5 Temmuz 2020 Pazar






                                                                Ikinci Dalga



Bir çokları çok büyüttük bu meseleyi diyorlar hala.. Bu da bir grip işte., bir virüs.. çoğumuzun hiç hissetmeden geçirdiği bir virüs.. bu yüzden hayatı durdurmak akıllıca değil . Belki doğru, belki yanlış.. Hala, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu tam olarak bilen var mı bilmiyorum !!!

Israel'in Karantina'dan çıktığı günlerde bir yazı yazmıştım ben. Netanyahu'nun bu sağlık krizin'ni çok iyi götürmeyi becerdiğini söylemiştim. Hükümet zamanında ve yerinde aldığı tedbirlerle salgını durdurmayı başarmış gibiydi.. Ama bunlar sadece ilk sonuçlardı ve karantina'nın getirdiği ilk olumlu neticelerin yanılgısıydı .

Bir buçuk ay süren kesin bir eve kapanış... Avrupa'ya göre krizin en başında atılmış kimi bir kaç doğru adım Israel'in Korona günlerinin ilk etabında İtalya, İspanya ya da Fransa'ya göre daha iyi bir durumda çıkmasını sağlamıştı. İlk dalga'da burada Avrupa'daki ölümleri görmedik.. Neredeyse normal bir grip kadar kayıplar olurken, hastanelerde çöküşe sebebiyet verecek yığılmalar yaşanmadı.. Ve tüm bu olumlu işaretlerle birlikte, aynı dönem insanların işlerinden uzaklaştırılmaları, fabrikaların çalışmaması, uçuşların tamamen durması vs.. ekonomiyi bir anda öyle bir vurdu ki, Netanyahu bu kez ne yapacağını şaşırdı...Avrupa sağlık kriziyle büyük bir darbe yaşarken, ekonomik olarak alınan tedbirler insanlara buraya göre daha yumuşak bir iniş yasamalarını sağladı. Sonuçta durum her yerde kötü fakat Israel'de bu krizden evvel de var olan kimi ekonomik çatlaklar şimdi daha da büyüdü. Devlet'in eli herkese ulaşmadı. İşsizlik , Korona'dan evvel % 4 civarında seyrederken bugün bu % 26'ları buldu.. Yani her dört kişiden biri işsiz. Peki ya kalan istihdam içinde insanların kaçta kaçı daha önceki ekonomik seviyesini yakalayabildi?  Korona'dan evvel yirmi bin sekel kazananlardan kaçı bugün aynı maaşı alabiliyor ?

Bir çokları umutlarını yitirmek üzere.. Netanyahu yeni ekonomik tedbirlerle insanları yatıştırmaya çalışıyor...Ve arada yeniden hastalarda büyük artış gözleniyor. Yoğun bakımdakilerin sayısında da yavaştan bir yükselme sözkonusu yeniden. Peki öncelik nedir şu an? Ekonomiyi kurtarmak çok önemli  ancak arada yayılan salgının getireceği açmaz ne olacak? Doğru tedbirler nelerdir?

Birinci dalganın sonuna geldiğimizi düşündüğümüzde sadece ekonomik kaygılar yüzünden karantina'dan son derece çabuk bir şekilde normal hayata dönüşü yaşayan Israel nerede yanlış yaptı?

İlk karantina'nın ardından halkta başlayan ekonomik isyan hükümeti bir an önce ekonomiyi yeniden faaliyete geçirmek yolunda harekete geçirince, çocuk gibi olan büyümeyen o insan bir anda herşeyi geride bıraktık sandı.. Tedbirleri ellerinden bırakanlar, maske takmayanlar, kişiler arası mesafeye dikkat etmeyenler.. Pub'larda , denizlerde kucak kucağa oturanlar, Tel Aviv'in sıcacık gecelerine dalan gençlerin dans ettikleri partilerde birbirine karışanlar virüs'ü daha ve daha yaymaya devam ettiler..

Şu an günde ortalama 1000 kişide Korona çıkıyor Israel'de. Sekiz milyonluk  bir ülke için bu çok büyük bir rakkam. Virüs'ün son günlerde Amerika'dan daha hızlı yayıldığını söylediler..Ve insanlar hala bunu fazla önemser gibi değiller. Avrupa'da Brezilya'da, Amerika'da yaşanan ölümleri burada görmeyince sanırım yeterince korkmadı Israelliler.. Hala bir çokları, Netanyahu'nun bize karşı bir komplosu zannediyor bunu. Bizi her an kontrol altında tutmak için bir oyun diyenler var çok.. Bir diğerleri bir şey olmaz havasında...

Ekonomiyi  durdurmak mümkün değil mutlaka ...çalışmak zorundayız ama mümkün olduğunca birbirimizin içine girmeden, kucak kucağa oturmadan, maskeleri en azından kapalı yerlerde takmaya devam ederek biraz olsun bazı şeyleri kontrol altında tutmak mümkün olabilir. Yoksa maddi ve manevi ödeyeceğimiz fiyat çok daha yüklü olacak gibi geliyor bana..




Batya R. Galanti











4 Temmuz 2020 Cumartesi






                                                  Barışı bitiren Israel'in kararımıdır?



Başbakan  Binyamin Netanyahu'nun geçtiğimiz aylarda, Israel'in 1 Temmuz'da Batı Şeria'yı ilhak edeceğine dair yapmış olduğu açıklama bir anda tüm dünyanın gözlerini yeniden üzerimize çevirmesine neden oldu..

Önümüzdeki aylarda gerçekleşmesi beklenen seçimlerde Trump'ın Başkanlığı kaybetme olasılığını da göz önüne alarak,  Ocak ayında Donald Trump tarafından  ortaya konan Yüzyılın Planı çerçevesi'nde  Israel'in doğu sınırlarını belirleyecek şartları yürürlüğe koymak için bir an önce hareket etmeyi tercih ediyor. Kendisine ilk kez verilen böylesi bir desteği  kaçırmak istemiyor gibi görünen Israel'in kararınının yankıları gittikçe büyürken, tek taraflı bu adımla iki devletli barış yönündeki yolları kapatarak Israel'in Filistinlilerin, barış hayallerini, gelecek için taşıdıkları tüm ümitlerini sona erdirdiğine inanılıyor.

Dünya virüs'le savaşırken, Israel'i boykotla tehtid edenler var. Avrupa Birliği şimdilik boykot kelimesini ağzına almazken  bunun getirileri olacaktır mutlaka diyorlar . Bu da tabii açıkça bir tehtid gibi..  En son Vatikan Israel Büyükelçisini çağırarak, bu karardan duydukları kaygıyı belirtmiş. Amerika'da ise her kesimden farklı sesler gelirken, son yıllarda gizliden gizliye gelişen Israel-Körfez Ülkeleri ilişkileri de  böylesi bir adımın ardından sekteye uğrayabilir.. ( Belki de tüm bu tepkilerin hiç bir gerçekliği de yoktur..)

Peki acaba, bugüne dek Filistinliler Israel'le herkesin inandığı gibi barış mı istedi?  Filistinliler  Israel'le yan yana bir ülke hayalleriyle mi yaşadılar bugüne dek? Ve bu hayallerin yıkıcısı saldırgan, işgalci Israel midir?


                                                  Batı Şeria'da bulunan yerleşim yerleri


Gelelim İşgal topraklarına....


1948'de Yahudi Devleti olarak ilan edildiği günün ertesi başlayan Yahudiler'in Kurtuluş Savaşı dokuz ay sürmüştü.  İngiliz Sömürgesi olan topraklarda kurulan Israel'de yaşayan 600.000 Yahudi yedi devletin askerlerinin saldırısına karşı durmayı becermişti.

Suriye, Ürdün, Mısır, Irak, Suudi Arabistan, Yemen ve Sudan askerleri , Israel'e karşı savaşırlarken bu savaştan ayakta kalarak çıkılabilmiş olunması  modern zamanların bir mucizesiydi...

1948 Savaşının sonunda Ürdün. Israel'in doğusunda Batı Şeria'yı ve Ürdün Vadisini, güneyde ise Mısır Sina yarımadasını işgal etmişti.. Ürdün'ün Batı Şeria'yı işgal ederek ilhaki sadece Pakistan ve İngiltere tarafından tanınmıştı.. Gazze'deyse Mısır  Filistinlilere kendi kendilerini yönetmek hakkı sağlarken onlara Mısır vatandaşlığı bile vermemişti..

1948'e gelinceye dek  Filistin Devleti diye bir devlet hiç olmamıştı. Batı Şeria dahil olmak üzere buralara Osmanlı hakimdi. Dört Yüz yıl boyunca Osmanlı'nın ellerindeydi bu diyarlar.. Ardından gelen  İngiliz Mandası 'ndaysa Yahudiler ve Araplar dağınık halde yaşadılar buralarda...1948'e gelindiğinde BM tarafından sunulan iki devletli çözümü reddedenlerse "Araplardı" ! .

Ve Yahudileri buralardan sonsuza dek silmek için savaşanlar sonunda kaybedenler oldular,,

1967 'deki savaşta da  Israel saldıran taraf değildi ancak çevresindeki düşmanların ortak hareketinin farkındaydı. Güneyde ve Kuzey'de onu ablukaya almak için harekete geçen ordulara karşı ilk hareketi yapmak zorundaydı. Güney sınırında kendisini pusuya düşürmek için hazırlanan Mısır ordusunun hava kuvvetlerini yok ederek güvenliğini garantiye almayı başardıktan sonra Kuzey'de  mevzilendikleri yerlerden Suriyelileri çıkartarak aldığı Golan tepeleri ve Ürdün'den eline geçirdiği Yeruşalayim'in doğusuyla birlikte topraklarına kattığı  Batı Şeria'yla Israel bu savaşın da kesin galibi olarak çıktı..

Golan Tepeleri de o günlere kadar Suriye askerlerinin Israellleri yukarıdan kuş gibi avlamaya alıştığı stratejik tepelerdir. Ve bugüne kadar bu tepeler de Uluslararası alanda Israel'in işgali altında sayılırlar..

Israel bugüne kadar yaptığı her savaşta sadece kendini savunmuştur. Savaşların sonuçlarından memnun olmayanlar, öncelikle Israel'in varlığını tanımakla işe başlayabilirlerdi.. Israel'in varlığını tanımak, anayasalarından Israel'in yok edilmesi maddesini çıkarmak, kendilerine verilen uluslararası yardımları terör yerine insanı amaçlar için kullanmak,  demokrat yönetimlerle hem kendileri, hem düşmanları için daha adil bir toplum yaratarak karşımıza insancıl değerlerle çıksalar barış yolunda çok daha emin bir ortam yaratmak mümkün olabilirdi.

Tarihte bir Filistin Devleti hiç varolmamış olduğuna göre ve bu topraklar 1948'deki savaşta Ürdün tarafından alındığında Uluslarası Cemiyet tarafından tanınmamışken, 1967'de Israel'in eline geçen bu yerler neden "İşgal Toprağı olsun ? Buraları olsa olsa  " Tartışmalı Topraklar "  ( Disputed Territories ) sayılabilirler.

Filistinliler Israel'le 1967'den evvel de savaştılar. İşgal topraklarına gelinmeden evvel de Israel'i kabul etmediler. Öyleyse sorun 67'de değil, 48'dedir. Bu yüzden 1967'de alınan toprakların barışın engeli olduğu iddiaları gerçek değildir...

Bugün kadar bir çok kez kendilerine yapılan teklifleri reddedenlerin barışı isteyen taraf olduğuna inanılması üzücüdür.. Kendilerine sunulan iki devletli çözüme defalarca yok diyenler Araplardır!! Daha en başından, 1947 yılında buna karşı çıktılar. 2002'de Ehud Barak tarafından önerilen barışı  reddettiler. 2002'de Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs'ü onlara vermeyi teklif eden Israel'in uzattığı zeytin dalını ellerinin tersiyle geri çevirip  ardından II. İntifadayı başlatıp Israel'de 1000'den fazla sivili öldürenler onlardı, 2008'de Ehud Olmert'in yeniden sunduğu barış için toprak teklifine de yeniden ve bir kez daha sırt çevirenler onlardı. Ve bu kez muhatap lider Arafat değil Mahmud Abbas'tı..

Kimse görmese de , kimse duymasa da biz biliyoruz ki  istemediler!! Her Barış görüşmesi bugüne dek sadece ve sadece  Israel'e daha fazla terör, daha çok kan getirdi..

Barış adına 2005'te Gazze'de varolan Yahudi Yerleşimcileri , polis gücüyle çıkardığı günden bugüne Gazze'den Israel'e atılan roketler hiç bitmedi.. Israel'in Batı Şeria'yı Filistinlilerin ellerine vereceğinin ikinci gününden itibaren Israel Merkezinin de aynı kaderi yaşamayacağına dair kim söz verebilir??

                                                                       2005'te Israel Gazze'de kalan son yerleşim yerlerini boşaltmıştı

Buraları Filistine vermek demek, Israel nüfusunun yüzde yetmişiyle, Israel endüstrisinin yüzde sekseninin bulunduğu,  ülkenin can damarı olan merkezin,  batısında Akdeniz'le doğu sınırı arasındaki 15 kilometrelik daracık bir toprak parçası olarak bırakılması Israel'in varlığını mutlak olarak tehlikeye atmak demektir.. Bu da Israel'in bile bile intihar etmesidir!! Ancak aptallar böylesi bir barışın mümkün olduğuna inanabilir. Ya da Israel düşmanları..

Bugün dünyanın bizim kaderimizi belirleyen konularda ne dediğinin pek bir önemi yoktur.

Peki Filistinlilerin insan gibi yaşamak hakları ne olacak?


Filistinlilerin de benim gibi, herkes gibi insan gibi yaşamaya hakkı var. Ben inanıyorum ki, insan gibi yaşamaları için en önemli şart, Batı Şeria'da Mahmut Abbas gibi yozlaşmışların, Gazze'de İsmail Haniya ya da Haled Maşal gibi otoriter, islamist ve  fondamantalistlerin bugün devam ettirdikleri sistemi öncelikle değiştirmeleridir..

Mesele Ortadoğu'da yaşayan onlarca bağnaz ülkeden biri olmamalarıdır. Onlar için böylesi bir ülke olmak hiç bir şeyi değiştirmeyecektir. Eğer bugüne dek amaçları bir adım ileride olmak olsaydı zaten Gazze hali hazırda şimdiden  Hong Kong gibi bir yer olabilirdi.

Eğitim yerine bağnazlığı seçtikten sonra onlar için ne farkedecek?

Okullara bütçe ayırmak yerine teröristleri besleyenlerin küçücük çocuklara Yahudileri öldürmenin Kuran'a göre sevap olduğunu öğrettikleri nesillerle bir toplum yarattıkları sürece, böylesi bir kitleyle yan yana bir geleceği paylaşmak zorundaysanız çok fazla bir umut besleyemiyorsunuz...

Nüfusunun yüzde yetmişi Filistinlilerden oluşan Ürdün'ün Batı Şeria'daki Arap yerleşimleriyle birlikte geleceğin Filistin Devleti olmaması için en ufak bir sebep göremiyorum.. Gazze ile yer altından birleşecek bu ülke , Israel'in yanında ebediyete kadar barış içinde yaşayabilir ! Eğer koşullar farklı olursa!!!...




Batya R. Galanti







26 Haziran 2020 Cuma

 Psikiatrik İlaçlar ve yapabilecekleri zararlar! 



Seneler evvel ağbim bir arkadaşının Panik Atak sorununu küçücük bir mucizevi hapla yendiğini anlatmıştı bana.  Bu genç adam yıllardır beyin hücrelerinin kendi aralarındaki iletişimle birlikte diğer sinir hücreleriyle de iletişim kurmalarına olanak tanıyan bir kimyasal olan " serotonin " in eksik olması yüzünden bu sorunu yaşadığına ve ilaçla bunu takviye ederek panik atak problemini yendiğine inanmış daha doğrusu inandırılmıştı..

Banaysa oğlum dört beş yaşlarındayken kuzinim bir ilaçtan bahsetmişti. Oğlumla çok zor günler geçiriyordum ve sinirlerim yeterince yıpranmıştı. Bende misafir olan kuzinim SSRİ denen bir grup ilacın mucizeler yarattığını iddia ediyordu ( tamamen iyi niyetle tabii ) Prozac adını sanırım bugün duymayan yoktur. Bağımlılık (?!)  yapmayan bu ilacı alanların hayatları değişiyordu.. Benim de o zamanlar  duyduğum bir isimdi bu. O an ilaçlardan yana değilim demişsem de daha sonra fikrimi değistirecektim.  Aslında o zamanlar esas ihtiyacım olan şey oğlumun probleminin ne olduğunu bilmek ve bir destek grubunun içinde olmaktı...Bense bir bilinmezlik içinde olmanın kaybolmuşluğu içindeydim. Ve bu çok zordu.  Yutacağım hapların hiç kimseye fayda sağlamayacağı kesindi fakat kendinizi kimi belli durumlarda bulduğunuzda ve desteğe ihtiyacınız olduğunda  size uzatılan dala elinizi uzatmayı denemeniz normal bir tepki aslında ...

Kısaca sonunda ilaç kullanmayı denedim. Önce Prozac, ama olmadı. .bir sürü yan etkiler yaşadım..kendimi daha iyi hissetmenin suni yollarını arıyordum. Her denediğim SSRİ grubu içindeki bir diğer ilaç bana berbat etkiler yapıyordu. Keşke tüm bu açık işaretleri farkedip ilacın iyi bir çözüm olmadığını anlamış olsaydım. Sonunda Cipramil yavaş yavaş etkisini göstermişti. Öyle büyük mucizeler görmeden, sadece daha apatik bir ruh haline girmem bu ilacı anlamsız bir şekilde her gün almam için yetmişti.

Her gün bir Cipramil yuttuğum dönemlerde kafamda bir çeşit bağımlılık gelişmişti. Bu bağımlılık, ilaca karşı duyduğum asılsız güvendi.  Oğluma karşı gösterdiğim  sabrın ve anlayışın arkasında  bu ilacın olduğuna inanıyordum! "

Bir kaç yıl anlamsız bir şekilde her gün bu ilaçtan bir tane aldım.. Elle tutulur bir yardımı olmadığı halde.  Seneler sonra bende tuhaf tuhaf belirtiler ortaya çıkana dek aynı hapı yutup durdum. Taa ki bir zaman sonra kimi unutkanlıklar yaşamaya başlayana dek. Önceleri yorgunluktandır diye düşündüm. Yeterince koşturuyordum ve tabii kafam bin bir şeyle doluydu. Bir andan diğerine bazı şeyleri unuttuğum oluyordu bazen. Daha sonra kimi insanları sokakta gördüğümde simaları karıştırdığım oluyordu. Bunlar çok tuhaf şeylerdi. 

Sonra  bir akşam hatırlıyorum elimde bir sandwich vardı  ve birden ağzımdaki lokmayı yutamamıştım. Bir an yutma O ana dek başka bir çok nörolojik şeylerle birlikte bu son yaşadığım olay en basit tabiriyle ödümü koparmıştı. Aynı gün Nörolog'tan randevu aldığımı anımsıyorum.

Kadın'la görüştüğümüzde , bana yaptığı uzun  muhayene ve sorduğu sorular sonunda, açık ve net bir şekilde: " Aldığın ilaçları bırakmanın zamanı gelmiş ! " demişti.

Bana bu ilaçları yazan doktor ya da ilaçları bırakmamın zamanının geldiğini söyleyen Nörolog, ikiside ılaçları bırakırken ne kadar dikkatli olmam gerektiği hususunda beni uyarmayı gerek görmemişlerdi

Kısacası, bu ilaçların zararlarından doğru dürüst bahsedilmeyen bir dünyada her yıl milyonlarca kişi Psikiatrik haplarla yaşamaya alıştırılıyor.

Benim ilaçları bırakmam, kendi kafama göre haftalar almıştı. Ancak aylar sürmesi gereken bir süreçti bu ve ben bunu bilmiyordum. Çünkü  yıllardır  beni uyarmadan bana reçete yazmaya devam eden doktora karşı tüm güvenimi yitirmiştim artık. Ve ne yazık ki kendi aklımla doğru yaptığımı sandığım yanlışların getirdiği ceza çok uzun süre bir çok semtomlar, rahatsızlıklar hissetmeme neden olacaktı.

Big Pharma olarak anılan , Dünya İlaç Sanayi insanları para için zehirlemeye devam ediyor. Hala daha ilaçların yararlı olduğuna inanan milyonlar kandırılmaya devam ediyorlar. Bu ilaçları kullanmak ve bırakmak ne kadar tehlikeli ; " Acaba kaç kişi biliyor?" Örnek olarak, Xanax gibi Benzodiazepin türü  ilaçları iki haftadan fazla kullanmamaları gerektiğini bilmeyenlerin  bu ilacı birden bıraktıklarında epileptik bir nöbetle komaya bile girebileceklerini, ani ölümle karşı karşıya kalabileceklerini kaç kişi biliyor?

Senelerce kullanılan psikiatrik ilaçların beyinde zararlar yapabileceğini. Kimi insanlar için bu zararların dönüşü olmayacak kadar büyük olduğunu?!!  Ve bu ilaçları bıraktıktan sonra onlardan kurtulmak bir yana seneler boyu günlük hayatlarını sürdürmekte zorlanacak derecede korkunç semtomlar geliştirebileceklerini kim anlatıyor insanlara? Kaç kişi biliyor bunları? 

Evet doğru, kimi insanlar yirmi, otuz yıl bu tip ilaçları sorunsuz kullandıklarını söylüyorlar. Bir diğerleri bu ilaçlara başladıktan sonra tüm zararlarına rağmen onları bırakmayı başaramıyorlar. Ve bir diğerleri seneler boyu cehennemi yaşıyabiliyorlar..

Hele kimi basit sebepler için,  kimi ufak tefek inişler çıkışlar için hemen psikiatriste koşmak bir insanın kendi eliyle hayatını yıkması demek olabilir. Psikiatristin elindeki tek şey ilaçlar. Ve bu ilaçların hiç biri tedavi etmez. Kısacası doktorların  ellerinde sizin için sihirli bir çözüm yok. Serotonin eksikliği gibi bir saçmalığı insanlara yutturan İlaç Sanayi, insan beynine verdiği suni maddeler, suni  serotoninle, beynin kendi sağlıklı işleyişini bozmaktan başka bir şey yapmış olmuyor. Kansızlığı bile tahlillerle belirlerlerken nasıl olur da her hafif bir depresif  durum için doktora giden  insanda  hemen serotonin eksikliği olduğuna karar verip bu ilaçları veriyorlar. 
Peki onca zarar gören insan nerede? insanlar neden susuyorlar?  Birincisi psikiatrik ilaçlar söz konusu olduğu için ön yargılardan çekinebiliyorlar çünkü toplum bu tip ilaçlardan zarar gören kişileri bunalımda zannediyorlar. Bu insanların kimin ve neyin kurbanı olduklarını bilen yok. Bazen kişilerin kendileri bile yaşadıkları cehennemin ilaçlar yüzünden olduğunun farkında olmayabiliyorlar. Yaşadıkları rahatsızlıklar yüzünden bir sürü doktora koşuyorlar,. Ve zaman zaman insanların kendileri de kendilerinin depresyonda olduklarını zannedebiliyorlar. Ve bu bir kısır döngüne dönüşebiliyor. Benim gibi bu konuda daha bilinçli olanların da yapabilecekleri bir şey yok. Sağlığınızı sizden çalan kocaman bir sanayiye karşı durmak bizim gibi küçük insanlar için nasıl mümkün? Amerika'da, İngiltere'de İlaç Bağımlılığı ve Seretonin Sendromu gibi konularda media'da uyarıda bulunan Profesörleri tehtid eden büyük bir mafiadır İlaç Sanayi. Yine de biraz araştırırsanız İnternet üzerinde bu konuda. İngilzce olarak bilgiler mevcut.  Ben yinede bulunduğum kimi ortamlarda ilaç kullanıp çok memnun olduklarını söyleyenlerin karşısında susuyorum. Bu ilacı kullnan bir insanı uyarmak bana düşmez. Tek dilediğim şanslı kitlenin içinde olmaları ve ilaçlardan iddia ettikleri gibi fayda görmeğe devam etmeleri!!

Biliyoruz ki bir çok kez, ilaçların bize etkileri sadece onlara ne kadar inandığımızla ilgilidir.. PLACEBO!!


( Aşağıda ilaçlar hakkında iki link veriyorum )




Batya R. Galanti



https://www.youtube.com/watch?v=TPHTTYUNI_4









                                       Gal karne alıyor bugün!




     Bu sabah Gal okula büyük heyecanla gitti. Karne alacaklardı.. Kısacık bir gün için giyindi, dişlerini fırçaladı, üzerine en sevdiği deodorant'tan koydu..beyaz okul T-Shirt'u, kısa pantalon'u,
ve başlayan yazla birlikte artık iyice yakmaya başlayan  güneşe rağmen buradaki gençlerin ayaklarından hiç düşmeyen Blundstones botlarını da giyerek karşıma geçti ve bana ; " Anne ben karne için hazırım " dedi.. Başımı kaldırıp ona baktığımda, bir gün evvel saçlarını kestirmiş olduğu için gözüme daha bir güzel göründü o an.. Kocaman gözleri, pırıl pırıl parlarken heyecanını gördüm gerçekten...Hahaha haklısın ya bugün karne alıyorsunuz.!!! Gal; " Anne okuldan erken geleceğim biliyorsun,  döndüğümde ne yaparız? " diye sordu her zamanki gibi.. Bense ;' Okuldan bir dön önce ,. belki bir süpriz yaparım sana !" dedim..

Gal gerçi süprizleri genelde pek sevmez . Otist çocuklar için ideal bir gün , yazılı çizili bir programın belli bir düzende ve alıştıkları, sevdikleri şeylerin çevresinde dönmesidir..Fakat bunun yanında otist bir insanın da hayatın her zaman kafamıza göre gitmediğini, kimi zaman son anda bile programların değişebileceğini,  başka insanların da kendilerine göre bir hayatları, istekleri olacağını öğrenmesi ve buna da bir anlamda alışması şarttır..

Her ne kadar karne'nin  onun için  sembolik bir öneme sahip olduğunu bilsem de  !! Yine de gösterdiği çaba, kimi yerde biraz boşladığı şeyleri öğretmeninin  belirtmeden geçmeyeceğini bildiğim için  bende de kısmen bir merak uyandırır elinde döneceği o bir kaç sayfalık özel kağıtlarda tam olarak neler yazılı olacağı..

Ben çocukken karne almaktan nefret ederdim.. Hiç bir zaman kendi gerçek yüzümü bulamamıştım o karnelerde.. Bizde pek açıklamalar da olmazdı.. Nelerde yanlış yaptığımız, hangi beklentilere cevap veremediğimiz, neleri boşladığımız yazılı değildi karnede.. Mesela hakkımda yazılacak olumlu şeyler de vardı ama yine de  hiç biri karnede yoktu... İlkokul birden lise sona kadar sadece kuru kuru notlar vardı bizim karne dediğimiz o tek sayfa basit kağıtlarda.Kimileri için büyük bir onurdu aldıkları yüksek numaralar, ellerinde herkese gösterirlerdi gülümseyerek ( haklıydılar tabii ). Bir diğerleri içinse her defasında yakıp ta küllerini gömmek isteyecekleri aptal bir kağıttı bu..

Galse okulda herkes tarafından ne de çok seviliyor bilemezsiniz.. Öğretmenleri, müdürü, çocuklar.. Bana hep nasıl da çaba harcadığını anlatıyorlar.. Başarmak için, kendini ıspatlamak için. Beni şaşırtıyorlar.. Bense o daha çok küçükken ne de zorlandım..benimle hiç sevmedi bir şeyler yapmayı.. ona hep yardım etmek isterken, oyunları denedim..her yolu denedim ama beni çoğu zaman reddetti.. Ve kendime sık sık sordum..acaba ben  nerede yanlış yaptım da olmadı diye düşündüm.. Ama bunun benim yanlışım olduğu doğru değil sanırım..

Daha otist olduğunu bile bilmediğim yıllarda onu terapilere götürürdüm. Her defasında çığlık çığlığa  terapileri terketmek zorunda kalırdım..Peki eksikliklerini bu şekilde nasıl kapatacağım derdim.. Zayıf taraflarını nasıl güçlendireceğim bu çocuğun,  geri olan bir şeyi ilerletmek bu şekilde nasıl mümkün olacaktı peki?? Çileden çıkıyor, .kendimi yiyordum hep.. Ona yardım etmek için çırpınıyordum o ise sadece ağlıyordu!!!

Bebekken bile ilk fizyoterapi seanslarını unutmuyorum o kadar ağlardı ki terapist durur durur beklerdi. Bana evde onunla neleri çalışmam, ona hangi hareketleri yaptırmam gerektiğini gösterirdi.. Gal ise bana dokunmayın der gibiydi. Belkide gerçekten sorunu buydu.!!!Bedenine dokunan ellerden rahatsız oluyordu büyük ihtimalle . Bende sonunda onu mecburen bırakıyordum. Yerlerde kollarının üzerinde emeklemekten çok yüzer gibi gidiyordu.. Kolları , elleri..tüm vücudu güçsüzdü!

Seneler boyu devam ettiğimiz konuşma terapileri, oyunla terapiler, hepsi laftaydı.. Gal kimseye izin vermiyordu. Onunla nasıl çalışacağını bilemeyenlerin ellerinde harcanan zaman beni çileden çıkarıyordu.. Sonunda Monopol oyunundan  esinlenerek bir oyun hazırladım .

Büyük bir kartona çizdiğim numaralar ve zarlarla hazırladığım özel oyunda, attığı zara göre her geldiği noktada verilen emirleri, o ben ya da Danielle yerine getiriyorduk.. Bu emirler,  onun dengesini geliştirici kimi hareketleri yapmak, yere dizdiğim halkalardan atlamak, dar bir tahtanın üzerinden düşmeden geçmeği başarmak ve trampolina'da mümkün olduğunca yukarıya sıçramaktı.. Ve Gal'in tek reddetmediği şey de işte buydu. Hepimizin birlikte oynadığı bir oyun gibi algılıyordu bunu..

Başka başka şeyler buluyordum her seferinde.. tek amacım onu biraz olsun geliştirmek eğitmekti..

Gal yatmadan ona okuduğum kitapları sabah daha güneş doğmadan yere dizip kapaklarını açarak rampa gibi kullanıp, çoğu itfayiye ya da ambulans gibi araçları üzerlerinde sürerdi.. Her ne kadar her gün duymayı sevdiği kimi hikayeler olmuşsa da onun için kitaplar çoğu zaman rampa hizmeti (!!) görürdü... Bu şekilde ona sayıları öğretmek istediğimde aklıma ilk gelen şey o küçük arabalar olmuştu.. Bu kez kocaman bir kartona büyük bir park yeri çizmiştim.. Yollar, giriş çıkışlar ve numaralarla belirlenmiş park yerleri vardı kartonun üzerinde . Gal bu oyunu tabii ki çok sevmişti.  Bütün gün o numaralara göre arabaları park etmekle meşguldü o.. Sokaktaysa yine çok sevdiği otobüslerin hangi mahalellere , hangi şehirlere  gittiklerini gösterirdim ona . Onunla onun lisanında konuşup , bu şekilde ona hiç olmazsa kimi şeyleri öğretmeyi başarıyordum..

Bir gün birinci sınıfta okula veli toplantısına gittiğimde öğretmen Gal'e toplama ve çıkarmayı nasıl öğrettiğimi duyunca şaşırmıştı.. Gal asansörlere bayılıyordu..( İşte, klasik bir otistik semtom daha ..) Bütün  gün asansörün yukarı aşağı inişlerini seyredebilirdi o.. Bundan yola çıkarak ona sormaya başlamıştım ben, beşinci katta asansöre binen birisi iki kat aşaği inerse kaçıncı kata varır. Sekizinci kattan 12. kata çıkarsan kaç kat çıkmış olursun vs...ancak Gal 'de dyscalculia, yani hesap sorunu olduğundan şüpheleniyordum çünkü bir türlü beceremiyordu..Bilgisayarı daha küçücük yaştan kullanmayı beceren, cep telefonundan kimi fonksyoları yapmayı bizden iyi bilen bir çocuk en küçük toplama ve çıkarmayı bugüne dek yapmakta zorlanır.. Buna rağmen modern matematiğin kimi temel şeylerini öğrenirlerken ona,  hesap makinesini kullanmasına izin veriyorlar..

Gal'in dokuz yaşından bugüne devam eden bir grup toplantısı vardır.. İşte, daha ilk zamanlardan bir kez o toplantıya götürmüş dışarıda bekliyordum..Toplantının sonlarına doğru yanımda yavaş yavaş birikmeye başlayan bir grup genç çocuğa dikkat etmiştim.. Dokuz yaş grubunun ardından onlar da aynı rehber kadınla toplantıya gireceklerdi.. Yaklaşık on kişilik bir gruptu bu.. Yirmili yaşlarda olan bu gençlere dikkat ettiğimde bazı tekrar hareketleri ve kimilerinin seslerindeki vurgu ve mimikleri dışında neredeyse diğer insanlar gibiydiler..Aralarındaki konuşmalar diğer insanlardan çok farklı değildi.  Ama yine de otist olduklarını hemen anlamak mümkündü.. O gün ilk kez böylesi bir grubu bu kadar yakından izleme fırsatı bulduğumda Gal'in geleceğini bir şekilde gözlerimle görür gibi olmuştum.. Kimilerinin kız arkadaşları vardı; el ele geldikleri toplantı için dışarıda beklerken aralarındaki sevgiyi gördüğüm zaman acaba bir gün Gal'in de sevdiği, beraber olacağı bir kız arkadaşı olabilir mi diye ümitlenmiştim..

Gal'in bugün getireceği karnede yazılı olan notların pek bir önemi yok ..

Ben Gal'in mühendis ya da doktor olmayacağını biliyorum. Onun için hayal ettiğim gelecek, bir gün, kendisi gibi  "yüksek fonksoynlu "  kimi otist gençlerle birlikte bir evi,  bir hayatı olması!! Kendine göre , tek düze de olsa  bir işi ve belki de sevdiği bir kızın onunla iyi ve kotu gunlerini paylasmasi!!





Baty Ruso Galanti

24 Haziran 2020 Çarşamba

         
                                 









                            Aşıklar gibiyiz biz, onlarsız yaşayamaz olduk :)))




Şu cep telefonları yok mu ! Hayatımızı ne kadar değiştirdiler değil mi? Her an her durumda istediğimiz her kişiye ulaşma kolaylığı mükemmel bir şey.   Ama aynı cep telefonu sorumluluklarımızdan,  insanlardan ,dünyadan, yani kendimizi hiç bir şeyden soyutlayamayacağımız bir hallere de soktu bizleri... Eskiden, mesela  ofisinizde bulunmadığınız anlarda, evden çıktığınızda ya da dışarıda bir yerlerde bir işiniz olduğunda kendinizi kimi istemediğiniz kişilerden, durumlardan kurtarabilirdiniz! Şimdi kurtulun da göreyim.. Belki çok zorda kalırsanız tel'inizi bir süre kapatarak kapsam alanı dışında bir yerde olduğunuzu iddia edebilirsiniz ama sadece bir süre kurtulsanız da sizi arayan kişiye dönmeniz şarttır.  Kimseye aradığını farketmedim ,  görmedim, duymadım, bilemedim hikayeleri anlatamazsınız bugün, bu mümkün değil.. Yemezler!! (  Ha yemezlerse de farketmez diyorsanız o başka !! :)  )

Hayatımda ilk cep telefonunu çalıştığım iş yerinin o çok havalı patronunun elinde görmüştüm hatırlıyorum,, Avrupa'da bu tip teknolojilerin çoktan zirve yaptığı yıllar olduğunu tahmin ettiğim  90'larda böyle bir iletişim aleti Türkiye'de ortalıkta yeni yeni görülmeye başlanırken, bu alet o zaman iyi bir hava atma aracıydı!!.. Belli bir statü işaretiydi daha..


Şirketin kendi özel teknesinde düzenlenen bir geceyi hatırlarım,. Güzel, mehtaplı bir gece idi. Deniz esen meltemin yosun kokusunu içime çekerken ben boğazın ışıkları denizin orta yerindeki  karanlığı aydınlatıyordu. Işte böylesi bir atmosferde tüm çalışanlar tekneyi doldurmuştuk.. Ve tabii, o kendini kaf dağında gören, Plan Tours'un ünlü patronu Hüseyin Kurtoğulları da oradaydı o gece.. Güvertede elimde bir kadeh içki ,  gecenin tadını çıkarmaya, iş arkadaşlarımla sohbet etmeye devam ettiğim anlarda  Şairlerin Mezarlığı olarak ta bilinen Aşiyan Mezarlığının hemen yakınlarında, sahilde demirli olan tekneye lüks arabasından indiği halde, elinde hayatımda ilk kez gördüğüm, koca bir bataryaya bağlı bir telefonla gelmişti Hüseyin Bey.. Havasından geçilmiyordu.

Bir iki sene sonra Israel'e geldiğimdeyse cep telefonunun neredeyse herkeste olan bir alet olduğunu anlayacaktım... Bu aletin hiç bir özelliği yoktu...

O zamandan bu zamana bu telefonlar her an gelişti de gelişti; en yüksek statüdeki insandan en alelade kişiye kadar herkeste olan, temel bir ihtiyaca döndü cep telefonu. .. İlk zamanlar Türkiye'ye bu tip teknolojilerin girmesi belki biraz daha zaman alırken bugün yeni çıkan her telefon kısa bir süre sonra dünyanın farklı noktalarında satışa sunuluyor.

Bugün bu teknolojinin içinde doğup büyüyen gençlerse kendilerini her yeni çıkan modele kısa sürede adapte ederlerken her an çıkan aplikasyonların ne işe yaradıklarını bizlere öğretenler de onlar oluyor..

Bugün neredeyse herşey aplikasyonlarla yapılıyor. Gençler için böylece hayat son derece kolayken,  geçenlerde bankada sıra bekleyen annemi kaçtır istediği işlem için bankaya kadar gitmesine gerek olmadığını söyleyerek uyardım. Hayat teknolojiyi kullanmayı bilenler için kolay fakat yirmi ya da otuz yıldan fazla bir süredir emekli olan kimi insanlar için hayat bugün kimi anlamda belki de daha bir zor, çünkü bazı yaşlı insanlar kullanamadıkları teknoloji için gençlerden yardım bekliyor ya da işlerini hala daha eskisi gibi yapmaya çalışıyorlar. Aslında ben yaşlı bir insanın  kendi işini uzun yoldan da olsa kendisinin yapmasının çok olumlu tarafları olduğunu da görüyorum..annem gerçekten ilerlemiş yaşına rağmen  yıllardır kendi işini hep kendi hallettiği için sanırım zihinsel ve bedensel olarak kendini korumayı başardı..

Gelelim yeniden bu telefonlara.. Önce sadece telefon yerine geçerken daha sonra mesaj atmak için de kullanılacak bir fonksyona sahip oldular..  Ve zamanla çıkan smartphone'lar tam donanımlı küçücük bilgisayarları cebimize soktular...

Artık tüm işlerimizi sadece cepten halletmemiz mümkün..


Kadınlarınsa bu telefonlarda en sevdiklerini sorsak sanırım fotoğraf çekme özelliği en başta gelenlerden olur.. Haberleşmek, mail göndermek, banka işlemleri, ödemeler, iş kapattığımız mesajlarımız dışında biz kadınlar için bu küçücük aletlerin en popüler özelliği hala daha her an her yerde yapabileceğimiz selfie'ler galiba.. Arkadaşlarımı görüyorum, ne zaman bir yerde bir araya gelsek hemen birisi çıkarıveriyor bu aleti cebinden çantasından..kimi bayanlarsa son senelerde dudaklarını ördek gibi büzmeden poz veremez oldular.. Gençlerse her resimde ille dillerini çıkaracaklar...Her gün, her an resim mi çekilir demeyin, hepimiz biliyoruz ki bayanlar için yok yoktur!!

Her an yenilenen özellikleriyle piyasalara sürülen farklı model telefonların ekranlarının artık ne kadar hassas oldukları da malum.. O kadar hassas ve içliler ki (!!!!) bazen telefonunuzun ne haltlar yiyebileceklerini siz bile bilmiyorsunuz... Geçen sene eşim bana yeni bir telefon almıştı. Daha telefonun ikinci gününde ki bu bir Cuma sabahıydı sabahın altı buçuğunda alelacele kapıdan çıkmaya çalıştığım anlarda telefondan birisini aradığımı anladığım duuut duuut diye sesler duyduğumda;
" Eyvah dedim kendi kendime! Birini aradım!" ve Cuma sabahı, ve sabahın altı buçuğu, ve Cuma'ları Israel'de çoğu insan evdedir ve dolayısıyla yatağından birisini kaldırmak üzereyim ve ekrana bakıyorum ve ekranda hiç bir şey görmüyorum.. Kapatacak ne düğme, hiç bir görüntü yok..ayy panik oldum arada " Alooo diyen uykulu sesin kimin sesi olduğunu tanımaya çalışıyorum. Sonunda tanıdım , yan bloktan tanıdığım bir bayan.. Pardon telefonum daha yeni ve kendi kendine iş becerdi , rahatsız ettiğim için çok özür dilerim derken ne kastettiğimi anlayıp anlamadığını bile bilmeden, karşı taraftan aldığım  önemli değil cevabının ardından elimde tuttuğum telefona bakıp küfrettiğimi hatırlıyorum..

Ayy evet gerçekten bu telefonlar kendi başlarına buyruk, parmağınızın nereye, hangi anda, ne zaman değdiğini bile anlamadan neler neler yapabiliyorsunuz da farketmiyorsunuz bile.. Ben Whatsapp'ta bazen birine atmam gereken bir mesajı bir başkasına da atabiliyorum , tabii bu da benim dalgınlığım..

Bir ara yeni telefonumda gelen mesajların seslerini ayarlıyordum. Kendime göre muzur ve çocuksu taraflarımdan biri olarak telefon'da ayarladığım  sesler  çok çarpıcıydı.. Bu şekilde, ertesi günlerde dışarıda bir yerde otururken benden gelen  kvuak kvuak ( ya da vrrakkk vraakkk mi denir bilmem) diye sesleri duyan bir bayan bir an arkasına dönüp ne oluyor bakışları atarken sanırım çantamda kurbağa olduğunu zannetmişti...

E tabii bu telefonlar sadece bizlerin elinde değiller,  çocuklarımızda da varlar. Ellerinden hiç düşmeyecek şekilde varlar hem de .. Nereye gitseler ellerinde.. Geçenlerde oğlum elinde telefonu bana geldi;  " Anne telefonum tualete düştü "  diyor bana..Ben  ilkte ne tepki vereceğimi bilemez hallerde.... Ayy Gal !! Bir an yıkadın mı bari diyecem, ne yıkaması, telefon bu!! diğer taraftan zaten düşmüş düşeceği yere.. Git banyoya, koy onu lavabonun yanına,  ellerini yıkadın mı sen..git yıka..ben bakacağım ne olmuş!! Tabii telefon gitti tabii..hadi yenisini aldık mecburen.. Zaten bir kaç senede bir bir şekilde değiştirmek zorunda kalıyorsunuz bu aletleri.. Artık hiç bir şeyi seksen sene kullacağınız kalitede yapmıyorlar ki. Amaçları hep yenisini almanız..

Bu aletlerden bir şekilde neredeyse hiç ayrılamadığımız günlere geldik.. Aşıklar gibiyiz sanırım.. Onlarsız yaşayamaz olduk :)))



Batya R. Galanti













20 Haziran 2020 Cumartesi

                                             
                        
                       
                           
                                     Bir dili unutmamak için  o dili kullanmak  gerek!


Sabahın erken saatinde yan komşum Dreyfus karşıma çıktı, yanında o çok tatlı eşi Ruth ve iki genç bayanla birlikte , " Günaydın dediler.... Dreyfus'lar, sanırım son on yıldır taşındılar yanımızdaki daireye . 80'lerinde, çok sevimli bir çift onlar.  Daha evvel aynı daire'de oturan aile de harika insanlardı. Sanırım komşularımızdan yana şanslıyız.

Yan yana oturmamıza rağmen bazen aylarca karşılaşmadığımız olur, bazense aynı hafta içinde bir kaç kez rastlarız birbirimize.

Ruth, meraklıdır hep, sorar Danielle nasıl? Herşey yolunda mı?  Ruth'la kimi zaman bir kaç dakika içinde hayatın problemlerini çözmeğe çalışır bir durumda bile buluruz kendimizi. Hatta bir çok kez, gelin bir akşam der bize Ruth..   Amos, Weizmann Bilim Enstitüsü'nde Endüstri Mühendisliği doktoru..o da şeker gibi bir adam , ama erkek işte, kadınlar gibi geveze değil..bazen sabri taşar, karısına, "  Ruth, ben eve giriyorum artık der: bazense sessizden kaçar..


Amos bu kez asansörde inerken  hep beraber, yanlarındaki iki genç kızla fransızca konuşuyordu .

Danielle hatırlarım, bana orta okuldayken bahsetmişti  bir gün;  Amos onun sınıfına gelmiş ve çok karmaşık ve  hüzünlü  hikayesini çocuklara anlatmış...

1930'ların Paris'inde geçen çocukluğunda yaşadıklarını... Almanların işgaliyle başlayan kıyımdan kurtulmak için sığındıkları Katolik bir ailenin yanında geçen senelerini ve savaş sonunda Israel'e göç edişiyle burada başlayan yeni hayatını..

Amos'un konuşmasında daha önce Fransız aksanını pek farketmemiştim, belki Israel'e geldiğinde yaşının hala daha yeterince genç olmasından dolayıdır..

Asansörde indiğimiz o bir kaç dakikada onların konuşmasını duyarken  adeta kıskanıyordum..keşke onlar gibi konuşabilseydim diye..

Bir de hep unuttuğum o soruyu zamanı geldiğinde sorsam diyorum Amos'a, " O çok ünlü  Alfred Dreyfus'la bir akrabalığı var mı acaba?

Hayat boyu en büyük sorunum Fransızcayı konuşurken hata yapmaktan çekinmek oldu..

Halbuki geçtiğimiz yaz  bir toplantıda Fransa'dan gelen turist bir karı kocanın yanında oturduğum bir yemekte nasıl da çenem düşmüştü ....

Tel Aviv'in sıcacık akşamlarından biriydi. Israeli baştan sona çizen kıyısındaki altın rengindeki kumlarıyla insanı cezbeden kumsallardan birine bakan terasta yediğimiz yemekte , loş ışıkların altında, kimi surf severlerin geçtiği, kimi bisikletlilerin hiç durmadan yollarına devam ettikleri, ve ilerideki meydanda bir yığın insanın  yuvarlaklar halinde klasik Israel danslarını yaptıkları halde geçirdiğimiz saatlerde , Ermeni asıllı çok sempatik profesör bir bayan ve onun Fransız eşiyle son derece samimi bir ortamı paylaşmak şansım olmuştu bir yaz akşamı. Uzun senelerden sonra, Fransızca sohbet etmiştim saatlerce..

O gün beni bu çiftle tanıştıran, ağbimin eşi,  Profesör'ün onun kuzini olduğunu söylediğinde önce , direk türkçe konuşmaya başlamıştım, ardından eşinin Fransız olduğunu anlayınca, bende bir an büyük heyecan.... açmıştım ağzımı.. Tam günümdeydim. Sanki senelerdir Fransızcayı hiç bırakmamışım gibi bir rahatlık hissettmiştim o gün nasılsa..

Bu bende çok ilginç bir huy gibidir, Sankigünümde olmalıymışım gibi. O gün kendi kendimi ikna etmiş gibiydim.. Neredeyse çok minimal hatalarla , gayet iyi götürdüğüm sohbetim bana  moral kaynağı olmuştu. Birbirimizden çok hoşlandığımız o insanlar fransızcam için pek övgüler yağdırmamış olsalar da.

Aslında Fransızlar.bu konuda genelde çok iltifatkar bir millettir,. Kendi dillerini nasıl konuşursanız konuşun bundan çok memnuniyet duyuyorlar ve hemen bunu belirtmeden geçmiyorlar..Bu da güzel bir duygu veriyor insana..

Geçenlerde kızım bana hayıflandı; " Anne neden bana Fransızca konuşmayı kestin diye!"

Kızım doğduğunda ona kendi ana lisanım olan türkçe yerine fransızca konuşmaya karar vermiştim. Ne komik! Hayatımın hiç bir döneminde günlük lisan olarak kullanmadığım ve slang olarak neredeyse hiç tanımadığım bir dili ve yıllardır pratik yapmadığım bu zor lisanı çocuğuma konuşmak ve öğretmek nasıl bir fikirdi bilmem ama bunu kendime bir ödev olarak almıştım..

Bu şekilde iki amacım vardı; Birincisi kendi kendime pratik yaparak  bu dili unutmayacaktım ( en azından bildiğim kadarını ) , ikincisi çocuğuma bildiğim bir şeyi öğretecektim..

Kendi kendimi fransızca konuşur duyarken ne kadar doğal gelmese de kulağıma  , ne kadar kitap gibi konuşsam da , ne kadar hatalarım da olsa yine de bunun iyi bir fikir olduğuna inanmıştım..

Her gece Danielle'e Fransızca hikayeler ve masallar okumakta bunun içindeydi.. Beş sene buna devam ettim.. Ve Danielle ona konuştuğum herşeyi anlıyordu ama İbranice cevap veriyordu.
Taa ki Gal doğana kadar buna devam ettim.. Gal'in doğumuyla gelen karmaşık durumlar, yıpranan sinirlerim tüm sabrımı benden almıştı birden . Zaten bir türlü konuşmuyor da bu lisanı diyerek bir gün Frnasızcayı bıraktım..

İlginç olan Danielle geçenlerde Fransızca bir şarkının sözlerini net net söylüyordu.. Bir çok şeyi bugün hala hatırlıyor, masalları ise hiç unutmamış.. Tekrar onunla Fransızcayı hatırlasam dedim..

Bir de geçtiğimiz günlerde La Terra Santa diye bir Lise var Yaffo'da , önünden geçtik arabayla. İllede ben bu okulu görmek isterdim çok Anne dedi. Yanındaki Kiliseyi de. Sanki benden ona bir şeyler geçmiş gibi. Bir gün gider gezeriz beraber dedim..

Acaba buradaki okulu bitirenler de bizim okulu bitirenler gibi iki kelimeyi biraraya getirmekte zorlanırlar mı diye de düşündüm birden.. Nedense , senelerce eğitimden sonra , talebeler hala daha konuşamazlardı pek.  Pratikleri yoktu ki. Sadece bu dili dinleyip , kısmen Litterature gibi derslerde tekstleri yazarak yorumlamayı biliyordu çocuklar ama günlük konuşulan Fransızcadan pek haberleri yoktu çoğunun.. Ağır türkçe şivelerini düzeltmek içinse bir çaba yoktu hiç.

Bu okullara sayılan onca paraya rağmen , okulu bitirdiğimizde çok daha fazla pratiğimiz olabilirdi gibime gelir hep. Daha fazla konversasyon dersleri olmalıydı. Frnasızca kimi konuları tartışmalıytdık, Fransızca şarkılar söylemeli, filmler izlemeliydik , bir Franasızın günlük kullandığı dili öğrenmeliydik biraz da. Ama belki genel olarak bu dilin temelini  vermişlerdi , bundan sonrası ise bize aitti. Çok fazla okumak ve bu lisanı kullanmak gerekiyordu..

Çalışma hayatları bir Fransız şirkette geçenler,  Fransa'ya göç etmişler ya da bir şekilde bir Fransızla yaşamlarını birleştirmişler dışındakilerin kaçta kaçı bu lisanda kitaplar okumaya ve senelerini verdikleri bu dili unutmamak için çaba göstermeye devam etmişlerdir bilmiyorum..  Ben hayat çarpışmamdan kalan zamanlarımda Fransızca makaleler okuyup  ve kimi programlar izlemeye devam ediyorum zaman zaman ve çok sevdiğim Fransızca şarkıları dinlemekse her zaman ayrı bir keyif...


Keşke bir de, " hata yapmaktan çekinmeyeceğim " bir dostumla pratik yapmak imkanım olsaydı ... derim hep!




Batya, R. Galanti

17 Haziran 2020 Çarşamba








Her yerde hep aynı nefretin susmayan sesi  




 
Son haftalarda Amerika'da yaşanan olaylar, insanlığın tekrardan tarih yazıp yazmayacağını zihinlerimizde soruşturmaya başladığımız kadar genişleyip büyüdü birden..

Geçtiğimiz haftalarda bir çok yerlerde yağmalamaya dönüşen gösteriler , yeniden haklıyı haksızlaştıran bir psikoloji yarattı kimilerinde.. İlk başta üzülenler, zencilerin hakları için konuşanlar ve savunanlar kimi yerde çok çabuk fikir değiştiren beyanlar sunmaya başladılar. Gerçek yüzler bir yerden sonra hep kendini gösterecek şekilde renk mi değiştiriyor acaba?..

Bu tip şeyler aslında her zaman , her yerde yaşanıyor.. Tüm toplumların kalbinde, insan denen varlığın o ayırımcı yüreği çarpıyor ve bir şekilde mutlaka semtomlar dışa vuruyor. .. Israel'de de bu sorun sürekli gündeme geliyor.. Geçen yıl burada da hiç yoktan bir Etyopyalı genci tek kurşunla öldüren polise karşı açılan soruşturma Israelli siyah insanların bu topluma olan kızgınlığını, kırgınlığını aşmalarına pek yardımcı olmadı.. Siyahların haklarını savunmak için burada da gösteriler oldu. Ve kimileri burada da dozu kaçırdı.

Son bir iki gündür zencilere yönelik ayırımcılık karşıtı gösterilerle haberlerde olan azalma olayların yavaş yavaş durulmaya başladığının bir işareti gibi de olsa, belki tarihte ilk kez, ne zencilerin ne de bir çok beyazların aynı şekilde devam eden ayırımcılığı, varolan ırkçılığı kabul etmeye hazır olmadıklarının işaretini veriyor gibi..  Hiç bir şeyin saklı kalmadığı günümüzde... kapalı kapılar ardında örtülü olmayan şeyler eşitliğin, gerçek demokrasi ve özgürlüklerin tarihte hiç olmadığı kadar korunmasının beklentisini de artırıyor. Yapmacık, iki yüzlü özgürlükler değil aranan. Her insanın , rengi, cinsiyeti, yaşı , kökü ve statüsü ne olursa olsun hakkettiği, gerçek özgürlükler için insanlar sokaklara çıktılar. İlk kez bu sadece Amerika'yla sınırlı kalmadı. Amerika'da yaşananlar Norveç'te, Fransa ya da İngiltere'de de ses getirdi. Gösteriler oldu. Korona'ya rağmen!! Virüs'e , hastalık korkusuna rağmen, özellikle gençler sokaklara çıkıp bir başkası için de olsa sözlerini, düşüncelerini esirgemediler..  Daha iyi bir dünya'da yaşamak sadece, beyaz adamın, kimi Avrupalı etnik grupların hakkı değil..

İnsan, bir çok etnik gruba ayrılıyor.. Ve sonuçta bu grupların hepsinin damarlarındaysa yine aynı kırmızı kan akıyor. Tüm insanların temel ihtiyaçları da aslında aynı. Her sabah yatağından kalkan siyah ya da beyaz insanın kaygısı da aynı.. İçimizde var olan  yaşama iç güdüsü, aşk, nefret. çocuklarımız için yaptığımız fedakarlıklar ve bir çok şey renk ya da ırk gözeten şeyler değil.. Duygularımız bire bir aynı.. Aşık olduğumuzda kalbimizin çarpıntısı hep aynı ...

Tüm bunların aynılığı karşısında rengimiz neden bu kadar fark yaratsın ki?.

Bütün bunlar bir yandan düşündürücü, bir diğer taraftan üzücü ve tepkilerin bir bölümüne baktığımızdaysa kimi yanlışlıkların artık değişebileceği  günler belki de artık çok uzak değil dedirtiyor bugünlerde,  Londra'da , Oslo'da ya da Berlin'de ayaklanan insanların dürüstlüğü üzerine düşünüyorum..taa ki İnternette yeni başlıklar görene, video'da bazi seyleri izleyene dek! ; " Paris'teki Anti-Faşist gösterideki binlerin içinden aralardan yükselen kimi tanıdık sloganları duyana dek!"

Aşırı sağcılar, aşırı solcular, radikaller. Anti faşistler, Anti-sionistler ve tüm antilerin olduğu her yerde hep aynı nefretin susmayan sesi  ..... " PİS YAHUDİLER!" ....



Batya R. Galanti