13 Ocak 2021 Çarşamba

Amerika hapşırsa dünya nezle olur derler.

 




                                                  Amerika'ya neler oluyor? 

 


Çocukluğumuzdan beri izlediğimiz Hollywood filmlerinin etkisimidir bilmiyorum, dünyanın dört bir yanında çok farklı, çok güzel ülkeler varken bir çok insana nereye göç etmek istersin diye sorduklarında Amerika'ya diye cevap verirler.

Bilinen bir klasiktir. Amerikan Rüyası!!

Her başı sıkışan,  yaşadığı ülkede kendine yer bulamayanların,  başka yerlerde yaşamları ters gidenlerin hayalidir Amerika.

Mesela Türkler Amerika'dan yeterinden fazla nefret ederler ama kendileri ya da çocukları için daha iyi bir gelecek düşündüklerinde çoğunun aklına ilk Amerika gelir..

Aslında  flmlere , romanlara yansıyan. o insanı keşke ben de bu hikayenin bir parçası olsaydım dedirtecek kadar kusursuz değildir gerçek hayatta hiç bir şey..

Dünya'da kusursuzluğa Amerika'dan çok daha yakın ülkeler mevcut aslında ama dedim ya bir Amerikan Rüyası oluşmuş insanların düşüncelerinde..

Birileri zihinlerine o kusursuzluğu, o mükemmelliği işlemiş bir zamanlar.

Kocaman boyutlarıyla, tüm yeniliklerin, teknolojik gelişmelerin öncüsü bu ülke insanlara  fırsatları kırmızı halıyla sunacakmış gibi bir his yaratıyor bir çokların gözünde. Dünyanın dört bir yanındaki insanların hayallerindedir tüm servetlerini biraraya getirerek Green Card'a kavuşmak.

Diğer tarafta Amerikalı dostlarınızla konuştuğunuzda çok farklı bir tabloyla karşı karşıya olduğunuzu görebiliyorsunuz.  Size uzun zaman iş bulmakta yaşadıkları zorlukları anlatanlar var. İstedikleri doktora muayene olabilmek için aylarca bekleyenler var.

Tam  kurduğumuz hayallerdeki gibi kocaman evlerde yaşayanların yanında gecelerini cadde köşelerinde geçirmek zorunda kalan yığınla insan var Amerika'da!

Amerika'da istemediğimiz kadar fazla sosyal farklılıklar. bir birinden ayrılmış, ayrıştırılmışlar var, ve  çok fazla ırkçılık var...

Amerika'da sağlık sistemi herkesi kapsamıyor. Ve bu çok büyük bir eksiklik yaratıyor.

Amerika' da insanlar herkesle eşit şartlar içinde yaşadığını hissetmiyor!

Bugün yaşanan isyanların altında yatan sebeplerden en önemlisi bu zannediyorum.

Kaybolmuşluk içinde olan insanlarla dolu bu toplum Amerikan toplumu.


......................


Hayatımda iki kez Amerika'dan dünya televizyonlarına yansıyan görüntülerden şok oldum.

Biri 11 Eylül Saldırısı'ydı ..

İkiz Kulelere yapılan saldırı inanılmaz bir olaydı.

Nasıl olur da dünyanın en güçlü ülkesi, en iyi istihbaratína sahip, en çok korunan devletinde  ( en azından o güne, o anlara kadar biz bunu böyle biliyorduk. )  böyle inceden planlanmış,  sofistike, devasa bir terör saldırısı gerçekleştirilmişti? 

O gün  düşündüğüm  dünyanın o andan itibaren değişeceği idi.

Bizi neler bekliyordu acaba? 

Amerikanın böylesi bir terör saldırısı karşısında vereceği cevap dünyayı büyük bir savaşa itebilirmiydi?

İlk akla gelen Pearl Harbor olayı olsa da bu kez karşı tarafta bir devlet değil ancak çok geniş kapsamlı bir terörist organizasyon vardı.

Bin Laden Liderliği'ndeki Radikal İslami Teror'e karşı, Ortadoğu'da Amerika'nın varlığını iyice genişleteceği sonuçlar getirmişti bu saldırı..

Irak'ta, Afganistan'da. Yemen'de Amerika yıllarca sürecek bir savaşa girecekti.

Yaklaşık 3000 kişinin hayatına mal olan bu olay sadece Amerika'liların değil dünyanın da gözlerinden silinmeyen büyük bir sarsıntı yaratmıştı.

..........................


Geçtiğimiz hafta Amerika'dan bu kez başka türden görüntüler vardı ekranda. Bir süredir Trump taraftarlarıyla Demokratlar arasında devam eden çekişmelere sahne olan. Amerika'da sık sık protesto gösterileri olduğunu duyduğumuz için ilk anda fazla dikkat göstermediğim son görüntülerin ne olduğunu  duyduğumda inanmakta ilk anda zorlandım.

Birbiriyle itişerek, ellerinde Amerikan bayraklarıyla yürüyen binlerce insanın Amerikan Kongre Binasını basmış olması kimin düşünebileceği bir şeydi?

Amerikaya Amerikalılara neler oluyordu?

Mısır'da Tunus ya da Irak'ta görülebilecek türde bir olayın Amerika'da gerçekleşmesi ne derece olasıdır diye sorsalardı?

Dünyanın demokrasi sembollerinden birinde , Amerikanın özgür ruhunu temsil eden temsilciler meclisini alt üst eden barbarlar nereden gelmişlerdi?

Kimi polisler belli ki paniklerken bir diğerleri söylenenlere göre etrafa saldıran vahşilerle selfie çekmekle meşguldü.

Kongre Binasının böylesi gergin günlerde yeterince korunmadığı  söyleniyor.

Siyahi bir polis, " Black Lives Matter" gösterilerinde insanlara karşı yeterinden fazla kuvvet kullanan bir çok meslektaşlarının burada aynı tepkiyi göstermediklerini, müdahale etmekte isteksiz davrandıklarını iddia etti.

Sonuçta Washington D.C 'den gelen görüntüler, Demokrasi'nin bugün Batı'da bile nasıl bir ince çizgide seyredebileceğini gösterir gibiydi.

Bir şeyler Amerika'da her zamankinden daha kırılgan görünüyor.

Amerika'nın  hala daha temelinden gelen kimi sorunları çözememiş olduğu ortaya çıkıyor.


Ayrıca bugün dünya politikası'nda genel larak görülen bir akım var.. Halktan destek almak adına popülist propagandaları sonuna kadar kullanan politikacıların popülerleştiği tehlikeli bir döneme girdik gibi.

Trump  ekstrem fikirleriyle bir çoklarını arkasına almayı başarırken, bu yüzden demokrasiyi nasıl tehlikeye attığını, kimi temel değerleri devirdiğini, Amerikan toplumuna nasıl zararlar verdiğini görmezden gelen bir Başkan oldu.

İstediğini zorla almak için herşeye hazır bir barbarizm örneği olana kadar.

Başkalarının sözünü ne pahasına olursa olsun dinlemeyecek kadar gelişkin olan egosuyla bugüne kadar hiç görmediğimiz bir Başkan örneğiydi Trump.

Yanlışlarını kabul etmeye hazır olmayan bu adam Amerika'daki bölünmeyi daha da derinleştirdi deniyor!

Geçtiğimiz hafta Kongre Binasına girmeden evvel toplanan kalabalığı  bile bile isyana teşvik eden sözlerinin yanlışlığını kabul etmeyen Trump'ın bütün sosyal media hesapları bloklandı.

Twitter gibi sosyal medya şirketlerinin ekstrem tepkisi de Trump taraftarlarının ekstrem tepkilerini getirir mi bilmem..

Biden'ın yemin törenine katılmayacağınız söyleyen Trump'ín destekçilerinin bu töreni bir çatışma sahasına çevirmek istekleri bilinirken, simdilik Washington'da sıkıyönetim gibi bir durum var.

Amerikan Güvenlik Servisi bu kez işi şansa bırakmamak için elinden geleni yapıyor.

Biden' ín nasıl bir başkan olacağını sadece yaşayıp göreceğiz.

Amerika'da bugün yaşanan bölünmüşlüğü ortadan kaldırmak için ne yapacak?

Kendisine oy vermeyenleri de kanatları altına almaya hazır olup olmadığını gösterirse, sadece Demokratların, belli bir zümrenin Başkanı olmadığını ispatlarsa belki o zaman kimi sosyal uçurumlar kapanır.  ve düşmanlıklar azalır

Sağlık Sisteminde gerçekleştirmek istediği devrim ise bir çoklarının ona oylarını verme sebeplerinin başında geliyor mutlaka.


Amerika hapşırsa dünya nezle olur derler...

Dilerim bir çok şeyde örnek görülen bu toplum bugünleri daha fazla yara almadan atlatır!



Batya R. GALANTI 
















12 Ocak 2021 Salı

YAĞMUR

 YAĞMUR


Akşam otobüsten indim.  Evimin iki yüz metre ilerisindedir Rishon LeTsion'un Merkez Otobüs İstasyonu  İçeride alışveriş yapmak için dükkanlar da vardır.

Otobüs'ten indiğimde hafif çiseliyordu. Bu kış yağmur açısından şanslı sayılırız. Çok kurak bir kış değil Israel'de. Süpermarkete girip  bir kaç şey satın alayım dedim önce. Alışverişi tamamlayıp kulağımda müzik dışarı çıktığımda baktım insanlar koşu
şturuyorlar. Yağmur tam bastırmış. İçeriye mi girsem tekrar Yok ya  gerek yok, iki dakikalık mesafe alt tarafı yürürüm ben!  Hem böylesi bir yağmurda yürümeyeli ne kadar zaman oldu.  Seneler evvel okuduğum bir makale geldi aklıma. Hayatın küçücük anlarında saklı olan farkedemediğimiz özel şeylerden bahsediyordu.  Mesela yağmurda yürümek gibi diyordu !! 

Tamam işte o özel an şimdi!! Yağmurda, hem de sağanak yağan yağmurda.. herkes koştururken. ben yürüdüm.

Ben yağışı bol bir şehirde büyüdüm. 

Kış demek  yağmur demekti İstanbul'da!!. Ama muson yağmuru gibi yağmurlar değildi çoğu zaman yağan.  Hafiften ama hic bitmeyen, ahmak ıslatan yağmur dediklerindi çoğu zaman.  Pis bir yağmurdu!! 

Hahahaha evet gerçekten de çok pisti. Yok yanlış anlamayın yağarken temiz yağıyordu ama yere düştüğü an çok pis oluyordu!

Şehrin alt yapısı olmayınca hafiften yağan bir yağmurun bile yaşamı olumsuz etkilemesi mümkün. En azından giyim kuşam kalitenizde epey bir düşüşe yol açabiliyordu çamurlu caddelerde yürümek!


Okul dönüşü Şişli Meydanın'daki otobüs durağından  Sıracevizler'deki evime yürüken eteğimin altındaki soket çoraplarım ve mokasen ayakkabılarım mahvolmasınlar diye ne kadar çaba harcasam nafileydi.. 
Kaldırımdaki kırık taşların üzerinde bir akrobat gibi yürürken ayaklarımın, bacaklarımın ıslanmaması ve çamurlanmaması için  yoldan çok yerlere bakmak zorunda kalırdım. Herkes gibi. Koca bir şehrin  yamanmış caddelerinde büyüdük biz.  Kaldırımlarda ya da asfaltın orta yerinde kocaman çukurlar yağmur sularıyla dolardı her zaman.  

Bir defasında Pangaltı'da  ( O zamanlarda artık İstanbul'da trafik ışıkları konulmuştu bir çok yere  :) ). Bir kaç insanla birlikte  yaya geçidinde yeşil ışığın yanmasını bekliyordum. Kaldırımın biraz ötesinde ise yine içi su dolmuş bir çukur vardı. Ne olduğunu anlamadan arabanın teki o çukura öyle bir hızla dalmıştı ki bir anda duştan çıkmışcasına saçlarımdan en aşağılara kadar sırılsıklam olmamın dışında yuttuğum en az yarım bardak çamur suyu yüzünden acaba kolera, tifo falan olurmuyum fikirleriyle beraber kendi halime nasıl güldüğüm hep aklıma gelir yağmur denilince.  O anki halimin çok şapşal olduğundan emindim.

İstanbul'da yağmur buydu işte! Bu yüzden de yağmuru hiç sevmezdim. Çocukken yağmur yağsın diye dua etmezdik biz Istanbul'da. 
Kış geldiğinde en büyük dileğimiz kar yağmasıydı. Sabah kalktığımda her yer bembeyaz olsun diye dua ederdim hep.

Dün yürüdüğüm ikiyüz metrelik mesafenin sonunda kapıdan girdiğimde eşim bana bakarak; " Bu ne hal !!" dedi. Her tarafımdan sular damlıyordu ama ben nedense inanılmaz derecede mutluydum. Yağmurda yürümek bana ne kadar da iyi gelmiş. Saçlarım sırılsıklam olsa da, üzerimdeki yağmurluktan damlalar aksa da, ya da jeans'im sırılsıklam bacaklarıma yapışmış olsa da ne farkeder. İşte sıcacık evimdeyim yeniden. 

Gülümsedim, "Biraz yağmur yağıyor " dedim.

Israel'de yağmur az yağar. İşte bu yüzden bu ülke'de bu defa yağmur yağsın diye dua etmeye başladım. 

Devamlı parlayan güneş, masmavi gökyüzü insanın içine yaşam sevinci verse de yağmuru özlüyor kişi bazen!  Burada da yağdığı zaman bir anda gökler  açılıveriyor bazen işte böyle. Tropik yağmurlar gibi bastırıyor. Gök gürültüleriyle. Yıkayıveriyor her tarafı!

Gece sıcacık yatağımda uykuya dalmadan evvel de şimşekler çaktığını farkettim yeniden. Dua ettim uykuya dalmadan yağmurda hiç kimse evsiz kalmasın herkesin sığınacak bir yuvası olsun diye!


Batya R. Galanti.



Geçen sene bir gece yadan kuvvetli yağmuru çekmiştim yine

                                             

11 Ocak 2021 Pazartesi

 




                                               Danielle'im!


Bebekler daha üç aylıkken bazı sesler çıkarmaya başlarlar.. Bunlar konuşmanın en primitif halidir.

İlk o zaman onların bizimle daha farklı anlamda bir iletişime girmeye başladıklarını hissederiz.

Anne babalarının gözlerine kilitlerler gözlerini ve onların mimiklerini taklit etmek ister gibi ifadeler oluşur yüzlerinde.

Danielle'ín o günleri dün gibi gözümün önündedir..

Hayata gerçek bir doğuş işte sanki o günlerde başlar.

Ben en azından böyle hissetmiştim..

İlk bir iki ay insiyaki olan çoğu şey  üçüncü ayın başlarında farklı bir anlam kazanmaya başlar.

Onlara gülümsediğinizde size bilinçli olarak karşılık vermeye başladıkları zamanlardır artık.

Çıkardığınız sesleri, kelimelerinizi taklit etmek istiyorlarmıçasına bir çaba görürsünüz  birden.

İçinizde doğan yepyeni bir aşk gibidir o günler.

Gözlerinizin içine gülen gözlerle baktıklarında tek yapmak istediğiniz şey onları yüreğinizin içine koymaktır.

Bebeğe, o küçücük varlığa duyulan sevgiyi kelimelerle ifade etmek mümkün mü bilmiyorum.

Küçücük bir canlının elinizde filizlenip büyüdüğünü görmekse sanırım esas mucize.

Bazen ben çok tuhaf şeyler hissederim. Sanki çocuklarımı doğurmuş olmak değil, onların benim ellerimde büyümüş olmaları beni onlara en çok bağlayan şeymiş gibi bir his vardır içimde.

Danielle'ın doğumunun arkasından gelen günlerde yaşadığım duygular çok yoğundular..

Çoğu zaman tarif edildiği kadar basit olmayabiliyor bir annenin ilk duyguları.

Yıllar sonra Gal dünyaya geldiği günlerde aklımda olan tek şeyse Danielle'di.

Ondan uzak kaldığım, o bir kaç günlük doğum sürecinde onun neler hissettiğinden başka bir şey yoktu aklımda.

Hastane'den eve dönerken eşime arabayı durdurmasını rica ettiğimde ilk girdiğim dükkandan ona gözüme görünen en sevimli ördeği almıştım..

Küçücük bir hediyeydi ama ben en çok o ördeği sevmiştim.

Ve ona en çok sevdiğim şeyi almak istiyordum ben

Tek istediğim Danielle'ín onu hala sevdiğimi bilmesiydi.

Çocuğum beş yaşına geldiğinde onu ilk günden çok daha fazla sevdiğimi biliyordum.

Halbuki Danduş bebekken, acaba büyüdüğünde artık küçük bir çocuk olmayacağı için onu çocukluğundaki kadar sevmeye devam edecekmiyim diye sorardım kendime?

Ya büyüdüğünde bazı şeyler eksilirse derdim hep.

Ama o büyüdükçe ona olan sevgim katlanarak büyüdü.

Karşımda gördüğüm, benden daha uzun  genç kıza baktığımda ben bugün sadece sevgiyi görüyorum.

Ve biliyorum ki beni ona bağlayan şey onu doğurmaktan çok ona verdiğim senelerimdir .  💓


Batya R. GALANTI












10 Ocak 2021 Pazar

Bir taraftan sağlık kurumlarındaki yeterli istihdam, diğer taraftan tecrübe sahibi sistem ve Israel'de böyle zamanlarda gönüllü hizmetten kaçınmayarak uzun saatler çalışmak için baş vuran çok insan olması da bunda etkilidir.








                              Israel nüfusunu nasıl bu kadar hızlı aşılamaya başladı.                                

  


Kimi gün yaptığım işlemlere göre, bir yirmi dört saat içinde zaman zaman  kaç kez tuşladığımı bilmedigim nüfus numaramın buraya göç ettiğimden  beri ilk ezbere öğrendiğim şeylerden biri olduğunu düşündüm.

Nüfus kağıdınız resmi bir merci karşısında kim olduğunuzu gösteren bir kimlik olmasının ötesinde sizin de aynı mercilerden, devlet karşısında  ne gibi haklar talep etmeye hakkınız olduğunu da belirler..

Israel nüfusunda kayıtlı olan bu numaram bu ülkede dini ve dili ne olursa olsun her Israellinin  ( Israel vatandaşı olan Yahudi ya da Müslüman Arap, ya  Çerkez,  dürzü veya bedevi..... ) sahip olduğu hakların anahtarı olan seydir. 

Geçmişte, doğup büyüdüğüm Türkiye'de de aslında nüfusumun üzerinde bir numara olduğunu hatırlarım.

O numaranın bir işlevi olması gerektiğini bile düşünmemiştim, belli zamanlara kadar.

İnsan yaşadığı sistemin kendisine verdikleri ve vermediklerine göre ya akıllanıyor ya aptallaşıyor sanırım. 

Hayatım boyunca pek kullanmadığım bir numara sadece resmimin yanında kayıtlıydı...

Bu numaranın tek bir özel önemi vardı.  Devlet benim kim olduğumu biliyordu, hakkımda kimi temel bilgiler devletin elindeydi.  Ve resmi makamlar beni bir şekilde takip altında tutmak şansına sahiptiler.

Ancak benim bu numarayla vatandaşlık haklarına sahip olduğumu gösteren bir işaret pek mevcut değildi.

Hiç öyle bir hak varmıydı ki?

Türkiye'de her hususta kendimizi sadece kendi ellerimizle koruyabildiğimiz kadar korurduk.

Kendi kişisel gücünüzün yettiği kadar.. Öncellikle bu iş paranın yardımıyla olurdu ve kimi tanıdık yoluyla elde edebilecekleriniz de vardı.. 

Fakirseniz sürününürdünüz.


Israel'e  geldiğimdeyse ilk  günden bir sağlık sigortam olduğunu anladım...

Yaşadığım yerde bana verilen bir listeye göre seçtiğim bir aile doktorum vardı.

Çok genç bir doktor çıkmıştı karşıma..

Adamı sadece aile doktoru değil, psikolog gibi aldığımı anımsıyorum..

Daha çok yeni bir doktor olmasının verdiği bir sabır vardı onda....

Arkadaşımı da hemen ona taşımıştım.

Adam sadece doktorumuz değil, ilk yardımımız olup çıkmıştı. ( İstisna bir durum olduğunu kabul etmem gerek)


Israel'de aile doktoruna her bir kaç vizit'ten sonra küçük bir ücret vermek durumundaydık, O da banka hesabımızdan inen bir şeydi.

Burada sağlık sistemi daha Israelín kuruluşundan çok öncelere. 1910'lara dayanan bir şeydir..

İstadrut denenen kurumla ilk adımları atılan bu sistem  buraya yerleşen Rus Yahudilerinin, birlikte yaşama başlarken attıkları ulusal temellerden biriydi.

Herkese ulaşan bir sağlık sistemi kurmak.

Bugün Israel'de dört büyük kuruluş tüm nüfusu kapsayan sistemin parçasıdırlar.

Sizin sağlığınızı ( hasta olamadan evvel!!)  sizden çok korumakla yükümlü dört büyük sağlık kuruluşu..


Kırklarımın sonuna geldiğimde beni benden fazla korumaya çalıştıklarını daha iyi anladım..

Aslında ilk günlerden  bu sistemin kolaylıklarından faydalandığımın farkındaydım.

Fakat yaşınız ilerlemeye ve kimi hususlarda artık risk grubu içine girmeye başladığınızda bunu daha çok anlıyorsunuz.

Son bir kaç senedir politik sistemde yaşanan tüm belirsizliklere ve kaotik ortamın getirdiği politik güvensizliğe rağmen yapılan araştırmalar Israellilerin büyük çoğunluğunun Israel'deki sağlık sistemine, üye oldukları sağlık kurumuna güvendiklerini ortaya koymuş.

Ben se son bir sene Corona yüzünden bir kaç sağlık testimi hep ileri tarihlere atarak sözde kendimi korumaya ( korkudan 😄 ) aldım.. Memografi , jinekolojik kontoller gibi kadınların ihmal etmemeleri gereken kimi rutin şeyleri her defasında pandemiyi öne sürerek ileri tarihe attım.

Ta ki yok artık diyene kadar!

Zaten memografimin tarihi geçmeden Sağlık kurumundan bana kağıt geldi..

Ne kadar tedirgin olsam da yazı masamda bilerek gözümün önüne koydugum kağıda bir kaç gün sadece şöyle arada bir bakmakla yetindim...Sonunda telefon açıp randevu aldığım güne dek!

Onlar duruma göre bazen kırkına, bazen ellisine gelen her kişiyi yapmak zorunda olduğu rutin kontrolleri için arayıp hatırlatıyorlar.

..........................

Israel,  nüfusunu  Corona'ya karşı aşılamakta gösterdiği hız konusunda dünya' da bir hayli ilgi topladı.

Almanya, Fransa ya da Hollanda gibi Sağlık Sistemleri mükemmel olan bazı ülkelerin nüfuslarını Corona'ya karşı aşılamakta gösterdikleri yavaşlıksa bu defa tartışma konusuna dönüştü.

Yakın zamanda Israel'de beklenen seçimlerin Netanyahu'yu çok daha hızlı harekete geçirtmiş olduğu ihtimali dışında , Israel Sağlık sisteminin böylesi bir toptan aşı kampanyasını götürebilecek deneyime sahip olduğu gerçeğini göz ardı etmemek gerekiyor.

Israel'de her sene nüfusun azımsanamayacak bir bölümüne grip aşısı yapılmasından başka, İsrael felaket zamanlarında organize olarak toplu hareket etmeğe alışkın bir ülke.

Savaş sırasında, kimi özel durumlarda , sadece devlet ve yarı özel sağlık kurumları değil, askeriyenin öncülüğünde kurulan merkezlerde insanlara gereken yardım ulaştırılır.

Buna Corona testi yapılan merkez çadırlar ve aşı yapmak için miluime çağrılan paramedik askerler dahildir.   ( Israel'de kırk yaşına gelene dek  her erkek  senede kırk gün askeriye'de mecburi görev alır, bunun adı miluimdir )

Yüksek fiyatlardan kaçınmayarak Pfizer'la anlaşarak büyük bir stok  aşı getiren devlet  ilk iki hafta içinde bir milyon insanı aşıladı bile.


Aynı tarihte Fransa'da bir haftada'da sadece 5000 kişi aşılanmıştı 😢

Fransa'da ağır işleyen bürorasiye karşılık, Israel'de huzur evlerinde yaşayan yaşlıların en az yüzde ellisini yine ilk iki haftada aşıladılar.

Bir taraftan sağlık kurumlarındaki yeterli istihdam, diğer taraftan tecrübe sahibi sistem ve Israel'de böyle zamanlarda gönüllü hizmetten kaçınmayarak uzun saatler çalışmak için baş vuran  çok insan olması da bunda etkilidir. 

Planlama ve hazırlık  hataları dışında uzun zaman Avrupa  virüs'ün belki kendiliğinden kaybolacağını ümit etti.

Almanya ve Fransa hangi şirketin aşısının daha güvenilir olduğunu bilmemenin ikilemiyle hareket ederlerken, uzun bir zaman hangi aşıya onay verip vermeyeceğinin tartışmasını yaparken Israel Pfızer'la anlaşmayı kapatmıştı bile ......

Avrupa bir taraftan kararsızlığının, diğer taraftan mükemmeliyetçiliğinin getirdikliyle hareket eden sistem yüzünden şimdi daha fazla zaman kaybı yaşıyor.

Israel'de yaşlıları bir an önce aşılamaya gayret gösterirlerken Fransa'da aşılar özel onayları bekliyor.  Ardından her yaşlı beş gün evvel doktor kontrolünden geçirilip sonra aşılanıyor; amaçları her ne kadar insanları aşının yan etkilerinden korumak olsa da sonuçta bu harcanan zaman içinde çok daha fazla insan kaybeldildiğini de kesinlikle unutmamak gerekir.

Arada Modern Aşının dogdugu yer olan Fransa aşı yaptırmak konusunda en isteksiz insanların da ülkesi. Fransa'da nüfusunun sadece yüzde kırkı aşıya olumlu bakıyor. bu kuşkuculuk ta acaba sistemi daha da ağırlaştırmış olabilir mi?

Aslında Israel'de de hızla aşılanmaya geçilmeden evvel çok fazla insan aşıya karşıydı fakat kampanya başladıktan itibaren çoğu kişi fikir değiştirdi. Bir anda mutasyona uğrayan virüsün çok daha hızlı yayılmaya başlaması, diğer taraftan Israel'deki büyük hastanelerin başhekimlerinin, profesörlerin media'da aşının güvenilirliğini sürekli tasdiklemeleri insanları ikna etmişe benziyor.

Avrupa'da son günlerde en çok İngiliz Oxford/Astra/Zeneca adlı aşıya ümit bağlamış gibiler.

Çünkü özellikle Pfızer -70 derecede depolanması gerekirken, Oxford aşısının hem maliyeti çok daha düşük,  hem stoklanıp , tranferlenmesi daha kolay deniyor.

Şimdilik Israel'e hem Pfızer hem de Moderna stokları geliyor yeniden.

Türkiye'de ise aşının parayla satılacağı söylendi.

Sonradan okuduğuma göre Çin aşısı bedava diğer aşılarsa eczanelerde parayla satılacakmış.

Dilerim şimdilik kendilerini kurtarmak için savaşan devletler, bir an once digerlerini de unutmazlar!!!




Batya R. GALANTI  



















Fransa'da 10 kişiden 6'sı Corona aşısı olmak istemiyormuş. Şu anki istatistiklere göre.


Zaten şimdilik Corona aşısı tam olarak anlamadığım  sebeplerden dolayı




Israel'de aşı kampanyası yola çıkmadan günler önce bir çok insan ya etrafta gezen  teoriler yüzünden korkutuldukları için ya da sadece aşının yan etkilerinden çekindiklerinden asi olmak konusunda çok gönüllü görünmüyorlardı.


Fakat Israelí bir an önce bu pandeminden kurtarmanın yolunu arayan başbakanın gösterdiği çabalar sonunda Pfızer ev Moderna gibi firmalarla herkesten evvel milyonlarca aşı temin etmeyi başarmasının sonunda son hızla başlayan asi kampanyası bir çoklarının fikirlerini değiştirmelerine de yardımcı oldu.


Ünlü insanların bu kampanya'da etkileri olduğuna inanıyorum. Televizyonlarda aşı olmanın pnandemiyi arkada bırakmamız için ne kadar büyük önemi olduğunu anlattılar. Öncü oldular.


Büyük hastanelerin baş döktorları ve tanınmış profesörler ,insanların asidan korkmaları için sebep olmadığını sık sık  açıkladılar...


Asi binlerce insan üzerinde denenmiş ve onaylanmıştı.




Diğer taraftan doktorlar aşının güvenirliğinden kuşkumuz olmaması üzerine telkinde bulundular.


Ben de bir taraftan hiç bir zaman bu tip bir asi yaptırmamış olduğum için işin başında baya çekiniyordum.


Fakat sonuçta eşim olunca bana da birden cesaret geldi.. Birden bire bir çok insanı sırada aşı olurken gördüğümde, iki gün evvel Facebook'tan tanıdığım bir doktor arkadaşımın da aşı olduğunu bildiğimden son anda ani bir kararla iskemleye oturuverdim.


Ancak şimdi okuduğuma göre Fransızların yüzde altmışı asi olmak istemiyorlarmış.


Birden bire kimler daha akıllı acaba diye kuşkuya düşsem de benim için artık geç artık.


Diğer taraftan inanıyorum ki orada da asılara tam tempoda başlayana dek böyle düşünenler çok olsa da asılar başlayınca inanıyorum ki bu insanların içinden bir çokları fikirlerini değiştireceklerdir..


Israel'de de asılar başlayana dek çoğunluk kuşkuyla bakıyordu buna , şimdi herkes asıya koşuyor bir an evvel .


Bir an önce norml yaşamlarına dönmek için, seyahatlere yeniden çıkabilmek, restoranlarda yeniden yemek yemek..herşeyden önce iş yerlerini yeniden açabilmek için asi şart!!






6 Ocak 2021 Çarşamba

Gelmiş geçmiş en büyük müzik dehalarından biri sayılan Mozart'ın hayatına "hayali bir pencereden" bakan , onun deli dolu, çocuksu kişiliğini perdeye mükemmel bir büyüyle taşıyan unutulmaz bir Hollywood yapımıydı; Amadeus!




                         Hayatın ortasında ilk kez Mozart'la tanışmak.



Klasik müzik dedikleri zaman ilk aklıma gelenlerden, 1980'lerde  haftada bir kez pazar günleri yayınlanan klasik müzik programını sunan Hikmet Şimşek'tir.

Klasik müzik dinleyen bir aile değildik biz ama bu programı genelde izlerdik.

Ama ben ne Hikmet Şimşek'i ne de bu programı severdim. 

Hikmet Şimşek,  çocuk kafamda, ciddi, sevimsiz, antipatik bir adam olarak görünürdü bana.

Türkiye'de  o dönem televizyon sunucularında genel olarak bir donukluk vardı. Ciddi bir tarzda konuşmak zorunda olan reportör'ler, sunucular size samimi olarak hitab edemiyorlardı  sanki.

Hikmet Şimşek programında Alman orkestra şefi Herbert Von Karajan'a sürekli olarak yer verirdi.

1933'lerde kariyeri için Nazi Partisi üyeliğini seçen, dünyanın en ünlü klasik müzik  şeflerinden biriydi Karajan.

Nazi geçmişiyle bilinen kondüktör!

1930' larda Alman kökleri olmayanların , ( Karajan, Makedon kökleri olan bir aileden geliyordu ) ya da rejime muhalif olanların istihdam edilmedikleri günlerde Karajan bir çok rejim karşıtı müzik adamları gibi Almanyayı terketmeyi tercih etmemiş,  kariyerinde ilerlemek için Nazi Partisine  üye olmuştu!

Savaş sonrası kendisini bu konuda suçlayanlara, bu gerçeği reddetmiş olsa da !.

Hikmet Şimşek'in her defasında uzun uzadıya verdiği kimi ön bilgilerden sonra , Berlin Orkestrasının seslendireceği eserleri yönetecek olan adamın ( Karajan'nín ) siyah beyaz görüntüleri beni klasik müzikten sonuna kadar nefret ettirmediyse o da bir başarı idi.

Aslında, zaten seveceğiniz müziği belirleyen  aile ortamında büyüklerinizin dinledikleridir çoğu kez..

Çevremde kimi tanıdıklarım  klasik müzik dinlerlerdi. Onlar  klasik müzik konserlerini de  kaçırmazlardı.  Bu insanlar bununla birlikte evlerinde Fransızca konuşurlardı.

Benim ailemde de herkes belli bir  düzeyde Fransızca biliyordu aslında. Annem yıllarca özel ders almıştı ama ailede konuşmamış oldukları için pratiği yoktu. Teyzelerim ve dayım Alliance'ta okumuşlardı.

Ancak klasik müzik dinleme alışkanlığımız vardı dersem yalan olur.

Babamın en sevdiği iki müziysen Frank Sinatra ve Dean Martin'di.

Fred Astaire'ín müziklerini ve  filmlerini de ezbere bilirdi. Kimi soft pop şarkılar,  hafif Jazz'lar ve Rock and Roll evde kulağıma en sık çalınan melodilerdi.

Bugün Danielle'le aramdaki en büyük fark kızımın sadece şimdiki müziklere ilgi duymasıdır. Onu sadece kendi zamanın şarkıları cezbediyor.

Bense kendi dönemim dışında  eskileri de dinlemeyi sevmiştim hep.

Örneğin babamın dönemine ait melodileri, onun sevdiği müzisyenleri ben de seviyordum.

Belki bu benim daha nostaljik yapımla ilgiliydi

Genç kızlığımda, akşamları ders çalışmak için  salonun en sevdiğim köşesi'ndeki koltukların dibinde,  kocaman el halılarının üzerlerinde , abajurún loş ışığı altında ya okur ya da sınavlara çalışırdım..

Çoğu eski fransızca şarkılar, bazen 1950'ler 60 ya da 70'lere ait müzikler dinlerdim. ... saatlerce..

Klasik müzikse ilk kez ağbimin seçimi olmuştu bizde.

20 yaşlarında birden bir şekilde klasik müziğe merak sarmıştı o.

Bir zaman sonra klasik müzik evde sürekli duyulmaya başlamıştı.

Hem de o  bu müziği  sonuna kadar açarak dinliyordu!

Beni ise bu müziğe ilk kez yaklaştıran, "Amadeus" filmi olmuştu.

Gelmiş geçmiş en büyük müzik dehalarından biri sayılan Mozart'ın hayatına "hayali bir pencereden" bakan , onun deli dolu, çocuksu kişiliğini  perdeye mükemmel bir büyüyle taşıyan unutulmaz  bir Hollywood yapımıydı; Amadeus!

Ünlü Çek yapımcı Milos Forman tarafından , 1984' te sinemaya uyarlanan bu drama, oynadığında çok ses getirmişti.

O dönemde 50 Uluslararası  ödüle aday gösterilen ve bunlardan 40' tan fazlasını alan, 8 Oscar toplayan bu filmi seyrettiğimde sanki bir görüntü ve müzik şöleninden çıkmış gibi olmuştum.

Filmin getirdiği başarıya rağmen gerçekçiliği açısından kimi tarihçileri çileden çıkarmışsa da Amadeus bugüne dek yapılan en iyi yüz film içindedir .

Tarihçileri neden çileden çıkarmıştı peki?

Antonio Salieri " Amadeus " 'ta Mozart'ı ölesiye kıskandığı için Mozart'ın ölümünü planlayan kişi olarak çizilmiş. 

Salieri'nin Mozart'ın dahiliği karşısında çileden çıkışıyla ölesiye kıskançlığının onu deliye döndürmesi üzerine kurulan ana temanın tarihi bir gerçekliği yokmuş!

Viyana'da, Kutsal İmparator II. Joseph'in sarayı'nda öğretmenlik yapan, 18. yüzyıl operasının gelişiminde büyük rolü olmuş, zamanın  önemli  bestecilerinden biri, orkestra şefi ve eğitmen olan Salieri'nin Mozart'ı öldürmeyi düşündüğü iddiasının tarihçilerce yalanlandığı çok kez yazıldı.

Aslında Peter Shaffer tarafından sinemaya uyarlanan Amadeus'u ilk kez sahneye koyan 19. yüzyıl oyun yazarı ve romancı Rus Alexander Pushkin olmuş.

Pushkin Salieri'yle  Mozart arasındaki rekabetten iyi bir drama yaratabileceğini düşünerek bir oyun yazmış. Ve ilk kez 1890'da bu oyunu sahneye koymuş.

Nikolai Korsakov ise daha sonra bu oyunu opera olarak bestelemiş.

1979 yılında ise   Peter Shaffer, Londra Ulusal Tiyatrosu'nda bu oyunu sahnelediğinde yönetmen Milos Forman oyunun prömier'inde  bulunduğunda sahne'de gördüğü drama'dan öyle etkilenmiş ki Shaffer'e oyunu sinemaya uyarlamayı teklif etmiş

Filmin senaryo yazarı olan Peter Shaffer, senaryoyu yazmadan evvel Mozart hakkında çok geniş bir araştırma yapmış ve besteci hakkında bir çok şey okumuş. Bunlardan biri de Mozart'ın mektuplarıymış. 

Bu mektuplarda okuduğu Mozart, bir taraftan sekiz yaşlarındaki yaramaz bir çocuk gibi davranan diğer taraftan inanılmaz eserler üreten biriymiş gerçekten.

Kralın Sarayında eserlerini dinlemeye gelen aristokratlara özel konserler için çağrılan genç adam aynı sarayın yan odalarında masa altlarında yaramaz çocuklar gibi karısının peşinde koşup kahkahalar atıyordu.

Sonucta , Salieri'yle bu şekilde bir rekabet yaşadıkları  doğru değilse de Mozart'ın kimi anlamda soytarı kılıklı bir dahi olduğu sanırım doğruymuş

İşte Shaffer filminde bunu seyirciye yansıtmak istemiş.

Shaffer zaten Amadeus'un  belgesel biyografi amacı taşımadığını da açıklamış.

Bu filmdeki,  dönemin rengarenk giyimleri, kadınların saten elbiselerinin ihtişamı,  göz dolduran mekanlar ve saraylarla bütünleşen Mozart'ın müziğinin  kulakları her bir yandan kuşatışı hayatımda ilk  defa bu tür müziğin insanda ne kadar farklı bir heyecan yaratabildiğini farketmeme vesile oldu.

Amadeus'un ardından bu yapımı yeniden ve yeniden izledim ve biraz olsun Mozart'ın müziğini tanıdım.

Mozart müzik tekniği , farklı stilleri özümsemedeki çabukluğu ve becerisiyle gelmiş geçmiş besteciler içinde en büyüklerinden biri bugüne dek.

Böylesi bir müzik dehasının hayatını çok genç yaşta tam bir zavallı gibi bitirmesi ise çok acıdır

Filmin sonu aklımdan hiç çıkmadı.

Cenazesini karlarla örtülü yollardan, alelade bir mezarlığa doğru götüren atlı arabayı takip eden ailesinden başka kimse yoktu orada. Siyah beze sarılı olduğu halde onu son kez kutsayan pederin duasının ardından toprağa atılan o insanın  kimse için bir değeri yokmuş gibiydi öldüğünde.

İşte o son sahnede çalan  Requiem ( Lacrimosa ) benim için unutulmaz bir kapanıştı.

Klasik müzik hala en çok dinlediğim müzik türü değilse de , zaman zaman beni dinlendirecek, yatıştıracak bir şey aradığımda kimi klasik melodiler bana ilaç gibi gelirler.


Batya R. GALANTI 


4 Ocak 2021 Pazartesi

.....

Gal için tek hedefimiz.

Çocuklarımla hangi dilde konuştuğumu sorarlar bazen.İbranice!! Sadece ibranice konuşuruz çocuklarla evde biz. Ama ibraniceyi konuşurken çok kez ladino, bazen türkçe kelimeler de çıkar ağzımdan. Özellikle sevgiyle hitab ederken birisine insan sanki bunu ana lisanında yapmak istiyor daha çok. Gal'i özellikle sık sık "Kuşum benim" diye çağırırım. Bazen onlara sarılırken  "Canım benim"  de derim ben.

Geçtiğimiz gün Gal'e bir şeyler söyledim ve  "Tamam değil mi?! " derken sözümü türkçe kuşum diye tamamladım..  Ve birden sanki oğlumun bu kelimenin anlamını bilmediğini düşünerek; "Gal kuşum ne demektir Türkçe'de biliyormusun? " diye sorunca  oğlum bana: "Bilmiyorum! Ve bilmekte istemiyorum!" diye klasik bir tarzda cevap verdi,

Bundan bir kaç yıl önce ona illede ingilizceyi öğretmenin yolunu aradığım zamanlar geldi aklıma o an. 

Onunla ibranice konuşurken araya ingilizceyi karıştırmamın doğru olabileceğini düşünmüştüm. Yavaş yavaş ona bu şekilde ingilizce konuşmayı öğretebilirdim belki. Günlük sohbetlerimiz arasında bu dili onun beynine  hafiften ışlemek iyi bir fikir olabilirdi.

Ancak  ben ne zaman onunla ingilizce konuşmaya başlasam Gal asabileşmeye başlıyor, bana ingilizce konuşmayı kes diyordu. Bebekliğinden beri her seferinde aynı noktaya dönüyordum. Çocuğuma en basit bir konuda yardım etmek istediğimde, onu herhangi bir alanda ufacık bir adım ilerletmek istesem denediğim tüm yollar beni çıkmaz sokaklara sokuyordu. Ve bu fırtınalı bir denizde kıyıya varmak için savaşmaya benziyordu. Çocuğuma yardim etmek benim için sanki dalgalarda debelenen kayığımın küreklerine asılırken verdiğim tüm savaşa rağmen hep aynı noktada kaldığımı hissetmek gibiydi.

Bu reddediş aslında obsesif bir karşı koyuştu herşeye!!

Otist olduğunu bilmediğim zamanlar bu herşeye karşı çıkışın nedenlerini arardım Google'da. Giyinmek, arabaya binmek, arabadan inmek, herhangi bir yere gitmek..aklıma gelen herşey zordu onunla !!

Ve böyle bir çocuğu terapilere götürmem, terapilerde öğrendiklerimi evde tekrarlamam gerekiyordu.Her defasinda ağlıyor, krizler yaşıyor, kesinlikle istemiyordu. Ve zorla olmuyordu. Olamazdı.

Yatışmıyordu. Yatıştıramıyorduk. Akşamları o yattıktan sonra devamlı araştırır okurdum.

"Oppositional Defiant Disorder"  karşıma çıkıyordu. ..

Her hususta o kadar geniş bir problem listesi vardı ki önümde...Bir çok şey olabilirdi, bir tek şey de! Gal'í bu şekilde bir aralar yaklaşık bir buçuk sene yüzme derslerine götürmüştüm. Bu onunla en uzun terapilerimiz olmuştu. Özel  antrönörü vardı. Ama sonunda havuza her geldiğimizde ağlamaya başlamıştı Gal..

Ve daha sonra ata bindirtik onu.. Otist çocukların atlarla olan özel ilişkisi hep konuşulur ya.

Aslında hiç bir şey ille de söylendiği gibi olmayabiliyor. Televizyonlarda, gazetelerde, kitaplarda herkesin bildiği tanıdığı yöntemler, klişleşmiş yollar ille de her çocuk için mucize çözemlere dönüşmeyebiliyorlar. Gal bir zaman bindi ata.. Ve sonunda o da olmadı. Yine ağladı. 

Bu kez  piano derslerine başladık. Otist çocukların müziğe olan kabiliyetleri açık ve bilinen bir şeydir hani. Ona da sadece bir iki kez gitti. 

Halbuki çabucak öğrenmişti ilk melodiyi. O çaldığında gözlerimden yaşlar gelmişti. Sınıfında aynı sıraları paylaştığı arkadaşları var. Beş çocuk! Aralarından üçü  piano çalıyor. Mozart ve Beethoven..

Müzik bazen bu çocukları normatif insanlara bağlayan bir yol olabiliyor. Ve bunu bazıları en muhteşem şekilde başarıyor. Bizim pianoysa salonda duruyor ... Hep aynı köşede. Düşünmüştüm belki o da ister diye.. İlle Mozart olmayabilirdi. Daha basit melodiler de çalabilirdi belki!

Aslında onun başkaları gibi olmasını beklemedim çoğu zaman. Bazen aklıma gelse de bu tip düşünceleri çok çabuk bir kenara attım. Hem onun, hem benim iyiliğim için

Geçtiğimiz günlerde psikologla konuşurken, bana sordu.. Gal'e hamile iken  nasıl bir çocuk hayal etmiştim? diye. Ne diyeceğimi bilemedim.. Belki de unuttum artık o zamanki hayallerimi..

Yüzü gülsün istedim belki de....

Çocuklarımızı oldukları gibi kabul etmek zorundayız.

Onlara olan sevgimiz güzellikleri, kabiliyetleri ve yeteneklerine göre fazlalaşıp eksilmez, eksilmemeli..

Bizim tek kaygımiz Gal'i hayata hazırlamak..

Ona kendi kendine yetmeyi öğretebilmek.

Bugün için tek hedefimiz bu!



 






























3 Ocak 2021 Pazar

 



                         Gelecek nesillere bırakacağımız dünya...


Şu Koronanın etkilemediği ne var acaba?

Yaklaşık bir yıl içinde insanların hayatını bir uçtan diğerine değiştirdi bu salgın..

Küçücük bebeklerden seksenlerindeki insanlara bir şekilde hayat her yönüyle farklı yaşanır oldu.

Geçtiğimiz günlerde sabahın erken saatinde evden çıkarken yan daireye yeni taşınan komşumuzla ilk kez yüz yüze geldik.

Beraber asansörü beklerken, daha çok genç olan bu açık kumral zayıf bayana günaydın dedim.

Elinde puset vardı!

Kadın bebeğiyle sabahtan yollara çıkıyordu. Büyük ihtimalle bebeği ya safta"sina ( anneannesine ) ya bir bakıcıya ya da belki bir yuvaya teslim edip işine gidecekti.

Bazen hiç tanımadığınız bir insanla, küçük bir alanda tek başınıza bulunduğunuzda. o sessizlik içinde birden rahatsız olursunuz.

Sadece bir asansör bekleyişi bir an için saniyelerden dakikalara dönüşür beyninizde. Hani uzun vadede son derece çabuk geçen zaman kimi  anları size hiç bitmeyecek gibi yaşatır.

Bugün dikkat ediyorum böyle durumlarda insanlar hemen smartphone'larına sığınıyorlar.

Size bir an ne yapacağınızı şaşırtan o anların çekingenliğine kapıldığınızda ille de bir iki kelime konuşarak rahatlarsınız çok kez.

Ben de böylece sık sık tanımadığım insanlarla konuşmaya başlayarak rahatlarım..

Yine kadına hemen; "Sabahtan yola çıktı ufaklık !"diyerek güldüm.

Sekiz aylık olduğunu öğrendiğim küçücük varlık bir annesine bir de bana bakıyordu.

Ne kadar ona gülümsediğimden eminsem de o birden ağlamaya başladı.

Annesine, tabii beni tanımıyor, ilk defa gördüğü bir yabancıdan ağlaması normal derken birden aklıma yüzümdeki maske geldi.

Bebek benim yüzümü değil maskeyi görüyordu .  Çocuk ona gülümsediğimi görmüyor bile!.

Belki annesi gözlerime yansıyan gülümsemenin farkındaysa bile bebek büyük ihtimalle sadece yüzümü örten maskenin aramıza koyduğu belirsizliği ve hatta korkuyu  yaşıyordu.

Bu maskeleri,  küçücük bebeklerin beyinlerinin nasıl algıladıklarını, gözlerini dün açan bu minik varlıkların kendi evlerinin dışındaki dünyada gördükleri maskeli insanların onların psikolojisine nasıl etki yaptığını bilmiyorum.

Bu bebek sadece ona yakın olan insanların yüzlerini inceleme şansına sahipti şimdilik.

Her sokağa çıktığında yüzlerini örtmüş insanların dünyasında büyük ihtimalle neler olduğunu kavramaya çalışıyorlar şimdi bebekler.

Yaşı tam Corona'nın başladığı günlere denk geliyor.

O bir Corona Boom bebeği!!

Savaşlarda eve kapanan toplumlarda yaşanan  nüfus patlaması yeniden yaşanıyor büyük ihtimalle bütün dünya'da!

Bebekler bu kez patlayan bombaların ortasında doğmuyorlar ancak herkesin herşeyden şüphelendikleri bir paranoyanın orta yerinde hayata adım atmanın şaşkınlığı içindeler belki de onlar da.

Anneleri tarafından hiç anlam veremedikleri uyarıları altında bahçeye inen çocukların yaşadığı bir dünyaya geldiler.

Bazen sokağa hiç çıkılmıyor. Sadece en yakınlarıyla görüşülünebileceğini düşünebilir minicik beyinler.

Diğerlerinden uzak durmak gerekiyor!

Arkadaşlarının evlerine gitmelerine bile izin verilmeyen küçükler çok şimdilik!

Toplumun geçirdiği travmanın ortasında hayatlarının ilk yıllarını, en kritik zamanlarını aşmak zorundalar.

Bugünün çocuklarının yaşadıkları belirsizlikle, şüpheyle şekillenen ilk yılları onları ileriki yıllarda nasıl etkileyecek acaba?

Ya görünmez bir şeyden korkmak ?

Akıllarının hiç almadığı şey de bu olmalı.. Görünmezden korkmak!!

Kimileri için bebeklikte, hayatlarının ilk yıllarında yaşanıp unutulacak bir olay olacak bu virüs.

Kimileri için de psikolojilerinde derin bir iz bırakacak.

Onlara verilen mesajlara göre bir çoklarının hayatları şekillenecek .

Bizlerin bilmediğimiz, şimdiye dek tanımadığımız  bir yeni dünya başlıyor belkide onlar için!

Kalabalıklar içinde olmanın keyfine varamayan, törenlerin heyecanını yaşayamayanlar...Milli bayramlarda birlikte sevinemeyen, dini günlerde biraraya gelemeyen toplumlar oluştu birden. Ve bu toplumların içinde ilk günlerini, ilk senelerini geçiren çocuklar yaşadıklarımızın sebeplerini acaba ne şekilde algliyorlar?

Anneleri işsiz kalırken, babaları ekranlardan iş toplantlarını yaparken.

Ekranlara her gün hasta insanların hikayeleri banzen görüntüleri yansirken.

Bir dükkana girebilmek için sırada bekleyen insanlar birbirlerinden uzak durmaya gayret ederken şekillenen yeni toplumsal ilişikiler bugünkü bebeklerin, küçük çocukların standart hayatına dönüşmesin diye ümit ediyorum.

Yapılan aşılar büyük kitleleri hedef alıp, herkesi kapsadığında belki de daha kısa sürecek bir süreçte çocuklar bugünleri unutacak zamanı  bulacaklardır.

Şimdilik dünya hala bu olayı arkasında bırakamadı.

Çocukların eskisi gibi gülümseyebilecekleri , bildiğimiz o monotoniye geri döneceğimiz günleri özledik çoktan.

Paranoik toplumların, hasta insanların içinde büyümesin bir nesil!!

Kendi kendini yıpratmayı başaran toplumlarla dengesini kaybeden dünya, sağlıksız beyinlerin ürettiği teorileri bir kenara bırakıp, sağlıklı nesiller için , bugüne dek devam ettiğimiz yanlışlarımızı bir an önce düzeltmenin yollarını bulmak zorunda!

Yüzyıllarca dengesini bir şekilde korumayı başaran doğayı endüstri devriminden bugüne, kısacık bir zamanda  yıpratan insanın aklını başına almasının zamanı gelmedi mi?

Bugün daha çok seller, daha çok depremler ve tsunamiler olduğu gibi.. neslini tükettiğimiz canlıların yokluğunun bozduğu dengeler yaşamı her yönden tehtid ediyor.

Gelecek nesillere bırakmak zorunda olduğumuz bir dünya var.

Ve bu ortak yaşam için insanların el ele vermesi gerektiği günler çoktan geldi.



Batya R. GALANTI