7 Haziran 2020 Pazar

İçimizdeki ırkçı biz!


Yirmi yaşlarımdayken bir gün Harbiye'de yürürken birden yanıma zenci bir adam yaklaşmıştı. Bana Ingilizce olarak bir adres sormuştu. Ben ona gitmek istediği yeri elimle işaret ederken daha bir iki saniye evvel yanıma yanaşmış olan bu yabancı birden bana; " Siz beyaz kadınlar neden bir zenciyle konuşmak bile istemezsiniz ? " diye hiç beklemediğim bir soru yöneltmişti. 
O güne dek  yeterince tanıdığım tek insan tipi, Türktü. Çoğunluğun benim gibi koyu renk saçlı, kahve rengi gözlü olduğu bir ülkede yaşamakla birlikte siyah insanları sadece Amerikan filmlerinde görmüştüm . O an adama dönerek' " Ben böyle bir soruya nasıl cevap verebilirim ki? Hayatımda siyahi bir insanla ilk kez konuşuyorum"  diye cevaplamıştım o anki o tuhaf soruyu. Adamsa daha fazla konuşmadan yoluna devam etmişti..

Çocukluğumda Büyükada'da bizim Yahudi Cemiyeti içindeki yaşıtlarımın bana zaman zaman; " Aaa sen türkçe konuşuyormuydun, ben seni Israelli sanıyordum " dediklerini anımsarım. Beni Israelli zannediyordu çoğu..  Türkiye'de, bilinen, klasik Yahudi isimlerinden biri olmayan ismim, diğerlerinden daha esmer oluşum ve kıvırcık saçlarım onları yanıltıyordu.  
Lise sondayken, bu kez o zamanlar çok popüler bir dizi olan " Fame" 'de oynayan Coco adındaki
 "zenci " kıza benzedilişim bana ilginç gelmekle beraber siyaha benzetilmekte en ufak bir kusur görmemiştim.  Hatta hoşuma bile gidiyordu o zamanlar.  Hiç bir zaman esmer olduğum için ya da beni zenciye benzettikleri için alınmazdım.. Esmer ya da zenci olmanın kötü bir şey olabileceğini düşünmemiştim ben.
Kendim olduğum şekilde memnundum. Sarışınları beğenmekle birlikte hiç bir zaman sarışın olmanın çok özel olduğunu düşünmemiştim. Ya da bir çokları gibi illede mavi ya da yeşil gözlerimin olması hayalini  kurmamıştım. Avrupa'nın orta yerinde bir şehirde aynı melez görüntüyle yaşamaya kalksam nasıl hissederdim bunu bilemem..


O zenci adamla konuşmamın ardından , bir gün yine aynı güzergahta , okula doğru giderken uzaktan uzağa, simsiyah bir genç adamla, bembeyaz genç bir kadını birlikte görmüştüm.. İkisi bir pusetin iki yanında yürüyorlardı.  Farklıların beraberliklerinden müthiş heyecanlanan biri olduğum için bir koşuda onlara yetişip, çaktırmadan yanlarından geçerken ille de bebeklerine göz ucuyla baktığımı anımsıyorum. Tam çikolata vanilya karışımı, dünya güzeli bir bebekti. Nasıl da hoşuma gitmişti. Heyecanlanmıştım çünkü benim için bu bir ilktı.

Geçtiğimiz senelerde Paris'te yaşayan bir tanıdığımla telefonda konuşurken bana; " Sen iyiki burada yaşamıyorsun, yoksa yanmıştın !" dediğinde birden şaşırdım." Neden ?" dedim. Seni burada "Maghrebine"  ( Kuzey Afrikalı ) zannederlerdi dedi. Beni de öyle zannederler derken biraz şikayetçi gibiydi.. Beyazların ülkesinde esmer olmanın biraz daha zor olduğu açıktı.. Yerel insanının açık tenli,  açık renk gözlü olduğu bir toplumda, Kuzey Afrika köklerini temsil eden bir esmerlikte olmanın getireceği ön yargılarla uğraşmak kolay olmasa gerek. İşte o an dahi yine de ben esmer olduğum için üzülmedim.. Bana ne dedim, Tanrı beni nasıl yarattıysa ben o şekilde olmaktan memnunum.

20 yaşlarıma geldiğimde ırkçılık konuları üzerinde çok sık yazılara rastlamaya başladım.. Amerika'da insanların renklerine göre sınıflara ayrıldıklarını farkettim. Benim aptal aklımdaysa hep zenci köleliği, ayırımcılık  gibi şeylerin geçmişte kaldığı gibi bir saçmalık vardı evvelden.. Bunun bugüne kadar hiç değişmeyeceğini düşünmemiştim..

Reklamlarda sarışın mavi gözleri olan bebekleri, sarışın kadınları tercih ettiklerini farkettiğimde ne kadar saf olduğumu ilk kez anladım..

Ve Benetton'un reklamlarında farklı renkte insanlara yer vererek bu tabuyu kırmak girişimlerinden konuşulduğunda yeniden bu problemi aşmak yolunda olduğumuzu düşünmeye başlamıştım. Ama yeryüzünde yaşayan farklı insan gruplarının uyum içinde yaşaması söz konusu olduğunda bunun düşündüğüm gibi basit bir şey olmadığını anlamak zaman aldı benim için. Reklam panolarına yansıyan kimi sembolik değişimler toplumların çekirdeğine inen ayrımcılığı değiştirmiyordu. Bu tip şeyler belki de toplumların hala daha ne kadar büyük bir değişime ihtiyaç duyduklarının basit ama net işaretleriydi. Doğamızda var olan kimi duygular ve yargılarsa çok farklıydı..



Demokrasinin temel olduğu, modern ulkelerde ayırımcılık sözde "lafta"  ne kadar yanlış ve kötü karşılansa da bugüne dek ırkçılık köklü bir sorun olmaya devam ediyor. Kimi anlamda, dünya'da neredeyse ortak bir kültür yaratma savaşı veren bugünkü Batıda da ırkçılık hala çirkin yüzünü neredeyse her yerde gösteriyor.  Insanlar bir an durup, kendi rengini, ırkını ve nerede doğacağını seçmek şansına sahip olmadığını düşünmüyorlar bile. Sahip olduğumuz özelliklerimiz için herhangi bir çaba göstermemiş olduğumuzun biz ilkel insanlar için bir anlamı yok.  Kara, beyaz ya da sarı olmayı doğarken seçmeyen insanın tek elinde olan şey, iyi ya da kötü davranmayı seçmek.. Sadece, doğru ya da yanlış bir insan olmak bizim elimizde..

Yıllar evvel Türk kökenli bir arkadaşım ve  çocuklarla birlikte yeşillik bir alanda piknik yapıyorduk. Kızının sürekli canının sıkıldığını söyleyip şikayet ettiğini görünce ona ilerideki oyun aletlerini göstererek ," Bak orada biraz oynayabilirsin demiştim . Çocuksa, yaşının getirdiği bir saflıkla, " Orada Etyopyalılar var ben korkarım " derken bana gözleri kocaman dehşetle açılarak bakıyordu. . Duyduklarıma  inanamamıştım.. Ne diyorsun sen, nereden çıktı Etyopyalılardan korkmak!! Onlar da senin benim gibi insanlar derken.. Arkadaşım;  Sen hiç otobüste onların yanında oturmadın galiba dediğinde çocuğun probleminin nerede başladığını anlamıştım. Arkadaşım, Etyopyalıların yedikleri yemekler yüzünden son derece ağır koktuklarını söylerken ben onu bir türlü bu şekilde konuşmaması gerektiğini söylerken ikna edemezken, çocuklarını nasıl yanlış fikirlerle yetiştirdiğini, bunun büyük bir hata olduğunu söylüyordum... İlk defa ırkçılığı bu derece yakın yaşıyordum hayatımda..

....................................

Bundan bir kaç sene evvel  iki çocuğu da otist olan, Rus asıllı bir kadınla samimi olmuştum. İlk tanıştığımız zamanlardan bir gün evinde kahve içiyorduk beraber. Sürekli lise bile bitirmediği halde çok okuyan biri olduğu için genel kültürünün çok yüksek olduğunu, çok şey bildiğini anlatıp duruyordu. Anne babası Rusya'dan geldiklerinde, yeni göçmen bir aile olmanın verdiği zorluklarla büyütlümüştü.  Israel'in en fakir şehirlerinden birinde yoklukla geçen çocukluğunu anlatırken, erkek gibi kadınım ben diye de övünüyordu.. Daha sonra, laf lafı açarken sonunda konuyu sanata ve  Empresyonist ressamlara getirirken ona sadece Claude Monet'nin  tablolarından , Nilüferler ve Japon Köprüsünü resmettiği tablonun posterinin odamda asılı olduğunu söyleyince, bana hayretle bakarak sen Monet'yi nereden biliyorsun diye sormuştu..

Bilginin sadece Ruslara açık olduğunu zanneden o kadına kendimi ne kadar anlatsam kafasındaki fikirleri nasıl değiştirebilirdim  Bir çok sözümona akıllılar için de, Ortadoğu'da herhangi bir Müslüman ülkede doğan herkes cahil ve gelişmemiştir..

Geçen hafta öldürülen zenci George Floyd'un ardından Amerika başta olmak üzere , özellikle zencilere karşı yapılan ayrımcı davranışlara karşı dünya'nın çok farklı köşelerinde insanlar ayağa kalktı..

Bir süre herkes bağırıp çağırır ve bir aya kalmaz olaylar bir şekilde yatışır ya da yatıştırılır..ve hayat aynı yerden devam eder......



Batya R. Galanti 

4 Haziran 2020 Perşembe


                                               

                                                              Duboni!



Geçtiğimiz günlerde birden kırklara çıkan sıcaklıklar dolabımdaki tüm kışlık kıyafetleri artık raflardan ayrı bir köşeye kaldırmamın zamanının geldiğini hatırlattı .. "Gal bana yardım etmek istermisin?"  diye sordum geçen akşam ona... Hayır dedi...her zamanki gibi.. Onunla birlikte bir şeyler yapmayı teklif ettiğimde ( herhangi bir şey! )  olumlu bir cevap gelmez pek ondan.  Bu ara  kulaklıklarını hiç kulağından indirmiyor; sevdiği şarkıları dinlerken evin içinde gidip geliyor. Salondan yatak odasına hiç durmadan yaptığı yürüyüşler kimi zaman hepimizin başını döndürüyor. Allahtan artık okul, terapiler ve toplantılar yeniden eski tempolarına dönmeye başladı. Bense dolaplardan tüm kıyafetleri yatağın üzerine yığmaya başladım.. Yukarıdaki raflardan , giysilerin arkasında kalmış, yumuşak bir şey elime geldi bir an.. Yünden, kıvırcık  bir kol ve bir bacak..çektim çıkardım onu.. Kızımın küçük ayısı gelmiş elime... Sanki birden eski bir arkadaşıma rastladım o an .. Adı da var bu küçük kahverengi oyuncak ayının; " Duboni!"

İbranice'de Dubi ayı demek..Duboni ise benim uydurduğum, aynı kelimeden türemiş ismiydi oyuncağın..O an Danielle'i çağırdım, " Danduş!  Bak ne buldum?!" Aaaa benim oyuncağım bu.. Versene dolabıma koyayım. Oradan Gal geldi.." Tüh! Yakalandık!" Gal şimdi " O benimdi ama !" diyor..
Gal daha bir kaç aylık bir bebekken, İstanbul'a gitmiştim bir ara, iki ufaklıkla birlikte. Ağbimin Kayınvalidesi Danduş'a küçük bir şapkası ve bir de papyonu olan kahverengi sevimli bir ayıcık hediye etmişti o seyahatimizde.. Danielle bayılmıştı ona. O günden sonra o kahverengi, şapkalı ayı elinden hiç düşmemişti.  İşte o ayı onun ilk Dubonisiydi..

Çocuklarım küçükken, en sevdikleri oyunlar onlara küçük ayıları, bebekleri konuşturarak güldürdüğüm anlardı.. Kimi zaman bir annenin de çocuklarına kimi şeyleri öğretmesinin ayrı bir yolu daha olmalıydı derdim hep.. Defterler ve kalemler dışında yollar.. Ve ben  bu yolları daha çok severdim.. Belki çocukluğunda dikkat sorunu olan biri olduğum içindir..

Geçenlerde Danielle'in aklına gelmiş ; " Annenin Yeri " diye bir restoranım da vardı benim.. Zaman zaman öğle ya da akşam yemeklerini orada yerlerdi çocuklar. Yemeği sevdirmenin, sayıları ve okumayı öğretmenin daha cazip yollarını ararken bulmuştum bu oyunu.. Mutfaktaki masada, süslediğim tabaklar ve  hazırladığım " Özel  Menü" de o gün hazırlanmış yemeklerin listesi ve fiyatları yazılı olurdu.. Anne ne çok severdim senin restoranını dedi Danduş. Bir de Otelin vardı hatırlıyormusun. Evet onu da hatırlıyorum.. Bazen hep beraber otelcilik oynardık. Odalar özel hazırlanırdı misafirlere.. Sadece hayal güçlerini çalıştırdıkları oyunlardı çoğu.. Ama tüm kutu oyunlarından ve Puzzle'lardan belki de daha mutlu olurlardı, birlikte hayal kurup güldüğümüz şeylerle..

Duboni'nin hikayesi de ilginçti aslında.. Gal'in haftanın çoğu günleri terapileri olurdu.. Onu otobüslerle götürürdüm bu terapilere ve Danielle de mecburen okul çıkışı benimle gelirdi zaman zaman. Bir defasında ayısını da almak istemişti. Tamam dedim öyle olsun. Bir yandan bebek puseti, Gal ve Danielle ve çantası. ve diğer tarafta Danielle'ın kucağından düşmeyen ayısı,  Terapi'den çıkıp , kenarda bir yerde oturduğumuzu anımsıyorum, otobüsü beklerken.. Danielle oyuncağını yanına koymuştu.. Danielle'in ayısına olan bağlılığı , ayının konuşabilme gücünden geliyordu.. Duboni onunla hep gevezelik yapardı. Bazen akıllıca, bazen de aptalca şeyler söylerdi ve çoğu zaman da uyanıklık yapardı.. Benim çocuksu tarafım aramızda hep var olan enerjiydi . Danielle'le devamlı konuşan ayı bendim tabii.. O gün, otobüs durağa geldiğinde alelacele herşeyi toparlayıp binene dek Danielle'ın ayısını yerde unuttuğunu görmemiştim. Otobüse binmemizle kızımın ağlamaya başlaması bir olmuştu.. Duboniyi yerde unuttum diye ağlıyordu.. O günlerde beş buçuk yaşlarında olan Danielle'ın o çaresiz ağlamasını yatıştırmanın yollarını ararken , bulduğum hikaye sonradan Duboninin yaşam hikayesine dönecekti. Duboni arkamızdan bir Taxi'ye atlayarak Kuzey'de Galil'de, Karmel dağları arasındaki küçük bir köyde yaşayan ailesine acil bir ziyaret için yola çıkmıştı. Onu arayan ailesini özlemişti Duboni ve geri gelecekti.. Bizim tanımadığımız kocaman bir ailesi vardı onun...

Ertesi günlerde Israel ( eşim ) bir akşam elinde eskisinin aynısı bir ayıyla geldi . Yine  kahverengi ama şapkası olmayan yeni bir Duboni ve  bir tane de , büyük,  kocaman bir ayı daha yanında. O da onu bırakmak istemeyen büyük kuzeniydi.. Her şey bir andan diğerine uydurduğum masallardan meydana geliyor ama Duboni'nin karakteri ve hayatı bir anlık uydurmalarla adeta ebediyete kadar şekilleniyordu. Hikayesi hep genişliyor, büyüyor ve çevresinde oluşan yepyeni maceraları da getiriyordu. Çocuklarımın bugüne dek unutmadıkları bir masala dönüşmüştü küçük bir peluş ayı ..

Danielle büyüdükçe bu kez Duboni Gal'le daha bir bütünleşti.  Gal her an onun konuşmasını, ona yeni bir şeyler anlatmasını, onu yatıştırmasını, ona hayatı farklı yollardan öğretmesini bekler olmuştu.  Adeta kendine bir arkadaş bulmuştu.  Bir zaman sonra beni yeterince yormaya başlayan bu tiyatro diğer taraftan Gal'in masal dünyasıyla gerçekler arası bir karıştırmanın içine girdiği hissini de uyandırmaya başlamıştı bende..  Duboni'ye fazla bağlandığını ve gerçeklerle hayalleri kimi anlamda karıştırmaya başladığını hissettiğim gün oyuncağı dolabın en yukarısındaki raflardan birine saklayarak, Duboni'nin süpriz bir yolculuğa çıktığını söyledim...

Duboni ailesini ziyarete gitmişti yeniden ve bu kez ne zaman döneceği belli değildi. Arada Gal'e onunla ilgili haberler vermeye devam ederken oyuncaktan ayrılışın getirebileceği  sorunu hafifletmeyi umuyordum. İlginç olan Gal bu konuda çok zorlanmadı.  Otistik bir çocuğun bir anda değişen şeylere kendisini adapte etmesi her zaman kolay olmayabiliyorsa da bu kez Gal beni şaşırtmıştı.

Duboni'nin en büyük özelliği bizi güldürmesiydi . Muzipliği bir yana , güldürürürken hayatı öğreten de bir tarafı vardı. Bir çok şeyi oyunla öğretmek benim yolumdu hep..Çünkü Gal'deki motorik zorluklar ve dikkat sorunuyla bütünleşen diğer şeyler onun için öğrenmeyi tam bir eziyete çeviriyordu. O zaman benim için tek çare sadece oyunlardı..

Duboni'nin hikayesine baktığında eşim bana hep, sen onu bir kahramana çevirdin diyordu. Onu yazıya dökmeslisin, başka çocuklara da tanıtmalısın senin içindeki o küçük kahramanı. Kimi zaman güldüren , zaman zaman öğreten en çok ta Otist bir çocuğun dünyasını renklendiren bir karakter yarattın sen.  O gerçekten her gün oradaydı bizimle. Bazen yanımızda değilken bile, telefon açar Gal'in hatırını sorardı, arabada, yolda, Gal ağladığında bırakmazdı onu. Gal zaten sorardı nerede diye?.. Belki bir gün onun da bir kitabı olur. Yeterince büyüdüğüm zaman (!) . Belki bir gün cesaret eder ben de yazarım bizim hikayemizi..





Batya R. Galanti

3 Haziran 2020 Çarşamba


                                                 
                                                    Bir cinayetin ardından...


Geçtiğimiz hafta Amerika'da yaşanan bir olay tüm dünya'da büyük bir yankı yarattı..

Beyaz bir Amerikalı polisin diziyle boğduğu zenci adamın görüntüleri, olayın gerçekleşmesinden saatler sonra hepimizin gözleri önündeydi..

Çok basit bir olayın boyle bir cinayetle bitmesi ise adeta insanın aklını başından alıyor..

Amerika'nın Minnesota Eyaleti'nin en büyük şehri olan Minneapolis'te  küçük bir bakkal dükkanından bir paket sigara almak isteyen genç bir adamın elindeki 20 doların sahte olduğunu farkeden dükkan çırağının prosedür olarak sahte parayı gerekli birimlere ihbar etmesi ile başlayan basit, anlamsız , küçücük bir olayın dehşet veren bir cinayetle sonuçlanması Amerike'da yeniden o bilindik kargaşanın başlaması için yeterli oldu.



Bakkalın bulunduğu mevki'de o an görev başında bekleyen üç polisin  olaya müdahale görüntüleri,  etraftaki güvenlik kameralarına yansıyanlar olayın detaylarını gözler önüne sermek için yeterliydi.

Adı George Floyd olan şahsın kendisini zorla tutuklamak isteyen polise karşı direnmesi yüzünden genç adamı  yere devirerek etkisiz hale getirmek için üzerine dakikalarca yüklediği diziyle onu acımadan boğarak öldürmesi kelimenin en basit tabiriyle herkesi dehşete düşürdü.

Bence olayın en üzücü taraflarından biri de böylesi bir cinayetin gerçekleşmesinden sadece saatler sonra, tüm dünya'da , çocuk, genç, yaşlı hepimizin George Floyd'un son anlarını bir film gibi , basit bir şey gibi izlemiş olmamız.. Çaresizlik içinde yardım isteyen bir insana milyonlarca kişi sadece karşıdan bakmak durumunda kalmış olduk.  Bu yüzyılda yaşamanın en korkunç yanlarından biri de bu belki .. . Insan denen vahşi bir yaratığın  nasıl bir şeytana dönüşebildiğini bir kez daha hepimiz elimizdeki cep telefonlarından, bilgisayar ve televizyon ekranlarından , eften püften bir çok aptal cliplerden biriymişcesine izledik..  Hiç bir şey yapamadan...Doğru çünkü o an hiç birimiz orada değildik!!

Yardıma ihtiyacı olan birine elimizi veremedik. Elimizde tek bir şey vardı.. O küçük ekranlar!!

Sadece ekranlar caniliği, agresifliği, şiddet ve hiddeti bize bir kez daha yaklaştırdı.. Beynimizi belki de bir kez daha yıkadı böylesi görüntüler.. Alıştıra alıştıra daha da insanlığımızı kaybeden bir dünyanın parçası olarak yaşamaya devam ediyoruz bir gün daha..

O an o çevrede bulunan kişilerse; " Polise " Hey Man!! bırak onu ..derken " o anı filme almakla meşguldüler.. Belki de o koca polisin , iri yarı bedeninden ve kuşağında taşıdığı silahtan korkmuşlardı???????????  belki bir an müdahale etselerdi ,, bağırıp çağırsalardı ona...Hepsi bir anda yürüselerdi üstüne ! Güçlerini birleştirerek , insanlıklarını birleştirerek.. Karşıdan bakmasalardı acaba????? Kurtarabilirlermiydi George Floyd'u..  bir insanın nefessiz kalar ölmesini engelleyebilirlermiydi???

Görgü tanıklarının o cinayeti filme almaları belki tek bir işe yaradı. Şeytanı yargılamak için yeterli dellileri mahkemeye sunmak..

O şeytanın yanındaki, diğer iki poliste suç ortağı olmakla yargılanacaklar elbette..

Amerika Irkçı bir ülke deniyor..

Irkçılık bir hastalık ve bence heryerde !!! Sadece Amerika'da değil...

Polisler ise bana çok kez saldırgan eğilimleri olanların serserilik yerine bu mesleği seçmiş insanlar gibi gelirler.  Polisliğin esası toplumun güvenliğini sağlamaya dayansa da , polislerin içinden çok sık saldırgan, agresif ve şiddet eğilimi taşıyan kişiliklerin görüldüğünü düşünüyorum..

Ellerine cop, silah verilmiş bu insanların, üzerlerinde taşıdıkları üniformanın öforyasına kapılarak çok kez  gösterilerde kendilerinden geçip insanları ( kadınları ) saçlarından sürükleyip, coplayarak dövdüklerine , acımasızca yerlere atıp tekmeleyip hırpaladıklarına..görevlerinin çok ötesinde şiddet kullanabildiklerine çok sık sahit oluyoruz.  Kanımca bu tip polisler komplekslerinin ve kişisel zayıflıklarının getirdiği karmaşık ve sorunlu yapılarının yan etkilerini diğer insanlardan çıkarmak eğilimindeler . Bu yüzden polislerin her zaman psikolojik ve mesleki denetimden geçirilimeleri gerektiğine inanıyorum..

Şiddet aslında heryerde.. Irkçılıksa global bir sorun. Irkçılık dünyanın en ezeli ve en yaygın , en büyük sorunlarından biri bence..  Hepimizide var olan ön yargıların bir sonucu olarak öyle ya da böyle ayırımcı duygular taşıdığımızı görüyorum.   Çoğu zaman bu tip duygular bilinçsiz ve minimal olsa da ,toplumsal etkenlerle büyüyüp daha tehlikeli boyutlara varabiliyor.

Madem hepimiz Tanrı'nın çocuklarıyız.. Madem Tanrı bizi kendi suretinde yarattı..o zaman neden bu kadar bölük pörçük, neden bu kadar faklılıklarla uğraşan bir yapımız var. Neden birbirimizi olduğumuz gibi sevmeyi beceremiyoruz..neden farklı renkler, farklı kültürler, farklı olan herşey bizi bu derece rahatsız ediyor?  Neden var olmak için kendimizi diğerlerinden bu kadar korumak zorunda hissediyoruz?  Nerede doğanın o mükemmel dediğimiz özelliği? 



Batya R. Galanti
 Insanın yuvası temiz ve huzur dolu olmalı.



Yıllar evvel gittiğim İbranice kursunda dünyanın çok farklı yerlerinden insanlar tanımıştım. Ulpan olarak bilinen bu dil kursları Israel'e Aliyah yapanlar için açılmış okullardır. Son otuz senedir bu okullarda en çok Rus kökenli göçmenler tanırsınız. Hatta bu okullarda belki de İbranice'den evvel kulağa ilk çalınan dildir Rusça.. Benim zamanımda sınıfımızda ayrıca Fransız, Taylandlı, Amerikalı ve  Ukraynalılar vardı .

Aralarında benden yaşça büyük, tatlı, kibar bir bayanıysa  unutmam. Kendine çok özen gösteren, her gün okula değil de bir partiye geliyormuşcasına şık olan bu bayan benimle hemen samimi olmuştu...
        
Bir gün  beraber bir pazarlama işi yapabileceğimizi söylemişti. Bana bir firmanın mallarını satıp yüzde almak mümkünmüş diyordu.. Böyle işlerin ciddiyetine pek inanmadığım için ilk anda fazla sıcak yanaşmamıştım ama bana ısrarla evime gelirsen sana ürünleri tanıtıp biraz anlatırım belki o zaman olaya daha ciddi bakabilirsin deyince birbirimize yakın oturduğumuz için bir öğleden sonra onunla evine gitmeyi kabul etmiştim.  

Israel'deki, klasik üç dört katlı, taş binalardan birine geldiğimizde birinci kata çıkmistik birlikte.. Kadınla evine girdiğimde beni ilk karşılayan şey içerideki ağır koku olmuştu.  Salonda kır saçlı ihtiyar bir yaşlı kadın sessizce otururken ben gülümseyerek; " Şalom!" dedigimi hatirliyorum.  Evin içi eski olmanın ötesinde son derece bakımsızdı.. Salonda kapalı tutulan pancurların arkasındaki karanlığa karşı evde insana sıkıntı veren küçücük bir ampul yanıyordu. Darma duman bir evdi burası. Ben üzerine bu kadar özen gösteren,  akıllı  bir kadının evini sanırım bu şekilde hayal etmemiştim.

Salondaki karmaşanın ortasındaki koltuklardan birine çekimser bir havada yerleşirken kadın beni mutfaktan çağırıyordu. " Batya bak firmanın bir kaç ürününü, kimi vitamin ve minerallerini göstereyim sana !" derken o ister istemez kalkıp mutafağa yöneldim. Kapının ağzına vardığımda , III. Dünya Savaşı sonrası bir halde olan mutfaktaki mermerin üzerinde bin bir yıkanmamış tabak çanak arasında yerleştirdiği küçük şişeleri anlatmaya, bana bilgi vermeye başlamıştı. Bak bu şişe şu vitamin, bak bu şişedeki şu işe yarıyor. Derken  bir dakika diyerek  gerideki buzdolabına doğru gidip kapısını açarken; "Soğuk bir şeyler içersin herhalde? " deyip, eğilerek buz dolabından Coca-Cola'yı çıkarmıştı.. Işte o an buzdolabının hizasinda, hemen yerde gördüğüm şeye tam bakakalmıştım. .. Buzdolabından düşmüş bir yumurta yerde kırılmış ve o şekilde tahminim günlerce  bırakıldığı için fosilleşmek üzereydi.  Gayet normal bir ses tonuyla ; " Ahhh şu oğlum yok mu ne kadar inatçı, ona kaç kez şunu silsin dedim  !!"   (!!)  diye bana yerdeki tarihi yumurta hakkında bilgi verirken kendimi: " Sanırım ikiniz de epey inatçısınız !" dememek için zor tutmuştum.

Böylesi bir evde nasıl bir şey içebilirdim. Teşekkür ederim, ben bir şey almayayım, zaten gidiyorum birazdan " derken , bu kadar pis bir ortamda yaşayan bir insanın patolojik bir şeyleri olması lazım diyen aklımın durma noktasına geldiğini anımsıyorum..

Kendi üzerinde bu kadar titiz ve dikkatli olan insanların yaşadıkları ortamları da temiz tutmak için en ufak bir gayret göstermemeleri  bir hastalıktır herhalde! Nasıl ki normalın üzerinde bir titizlik obsesif kompulsif bozukluk olarak niteleniyorsa böyle bir pislikte huzur içinde yaşayıp, insanları rahatça evinize kabul edebiliyorsanız bu da herhalde normal bir şey olmamalı..

O zamanlar ben tek bir oda'da kirayla oturuyordum; ve çok yakında yasadigim şehrin hemen bitişiğindeki bir başka yerde bulunan, annemlere ait olan daireden çıkacak kiracının yerine geçecektim. . En az yirmi senedir bir kiracıdan diğerine el değiştirmiş olan bir evdi bu.. Son kez uğradığımda berbat durumdaydı.. Bizim dairede yaşayan genç bayan İbranice kursundan tanıdığım o kadınla akrabamıydı bilmiyorum ama evin halini son gördüğümde gözlerime inanamamıştım...

Kısacası bu eve geçtiğim ilk günlerde  üstlendiğim, temizlik, yıkama ve boyama işlerini unutmam mümkün değil.. Ama o zamanlar benim için önemli olan tek bir şey vardı: o da Israel'de kurduğum yeni hayatım için verdiğim mücadeleydi.. Ve bunun için ne kadar çaba harcıyorsam benim için o kadar çok değer kazanıyordu.

Evin ilk halini gördüğüm andan itibaren satın aldığım temizlik maddeleri ve temizlik aletleri ve duvar boylarıyla uğraşırken, kafasında jokey şapka, elinde fırçası olan bir ameleye benziyordum.. Ama mutlu ve gururlu bir işçiydim. Mutfak duvarlarından yağları temizlemek için elimden düşmeyen korkunç yağ çözücünün kokusunu solumamak için tüm pencereleri açtığımda. günlerce sıva ile ev duvarlarındaki delikleri kapatırken, yıllarca temizlenmemiş tuğlaların üzerindeki kır tabakalarını silerek mutlu oluyordum ben. Çünkü yoktan yaşanabilir bir yuva hazırlıyordum kendime.

Birikmiş paramdan yaptırdığım standart mutfağımı düzenleyip yerleştirdikten sonra, salon için oradan buradan aldığım temiz ama ikinci el kimi eşyalarla, diktirdiğim perde, kimi süsler ve en sonunda balkona yerleştirdiğim saksılara diktiğim çiçeklerle  kendim için yarattığım mütevazi dünyama  girenler bana , " Aaa evin ne güzel olmuş!" dediklerinde benden  mutlusu yoktu her defasında..

İlle de lüks değil ama temiz ve huzur dolu bir ortam olmalı insanın yuvası..Yaşanılası bir his vermeli herşeyden önce!




Batya R. Galanti

2 Haziran 2020 Salı

                                           
                                                  
                                          Et yemek ya da yememek!



Eşimin en sevdiği şeylerden biri de restorana gitmektir. Sanırım çoğumuz için haftasonu gezmesinin vazgeçilmez programlarından biri de bir kaç arkadaşla bir yerde  güzel bir yemek yemektir.. Restorana gitmek herhangi bir arkadaş buluşmasının vazgeçilmez klasiklerinden biridir...

Bu geçtiğimiz bir kaç ayda insanların bu büyük eğlencesine kısa bir ara verildi ister istemez. Savaşta bile kapatılmayan restoranlar hiç beklenmedik bir şekilde kapılarına kilit vurmak zorunda kaldılar.. Taa geçen güne kadar..

Kuzinimin teklifiyle geçtiğimiz Cumartesi bir hamburger restoranına gittik.  Danielle'in bir programı yoksa bizimle gelmesini teklif ettim .. Ama sonra birden hatırladım.. Danielle vejetaryen ! Ne yiyecek ki orada?  Sorduk hemen; vegan hamburgerleri de varmış dediler .Yani problem yokmuş!!

Kızım tam 14 yasındayken karar vermişti. Bir gün kapıdan girdiğinde bana, " Anne ben artık hayvanları yemek istemiyorum ! " demişti . Bense bu kararını en fazla bir ay içinde değiştirip yeniden et yemeğe başlayacağından emin olarak ; " Nasıl istersen !" diyerek onunla bu konuda tartışmamayı tercih etmiştim.. Danielle bugün 21 yaşında ve hala daha et yemiyor!

Çocukluğumdan beri hayvanları çok sevmeme rağmen vejetaryen olmak aklımdan hiç geçmemişti. Israel'de ise son senelerde nüfus oranına göre vejetaryen ya da vegan olan insanların sayısı Hindistan'dan sonra Israel'i dünya'da ikinci konuma yükseltecek kadar arttı. Vejetaryenlik büyük bir akım burada...Çoğu hayvanseverlikten bir diğerleri sağlıklı yaşam felsefeleri ile ilgili, kimileri içinse belki de kaşrut açısından da daha kolay olduğu için vejetaryenliği seçenler gittikçe çoğalıyor Israel'de. Özellikle gençler arasında  tam bir modaya dönüştüğüne inanıyorum bu olayın. Belki bir çokları için vejetaryen olmak kararlarında Israel'de askerlik sonrası bir alışkanlık olan, en az altı ay için çıktıkları seyahatlerde bir süre kaldıkları Hindistan 'in felsefesinden bir çeşit etkileşimle de ilgisi vardır.... bilmiyorum ..

Okul dönüşü yediğim öğle yemeklerindeki köfteler ve genç kızlığımdan beri en sevdiklerim arasında olan hamburgerlerden sonra nasıl vejetaryen olabilirdim??

Aslında son senelerde sık sık , özellikle antrikot falan yerken tabağımda gördüğüm kandan son derece ürperir hale geldim.. Tavuk paçasını elimde tuttuğum anlardaysa  çok kez kendimi tuhaf hissederken yine de bol baharatlı lezzetli köftelere hala daha dur diyemedim bir türlü..

Biz insanlar et yememeliyiz diyenleri dinlediğimde onlara hak vermemem mümkün değil!

Küçük bir koyunun, bir keçinin  adeta gülümseyen yüzlerindeki o masum ifadeyle, bir köpek yavrusunu aratmayan samimiyetleriyle bizlere kendilerini sevdirmek için dizlerimize yaklaştıklarında o an böylesi güzel varlıkleri kesip yemek fikri tüylerimi ürpertiyor.. Mümkün değil derken, o an bu  düşünceleri unutmak istiyorum! Bir diğer taraftan. gözümüzün önünde olmayan kesimlerle tabağımıza gelen hayvanları yerken aramızda sohbet etmeğe devam ediyor  ve arada etin ne kadar lezzetli olduğu görüşümüzü de paylaşmadan geçmiyoruz.. İşte bunları düşündüğümde bu nasıl bir yaradılış diyorum bir kez daha!!


Eşim zaman zaman National Geographic izler.. Doğanın içindeki o eşsiz uyumu anlamak için gerçekten bize muazzam görüntüler taşır bu kanal.. Her yönüyle, kuşları, balinaları,  atları, arslanları , okyanusları, gökleri , ormanları ve dağları izlemek muhteşem bir şölene dönüşür bir anda evimizin salonunda..Ancak sadece gözlerimizi alamadığımız güzelliklerin dışındaki şeyleri de hayvanlar arasındaki sonsuz savaşı ve nasıl çoğaldıklarını da gösterir National Geographic
 Arslanların, vahşi hayvanların kendi dişlerine uygun olan  kimi avları nasıl tuzaklarına düşürdüklerini seyretmekse bence zor!..Afrika'nın insan girmez , kuytu köşelerine ulaşan BBC  ekiplerinin günler süren çekimlerinde doğanın  " Yemek çemberi " ' ni evlerimize taşımak için , kameralarına yansıyan görüntüleri en ufak bir sansüre tabii tutmadan ekranlarımıza yansıtan bu kanal bazen adeta sinirlerimizi de bozar! Ne olur kapat şunu derim eşime! Neyse böyle anlarda en iyisi odama gitmektir

Hayatta kalmak için doğanın arslanlara sunduğu küçük ceylan yavrusunu nasıl yediklerini görmek korkunç belki ama hatırlamak lazım ki Hamburger yemek için gittiğim restoran'da iki ekmeğin arasında önüme koyulan köfte de bir iki gün evvel kendine göre hisleri olan, yaşayan, nefes alan bir canlıydı!!

İşte bu benim yaşadığıma ya ikilem denir ya da iki yüzlülük !!

Hayvanları yemeğe karşı duranları anlıyorum ve dediğim gibi bir anlamda onlarla bir çok zaman benzer duyguları yaşayıp  ağzıma koyduklarımdan pişmanlık duyabiliyorum. Diğer taraftan bitkilerin de seslerini çıkaramayan, kıpırdayamayan varlıklar olmalarına rağmen onların da birer canlı olduğunu düşününce;  " Acaba tüm bunların bir sonu var mıdır? sorusu aklıma geliyor. Belki bu son soruma tek cevap, Bitkilerin hayvanlar gibi hisleri olmamasıdır!

Kesime giden bir ineğin gözyaşlarına tanıklık eden çok insan olmuştur.. Bize sevgiyle yaklaşan keçilerinse hisleri olduğu açık..

İhtiyacımız olan yeterli proteini hayvansal ürünlerden sağladığımızdan emin olan doktorları dinlediğimde bizim sadece doğanın gerektirdiğini yaptığımıza inanıyorum tekrar ancak insancıl yönden baktığımdaysa yeniden aynı ikileme düştüğümü hissediyorum..

Geçen gün ziyaret ettiğimiz bir Kibutz'ta kocaman ahirlarda sevdiğimiz atlar ve tayları okşarken  kızımın bana yönelttiği  ;  " Bak Anne bazı insanlar bunları da yiyorlar! Sence bu acımasızca değil mi? sorularının ardından  gittiğimiz restorandaki hamburgeri yerken yeniden kendimi kısmen suçlu hissettim bir an..belki bir gün ben de sadece meyve ve sebze yiyeceğim derken .düşündüm; "  Ya bu şekilde iki yüzlü olmaya devam edeceğim ya da sonunda kararlarımla barış içinde yaşayacağım!




Batya R. Galanti

27 Mayıs 2020 Çarşamba

                                               






                                        Biz insanlar atıştırmadan duramayız galiba!




Dün öğleden sonra Tel Aviv tarafında bir işim vardı. Uğramam gereken yere uğradıktan sonra eve dönmeden şuralarda biraz dolansam , uzun zamandır yapmadığım gibi biraz dükkanlara bakınsam  diye düşündüm. Aslında genç kızlığımdan bugüne hiç bir zaman kılık kıyafet bakmak için vitrin gezmek alışkanlığım olmadı. Benimle evlenen erkek bu yönden şanslı olacak derdim hep. Çoğu genç kadınların hastalığı olan sıkı bir moda takipçiliğim olmadı.. En sevdiğim şeyse etrafta resim, tablo, el işi şeyler satan dükkanları bulup gezmek. Ha birde gümüş eşyaları seviyorum ben. Gümüş takılar mesela... İşte ne bileyim  işiniz bitip bir şeyler yapmak için bir an fırsat yakaladığınızda öyle bir tur atmak zevklidir işte. Biraz gezinmek . Genç kızken, orta okulda ama özellikle de Üniversite Yıllarımda zaman zaman Beyoğlu tarafında turlardım öyle.. Dayanamadığım derslerden kaçtığımda sık sık Beyoğluna giderdim. Bazen de Taksim'deki Fransız Konsolosluğu'nun Kütüphanesi'ne uğrardım. Biraz Fransızca Dergi karıştırmak için.. ( Fransızca'yı unutmamam gerek diye düşünürdüm hep, yazık değil mi!! ama ona da çok sabır lazımdı )  En çok ta sahaflara giderdim.. Çiçek Pasajının yanındaki o eski pasajda, ikinci el, 100 yıllık kitaplar bile vardı bazen..


Hemen o pasajın yanında bira ve midye tava vardı bazen de kokoreç... ve bilimum pis boğazlık yapmak için fırsat...atıştırılacak bir çok şeyler.. Öyle çok pis boğazlık yapmak alışkanlığım yoktu ama yine de tutardı bazen, en çok ta eski İnci Pastanesinin Profiterol'unu severdim . Ama nedense tek başıma gezerken profiterol almışlığım olduğunu hiç hatırlamıyorum. Sanırım, o içi  bol vanilya kreması doldurulmuş, çikolata sosu kaplı topları bir arkadaşla beraber yemek daha bir zevklimiydi. Yoksa şişmanlamamak için kendimi tuttuğumdan mı bilmem çok yememeğe gayret ederdim herhalde.. Ama hayatımda en çok neyi sevdiğimi sorsalardı belki de İnci'de yediğim o profiterol'du derim...

Kısacası insanın ne zaman öyle  kendi kendine bir dolaşası gelse, her kendiyle geçirecek küçük bir fırsat yakalasa, her canı sıkıldığı an ya da keyfini tamamlayacak bir şeyler aradığında ya da bir dostla buluştuğunda aklına ilk gelen şey o anı  kendi kafasına göre en güzel şekilde tamamlayacak şey bir ıvır zıvır ya da yine keyif veren bir içecektir..

İşte dün de tam ne atıştırsam acaba diye düşünürken..son günlerde sık sık aklıma " Frozen Yogurt " 'un takıldığını hatırladım.. Geçenlerde Tel Aviv'in en işlek caddelerinden biri olan Allenby'den geçerken kızım istemişti Frozen Yoğurt, ve ilk kez böğürtlenli harika bir yoğurt'un tadına bakmıştım o gün. Kızımla beraber ne de keyif almıştım . Hep derim, hayat aslında küçücük zevklerdir diye...

O günü anımsadım ve yine tam oralardayım, bir kaç adım yürümem lazım sadece.. Arada, Korona günleri her ne kadar tam olarak geride kaldı sayılmazlarsa da etrafımdaki insanlara baktığımda, yaşamın herşeyden daha güçlü olduğunu farkediyorum yeniden. Merkezde olduğum için etraf epey kalabalık, hava ise bir kaç gün evveline göre neredeyse biraz serin ama güneş yine pırıl pırıl.. Israellilerin ilginç özelliklerinden bir tanesi de canları ne çekerse hiç çekinmeden onu yapmaları. Bunu her an , her yerde farkeder insan. Bu bir serbestliktir...Ama kimi  resmi, formel insanlar için, resmiyetin önemli bir yer tuttuğu toplumlardan gelenler için Israel'in göze çarpan farklılıklarındandır bu, sokakta  elindeki  sandwich'i atıştırarak giden genç bayanlar,, caddede elinde sigara ile yürüyen kadınlar, sokak için daha az uygun bir kıyafetle kendini dışarıya atmış genç kızlar ve bir çok şey..
Özellikle Tel Aviv rahat ve liberaldir! Hatta biraz " hutzpa " 'dır. ( kimi anlamda kaba saba!)
Eğer daha tutucu bir kafa yapınız var ya da öyle bir toplumdan geliyorsanız alışık olduğunuz davranış kodlarının dışındaki hareketler sizi rahatsız edeceği için, Israel toplumuna adapte olana kadar belli bir süreye ihtiyacınız olacağı kesindir..

Rothschild Bulvarı'ndan geçerken karşı tarafta otobüs bekleyenlere bakıyorum , neredeyse hepsinin yüzünde maske var ama çoğu maskeyi çenelerinin altına kaydırmışlar... Kimileri aleacele giderken, birileri elektrikli trotinetlerle geçiyor, bir diğerleri bisikletleriyle ve kadınlı erkekli yoğun insan seli bana daha iyi günlerin yeniden geleceği ümidini veriyor.  Tel Aviv'in kendine  özgü ( Israel için ) dinamizmini yeniden hissediyor insan...

Neyse sonunda Frozen Yogurt satan dükkana vardım, yine geçen sefer yediğimin aynısından ısmarladım. Orta boy bir kapta istedim. Neyime yetmezki posyonlar Israel'de kocamandır hep. İçeride çalışan kızların hepsinde maske var ama maskeler hep aşağıda..

Sevindiğimizde, üzüldüğümüzde, bayramda ve her an , her yerde aklımız yemekte..

Uzun zamandır yediğim saçmasapan bir şeyden bu kadar keyif almamıştım.. Bu geçtiğimiz Korona günlerinde , her savunma mekanizmasını güçlendirmek gerekli dediklerinde benim daha da iştahım kesilmişti ilk günler. Geçen gün beni uzun zamandan beri ilk kez gören bir arkadaşım; " Sana ne oldu böyle hepimiz kilo aldık sen vermişsin " dedi.. Doğru, birden hiç yiyesim gelmedi. Çocuklar gibi yemek seçer oldum. Halbuki hep mutfaktaydım. her zamankinden bile daha fazla yemek yapıp durdum. Biraz sıkıntıdan, biraz da mecburiyetten.. Bütün aile bir buçuk ay evde oturup çıkamayınca çaremiz kalmadı. Sadece sonlarda yerimi kaptırmamak için direndiğim mutfağa eşimin girmesine izin verdim.. Ona bıraktım tüm işleri ..  Yapsın yapabildiğince , dağıtsın dağıtabildiği kadar...

İnsanların genelde akıllarından çıkmayan iki temel şeyden biridir..yemek.. Hele hele de ıvır zıvır
yemek!  Onsuz nasıl yaşanır değil mi?! Ha Ikinicisi de tabii cinsellik!



Batya R. Galanti

















26 Mayıs 2020 Salı






                                                    Şavuot




Dün akşam bir toplantıya katılmak için giyinip yola çıktığımda binamızın arka tarafındaki küçük parktan geçerken ellerinde kocaman şu tabancaları, birbirleriyle su savaşı yapan çocuklara rastladım. Her Şavuot Bayramı öncesinde olduğu gibi.. Kimisi beş altı, kimisi on yaşlarında çocuklar akşam üstü olmasının getirdiği serinliğe rağmen çimlerde yalın ayak birbirlerini hedef almaya devam ediyorlardı. Ne sırılsıklam olan saçları ne şortlarından damlayan sular onları rahatsız etmeden gülüyor, birbirlerinden kaçıp ağaçların arkasından şu fışkırtmaya devam ediyorlardı. Arada bir tanesinin hedefi olmaktan kurtulamamışken içimde onların yaşadığı özgürlüğün, keyfin kıpırtılarını hissettim  ben de bir an...

Binlerce yıl önce , Mısır'da yaşanılmış esaretten bizi kurtaran Tanrı'nın ( Yahudilerin Peygamberi ) Moşe Rabenu'ya Sina Dağı'nda verdiği On Emir'le Israelloğulları ile yaptığı Antlaşmayı andığımız Bayrama bir kaç gün kala içimde yeniden bir sevinç pırıltısı hissettim . Her Şavuot su tabancalarıyla birbirlerini ıslatan çocukların  sahip oldukları özgürlüğü tattım senelerden sonra .....

Çimlerde yalinayak koşuşturan,  başlarını iki yana sallayarak saçlarındaki şu damlalarını  etrafa savurarak eğlenen yaramazların kahkahalarında hissettimTanrı'nın üç bin yi evvel Sina Dağı'nda bize verdiği şeyin anlamını.


Diaspora'ya (Galut ) dağıldıktan sonra  bir yerden diğerine göç ettikten 2000 yıl sonra geri geldiği evinde " diğerleri " gibi yaşamanın nasıl olduğunu bilmekte varmış kimilerimiz için.

Geçenlerde Türkiye'de son senelerde bizim cemiyetten geriye kalanların nasıl yaşadıklarını anlattı bir arkadaşım. Osmanlı'da 250.000 kişilik bir toplumdan bugün kalan 10.000 'den az bir nüfusu her fırsatta rehin alan bir hükümetin sopası altında yaşamayı tercih edenlerin neler yaşadıklarından bahsetti biraz.. Her fırsatta tehdit mektupları alan Yahudilerin cenazelerini bile kaldırırken yaşadıkları tedirginliği.. Dönem dönem,  sabah ( Yahudi Okulundaki ) çocuklarını korkudan okula gönderemeyen annelerin paniklerini... Cemiyete ait dernek, sinagog, okul ya da hastanelerinin birinin kapısında her an patlatılabilecek bir bombanın korkusuyla uykuları kaçan insanların yaşadığı Türkiye'yi anlattı bana uzun bir zamandan sonra.

Topraklarında yaşayan bir azınlığa Erdoğan'ın nasıl ideal bir yaşam kalitesi sunduğunu hatırlattı ..

Dünya'da Yahudileri yaşadıkları ülkeye yeterince " sadık " olmamakla suçlamak klasik Antisemitik suçlamaların başında yer alır hep.. Halbuki, mesela tüm bu yaşadıklarına  rağmen buraya göç eden Türk Yahudileri " nedense" Türkiye'yi ağızdan düşürmezler.  Bu ülkeye tarih boyunca bir kez olsun ihanet etmemiş olan Yahudilere hiç bir zaman yeterince saygı ve sevgi duymamış bir millete yine de yeterinden fazla sevgi besler burada yaşayan Türk Yahudileri. Orada kalanların tüm esaretlerine rağmen Türkiye'yi yere göğe sığdıramamaları ise hayretlere düşürür beni . İçimde yine de var olan bir nostaljiye rağmen söylüyorum bunları.. Tüm sevdiğim kimi dostlarıma ( ki bir çok, çok sevdiğim müslüman Türk arkadaşım var ) , anılarıma, çocukluğuma ve bir çok şeylere rağmen yazdığım şeyler bunlar...

Perşembe günü akşamı bayram yemeğine davetliyiz. Pizza ve bilimum peynir yemekleri ve yine Cheesecake 'ler yani peynir pastaları yiyeceğiz yeniden, bir Şavuot  geleneği olarak..

Şavuot, ibranice'de haftalar demek. Pesah'ın ikinci gününden başlanarak yedi hafta sayılır. Savuot'a gelene dek..

Moşe'nin Dağa çıkıp 10 Emir yazılı levhalarla dönmesini bekleyen halkına, Tanrı'nın onunla yaptığı antlaşmayı getirmiş.. Yahudi inancına göre ,  Israel halkı Tanrı 'nin seçtiği halk olarak anlatılır Tora'ya göre Israel Halkına Yahudiliği vermiş. Onunla ebediyete kadar süreceğine inandıkları bir antlaşma yapmış. ( Hıristiyanlığa göre  ise bu antlaşma daha sonra yeni bir antlaşmayla İsa'nın yolunu seçenlerle yapıldı )

Yahudi olmayanların, Yahudi karşıtı görüşlerinde hep bir suçlamaya dönen bu inancı diğer milletler,  çoğu zaman Yahudilerin kendilerini başka insanlardan " üstün görmeleri " olarak algılasalar da , bu seçilmişliğin üstünlükle bir ilgisi yoktur. Bu seçilmişlik sadece verilen din olaraktır. ( Tora'ya, Yahudi inancına göre tabii )  Tanrı bu dini bu halka vermiş. Ve bence bunun da getirdiği tüm yükleri de üstlerine yüklemiştir aslında. Ve inanıyorum ki buradan ortaya çıkan şey, Yahudi İnancıyla birlikte bu halk ezeli bir  mücadele içine sokulmuştur. Ve Yahudiler, " tüm insanlar gibi "  yaptıkları hatalarla, doğruları, günahları ve sevaplarıyla  kimsenin  sorgulanmadığı kadar sorgulanmışlık ve suçlanmışlık içinde bırakılmışlardır her zaman. Yeri geldiğinde başkalarının günahlarını üzerlerinde taşımak ta buna dahildir. Çünkü hep çoğunluğun içindeki azınlık olmuşlardır. Buda mutlaka zordur.
Ve bu antlaşma Yahudiler için aslında büyük  bir sınav demek olmuştur!!

Sonuçta bu seçilmişlik esasen ırksal, üstünlük taşıyan bir seçilmişlik değil!!!..

Tanrı'nın bir ırkı diğerinden üstün tutacağı nasıl düşünülebilir?

Kim böyle bir şeyi hayal edebilir?

Tanrı'nın insanları ayırt etmek isteyebileceği nasıl düşünülebilir?

Tanrı insanlara iyi ve doğru yolu gösterir...

Tüm dinlerin temeli olan 10 Emir  Yahudilere bir Cumartesi günü verildiği için,  hayvan kesimiyle uğraşmaları yasak olan bu dinlenme günün'nde Yahudiler sadece sütlü şeyler yemişler..Ve bu yüzden Şavuot peynirli şeylerin yendiği bir bayrama dönmüş Israel'de..

Beyazlar giyinerek, 'İlk Hasat meyvelerini " Tanrı'ya sunan Yahudiler Kibutzlarda, Moşav'larda gelenlere sundukları meyveler , buğday ve arpadan yapılan ekmeklerle özellikle çocuklara yönelik eğlenceler, şenlik ve festivallerle , bol bol peynir yiyerek, dans ederek kutlarlar bugünü.




Aile kavramının önemli bir yer tuttuğu  Israel'de bu bayram da yeniden genç, yaşlı tüm aileyi biraraya getirir bir kez daha....




Batya R. Galanti