27 Kasım 2020 Cuma





  
                          25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü!




25 Kasım , yani iki gün evvel Kadına Şiddete karşı Mücadele günüydü..

Birleşmiş Milletler tarafından 2000 yılında kabul edilmiş bir tasarıyla senede bir kez tüm dünya'da bu konu gündeme damgasını vuruyor. Koronayla,  epidemiyle gelen sağlık  ve ekonomik krizin getirdiği karmaşanın gölgesinde kalan kadın hakları....

Kadınların sadece insan gibi yaşamak için istedikleri temel haklar senede bir gün gündeme taşınıyor!

Senede bir gün derken, normal şartlarda  aynı günün haftası bu konu üzerine sempozyumlar, konferanslar devam etmektedir mutlaka. . Ancak 2020'nin getirdiği bambaşka ortam yüzünden bu sene herşey genel olarak online devam ederken, konuya çekilmesi gereken dikkatin  yeterince toparlananamamış olması üzücüdür..

Özellikle bu kriz döneminde dünya genelinde kadına karşı uygulanan şiddette açık bir artış görülürken bu konuda daha aktif anlamda çok fazla şeyler yapılamadığını tahmin ediyorum . Kadınların, eşit,  özgür ve rahat bir yaşam sürebilmeleri için,  sağlıklı bir toplum ve de  tüm insanlar için bu konuda kişileri bilinçlendirmenin ilerisinde ahlaki değerlerde, toplumsal  tabu ve kültürel anlayışta,  erkek egemen grupların artık değişime uğramasını sağlayacak  kişisel eğitim ve şiddete eğilim gösteren, ruhen tedaviye ihtiyaç duyanlara el vermek adına ihtiyaç duyulan miktarda bir bütçe  ayrılabilmesi için neler yapılabileceği üzerinde ciddiyetle durmak gerekiyor 
.
Kadının erkekle eşit bir statüye sahip olması demek, genel toplumun bir kaç adım ilerlemesi demektir.

Kadına uygulanan şiddete son vermek demek daha sağlıklı, daha aktif, daha etkin bir ülke yaratmak demektir.. Öncelikle bunu unutmamamızx lazım.

Dominik Cumhuriyetinin verdiği bir önergenin yıllar süren sürüncemeden sonra kabulünden beri 25 Kasım'da kadınlar hatırlanıyor.

25 Kasım 1960'da, Dominik Cumhuriyeti'nde üç kız kardeş; Patria Minerva ve Maria Teresa Kardeşlerin Trujillo yönetimine karşı hareketler içinde olduklarına dair çıkan şaiyalar yüzünden öldürülmeleri arkasından Dominik Cumhuriyeti'nde her yıl bu tarihte bu üç kadın anılmaya başlanmış .

Mirabal Kardeşler Dominik Cumhuriyetinde Popüler feminist direnişin sembolüne dönüşürken,   "Kadına Yönelik Şiddete karşı Uluslararası Mücadele Günü"  tasarısı kabul edilerek yine ilk kez 2000 yılında bugün resmi bir güne dönüşmüş.


Bir taraftan bugüne başlık olan bu konu dünya televizyonlarında ana haberlerden  biri olurken ,  gazetelerde çıkan yazılar , kamu yerleri tarafından konuyla ilgili yapılan açıklamalar, okullarda kadına karşı uygulanan şiddet üzerine gençlere verilen mesajlar varken.. Resmi ağızlardan açıklanan klişe sözlerin günlük hayata ne kadar geçirilebildiği, ne derece  somut çözümlere ulaşıldığı esas sorudur.

Bugün dünya genelinde kadının hakketiği yeri, eşitliği ve saygıyı ne derece gördüğü sorusunun cevabı ne yazık ki çok iç açıcı değildir hala.

Endüstrileşmiş ülkelerde dahi Corona ile başlayan krizden en çok etkilenenler kadınlar olmuştur yeniden.

Halihazırda Batı'da bile erkekle aynı mesleği paylaşan kadınların daha düşük maaşla çalıştırıldıkları bilinirken, Corona'yla başlayan yeni dönemde işlerini en çok kaybedenler yine kadınlar olmuştur.
Bugün dünya genelinde çok daha fazla kadın işsiz kalıp yeniden evlerinde oturmak zorunda kalmışlardır.

Yine kadınlar hem dışarıda hem evde çalışmak zorunda kalanlardır. Bugüne dek hala çoğu erkek evde eşine yardım etmekten kaçınırken, saatlerce dışarıda çalışan kadınlar eve döndüklerinde bir de evin annesi rolünü üstlenmek zorundadırlar..

Eve uzun süreli kapatılan ailelerde erkekler tarafından uygulanan şiddette ise yine artış görülüyor..

Fiziksel gücünün üstünlüğünü kadınlar üzerinde egemenliğe dönüştüren erkeklere hala daha dünyanın her yerinde rastlanmakta.. Sağlıksız beyinlerin güçlerini kötüye kullanmaları son derece üzücü bir şeydir..

Bu konuda konuşulacak şey çoktur. Bilgisayara çağı'nda aklıyla, yapabilirlikleriyle, becerileriyle kendilerini fazlasıyla kanıtlayan kadınlar hala daha çok fazla ezilmeye devam ediyorlar.

Gelişmiş ülkelerde en azından bu konu daha çok gündemi koruruken, akıllı ve ileri toplumlarda olaya çözüm aramak için çok daha etkin bir savaş götürülebilmektedir. Hala daha yapılacak şey çok varsa da , Ama buna karşın Ortadoğu , Latin Amerika hatta Uzakdoğu'daki kimi refah ülkelerinde bile  kadınlar şanslı görünmüyorlar.

İnsanlık kimi anlamda ne kadar ilerlese de içindeki kimi primitif özelliklerinden kurtulamıyor. Kimi yerdeyse birileri bir diğerlerinin üzerinde egemenlik kurararak kendine avantaj sağlamaya devam ediyor..

Hep diyorum dünya dengesizlikler üzerine kurulu...


Batya R. Galanti


25 Kasım 2020 Çarşamba

 



                                       

                  

                            Savaşın yıkıntıları arasında geleceği arayan çocuklar


Geçtiğimiz günlerde Amerikalı genç bir YouTuber'in  2019'daki Suriye seyahati sırasında yaptığı çekimlerini izledim.  Otuz yaşlarındaki Amerikalı genç adamın Lübnan'dan özel bir otomobil, özel şoför ve ona eşlik eden bir rehber bayanla birlikte çıktığı son derece tehlikeli maceranın görüntüleriydi bunlar..

Öyle tehlikeli bir seyahatiki bu sınırdan geçerken şoför askerler tarafından terörist gruplarla ilişkisi olduğu şüphesiype durdurulmuş!

Suriye'de kaldığı sayılı günlerde tanıştığı insanların gündelik yaşamlarından görüntüler, kimi izlenimlerini paylaştığı yaklaşık  yarım saatlik, yani kısacık bir video çekimi bu.

Tabi doğal olarak insanın aklından ilk anda, savaşın herşeyi sildiği bu topraklara, halihazırda her an her yerde silahların, bombaların patladığı  bir ülkeye insan neden seyahat etsin gibi bir düşünce geçiyor.

Aslında  dünyanın en bilindik, en çok konuşulan en turistik köşeleri bir yana  hiç olmadık ülkelere de gidesim gelir hep . Uçuk fikirlerdir bunlar belki de. Mesela Suudi Arabistan, İran ya da Afrika'da Sudan gibi yerleri görmek bana son derece ilginç gelir. Hayatın  bildiklerimizden , tanıdıklarımızdan çok farklı olduğu bambaşka kültürlere sahip olan yerleri gezip, değişik anlayışta yaşamları yakından tanıyasım gelir . Şimdiye kadar bu isteklerimi ve merakımı gerçekleştirmek için şansım olmamışsa da.

Fakat bu son senelerde Suriye ve Irak gibi  radikal grupların, kimi isyancıların savaşları arkasında yerle bir olmuş bir bölgeyi özellikle ziyaret etmek için sanırım biraz deli olmak lazım! Her an bombaların patlayabildiği şehirlerin merkezlerinde  kimin kime karşı savaştığını bilmediğiniz, hangi köşeden sizi kimin hedef alabileceğini tahmin bile edemeyeceğiniz bir ülkeye gitmek....

Şu son dokuz sene içinde kendi ülkelerini kendi elleriyle haritadan silmiş insanların , birlikte yaşamayı becerememiş kardeşlerin kanla yıkanmış topraklarında ne aramış bu genç adam diye sorsam da sonuçta yarım saatlik bir video sonunda insanı yeterince düşündüren bir etki yaratıyor gördükleriniz.. Sanırım bu gencin amacı da buydu. Kimsenin yapmadığı bir şeyi yaparak,  alelade bir dünya vatandaşı olarak böyle bir savaş ülkesine gidip, hala hayatta kalan insanların , sokaktaki Suriye'linin yaşamını gözlerimizin önüne sermek.. insanların uzaktan baktıkları kimi gerçekleri yakınınıza taşımak. Koltuklarında rahat oturanlara bir yerlerde kimilerinin yaşayacak bir yuvaları olmadığını hatırlatmak. Savaşların bugün hala insanlığın en büyük sorunlarından biri olduğunu unutturmamak. Belki de bir kez daha satılan silahların nelere yaradığının altını çizmek .

Suriye'de, Halep ya da  Hums gibi şehirlerden geriye kalan ya da kalmayan binaların yıkıntıları arasında hala gelecek için savaşan birileri var!

Bir taraftan görüntüleri çekerke sürekli düşündüklerini paylaşan gencin o kadar huşu veren bir sesi var ki. Ona son derece sıcak ve dost davranan yerli halka duyduğu şefkati , onlara karşı hissettiği insanlığı  ifade ederken ve kimi yerde sorduğu sorularında ,  ,,"Bu savaş ne için  ? " gibi içten yaklaşımlarında genç adamın sesi  çocuğunu teskin etmeye çalışan bir babanın kullandığı tondaydı....

Bir diğer taraftan paylaşılamayan güç dengelerinin ardından patlayan mücadeleyle geçen  dehşet dolu yıllardan  geriye kalan manzaralar sizi teskin eden aynı sese karşı müthiş bir tezat teşkil ediyor.

İnsanlardan neredeyse tamamen boşalmış binalar hayalet bir şehir yaratmış gibi.

Enkazların arasında yeni yepyeni hayatlar kurmak için mücadele eden tek tük insanlar kalmış..Bazıları bisikletlerinin üzerinde sırtlarında bir şeyler taşıyorlar. Bir kaçı bir arada bindikleri eski bir motosikletin üzerinde insanlar geçiyor .. Bir binanın yıkıntılarının içinde hala daha ayakta kalan dört duvarı yeniden yaşanır bir yuva haline getirmeye çalışan güler yüzlü yaşlı boyacı adamın ellerindeki fırçadan çıkan bembeyaz duvarların çevrelediği  odada yeni bir yaşam kurmak için dışarılarda bir yerlerde mutlaka bir aile bekliyor, soğuk gecelerde  üşüyen  çocuklar için yaşam bir şekilde devam ediyor..Ümit silahların hic susmadığı yerlerde bile  var.

Bir kaç adım sonra, hala bir yerlerde eğitime devam eden bir okuldan evlerine yürüyen, tertemiz kıyafetli çocuklar sırtlarında çantalarıyla geçerlerken,  hiç bilmedikleri diyarlardan gelen yabancıya gösterdikleri sıcak karşılama insanın içini ısıtıyor. Tek tük konuştukları ingilizce kelimelerle  ettikleri kısacık sohbetlerinde yüzlerinden düşmeyen gülümsemelerinde çocukların her nerede olurlarsa olsunlar yine de ümit dolu olduklarına şahitsiniz bir kez daha..

Halbuki, milyonlarca insanın terk ettiği , bir o kadarının en zalim şekillerde hayatlarını kaybettikleri yerler buraları. Kendi insanına kucak açamamış, koruyamamış , onlara güven yerine savaş, istikrarsızlık, terör, ve istismardan başka bir şey verememiş bir vatan burası.

İdeal bir devletin sahip olması gerektiği temeller üzerine kurulmamış yönetimlerle  hiç bir zaman  istikrar ve refah getirmeyenlerin,  halklarını ezenlerin bitmeyen bir örneği Ortadoğu...

Bu çevre bir şekilde hep aynı..

Arap Baharıyla başlayan ve bugüne dek devam eden bir kaos var...Ortadoğu'da sınırlı kalmayan bir karmaşanın etkileri  her yerde bir şekilde hissediliyor .

Dinleri bir , mezhepleri farklı , kabile ülkelerinin dağılmalarıyla değişen çok şeyler var..Ortadoğu'da, Avrupa'da ve dünya'da..

Ekrandaki güzel çocukların neşelerinden bir umut çıkarmak istiyorsunuz..Dokuz sene sonunda ellerindekini de kaybetmiş bir ülkeden geriye tek kalan  bir kaç okullu çocuğun her şeye rağmen  gülen gözlerinde yine de değişmeyecek gibi görünen  o geleceği göreceğinizden korkuyorsunuz..


Batya R. Galanti




18 Kasım 2020 Çarşamba

   EVİMİZİN KARŞISINDAKİ IŞIKLAR



Geçtigimiz günlerde bir  akşam üzeri odamdaki masamda okurken birden saatin geç olduğunu farkettim. Saat sekizdi ve oğlumdan ses çıkmıyordu. Gal neredesin? diye seslendim. Cevap gelmedi. Akşam saatleri Gal genelde odasına girer, kapısını kapatır kendince sevdiği dizileri , video kliplerini izler ve yine kendiyle günlük hesaplaşmasını yapar . Kalan vaktinde ertesi gün için gerekli hazırlıklarının ve onunla olan her günkü bire bir mücadelemin ardından  girdiği banyodan sonra yaşına göre erken denebilecek bir saatte yatağına girer. Günün yorgunluğu onu her zaman çok erken yatağına çekmiştir. Gerçi artık yaşı biraz büyüdükçe geçmişe göre kısmen daha geç yatabiliyor.
Onu aradım odasında değildi. Ekim ayının ortasında olmamıza rağmen akşam hala çok sıcaktı . Klima yandığı zaman camlar tabii kapalı oluyor.  Salonda  onu ararken balkon tarafına doğru baktım  tülün arkasından onu gördüm. Kapıyı açtım, Gal şehrin ışıklarına doğru dönük duruyordu . Bana anne şu an yanlız olmaktan memnunum dedi . A tabii dedim ben sadece sana bir şey soracaktım.
 Ona;  "Acaba ne yemek istersin ?" diye sormak istemiştim!   dedim. Aslında ona genelde ters tepki vermesin diye direk ne yemek istersin diye sormam çünkü Gal'in en büyük sorunlarından biri de yemek yemeye karşı gösterdiği dirençtir. Bu tip çocukları olan ebeveynler zamanla onlara uygun davraniş ve taktikler geliştirmeyi öğrenirler. Bu yüzden genelde ona , ' Gal acaba bir şeyler atıştırmak istermisin diye düşündüm! ' şeklinde söylemeyi tercih ederim. Yemek yemekle atıştırmak kelimeleri arasında olan basit nüans farkı çocuğun direncinde başkalarının belki de nedenini hiç anlayamayacağı bir fark yaratabiliyor.
Gal birden durdu ve bana , Anne bak manzara ne güzel dedi. Kendini, duygularını genelde ifade ederken uygun kelimeleri bulmakta çok zorlanan Gal; ' Biliyormusun böyle bir evde oturduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyorum ' diye devam ederken, ben "  Nasıl yani? "  diye sordum. Bak evimiz şehri tamamen karşısına almış ve gece ne kadar güzel bir manzaramız var . Şu an balkonda durupta karşıda yanan pırıl pırıl ışıkları seyretmek ne kadar güzel!"
 Bana  aynen bu kelimelerle konuşurken ben bir an şaskınlığımdan ne  diyeceğimi bilemedim. O ise devam etti. ' İşte bu yüzden bizler ve burada yaşayan herkes çok şansli ve ben çok huzurluyum ve yanlız kalmak istiyorum ve söz ne yemek istediğime de  birazdan karar vereceğim çünkü şu anki sessizlik konsantre olmama da çok yardımcı oluyor .Ben o an Gal'in gerçekten çok özel duygular yaşadığını hissettim . Aklıma çocukken Şişli'deki evimizin salonundaki kocaman pencereden dışarıyı izlediğim zamanlar geldi. Ben karşıda bütün bir şehri değil, sadece karşımıza düşen apartmanları görürdüm. Onlara bakar her evin yanan ışığındaki sıcacık yuvaları hayal ederdim. O yuvalarda yaşayan mutlu çocukları. Yanlızlık bir anda sevginin ve sıcacık ortamların hayallerine dönüşürdü gözlerimde. O salonlardan dışarı yansıyan ışıklarla birlikte... Hemen sağ tarafta Okymeydanı istikametine doğru devam eden çevre yolunun o sonu nereye vardığı bellı olmayan kıvrımında ise  hiç bilinmedik başka bir dünyaya doğru bir çıkış düşünürdüm.
Hayallerim ne kadar da genişti o zaman . Tanrı bana ufacık dünyamdaki kocaman  hayallerin içinden bazılarını seçti. Kimilerini ise hep beynimin bir köşesinde sakladım . Kimilerini yüreğimin içine gömdüm, kimi yenilerle yaşamayı öğrendim kimilerinin avuntusu belki  hala yaşama sebebim ve tüm bunlarla birlikte hayat devam ederken bugün evimizin karşısındaki ışıkları seyreden oğluma baktığımda otizminin gölgesindeki " Beni "  net olarak görebiliyorum..



Batya R. Galanti

16 Kasım 2020 Pazartesi

                                             


                                      Duygularımızın midemizle direk ilişkisi var!

                            


 Hayatımda ilk kez mutfağa 10 yaşlarımdayken girmiştim. Annemin kısa süreli kimi ufak tefek rahatsızlık dönemlerinde  bana verdiği komutlarla ona hazırladığım kimi basit yemekleri, bir tabaklık öğünleri hatırlarım... O yataktan kalkamayainca ben görevi üstlenirdim..Onun için mutfağa girip bir şeyler yapmaya çalıştığımda sevgimi ifade etmek için gösterdiğim çaba vardı.

20 yaşlarıma geldiğimde,  ara sıra girdiğim mutfakta bu kez ben kendimi mutlu etmek için bir şeyler hazırlardım ..bazen de Şabat sofrasına yapacaağım ufak bir ek yemek için heveslenirdim .  Canım farklı bir şeyler çektiğinde de denemeler yapmak için yeniden kendimi evimizin küçücük mutfağında buluverirdim. Çoğu zaman kendi marifetlerimden yine ben kendim memnun olurdum..

Yemek yapmayı kimden öğrendin diye sorarlar insana bazen.. Yemek yapmayı ille birisinden  öğrenmek mi gerekir? Bence bizim gibiler için bu iş öğrenilmez. En azından  kendi kendinin ahçısı olmak için öğrenmeye  gerek yoktur.

Bence dünyanın en basit şeylerindendir yemek yapmak. Sadece biraz tahminle bile yürüyebilir bu iş. Zaten bir kez bir yemek yaptınız mı, temel olarak tüm yemekleri pişirmenin yolunu keşfetmişsinizdir.  Sadece farklı tatları farklı şeylerle karıştırmaktır geriye kalan iş.  Bu da sanırım biraz biraz mantık, biraz  tecrübe ve tabii bir parçacıkta yaratıcılıkla oluyor.

Gençliğimden beri mutfağa girdiğimde daha önce gördüklerimden aklımda kalanlardan  yola çıkarak kendime öğünler çıkardığımı anımsarım. Sanırım özellikle mutfak, yemek gibi şeyler biraz da bu konuya olan ilginizle alakalıdır. Eğer yemek  yemeği seviyorsanız ve bir de kendi kendinize yetmekten başka çareniz yoksa kendinizi iş başında buluyorsunuz.

Bir de çocukluğumdan beri yemek programlarını izlemeyi severdim.



Ahçıların becerikli elleriyle, ustalıkla yemek hazırlayışlarını seyretmek en büyük zevkimdi. Son senelerde yemek üzerine yapılan programlar da daha bir sofistike oldular. Bir sürü farklı tip yarışmalara dönüşen şeyler var ayrıca. Bu tip programlar da evrim geçirdiler..

Alelade insanların MasterChef gibi programlarda yarıştığı televizyon showları son derece büyük bir reyting yaparken, ekranlarda izlediğiniz yemekler sizin de zaman zaman mutfağınıza yenilikler getiriyor. İşin rekabet yönü  ve  ekranlara yansıttığı renk cümbüşü bir tarafa   bu programların arkasında insanı düşündürecek pek çok şeyler daha  var aslında. Her biri adeta bir sanat ustasının ellerinden çıkan  muhteşem porsyonların çekiciliği dışında, gastronomiyle insan  psikolojisi arasındaki inanılmaz bağ ve yine yemeğin insan hayatının toplumsal taraflarıyla olan yakın ilişkisini size  ekranlardan yansıtan ve düşündüren şeyler var bu tip yayınlarda..

Yarışmalara aday olanların seçmelerde kendilerini jüri'ye tanıtırken,  ellerinden çıkan yemekle ilgili bilgi verirken kapıldıkları heyecan ve duygusallıkları,  yemeğin geçmişimizle, köklerimiz, ailemiz ve sevdiklerimizle olan bağlarımızın kuvvetini hatırlatıyor.

İnsanların mutfakta gösterdikleri hünerlerinde bir çok kez evden getirdikleri şeyler var.  Aileye olan derin bağları, bazen iki nesil öncesine olan sevgi ve yaşamlarının belli bir  dönemlerine ait  hatıralara karşı duyulan özlem var.

Yemek olgusu duygusal yönümüzle, duygularımızsa sindirim sistemimizle direk ilişkili. Bu da bana serotonin denen salgının vücudumuz içinde yarattığı iniş çıkışları anımsattı. Sinir hücreleri arasında nörotransmiter görevi taşıyan bir salgı olan serotonin sadece beyin'de değil, beyinden çok mide ve bağırsaklarda salgılanıyor. Ve bu yüzden düşüncelerimizin yarattığı her değişim mide ve bağırsaklarımızda etkisini gösteriyor deniyor. Çocukluğumda en çok aklımda kalan şeylerden biri heyecanlandığımda mideme giren sancılardı..

Her sınav öncesi midemin bulanmasını hiç unutmam..Stresle beraber  bir anda kesilen iştahımız bilinen en büyük klasiklerdendir.. Mutlu anlarımızda ise ilk aklımıza gelen şeylerden biri  güzel bir restoranda sevdiklerimizle yiyeceğimiz keyifli bir yemektir. Aşık olan insanın  midesinde  hissettiği o hoş kıpırtılar bambaşka bir his yaşatır insana.. Kısaca beyin ve midenin arasındaki bu bağ,  hislerimizin bu iki organ üzerinde yarattığı direk etkisi yemeğe duyduğumuz özel ilgiyi ya da kimi zaman yemekle ilgili yaşadığımız problemleri  açıklar..sevindikçe yediğimiz, üzüldükçe aç kaldığımız anları düşündürür..  Aşıkların kesilen iştahlarıyla, depresyon'da olan kişilerin kimi zaman  olur olmaz ıvır zıvırlarla kendilerini avutmaya çalıştıkları dönemi anlatır..

Yaşadıkça en büyük ilgi alanlarımızdan biri en büyük anılarımızın , en duygusal anlarımızın bir açıklamasıdır yemek olgusu. Var olmak için yemenin dışında bir şeyler vardır, dostluk sofralarında bir araya gelen insanların ilişkilerini pekiştiren bir şeylerdir güzel tatlardan oluşan bayram sofraları, insanları bir araya getirmenin yoludur..aileyi birlikte tutmanın, şabat'ın ya da pazar sofralarının getirdiği sevinçtir insanlara. Yemek önce yaşam demektir..keyiftir, çocukluktur, geçmiştir, aşktır, sevgi ve tutku ve bir çok şeydir.. Bazıları  içinse yemek bir eziyettir, üzüntü kaynağıdır, kim zaman kimi rahatsızlıklarla çok yakıntan  ilintilidir yine yemek..



Batya R. GALANTI
















11 Kasım 2020 Çarşamba

 





 

          


                                Belki  yakında herşey daha iyi olur



Geçtiğimiz haftalarda Israel'de yeniden insanları eve kapattıkları zaman halk isyan etmişti. Her yerde hayat normal şekilde devam ederken bir tek Israel'de karantina var deniyordu. Koronayı kontrol altında tutmakta beceriksizlik gösteren hükümetin kurbanları gibi hissediyorlardı kendilerini insanlar.

Pandemiyle baş etmekte sınıfta kalmıştık. Dünya  bize gülüyor diyorlardı bundan bir kaç hafta evvel..  Israel'deki karantinayı  konuşuyorlarmış.  İlk günler gösterdiğimiz başarının yerini utanç almıştı.

Yanlış yönetimin sonuçlarından bahsedenler hükümeti bir kez daha  suçluyorlardı.

Hükümet birinci dalganın sonunda heryeri yeniden çok çabuk açarak büyük hata yaptı.

Peki ya halk birinci dalganın ardından  kendisine düşeni yerine getirdi mi ?

Mesafeyi korumak, maske takmak, büyük toplantılardan, toplu ziyaretlerden kaçınmak?? ..

Hayır!!

Gençlerin aralarında düzenledikleri partiler, binlerin iştirak ettiği kimi dini liderlerin cenazeleri, politik gösteriler ( demokrasi ve özgürlük adına herşeye rağmen yasal sayılan ) , bayramlarda birbirlerini ziyaret eden aileler..

Bu şekilde  pandemi yayıldıkça yayıldı.

Korona başladığından beri bir taraftan dikatörlük istemiyoruz diyorlar

Netanyahu'nun salgını kendi politik menfaatine alet ettiği en çok söylenenler arasında.

Bu Korona Likud'un gücünü, popülaritesini yerle bir ederken bu iddialara sonuna kadar katılmakta zorlanıyorum.

Netanyahu insanları susturmak istiyor derken, binlerce insan pandemiye rağmen her gün meydanlarda

Diğer taraftan bu pandeminin gerçek olmadığını, koronanın normal bir virüsten daha tehlikeli olmadığını iddia eden gençlerle dolu etrafımız.

Bizi kapatmalarına gerek yokmuş.

Sanki bu karantinadan avantaj sağlayacak birileri var

Son zamanlarda en çok duyduklarım arasında  insanları aşılamak bahanesiyle vücutlarımıza  mikro boyutta bir alıcı enjekte ederek  bizleri akip ederek üzerimizde hakimiyet kuracakları iddiaları da bol bol yer alıyor..

İnsanlar en fazla komplo teorilerini  kriz dönemlerinde, toplumsal çöküşlerde, ekonomik sarsıntı zamanlarında üretiyorlar. Herhangi bir duruma çare bulamadıklarında bir yerlerde suçlu aramak yoluna gidiyorlar.  Kontrolü ellerinden kaybettikleri andan itibaren sorunları bilinmeyen, yabancı güçlere bağlıyorlar ..

Messela son zamanlarda  duyduğum  ; dünya çapında çok zengin bir kaç aile tüm dünyayı ele geçirecekmiş. iddiası bunlardan en delice ve en yaygın olanlarından,

Bir kaç aile planlı , programlı bir şekilde yerleşik sistemleri çökerterek insanları denetimleri altına almak peşindeler!!!

Yani yeryüzündeki geri kalan herkes ayakta uyuyor..ya da geri kalan bir sürü akıllı insan, yöneticiler ve büyük kariyer, mevki sahibi kişilikler, akademisyen  ve profesörler vs.  bu bir kaç ailenin piyonu olmayı kabul edenler arasında olup  sessizce onlara itayet ve hizmet ediyorlar;...O zaman tabi onlara da büyük paralar ödeniyor diye bir açıklama gelecektir iddiayı getirenler tarafından..

Tüm geri kalanlarsa kurban konumundaki milyonlarca, milyarlarca zavallı.

Ve peki bu insanlar bütün dünyanın kontrolünü ellerine geçirdiklerinde ne olacak?

(Zaten yeterince zengin değillermiş gibi)

Çok eski bir teoriyi bugüne adapte edip 21. yüzyıl versyonunu çıkartmışlar sadece .

İşin esas komik tarafı ise   bu çok eski hikayeleri bugün Israel'deki yahudiler anlatırken,  klasik versyonunda dünyayı ele geçirmek istediklerine inanılan  aileler Yahudilerdi.

Bu ailelerden  biri Rotschild'ler ikincisi de Yahudi olmadıkları halde bir çokları tarafından öyle bilinen Rockefeller ailesiydi..

Gerçi Avrupa'da ve Amerika'da Yahudilerin dünyanın kontrolünü ellerinde tuttukları inancı hala yeterince yaygın. Ve antisemitizmin yayılmasında etkili hikayelerden biri..

Fikrimce, media içinde bilinmiş gazeteciler, geçmişten bugüne gelen  düşünürler, çığır açan bazı filozof ve yazarların içinde bir çok hatırı sayılır Yahudi isimlerinin geçmesi bu tip varsayımların kabul görmesinin yolunu açıyor.


.....................


Neyse arada Pfızer ilaç firması 2021 için müjdeyi verdi. Başarı oranı yüzde doksan olan bir aşı Amerika'da çok yakında piyasaya çıkacak.

Amerika'da bu müjdeyi vermek için seçim sonrasını beklemeleri de kimsenin gözünden kaçmadı tabi. Sonuçta media hep aynı.

İngiltere'de bu haberlerin ışığında önümüzdeki nisan ayında hayatın  normal düzenine dönmesi planlanıyor.

Israel'de de son zamanlarda yeni bir aşı deneme niteliğinde uygulanmaya başlanırken  yakın zamanda Pfızer'dan üç milyon aşının Israel'e getirilmesi için firmayla antlaşmaya varıldığı haberlerde çıktı..

Sonuçta her şeyin olumlu bir şekilde sonuçlanacağı günlere belki  fazla kalmadı .



Batya R. GALANTI



10 Kasım 2020 Salı

Neden sigara satışları durmuyor?

Sigara içen insan, kadın bana son derece itici görünür. Halbuki bundan elli yıl evvel ve ötesinde film karelerine elinde sigarasıyla yansıyan kadın insanın gözüne çok doğal gelirdi.. Hollywood filmlerinde kadını daha seksi ,daha çekici göstermek için, o dönem aktrislerinin uzun ince parmakları arasında tuttukları  filtreye yerleştirilmiş sigarayı kıpkırmızı boyanmış dudaklarına götürdüklerindeki  kadın figürü o dönem erkeklerinin fantazilerine aynı şekilde yer etmişti.. Burada kullanılan mesaj, erkeklerin bilinç altında yatan kimi oral fantazileriyle çağrışım yapıyordu büyük ihtimalle..Bu şekilde daha fazla insan  sigaranın büyüleyici etkisine kapılıyordu.

Belli bir zaman evveline kadar sigara erkek ya da kadının cinsel rollerini destekleyen, ortaya koyan bir sembole dönüşmüştü fikrimce.. Geçmiş zamanlarda, bu şekilde sigara satışları daha da artarken , kimse sigaranın zararlarını konuşmuyordu bile.


1950'lerde , 60'larda ve hatta daha ileri tarihlerde sokak panolarında, çevreyolu çıkışlarında, binaların yan cephelerine konulan kocaman reklam afişlerindeki yakışıklı kovboy resimlerini herkes anımsar... Başında kovboy  şapkasıyla, elinde tuttuğu kalın ip olduğu halde atının üzerinde dimdik duran bir erkek vardı her yerde..

Çiftlikteki sığırları yakalamak için  harekete geçmeyi bekleyen genç adamın fotoğrafında verilen mesaj açıktı. Maçoist bir yaklaşımla birlikte genç kadınların gözünde bir ideal erkek tipi yaratılmıştı. Dudaklarının arasındaki Marlboro sigaranın,  erkeği erkek yapan  güçlü ,  geniş omuzlarıyla bütünleştirmiş oluşuyla birlikte ortaya çıkan  bir eros gibiydi bu adam..


Sigara o dönem insanlarına  hiç ait olmadığı özelliklerle birleşmiş bir sembol olmuştu.

Insanlar kısa bir zaman sonra  Marlboro reklamındaki  yakışıklı erkeğin dudaklarının arasındaki sigara yüzünden kansere yakalanıp genç yaşta öldüğünü bile bilmiyordu . Genç insanların yüzeysel düşüncelerinde,  sigaranın karşı cinsi etkilemenin bir yolu olarak görüldüğü  eskilerde. Çocukluktan çıkıp artık birer kadın ve erkek olduğunu ıspatlamanın en basit dışa vurumlarından biriydi bu. Her içlerine çektikleri dumanda vücutlarına aldıkları bir miktar daha zehirle ....

İlk kez denediklerinde boğulacak gibi olsalar da inatla devam eden inatçı aptal insanlar..

Kurtuluşu zor  öldürücü bir bağımlılık.

İstanbul'da özellikle erkekler sokaklarda ellerinde devamlı sigaralarla dolaşırlardı..Kadınlar da yeterince sigara içmelerine rağmen belki ataerkil  bir toplum oluşundan dolayı onlar sokaklarda, açık alanlarda çok daha az sigara içerlerdi.

Okulumun son sınıfında büyük maharet gibi son sınıflara yukarı bahçede sigara içmek izni verilmişti. Gerçi o izin çıkmasaydı bu kez kocaman  gençlerin gizli saklı bir şekilde yine de sigara içecekleri bilindiği için sanırım bu karar alınmıştı..

Benimse kızım büyümeye başladığındaki en büyük kaygılarımdan biriydi, ya bir gün sigara içerse!! 

Bu yüzden 13 yaşına geldiğinde YouTube üzerinden sigaranın insan vücuduna yaptığı zararlarla ilgili bir video bulmuştum . Onu izlettiğimde kızımı bir hayli korkutmuş olduğumu  daha sonraları söylemişse de bugün hala iyi ki izletmişim derim..

Her yıl dünyada yaklaşık sekiz milyon insanın sigaranın getirdiği rahatsızlıklar yüzünden öldüğü söyleniyor.

Geçmişte sigara reklamlarına televizyonlarda, dergilerde, sinemalarda çok sık rastlanırken bugün neredeyse sıfıra inen reklama,  her sigara  kutusu  üzerinde basılı olan kocaman dikkat insan sağlığına zararlı ve öldürücü madde uyarısına rağmen hala daha tüketiminin son derece yaygın olduğu bu başlaması kolay bırakması çok zor olan şeyin üretimine neden son verilmiyor? Neden her yıl milyonlarca kişinin hayatlarını ellerinden alan, bir başka milyonlarınsa yaşam kalitelerini büyük oranda düşüren  böylesi bir madde tüm uyarılara rağmen yasaklanmıyor?

Bu dünyada neden diye sorulabilecek sorulara sadece bir tane daha ekliyorum.. Nedeni belli.. Hiç kimseye, hiç bir şeye güven olmayan bir dünya'da , insanı öldüren bir maddenin neden hala üretildiğini sormak bile saçma sanırım.. Kişisel ve kurumsal menfaatler oldukça, bir kısım ölen milyonların yanında bir kaç bin kişinin cebi belli miktarlarda paralarla dolmaya devam ettikçe neden üretim dursun ki?



Batya R. GALANTI



8 Kasım 2020 Pazar

 


                          Toplumla  bizim kendi mücadelemiz arasında kalan otistik hayatımız



Havalar tam serinledi derken...dolaptan  aylardan sonra çıkardığım sweatshirt'ümü  üzerime büyük bir kararlılıkla atmışken, dışarıdaki yarı bulutlu yarı güneşli  havanının nasıl da bizleri yanılttığını apartmanın arka kapısından çıktığımızda anladım.. Meğer, o bir gün evvelki yağmura ve rüzgarlara aldandığım  kış hala gelmemiş buralara.. Yeniden , yazdan kalma  bir güne doğru  kendimizi dışarı atarken bunca seneden sonra  Israel'e soğuğun bu kadar çabuk gelmediğini bir kez daha hatırlattım..

Binanın arka kapısından arabaya binerken nereye gideceğimize hala karar vermemiştik..

Gal'in sabahın erken saatlerinde başlayan enerjisiyle devam eden karasızlığı arasında giderken  , kendimizi çoğu zaman mecburen ona uydurmaya çalışırken buluyoruz ..

Halbuki onun için nereye gidildiğinden çok  bir adım sonrasında yapılacak başka bir şeyin daha olması önemlidir.. Her defasında gideceği yere vardıktan sonra hedefe ulaşmış olmanın, bir şeyleri artık tamamlamış olmanın yeterliliği hissiyle , daha sonraki hedefe doğru kendisini hazırlamaya başlar . Yani Gal için gittiği yerin ve orada neleri yapacağımızın , neler göreceğimizin genelde bir önemi yoktur. 

Tek amacı bir yere varıp daha sonra  yeniden yola çıkmaktır

Bizim hedefimizde ise onun tüm bu isteklerine karşı normal insanlar gibi davranmaya devam etmek var..

Sıkıntısını, şikayetlerini, kızgınlıklarını, yumruk yaptığı elini hafiften karnına ufak ufak vuruşlarını ve oflamalarını ve poflamalarını görmezden gelerek hayata devam etmek.

Geçen hafta arkadaşım bizi denize çağırmıştı.. Başkalarıyla çıkmak bizim gibi aileler için  daha zordur. Kendimizi başka insanların programlarına uydurmak kolay değil.. Ama olsun biz o gayreti göstermeye çalışıyoruz..

Denize ilk anda diğerleriyle beraber girmek istemeyen oğlumu babasının yanında bıraktıktan bir zaman sonra sudan çıkmamla beraber , benimle yanlız yüzmek istediğinde onunla  kendimi sulara bir yarım saat için tekrardan  bırakırken  halinden memnundu Gal. 

Birlikte yüzmek yerine çevremde küçük küçük dalışlar yaparak ne kadar mutlu olduğunu hep tekrarlayan oğlumu bir kaç dakikalığına olsun mutlu görmek güzel..

Daha sonra güneşte oturduğum iskemlemde insanlarla konuşurken,  Gal'in yanımdan hiç ayrılmadığına dikkat eden arkadaşım ; ona başka çocuklarla iletişim kurmayı öğretebileceğimizi söyledi.


Bu çocuklara arkadaşlık kurmayı öğretmek mümkünmüş dediler  o ve eşi. Ben de bu çocukların  rahtasızlıklarının en  temel belirleyici şeylerinden birinin iletişim güçlüğü olduğunu anlatmak istedim, sadece tek bir cümleyle, lafı uzatmadan.

Onlarsa tekrardan bana,  onlara da öğretilebilir  bunun için özel terapiler var dediler ..

Çoğu kez insanlar genel bildikleri şeyleri söylerler size. Onlar bu tip şeyleri, televizyondan, kitap ya da gazetelerden,  bazen de etraftan  okumuş yada duymuşlardır.. . Ve çoğu zaman bu tip çıkışların arkasındaki  niyetler olumludur. Kimse mutlaka sizi kırmak ya da üzmek istemiyordur...Amacın beni ya da  bizi eleştirmek olduğunu zannetmiyorum.

Ancak herşeye rağmen otistik çocuğunuz hakkındaki her yarı bilinçli yarı bilinçsiz, derme çatma, kulaktan bilgilerle karşınıza gelen insanların yaptıkları öylesi konuşmalar ve kimi eleştiri gibi algılayabildiğiniz basit yorumlar bile  , gün gün, saat saat, dakika dakika, uzun yıllardır verdiğiniz mücadeleniz hakkında söylenen sözler beyninizde  tepkiler yaratırken dışarıda gösterdiğiniz sabır dolu, sakin açıklamalarınızla içinizde yaşadığınız kimi fırtınalar genelde büyük bir zıtlık teşkil eder.

Kimseye otizm hakkında konferans vermeğe niyetiniz yoktur genelde.  Kimsenin de büyük ihtimalle, otizm hakkında konferans dinlemeye  niyeti ve sabrı yoktur çoğu zaman. Bu konuya özel ilgi duyan biri olmadığı sürece.

Otistik çocukların toplumsal ilişkiler üzerine yardım aldıkları, terapiler gördükleri doğrudur . Gal de bu tip terapiler gördü ve görüyor.  Ama toplumda bu konuda yeterli bilgiye sahip olmayan insanların  anladıkları gibi bu çocuklar bu terapiler sayesinde bir arkadaş grubuyla gezmelere çıkabilecek, kendi özgür seçimleriyle etkinlik gösterecek duruma gelmiyorlar.. Onlara verilen terapiler onların toplumsal  iletişimlerindeki becerilerini sadece belli alanlar içinde, bir yere kadar geliştirmelerine çoğu kez minimal bir katkıda bulunuyor . Bu çocuklar sonuçta hala daha" otistirler ". Ve belli bir algı ve iletişim sorunuyla hayatlarına, aynı handicap'larla, kısıtlı düzeyde kimi olası arkadaşlıklarla devam etmek zorundalar.

Tekerlekli iskemleye bağımlı olan sakat bir insana; "Sen yürüyebilirsin!! "  diye ikna ederek onu yerinden kaldıramayacağınız gerçeğini unutmayın lütfen!

Otistik insanın kimi becerileri yerine getirip getirememe gerçeği bu örnekten çok farklı değildir...

Otizmin tedavisinin olmadığı bilinen bir gerçektir.

Eğer  terapiyle bu çocuklar arkadaşlık kurup, iletişim sorunlarını aşabilecek seviyeye gelebilselerdi, otizmin tedavisi var denirdi!!

Sözün kısası, kendimizi normal fonksyonlarıyla , rahat, özgür bir hareket serbestisine sahip insanlara uydurmamız her zaman kolay olmayabiliyor.

Bu nedenle bir çok kez  kendi başımıza çıkmak zorunda kaldığımız hafta sonu gezmelerimiz genelde çok uzun programları içermiyor ..

Dün  yola çıktığımızda bu kez evimizde 45 dakika uzaklıktaki , tarihi bir parkı gezmek kararı aldık bir anda ..  Bu kez Gal karşı çıkmadı.. Aldığımız kararı sessizce kabul etti. Ona yol boyu bize DJ'lik yapmak dışında ,  cep telefonundan bağlandığı Waze'de yolu bize tarif etme görevini verdik.. Bu onu yeterince memnun etmiş gibiydi..Cep telefonundaki kimi aplıkasyonlar, haritadan yol izlemek ve bize yol rehberliği yapmak tam bir otistik çocuk görevi!!!


Yola,  , ingilizce, italyanca ve kimi ibranice şarkıların eşliğinde yol alan arabada zaman zaman gözümü tarlalara, uzaklardaki kimi ufak yerleşim yerlerine, tepelere, yaylalara  dikerek kurmaya çalıştığım hayallerle devam ettim ben.

Yehuda Dağlarının eteklerindeki eski Mareşa kenti kalıntılarını görmeye gittik dün.

Hevron şehrine gelmeden denizin yaklaşık 400 metre aşağısında kalan eski bir şehrin bugünkü kalıntıları bunlar..


Hemen yanında kurulmuş olan Kibbutz Beit Guvrin'e bitişik, bir kaç kilometrelik alanı kapsayan yer.  Yehuda Krallığına ait önemli bir şehirmiş Maresa eski Ahit'e göre, .. İ. Krallık döneminden  Pers İmparatorluğuna ve daha sonra  Roma'lılara uzanan bir tarih var burada.. Romalılar bu yere daha sonra  Elefteropolis adını vermişler . Modern zamanlarda yapılan kazılarda  farklı tarihlere ait kalıntılar çıkarılmış .

Taş ocakları, hayvan barınakları, mezarlar, atölyeler, güvercin yetiştirme odaları, mağaralar ve bir Bizans Kilisesi ortaya çıkarılmış.. Ha bir de bir Roma amfiteatrosu var burada.. Zaman zaman konserler verilen bir amfiteatr burası

Gal ile buralarda uzun uzun gezdik dün.. Kimi yerden kimi yere arabayla varıp bir park yerinden diğerine terk ettiğimiz otomobilimizden yürüdüğümüz , ulaştığımız  mağaraların içinde sesimizin yaptığı ekoyu duyduğumuz anlar meğer Gal'i bu kez çok çok memnun etmiş. Her girdiğim delikten o da arkamdan geliyordu.. Sonra düşündüm, dün ilk kez ikide birde  hadi gidelim artık demedi oğlum.  " Peki  sonra ne yapacağız? " sorusunu da pek sormadı..

Dönüşte yaptığımız geziyi Danielle'e  illede ben  anlatacağım diyordu..

Eminim akşamı heyecanla çekiyordur, kendince dün yaptıklarını ablasına aktarmak için.

Belki bir daha gideriz, kimi yarım kalan şeyleri bir daha gezeriz..Ve Gal bir daha memnun olur  ve bu kez gerçek fotoğraf makinemizi de yanımızda almayı unutmayız.

Daha profesyonelce resimler çekmek bizim için belki de bahane olur bu kez..




Batya R. GALANTI