve gerçekten de öyledir ) ancak diğer taraftan kalbimin derinliklerinde taşıdığım kocaman bir manevi dünyam vardır benim. Bilemem bu bir ikilem midir? Bu yüzden bir çokları için anlamsız gelen kimi şeyler benim için çok farklı ifadelerle yüklü olabilirler. Tanrı'yla aramda kendime göre bir bağ vardır. Bu bağ bazen çok sessiz dönemlerden geçer, suskunlaşır adeta ama hep bir şekilde yeniden onu ararım ben... İşte, bu şekilde bazı sembolik şeylere karşı da ilgim büyüktür.. Bu yüzden manevi bir değer taşıyan türde hediyeler satın almayı da sevmişimdir hep. Tabii karşımdaki insan da buna uygun olduğu müddetçe!  Bu arkadaşıma da anlamlı bir hediye düşünerek üzerinde yaradılışla, Tanrı'nın üzerimize gönderdiği koruyucu enerjilerle ilgili harf ve sembolleri taşıyacak bir kolye bulmak istedim ve aradığımı bulduğumdaysa çok mutlu oldum tabi.

Ve daha sonra Shuk Ha Carmel yönünde yürümeye başladım tekrardan.  Corona başladığından beri tenhalaşan, sessizliğe bürünen Allenby caddesi uzun bir senenin ardından yeniden eski günlerindeki gibi kalabalıklaşıyor.

Dalgın bir şekilde bir kaç yüz metre ilerledikten sonra köşe başına geldiğimde, iskemlede oturan bir adam ateşimi ölçmek için elindeki aleti bana doğru uzatınca birden farkına bile varmadan Shuk' a yani Çarşı'ya vardığımı gördüm. Ve bir anda  kendimi öylesi bir insan selinin içinde buldum ki, ne olduğumu anlayamadım .

Carmel, 1920' den bugüne var olan bir pazar. Tel Aviv'in merkezinde en bilindik köşelerden biri burası. Israel'de aşılardan sonra hayat neredeyse normal'e dönerken, Shuk' un içinde insanlar alt alata üst üsteler. Ben yine de maskemi burnumun üzerine iyice kapatatarak herkesle beraber bir sele kapılmış gidiyorum. Bu kadar büyük bir kalabalığa girmeyeli çok uzun zaman geçmiş. Shuk o kadar canlı ki..bir an keyifleniyorsunuz.. Özlemişsiniz farklı bir ortamda bulunmayı. İnsan görmeyi, şehrin gürültüsünü ve yaşadığınız toplumun o kendine öz dinamizmini. Gerçi ben genelde sakin yerleri tercih etsem de..

Ufff bu cümbüşün içinde giyimden, hediyelik eşyalara, küçük el işi ıvır zıvırlardan,  rengarenk meyve ve sebzelere  herşeyden bulmak mümkün. Acıkanlar için de yeterli seçenekler var. Ancak kuyrukta bekleyecek kadar sabrınız ve gücünüz varsa tabii . İzgara et yapan küçük küçük stand'lar, hamburger, balık, lakerda satıcıları ve raflarında bin çeşit şey bulabileceğiniz,  Shuk Ha-Carmel'in kendine özgü atmosferine  Avrupa' nin farklı köşelerinden değişik değişik peynirleri de taşımış kocaman bir dükkansa size gel bana sana verebileceğim çok lezzetler var diyor..

Yok ama ben devam edeceğim daha aşağılara kadar.. Yanınızdan geçen tipler de shuk gibi, karışık ve karmaşık tipler..... onlar da çok renkliler, her yaştan, her renkten, her dilden her kafadan..çeşit çeşitler..

Seksen sene geçse de tarz hep aynı burada , aynı balagan ( yani karmaşa ) aynı yerde..nasıl bıraktıysanız.

Bazı yönleriyle o çok sevdiğim ortamın bir de hala sindiremediğim türden bir hali de var, benim için,  Bu kaotik ortam, düzensizlik ben ve benim gibilerinden başka esas sorumluları , tepedeki birilerini yeteri derecede rahatsız etmedikçe  daha planlı, daha tertipli, daha düzgün, daha çağdaş bir ortam yaratmak için buralara el atmaya sıra hiç gelmeyecek gibi görünüyor.. Bir şeylerin bir ömür  hiç değişmeyeceği noktalardan biri gibi buraları da.. İşin tuhaf tarafı da sanki çoğu kişi de buraların bu halini seviyorlar sanki.. Benimse Shuka Ha Karmel' in kendine özgü o cıvıl cıvıl halleriyle beraber daha az sevdiğim tarafıdır o eskiliği ve karmaşasıyla birlikte daha az estetik kalan çehresi... Bir terkedilmiş hissi uyandıran, bakımsızlık, özentisizlik gibidir bu.. Hep konuşulsa da , buraların yıkılıp yeniden düzenleneceği.. O kadar çok bürokratik engeller vardır ki. Seneler senesi bir çok şey bu yüzden yarı yolda kalır.. Milyonlarca şekellik hesaplar, davalar her tür planı suya düşürür hep.

Neyse boş ver diyorum. Bak herkes keyifli.

Tezgahlardan biri tropik meyvelerle dolu.. Birileri, bir kaç farklı yerde aynı shake' lerden satıyorlar. Adamın biri kıpkırmızı çilekleri aynen İstanbul' daki manavlar gibi dizmiş.  İnsanı nasıl da çekiyor. Sanki cart bir kırmızıyla boyanmış gibi duruyorlar. Öyle canlı bir renk ki bu... acaba üzerlerine cila mı koymuşlar ki bu şekilde pırıl pırıl duruyorlar diye fikirler geçiyor aklımdan. Doğa her ne kadar güzel olsa da bu meyveleri bu derece çekici yapmaya çalışan bir el değmiş gibi geliyor insana. Hiç bir şeyin doğallığını koruyamamış olduğunu bildiğiniz bu dünya'da bu çilekler nasıl doğal olabilirler ki?

Guyava' lar, ananaslı meyve suları satanlar. Denesem mi bir bardak?

Baklavalar ve nice Arap-Türk tatlıları bir başka tarafta.. Hala açıkta satılmasalardı ya!! 24 saat üzerlerine çöken toz, toprak. Şimdi bir de yetmemiş gibi Korona da var! Hangi akıllı yer diyecem ama umursamayıp yiyen çok!

Ve  bu kez tam karşıma Türk Böreği çıkıyor.. Tabela'da yazmış, " Turkish Börek " . Bir defasında yemiştik orada. Ama sunuş ve yeniş biçimiyle Türkiye' den çok farklıydı. Türkiye'de sade börekse eğer, bol pudra şekeriyle yenirdi, ya da kıymalı ve peynirlisi olurdu.. Burada peynirli böreğin yanına salatalık turşusu ve domates ezmesi koyuyorlar.. Çok isterseniz yanında bir bardak Coca Cola içebilirsiz, ya da meyve suyu. Israel'de çay içme alışkanlığı pek yok gibi. Böreklerse, bol peynirle çok lezzetliler ama bir çok şey gibi orijinalinden farklılar. Israel'de değişime uğramış geleneklere bir göz atış bu..

Bambaşka ülkelerden gelen alışkanlıklar da mutasyona uğruyorlar. Burada bir diğer alışkanlıklarla, farklı versyonlarla karışıyorlar  Herşey yeni bir şekil alıyor. Yemekler, diller ve melodiler..  Sonunda bir Israel turu ortaya çıkıyor. Sanırım içinde değişik kültürleri barındıran bütün ülkelerde, yerel kültürle dışarıdan gelen farklıların  yepyeni oluşumlar yarattığı gerçeği kaçınılmaz bir sonuç.

Aklıma Shabat'a girmeden annemin beni bazen yufka almaya gönderdiği günler geliyor. ( Böreğin bana yaptığı  çağrışım! ). Evde bir şey bazen eksik olduğunda çocuklar etraftaki küçük esnaftan gider satın alırlardı o zaman.   Börek ve baklava gibi şeyler hazırlamak için kullanılan Türkiye'ye özgü bu hamuru hazır olarak  yaprak yaprak satın satarlardı.  Bu hamurdan yapılan Filas' lar da çok lezzetli olurlardı. Kızartilmiş üçgen böreklere biz filas ya da filikas derdik.

Daha küçükken oturduğumuz evden yukarıya çıkan Hasat Yokuşundaki Pasajdaki mezeci satardı yufka. İki üç tanesini beyaz bir kağıdın içine sarmalardı. Yokuşu inene kadar, kenarından açtığım yufkanın bazen neredeyse yarısını mıncıklaya mıncıklaya kemirirdim. Filas severdim ama yufkayı çığ yemesini daha da çok severdim.. Aslında sadece yufkayı değil ben çok şeyi çiğ yerdim.

Ve yanlız çocukken değil. şimdi de yaparım böyle şeyler. Hatta şimdi daha da rahatım, çünkü o zaman annemin azarlamaları işi bozardı. Şimdiyse bana laf edecek kimse yoktur başımda!

Geçen günlerde, kakaolu bir kek yapmaya karar verdim. Daha doğrusu Gal istedi.  Ben de gerekli malzemeleri bir kasede karıştırmaya başladım..Yumurta, şeker, vanilya, kakao, çikolata,  süt ve un, yağ ve sonunda hepsini fırına koymak için özel bir yere boşaltmamın arkasından, çocukluğumdaki gibi kasenin içinde kalan çikolatayı parmağımla yalamaya başladım.. Tatlı şeylerden uzun zamandır uzak durduğumdan beri böyle ufak tefek kaçamaklar şimdi eskisinden de zevkli.

Parmağınızla o kalan çikolatayı yemenin en ilginç yanıysa bu işi yaparken etrafta anneniz yoksa da yine de gizlenmektir. En komik, en heyecanlı yönüdür çocuklar gibi saklanmak. Bu kez de çocuklarınız görmesin diye saklanırsınız. En yapılmayacak şekilde parmağınızı kaseye daldıra daldıra çikolata yalarken, çocuklarınıza, ellerle yemek yemek ayıptır dediğinizi unutmaktır bu bir an  !

Bunun gibi nice şeyler vardı çocukluğumda yaptığım ve hala daha sevdiğim. Bir çok şeyleri pişmeden yerdim ben. Mesela fasulyeyi pişirmeden evvel. kenarlarını soyarlardı, işte ben o sapları bile alır çiğnerdim..bezelyeleri de daha kese kağıdındayken çalar yerdim.  Bugün bile, elma yediğimde de kızım şaşırır, bazen koçan nerede diye sorar ... Elma'dan elimde neredeyse hiç bir şey kalmaz, sadece küçücük bir saptan başka. İçindeki çekirdekleriyle, bütün elmayı yerim ben.. 

Kısacası işsiz bir adaya düşsem ve ateş yakamazsam da benim için pekte sorun olmaz galiba. Artık balığı bile çiğ yemeğe alıştığıma göre. Ama işte çiğ balık için yanına bir iki sos lazım:))

Sonunda shuk' un içinde bir süre dolandıktan sonra girdiğim bir sandwich'çide içine bir kaç kebabla beraber bol salata ve sos koydurduğum pitayı yerken Tel Aviv'in yavaş yavaş geri gelen renklerini yeniden seyredaldım...



Batya R. Galanti




17 Mart 2021 Çarşamba

İstanbul'da trafik!


İlkokul kitaplarımızın birinde trafik kuralları işlenmişti. Trafik kuralları ve trafik ışıklarının ne olduğu konusunda okulda bir defa (!) konuşulduğunu anımsıyorum. Kırmızı, sarı ve yeşil ışığın ne olduğunu anlatmışlardı bize...Bir kez!!  O bile fazlaydi :) . Renkli olarak çizilmiş trafik lambasının ışıkları kitapta ne güzel duruyorlardı.  Hangisinde durulur, hangisinde hazır olunup ne zaman geçilir.. E önemliydi tabii!! Bilmek lazımdı! Trafik kuralları olmadan insanın yoldaki güvenliği nasıl sağlanır, trafiğin işleyişi nasıl düzenlenebilirdi diyecem de hangi trafik düzenlemesinden bahsediyorum ben? Ya kimin güvenliğinden?

Benim kitapta okuduğum trafik kuralları kimi ülkelerde olduğu gibiydi. Ama biz ne trafik düzeni, ne trafik güvenliği tanıyorduk!  Trafik lambalarını, yaşadığım mega şehirde o yaşlarda belki bir ya da iki noktada ya görmüş ya da görmemiştim.

İstanbul'da geçen 28 yıllık hayatımda, Allaha emanet büyüyen bir toplum içinde şansa başıma bir şeyler gelmemişti. O kadar fazla yanlış, o kadar fazla kaderciliğin ellerine teslim, bir o kadar eksiklerle dolu bir yaşam sizi ölümle hayat arası ince bir ip cambazına bile çevirebilirdi.


12 yaşıma gelinceye kadar okula servisle gidip geldikten sonra Sainte-Pulcherie'de 6. sınıfa geçtiğimde artık otobüse binmeye başlamıştım. Ben bugünkü kafamla düşündüğümde, annemle babamda iyi cesaret varmış diyorum. Gerçi çok bilinçliydim. Gerçekten çok temkinli hareket ettiğimi anımsarım. Karşıdan karşıya geçerken dikkatliydim. Ama ne olursa olsun böylesi bir karmaşanın içinde Şişli Taksim arası gidip gelmek  bir çocuk için büyük riskti. İstanbul'da yaya geçidi olmayan bir şehirde karşıdan karşıya geçmenin tehlikeleri bir tarafa her bindiğim otobüste cinsel tacize uğramak işin bir ayrı problematik  tarafıydı.

İstanbullu şoförler için araba kullanmanın hiç bir şekilde ciddi tarafı yoktu. Sanki bir oyundu bu. Bir labirentte gidip gelen arabaların keşmekeşi içinde ellerinden geldiğince manevralar yaparak, adeta bir arabanın bir diğerini alt etmeye çalıştığı kaotik trafiğin içinde en atak davranana yol verilen caddelerde araba kullanan insanlar vardı. Ve aynı arabaların aralarında gezinen yayalar.... Burası sanki bir Lunaparktı. Çarpışan arabalar gibi bir trafikte yol almaktı bu.

Hem halk eğitimsizdi hem yollara bir duzen verilmemişti. Ortaları çukurlar, deliklerle dolu caddelerde , yarım yamalak bir asfaltın üzerinde şeritler bile belirlenmemişti. İnsanlarsa nasıl isterlerse öyle hareket ediyorlardı. Kendi kurallarını kendileri belirliyorlardı. Sağ, sol..kimin kimi solladığı, salladığı belli değildi..Ve her an biri diğerini uyarmakla, bir taraftan klakson  çalarken diğer taraftan camını açıp bazen el kol hareketleriyle; " Ne yapıyosun sen lan?! " diye kızanlar çoktu. Bazen işler bunun ötesine geçerken. arabalarını durdurup iki serserinin yaka paça giriştikleri az görülen şeyler değildi.t

Yayalarınsa caddelerin en olmadık yerlerinde yüksek atlamadaki maharetlerini sergilemeleri ise ayrı bir show'du. Birden bir çevre yolu üzerinde bile, en olmadık yerlerden, ortadaki demir parmaklıkları olimpik bir beceriyle atlayarak ölüme meydan okuyan kahraman insanlar arabaların karmaşasına ayrı bir atraksyon katarlardı.

Böylece ilginç bir şekilde siz de bu karmaşanın bir parçası olmaya alışıyorsunuz.

Ancak gençliğimde br kaç tanıdığım insan bu korkunç trafiğin cezasını eğir ödemişlerdi.

Sainte-Pulcherie'den tanıdığım bir Yahudi arkadaşımın,  ki Sıracevizler'deki evimizin hemen karşısında otuturdu, bir gün Kütüphane'de ailesiyle tatile çıkacaklarından bahsettiğini anımsıyorum. Ertesi günlerde trafik kazasında öldüğünü duyduğumda şok olmuştum. Daha 13-14 yaşlarındaydım ve yaşıtım bir genç kızın ölümü bana inanılmaz bir şey gibi gelmişti. Onun bize tatile gideceğini anlattığı anlar aklımdan çıkmamıştı hiç..

Bir defa da komik bir şey başıma gelmişti. Harbiye'de ışıklarda bekliyordum. Ve ileriden ambulans sireni duyuluyordu. Olduğum yerde beklerken yanımdan birden üstü başı berduş halde bir adam kendini caddeye attınca ambulans adamı bir anda havada uçurmuştu ( ambulans çok hızlı gelmiyordu ) Derbeder haldeki adam popo üstü caddenin ortasına düşerken ayakkabıları oraya buraya dağılmıştı. Ambulanstan şoför ve yanındaki adam birlikte inmiş adama bakarlarken biri diğerine, " Abi alalım onu da!" demişti.  Öteki de tamam deyip, arka kapıları açıp yerden toparladıkları zavallıyı da içeri soktuktan sonra yeniden çalıştırdıkları sirenle beraber hızla yola koyulmuşlardı . Ambulansın arkasından bakarken, Şişli yönündeki bildiğim tek hastane olan Etfal'e varana kadar acaba daha kaç kişiyi toparlarlar diye düşünmüştüm. Dolmuş gibi toplama müşterilerle seyahat eden bir ambulans tahayül etmiştim kafamda.

Yıllar sonra Türkiye'nin Avrupa Birliğine kabul edilebilmesi için konulan şartlardan biri toplumdaki ehliyetli insan sayısı yüzdesiydi. Yani ileri bir toplum olmanın gereklerinden bir tanesi de insanların ehliyet sahibi olmalarıydı. Tabi AB, Türkiye'den  bakkaldan ehliyet alır gibi ehliyet dağıtmasını beklememişti diye tahmin ediyorum ama olan buydu. O zamanlar ben 20 yaşlarındaydım  Ağbim bana araba kullanmayı öğretmeye başladığı gibi ehliyet için başvurmuştum.

Sınav Maslakta bir yerlerdeydi. Arabayla kuyruktayım, sıram geldi. Trafik polisi arabaya bindi ve hemen bana; " Arabayı çalıştır!" demesinin ardından, " Devam et ! dedi.

Sonuçta en fazla beş metre ileri gidip, arabayı geri vitese koyduktan sonra iki metre de geri sürmemin ardından  bana önündeki belgeyi imzalatarak ehliyet vermişti Türk Trafik Polisi.

Trafikte nasıl kullandığım, arabaya gerçekten hakim olup olmadığım hiç önemli değildi. Bu şekilde kaç kişiye ehliyet vermişlerdi o dönem bilmiyorum ama ehliyeti aldığımda araba kullanmayı  bilmediğimden eminim. Ve tabii ki arabayı alıp hemen yola çıkmamıştım. Ağbim bana uzun süre trafikte eşlik etmişti.  Bugünkü Türkiye'de ehliyet almanın koşullarını bilmiyorum o zamansa o insanlar yeni şoförlere değil trafik canavarlarına yol açıyorlardı.

Yıllar sonra İstanbul'da trafik eskiye göre biraz daha düzene girmişse de toplumun agresif yapısı sanırım hala değişmedi.  Hatta Türkiye'nin bugününü yakından tanıyanlar Türk insanının eskisinden daha da agresif olduğunu söylüyorlar. Ve tabii bu agresif yapı kendini trafikte de fazlasıyla belli ediyordur diye tahmin ediyorum. 

2007'deki son Istanbul seyahatimde hiç unutmadığım bir olay olmuştu. Ağbimin arabasında gidiyorduk, eşi yanında ben de arkada oturuyordum. Trafik içinde birisi ağbimi sıkıştırınca ağbimin ne yapıyorsun  demesine kalmadan serseri kullandığı cibi bir anda trafiğin ortasında durdurarak arabadan hışımla indi, o an arabadan çıkan kıronun sinirle güneş gözlüğünü arabanın içine fırlattığını gördüğümde birden o kadar korktum ki. Türkiye'de gazetelerde öyle tuhaf cinayetler okurduk ki, hiç yoktan adam öldüren insanlarla dolu bir şehirdi bu  O an tek düşündüğüm adamın ağbimi öldüreceği idi. Ona panikle bağırmaya başlamıştım camını kapatsın diye. Serseri neyseki bütün pozuna rağmen bir iki bağırıp arabasına geri dönmüştü. Ancak o bir kaç saniyelik anlar hayatımda en çok korktuğum anlardandı diye tahmin ediyorum.

Benim bıraktığım Türkiye'den bugünlere geriye ne kaldı. Neler aynı? Neler tam olarak değişti..bunları ancak oralara bir gün yeniden gittiğimde (?!) , kendi gözlemlerimle daha iyi anlayacağım diye tahmin ediyorum.

İnsanın Kültür yapısı günlük yaşamın her alanına yansıyor. Yemenizden, içmenize, sokaktaki yürüyüşünüzden, giyiminize, konuşmanıza.. Hayatınızı yaşayış tarzınızdan, insanlarla olan tüm iletişiminize ve trafik içinde nasıl hareket ettiğinize kadar her konuda doğup büyüdüğünüz, yaşadığınız toplumun izleri var.  Ve toplumlar da insanlar gibi zamanla değişiyorlar. Bazen daha iyiye bir gidiş oluyor, bazen herşey çok daha olumsuz yönde değişebiliyor. Toplumun nasıl olaylardan, ne gibi süreçlerden geçtiğine bağlı bu değişimler.

Dünya da aynı şekilde değişiyor. Kimi yönlerden iletişim çağının getirdiği bambaşka bir ilerleyiş ve etkiler söz konusu diğer taraftan insanların makineler yüzünden birbirlerine daha da yabancılaştıkları, kimi anlamda daha hırçınlaştıkları bir süreç yaşıyoruz. Yaşayabildiğimiz kadar yaşayıp daha neler göreceğiz bakalım!


Batya R. Galanti






 

 Babamın anısına!


 

Geçenlerde bir arkadaşıma sordum İstanbul'da hala Murat araba görmek mümkün mü diye? Artık sadece Anadolu'nun kimi şehirlerinde rastlarsın Murat arabaya dedi. İstanbul'da çok daha lüks arabalar varmış şimdilerde ve daha fazla markalar..

Çocukluğumda Doğu Bloku ülkeleri gibiydi Türkiye de.  Murat,  yani İtalyan markası Fiat'ın Türk imalatı olan Murat'ın Şahin ya da Doğan modelleri şehir trafiğinin büyük bir bölümünü kapsıyorlardı.

Aslında ben doğmadan evvel babamın Opel'i varmış bir tane, Benim ilk çocukluk yıllarımdaysa arabamız yoktu. Annem araba kullanacak biri değildi. Zaten gözleriyle problemleri vardı. Babam'da da bir aralar trafiğe çıkma korkusu vardı.  Derken yıllar sonra ağbimin ısrarlarına dayanamayarak babam da çoğunluğa uyarak, bir Murat almıştı. Hem de "Kahverengi" bir Murat. Nereden buldysa?? Neyi mi? Kahverengi arabayı!! :)  Bir araba için en olmayacak renkti herhalde. Ama derler ya renkler ve zevkler tartışılmaz diye.

İlk günler kapının önüne koyduğu arabayı hemen kullanamamıştı. Bir zaman bu işi nasıl becereceğinin kaygısı onu kısmen engeller gibiydi ama annemin ona bir iki çıkışıyla ister istemez cesaretini toplayarak  işe arabayla gidip gelmeye başlamıştı.

İstanbul'da arabası olan birine o zamanlar neredeyse zengin biriymiş gibi bakabilirlerdi bir çokları. Mesela apartmandan çıkarken, kapının ağzında oturan kapıcımızın bakışlarını gördüğümde adeta tuhaf hissederdim. Sanki çok matah insanlar gibiydik. Bizler arabamıza binip çıkıyorduk. Onlarsa kapının eşiğinde oturuyorlardı. Toplumdaki eşitsizlikler Türkiye'de çok fazla göze çarpan bir şeydi hep. Sadece aptal bir Murat arabanız var diye kendinizi suçlu gibi hissedecek kadar fakirlik vardı toplumda. Halbuki biz de alelade  insanlardık. Sadece ekonomik seviyeler arasındaki uçurum büyüktü.

Ve işte ilk o zamanlar sabahları babam beni arabayla okula bırakmaya başlamıştı.  Yanıma kasetler alırdım okula giderken . Biraz olsun keyfimi yerine getiren tek şey özellikle Mireille Mathieu'nun sesiydi.Ve çok kez yarı yolda, Pangaltı civarlarında  Sciences Naturelles ( Yani Doğa Bilgisi ) hocamız olan Mme Satenik Şahiner' i toplardık. Her sabah aynı noktada dolmuş beklerdi. Biz de onu görünce arabamıza alırdık. Hep beraber konuşa konuşa okula giderdik. Okulda en sevdiğim hocalardandı bu kadın.. Çünkü Mme Satenik sadece Sciences Naturelles öğretmezdi. Bizimle herşeyi konuşurdu. Bize hayatı anlatırdı. İnsan seven bir kişiydi. İnsancıl olduğu kadar da akıllıydı. Güleryüzlü ve dersinde bulunmaktan memnuniyet duyacağınız bir öğretmendi. ( Hayattaysa ki pek sanmıyorum uzun ömürler diliyorum kendisine..ölmüşse de mekanı cennet olsun ).

Ve derken, çocukluğumun babamla en yakın olduğum dönemleriydi bu dönemler. Kavgasız, gürültüsüz,  genel olarak rahat bir ilişkimiz olmuştu. Çok fazla beklentileri olmayan bir insan olduğu için miydi bilmem ya da etrafına asi davranışları olmayan benim ılımlı ve uyumlu karakterim miydi ?

Eşime hep derim, ben ergenlik çağı krizi falan geçirmedim diye. Belki de karşımda bu krizi karşılayacak taraf yoktu. Bir çok açıdan kendi halimde büyümüştüm. Sorunlar peş peşe gelince Insanlar kendi dünyalarına, kendi şahsi problemlerine daldıkça çocuklar bazen ikinci plana düşebiliyorlar.

Aynı dönemlerde en sonunda, her fırsatta doktorlardan kaçan babamın en büyük endişesinin ona koyulacak teşhis olduğunu anlamıştık. Sol elinin eskisi gibi hareket edemediğinin getirdiği soru işaretleri annemi fazlasıyla meşgul ederken babam gerçeklerden kaçma mücadelesine girmişti. Bir eli kısmen donmuş gibiydi. Ve bunun ardından adımları yavaşlamış, ayaklarını yerde sürer şekilde yürümeye başlamıştı.

Sağlığının düşüşüyle birlikte, ben 20 yaşıma geldiğimde bu kez babamın işindeki hissesi elimize verilerek, kendi kurduğu şirketten çıkarılmıştı. Çünkü rahatsızlığı artık işte yeterlilik gösterebilmesine engeldi.

1963'te ağbimin adı Moşe' yi Türkleştirerek kurduğu Metin Çamaşırları Anonim Şirketi,  Mahmutpaşa'da, yani İstanbul Toptan Piyasasının ana merkezinde bulunan dükkan senelerle ilerleyerek büyümüştü. Üç katlı kocaman bir mağazayı birlikte yola çıktığı ortağıyla idare etmişlerdi. Fakat hastalığıyla birlikte oyunun kuralları bu kez tamamen değişmişti. Zamanla büyüyen işe giren üçüncü ortakla birlikte babamı işte tutmak işlerine gelmeyince kendimizi, işin esas kurucusu olan taraf dışarıda bulmuştuk.

Babam  durumuna ve yaşadıklarına karşı küsmeden hayata devam etmeyi tercih ederken bir seneden diğerine ağırlaşan bedenine rağmen annemin teşvikleriyle, ne kadar zorlansa da her gün çıktığı yürüyüşlerinden yılmamaya gayret ederken onun bir gün olsun şikayet ettiğini hatırlamıyorum..Hastalığıının getirdiği kısmi engellerle bile en büyük tutkusu hala araba kullanmaktı. Yıllarca araba sürmekten vazgeçmemişti. Bu her ne kadar büyük bir hata idiyse de . Başka bir ülkede zaten ehliyetine çoktan el konulmuş olmalıydı. O her ne kadar dikkatli bir sürücüyse de böylesi bir hastalıkla trafiğe çıkmanın getirebileceği zorlukları ve tehlikeleri tahmin etmek zor değil.

Dün, uzun zamandan sonra babamı düşündüm yeniden.. Christina Aguilera'nın " Hurt " şarkısını dinlerken birden göz yaşlarımı tutamadım. Hayatının son senesini düşündüm. O son seneye kadar sürdürdüğü gayreti ilk kez kırılmıştı. Artık elinde geriye hiç bir şey kalmamıştı, görüşünü de kaybettikten sonra! Artık hiç işlemeyen bedeni sadece başkasının ellerinde bakıma muhtaç olduğu son yılları zor olmanın ötesinde bir yaşama dönmüştü.

Dün onun yaşadıklarını hatırladım. Kendi hayat bocalamamın ortasında ona yeterli olamadığımı hissettim.  Ona veda ettiğim son sabah içtiği şeyin boğazında kalmasının ardından girdiği komadan çıkmamıştı.

1 Nisan 2006'da kaybettiğim babamın dün  İbrani tarihine göre  vefaatının 15. yılıydı.  Dilerim huzur içinde uyuyordur!

יהיה זכרו ברוך


Batya R. Galanti


15 Mart 2021 Pazartesi

Her insan bitlenebilir!

Hayatında hiç bitlenmemiş insan varmıdır bilmiyorum.  Benim çocukluğumdaki Türkiye'de bit yeterince yaygın bir sorundu. 

Aslında bugünlere dek Israel'de de ana okullarıyla ilkokullarda bit salgınları olur ve aileler çocuklarını kontrol edip,  tedavilerini yapmaları konusunda sürekli uyarılırlar.

Eskiden en anlamsız tabulardan biri de bitlenmek konusuyla ilgiliydi. 

Bitlenmeyen çocuk yoktu ama sorarsanız tek bitli sizsiniz zannedebilirdiniz. Bitin iğrençliği yetmemiş gibi bir de işin yerin dibine girmek tarafı vardı. Sosyal normlar sizi böyle konularda çok fazla sır saklamak zorunda bırakırlardı.

Bu yüzden bir çokları gibi sizin de başınıza bu nahoş durum geldiğinde, kendinizi zaten yeterince huzursuz hissettiren bu korkunç yaratıklardan bir an önce kurtulmaya çalışırken bir de çevrenizdeki insanların sizde ya da yanlışlıkla çocuğunuzda bit olduğunu bilmemeleri için gayretlere girerdiniz. 

Aslında siz istemeden bir yerden bitlenmişseniz yapmanız gereken esas şey, sizinle muhatap olmuş diğer insanları bir an önce uyararak saçlarına büyük ihtimalle sıçramış olan tek bir bitin bile kafalarında bir kasabaya dönüşmeden bir an önce tedaviye başlamaları için uyarmak olmalıydı. Hiç kimse pis olduğundan bitlenmez . Ve bu konu herkes tarafından biliniyor olmalı. Bu sadece bir salgındır.

İşin ilginç tarafı ben okulda değil de yazları adada bitlendiğimi anımsıyorum. Acaba sıcak yerlerde, ve sıcak ortamlarda daha çok mu bit salgını oluyor, onu da bilmiyorum. Çünkü Israel'de de bu konuda baya problemler oluyor.

Bir başka bilinen gerçekse kimi insanların bu yaratıklara daha cazip göründükleridir.  Bunun sebebi kan grubunuzla ilgili bir şey mi? Ciltle mi alakalıdır bilmem ? Ancak çocukluğumda bitlere çok çekici görünen insanlardan olduğumdan eminim.

Bir yazı hatırlarım, kuzenlerimle beraber üçümüz de bitlenmiştik. Annemler panik, büyük kuzenimi ezcaneye bit ilacı almaya göndermişti teyzem. O zaman Kwell Şampuan vardı. Arada tek tek  bizi taramaya başlamışlardı. Başımızda gördükleri küçücük yaratıklardan dehşete düşmekle meşgullerken birden kapının çalındığını hatırlıyorum. Kuzenimin arkadaşı gelmişti. Kardeşiyse,  ufaklık daha, ne yapsın;  "Ağbim yok,  bit şampuanı almaya gitti deyince!"Çocuk tabana kuvvet bir an önce olay merciinden uzaklaşmıştı bile.

Aynı günlerde, annemlerin arkadaşları gelmişlerdi bir akşam. Kuzenimin Down Sendromlu amcası evde bütün gün bit temizleme işlemlerini izlemekten çok etkilenmiş olacak, annemlerin arkadaşlarının küçük oğlunu yanına çekerek iki yaşındaki oğlanın başında bit aramaya başlamıştı.. Kadın birden durup. "Beto ne yapıyor, oğlumun başında bit mi arıyor? " derken annemler ne tepki vereceklerini bilememişlerdi. Allahtan biz artık temizlenmiştik.

Senelerden sonra artık 17 yaşımda bir genç kızken Israel'e gelmiştim annemle beraber. Aynı günlerde Amerika'da seyahatte olan kuzinimin evinde amcam ve eşiyle birlikte kalıyorduk.  Onlar torunlarıyla ilgilenirken, bizde onlarla birlikteydik.  Kuzinimin iki oğlu çok tatlı çocuklardı. Küçük olan daha ilkokula yeni başlamıştı. Beni çok seviyordu ve sürekli yanımda oturup omzuma başını koyuyordu.

Onlarla birlikte kaldığımız iki haftanın sonunda İstanbul'a dönmüştük. Ve Israel'den İstanbul'a döndüğümüz uçakta annem benim kaşınmaya başladığımı farketmişti. Alerjik bir tip olduğumu bildiği için,  kaşıntıların başladı yine senin derken, aklımıza Israel'den İstanbul'a bit nakliyatı yaptığımız gelmiyordu bile. İstanbul'da bir kaç gün içinde kaşıntım iyice artınca annem, "Gel ben senin başına bakayım,  çocukluğundaki gibi tuhaf tuhaf kaşınıyorsun sen! " demesiyle, kafamda Israel mahsulü sevimli yaratıklar bulduğunda ne derece mutlu olduğumu anlatamam.

Seneler sonra Israel'de, Danielle'in ilk yuva günlerinde , sürekli uyarılar olurdu. Yuva'da bit var, çocuklarınızı kontrol edip gerekeni yapın lütfen diye bildiriler konulur ve öğretmenler uyarı yapardı. Ancak Danielle ile bu konuda çok şanslı olduğumu anlamıştım. Kızım kesinlikle benim gibi değildi. Hiç bir defasında Danielle'de bit çıkmamıştı.

Bu şekilde okul zamanına aylar kalaydı. Bir gün bir tanıdığım, eşi yolculuğa çıkınca koca bir villa'da yanlız kaldığı için benden onu bir kaç günlüğüne evimde ağırlayabilip ağırlayamayacağımı sormuştu. Ben de tabii neden olmasın diyerek, aynı gün bana gelmesini söylemiştim.

Genç bayanın bana gelmesinin ertesi gününe ilk defa Danielle'in kafasını birden iyice kaşımaya başladığını farkettiğimi hatırlıyorum. Buna rağmen hala Danielle'ın kafasında bit olacağına inanmıyordum çünkü o nice salgınları tertemiz kalarak atlatmıştı o günlere dek.

Ancak bu kez yanılıyordum. Hayatında tek bir kez bitlenen kızım, tam eve misafir kabul ettiğimiz o günlerde bitlenmişti. Üstüne üstlük misafire de anında bulaştırmıştık. Bense tam Türk kafasıyla; " Şimdi  ne diyecek?! "fikirleriyle kendi kendimi ekstradan sıkıntıya sokuyordum. Biz böyle bitli bir aileymişiz gibi şeyler düşüneceği fikirleri nasıl beni huzursuz etmişti. Birine iyilik yapmak isterken zarar vermişim gibi bir his yaşıyordum.

Neyse bir şekilde hepimiz temizlenmiştik sonunda.

Şu satırları yazarken klavyeye mi basayım yoksa bit mevzusunu açmışken kafamda hissetmeye başladığım kaşıntılar yüzünden kafamı mı kaşıyayım bilemedim.

Artık en büyük umudum torunlarımdan yapışacağım günlerde 😂.


Batya R. Galanti