18 Mayıs 2020 Pazartesi


                                               
                                                     Hayata Dönüş!



Kırk dereceleri gördüğümüz bu hamsin günlerinde  ( Elli demek olan Hamsin kelimesi Arapçadan İbraniceye girmiş. Ve senede elli gün Kuzey Afrika'yla  Arap Yarımadası'ndan Israel ve Mısır'a doğru etkisini gösteren, kum firtinası ile birlikte esen kuru çöl sıcaklarının adıdır ) Bir çok açıdan sanki Koronayı gerimizde bırakmışız gibiyiz Israel'de. Aslında suratımızda, nefes almamızı zorlaştıran, kimi anlamda içinde bu kadar ter döktüğümüzת  bize yarar mı ya da zarar mı getireceğini bilemediğimiz, cerrehlara döndüğümüz maskeler olsa da, özellikle her dükkana girişimiz de alnımıza silah gibi dayadıkları dereceler bize; ' Hey Korona hala burada dese de !" ... dışarıda sırada bekleyişler cehennemi aratmayan bu günlerde tam bir eziyete dönse de , geçtiğimiz bir buçuk iki ay öncesine göre hayat yeniden normale dönüş sinyalleri verir gibi..

Hele hiç sormayın , eskiden kimi zaman neredeyse yapayanlız yürüyüş yaptığım güzelim caddelere bir sürü yeni jogging severler katılmış bugünlerde. Artık sıkıntıdan patladıkları evlerinden kendilerini dışarı atmış insanlarla dolu her taraf. Bir anda sokağa çıkmanın değeri kat kat artmış sanki insanların gözlerinde. Bugüne kadar görmedikleri şeyleri farkediyorlar şimdi bir çokları.


Halbuki Israel genel anlamda dışarıda spor yapmak için çok müsait bir ülkedir. Senenin uzun ayları bahar gibi geçen,  son derece ılıman bir iklimi olan bu Akdeniz kıyı ülkesi biraz hareket etmeyi ve açık havada spor yapmayı sevenler için idealdir. Ama buranın insanının belli bir kısmı çok tembeldir. Aslında belki de çok suçlamamak lazım çünkü insanlar gün boyu yeterince koşturmakla meşguller. Ama spor seven insanların çoğu kapalı salonlarda spor yapmayı tercih ediyorlar Israel'de. . Klimalı ortamlara alışkın olmalarındandır bu da belki..

Bense senelerdir, bisiklet ya da yürüş gibi hep kendimi dışarıya atabileceğim, açık havada nefes alabileceğim aktiviteleri tercih ettim. Belkide ikisini birden denemek daha da iyi olabilir. Vakti ve kuvveti olanlar için özellikle..

Dün gece yürüyüş yaparken baktım yine son günlerde hep olduğu gibi yoğun bir insan kitlesi dışarıya atmış kendini. Sanki haftalar boyu eve kapatılmış olmanın getirdiği bir özgürlük arayışı gibi bugünlerde hissettiğim. Bir taraftan insanlarla biraraya gelemememiş olmanın bunalımından bir kurtulma çabası var herkeste. Bir susamışlık gibi. Herkes arkadaşlarını, dostlarını....sevdikleriyle bir araya gelmeyi özlemiş gibi.  Diğer taraftan bir zaman için, kapatıldıkları evlerinde yemekten başka eğlencesi kalmamış bir diğerlerinin aldıkları kilolardan kurtulma çabası da var.

Bu son haftada görüştüğüm dostlarım arkadaşlarımla bir araya gelişlerimde ben de aynı keyfi hissettim. Sanki yeniden insanlarla buluşmak hayata bir anlamda geri dönüş gibi bir şey.

Şimdilik bir vites geriye aldığımız işimize rağmen hayat devam ediyor. Biraz kendimizden sıksak ta bunları da atlatacağımızı biliyorum. Daha önce de yaşadığımız benzer durumlardan biri sadece.

Hala daha sahip olduğumuz ve şükredebileceğimiz çok şeye sahibiz. Bunu bilmek yeterli. Geceleri yatağımıza girdiğimizde, tertemiz çarşaflarda uykuya dalarken aç olmadığımız ve olmayacağımızı bilmemiz bile bizim için çok değerli.

Evimize yeniden girip çıkan dostlarımızla,  arkadaşlarımla , eşimin ailesinden kimi gelenler ve kızımın  arkadaşlarıyla birlikte yeniden umutlar yeşerir gibi içimde..

Çok fazlasına gerek var mı zaten?

Tek düşündüğüm mesafeleri korumakta yaşadığımız problem.. İnsanlar unutuyor..ben de unutuyorum. Bir an, Korona yokmuş gibi, iç içe konuştuğum oluyor arkadaşımla.. O an maskem  de yok ki.. evdeyim diyerek

İnsanlar çok çabuk sıkıldılar bu çok dikkat gerektiren tedbirlerden, yasaklardan. Disipline çok alışkın olmayan bir halk nasıl bu kadar laf dinledi bu kadar zaman o bile bir mucizeydi zaten..

Bir buçuk sene devam eden politik açmazdan da şimdilik kurtlulduğumuz şu son günlerde Korona'nın başardığı tek olumlu şey Israel'de; bir hükümetin kurulmuş olması. Yoksa dördüncü bir seçime gitmemiz ( !! ) büyük bir olasılıktı.

Bakalım!! İşler yeniden açıldı, dükkanlar açıldı, okullar ( bugün ) açıldı, Hayat yeniden açıldı buralarda.. Yaza resmen girmemize sayılı günler kala şimdiden kemiklerimize işleyen yoğun sıcaklarla. yeniden doğanın uyanışıyla, dirilişiyle hayat bir anda insanlara göz kırpar gibi bugünlerde.. Ara verdikleri yerden yaşama dönen insanlarsa hepten açılıp saçıldılar.. Göreceğiz zaman neler gösterecek.. Sağlığımızı, ekonomimizi, bizleri neler beklediğini günler, haftalar, aylar gösterecek. Şu an gökyüzünde pırıl pırıl parlayan güneşe baktığımda kalbimin derinliklerinde bir yerlerde uyanan umut bana yaşamam için var olan nedenleri hatırlatıyor içimde..



Batya R. Galanti

13 Mayıs 2020 Çarşamba



                                            



                                                       Bir Anneler Günü!



Geçtiğimiz Pazar Anneler Günüydü.. Amerika'da, Türkiye'de, dünyanın bir çok ülkesinde annelerini hatırladılar insanlar.  Hayatımıza en büyük etkiyi yapmış olan, en kutsal, en değerli insanlar olan anneleri..... Israel'de Anneler Günü farklı bir tarihte kutlanır. Bu yüzden ilk başta haberim yoktu . . Unutmuşum artık 10 Mayıs'i ben.

Toplumlar kendi kültür, din ve tarihi geçmişlerine göre farklı farklı zamanlarda kutluyorlar farklı günleri.. Anneler Günü, yerel festivaller ya da Karnavallar gibi şeyleri.. Her birinin anlamı, kutlanış sebebi farklı masallara, halk destanlarına dayanıyor. Mesela Hıristiyan ülkelerde genelde Yeşu'ya ( İsa'nın ) , " İnsanlığı Kurtarmak " için yeryüzüne indiğine inanılan Mesih'e hayat veren bakire annesi Miriam'ın kutsallığıyla ilişkilendirilir.. Yahudilikte ise Roş Haşana'yı izleyen 41. günde, yani heşvan ayına , (Ekim ya da Kasım aylarına denk gelen) bir tarihte kutlanan Anneler Günü Yahudilerin manevi annesi olarak görülen Rahel'le ilişkilendirilmiş. Bazen de Amerika'da olduğu gibi içinde bir kadının adı geçen bir kahramanlık hikayesine dayanır Anneler Günü'nün anlamı .. Ve o gün koca bir ülkede yaşayan tüm kadınlar için büyük bir bayrama dönüşür 10 Mayıs. Hediyelere, göz yaşlarına ve bir ömür unutulmayabilecek inanılmaz süprizlere döner böylesi anlamlı günler.

Geçen Pazar, sosyal media'da her yaştan insanların anneleri için yazdıklarını okudum. Kimileri eski fotoğrafları bulup çıkarmışlar, kimileri bugün hala yanlarında olan annelerine olan sevgilerini ifade etmişler. bazıları vefaat etmiş olan annelerine olan özlemlerini dile getirmişler.  Neredeyse herkes ne kadar şanslı oldukları konusunda hem fikir gibiydi.. İdeal anne, ideal insan..fedakarlık, sevgi, özveri, her daim terk edilmemişlik olgusu ve annelik.. Anneliği tarif eden bilimum güzel kelimelerle doluydu etraf..

Küçük bir çocukken anneme her Anneler Günü'nde ille hediye almak isterdim . Onu ne kadar sevdiğimi göstermek için. Aslında sadece Anneler Gününde değil, onu her üzgün, her sınırlı ya da umutsuz gördüğümde ona sarılıp öpmek isterdim. Yardım etmek!  Çoğu zaman elimden gelen bir şey olmasa da.




Bir kezse tam inat etmiştim hediye alacağım diye.  Sekiz yaşlarındaydım. Ağlıyordum babama. Sonunda elime vermişti bir kaç kuruş. Ben de parayı alıp alelacele sokağa atmıştım kendimi.  Hasat Yokuşunu çıkıp, meydanda Şişli Pasajı yakınında girdiğim bir dükkandan anneme makyaj çantası gibi bir şey satın almıştım.  Keşke birisi bana o gün benim yaşımda bir çocuğun annesine sevgisini göstermenin daha farklı, daha anlamlı yolları da olduğunu anlatmış olsaymış., 


Örneğin bir karton,  bir makas ve renkli kalemlerle kendi ellerimle hazırlayabileceğim bir kartpostalın,  yazacağım bir iki güzel cümlenin, sevgimi ifade edebileceğim bir kaç satırın o yaşımda parayla satın alacağım her aptal hediyeden çok daha değerli olacağını anlatmış olsaymış .  O zaman hiç mi yoktu böylesi incelikler ya da yaratıcıklık ? Yoksa ben mi yaşamamıştım bunları?  Dükkandan çıkarken ; " Babamın verdiği parayla anneme hediye almak acaba gerçekten makbulmudur ? " diye düşündüğümü anımsıyorum.  O yaşta acaba bunu sahiden düşünmüşmüydüm  yoksa senelerden sonra aklıma gelen şeyleri şimdi o yaşıma mı yapıştırıyorum onu bilmem.

Türkler anneleri çok kutsal görürler. Anneye büyük saygı gösterirler. Bu da ilginç bir durumdur aslında. Bir taraftan karılarını ikinci sınıf gören, çokça dayak atan bir toplum diğer bir taraftan aynı kadınları kutsallaştırmış oluyor bir şekilde. Nasıl bir çelişkiyse bu..

Müslümanların peygamberi Hz Muhammed ; " Cennet annelerin ayakları altındadır " demiş... Annelik tabii ki kutsaldır.  Çünkü, anne sadece çocuğu dünyaya getirmez onu büyütmek için elinden geleni yapar.  Doğa anneden çok şey bekler. Gelişen toplumla birlikte gelişen ve değisen kadın ve erkeğin toplumsal statüleri bir tarafa ,içimizde var olan o ilkel hayvanın iç güdüsel tarafına baktığımızda biliriz ki bir kadının  " doğadaki " en vaz deçilmez rolü üreyip, doğum yaparak çocuğunu büyütmektir. Annenin birinci amacı çocuğunu yaşatmaktır. Ve onu herşeyden korumak, beslemek ve sevmektir.. (Babadan da bahsetmek gerekli belki ama burada konu anne ) 

Ancak annelik ne kadar kutsal bir görevse de  mükemmel anne diye bir şey olamaz, Mükemmel bir insan olmadığı gibi.

Doğa da ne kadar mükemmeldir desek te doğanın içindeki denge hiç mükemmel değil aslında.  Belki de bu denge bir çeşit dengesizliklerin bir sonucudur. Güzel çirkin, kuvvetli  zayıf, iyi  kötü ve daha nice örneklerle doğa olumlu ve olumsuzluklarla, belki de kimi yerde birbirlerini tamamlayanlar, birbirlerini örten, birbiriyle örtüşen, kimi zaman çarpışan şeylerin bir bütünüdür .

Bazı kadınların annelik niteliklerine sahip olmaması da o bütünün hatalı parçalarından yine..Çoğunluk değiller neyseki ama varlar.

Kendileriyle çelişkiler içinde olan kadınlar, kimi nevrotik kişilikler, özellikle de egosantrik tipler, sadece kendilerini seven narsist insanlar.... İşte bu kadınlar anne olmak için yaratılmayanlardır.

Geçen hafta annem  bana , bu pazar Anneler Günü demişse de bir ara sonradan unutmuşum ben. Bir gün evvel, ondan Whatsapp'ima bir yazı geldi; " Ailemizin en fedakar annesi........" diye başlayan bir mesaj . Annemin bu sözlerini okuyunca duygulandım birden. Şaşırdım..

Çocukken beklediğimiz destek, ilgi ve takdir, yıllar sonra gelince yine de heyecanlandırıyor. İnsan yaşadıkça sevgiye muhtaç. Her yaşta takdir edilmek, çevrenizden, asdik edilmek  mutluluk veren bir şey. Sevgi ise insan için güven demek.

Kendinize ve çevrenize güvendiğinizde yaşam başka bir anlam kazanıyor.

Hediyelerse aslında önemli değil . Unutulmadığınızı hissetmek önemli..

Bense 10 Mayıs'ta ( Israel'de o gün olmasa da )  benden  istediği güzel terlikleri hatırladım. Onları aldım anneme.  Yanına bir kutu çikolata ve dayanamayarak bir kutu da Magnum dondurmayla birlikte kapıisina bıraktım... Bu ara ona farkında olmadan hep tatlı şeyler getirmişim. Biraz ara ver dedi. Bense, bu yanlız günlerinde annemin hayatına bir şekilde tat vermek istedim sanırım...

Hayatta birilerinden sevgi görmek önemli , Sevgi önemli..değer verdiğinz bir insandan, Bir yakınınızdan, aşık olduğunuz kişiden, eşinizden sevgi görmek olabilecek en güzel şey. Ama bence sevginizi verebilmek daha da güzeldir.. Hele buna izin verenlere!! ...Sevdiklerimizi hatırlamak olası en anlamlı şey.. Küçük şeyler, değerli hediyeleri aratmaz gerçek sevginin olduğu yerde . Çünkü pahalı beklentiler sevgiyle ters düşer ! . Kendi elinizle hazırladığınız çikolatalı kekle anneniz için küçücük bir süpriz yaptığınızda kendi içinizde bir ateş yakmış gibi hissedersiniz o an.   İşte bu sevgi daha içtendir.

Tanrı her zaman kalbimizin içindeki o sevgiye karşılık aynı şeyleri geri vermemiş olsa da çok zaman evrenin içinde saklı olan sırları düşünüp bazı şeylerin böyle olması gerektiği kanısına varıp çıkıyorum işin içinden..




Batya R. Galanti
























5 Mayıs 2020 Salı

                                   


                                             Yedinci koğuşta mucize



Bu son senelerde Israel'deki Soap Opera (Pembe Dizi )  kanallarından birinde Türk dizileri modası çıktı. Toplumun her kesiminden kadınlar gün sonunda biraz eğlenmek, biraz kendilerini unutmak için işlerini güçlerini bırakıp akşam saatlerini bu tip dizilere ayırıyorlar.

Günün belli bir saatinde kişinin psikolojisine iyi gelecek herhangi bir şeyle uğraşması iyi bir fikir. Sonuçta bu bir arkadaşınızla oturup bir kahve içerek sohbet etmek şeklinde olabilir , spor yapmak olabilir ya da aklınızı tüm karmaşık şeylerden uzaklaştıracak kadar basit bir konu üzerinde dönen bir aile dizisi seyretmek şeklinde de olabilir...

Geçtiğimiz günlerde televizyonda Türkiye'nin , dünya'da son senelerde Soap Opera dizileri üretiminde liste başı olduğunu duydum. Türkiye'de dizi üretimi resmen bir sanayiye dönüşmüş. İşte bu yüzden eskiden Amerikan, Brezilya ve Arjantin dizileri gündemdeyken , son bir kaç yıldır bu ülkelerin yanında Türkiye'den de bir çok diziler insanları ekrana çekmeye başladı Israel'de..

Türklerin o çok iyi bildikleri zenginlik ve ihtişamı ortaya koymakta gösterdikleri hüner ve tabii boğazın eşsiz manzaralarıyla bütünleşen güzelim yalılarda geçen dramatik aşk hikayeleri ve  tabii ki bu dizileri kadınlara iyice cazip hale getiren yakışıklı erkekler ve alımlı bayanlarla çevrilen romantik sahneler gün boyu başlarını ağrıtan  sorunlardan yarım saatliğine de olsa uzaklaşmaları için yeterli geliyor insanlara.. Bense çocukken izlediğim Türk filmlerinin her zaman klasik mevzularından artık sıkılmış olduğum içinmidir bilmem bu dizileri izlemek için pek heveslenmedim.  Halbuki Israelliler ne zaman Türk kökenli olduğumu duysalar hemen bana bir iki dizi ismi sayarlar ...Ve izlemediğimi duyunca inanamazlar, nasıl olur Türkiye'de doğdun izlemiyormusun diye?

.Bundan bir ay evvelse birden bire çok kişiden  bir Türk Filminin adını duymaya başladım; " Yedinci koğuşta mucize!" adında bir film.. Bir iki gün içinde bir kaç kişi bana harika bir film, mutlaka izle dediler. . Ama çok ağlatıyor diye de eklediler her seferinde. Bilemedim bir an. Ben zaten reklamdan bile ağlayabilen biriyimdir ve şu son korona günleri zaten iyice bunaltımışken insanı diye düşünürken sonunda yine de  bir Cumartesi sabahı eşimle beraber oturdum Netflix'in başına.

Beni en çok çeken şey filmin " Otist " bir genç adamın üzerine atılan bir iftira yüzünden hapis cezası alması ile başlayan senaryosu oldu.

Çocukken haftada bir kez tv'de oynardı saçma sapan Türk filmleri. Hep aynı mevzu , aynı senaryo üzerine çevrilmiş aşk filmleriydi bunlar. Tabii ben daha küçük bir kız çocuğu olduğum için bu saçma aşk konuları bile beni büyüleyebiliyordu. Ama sonunda bazen bana bile sonu gelmeyen dramalardan fenalık gelebiliyordu.. .

Sanırım kız çocuğu olmak ilginç bir şey. Daha küçücükken bile , romantizm, aşk meşk gibi şeyler ilginizi çekiyor. Daha hayata üç gün evvel başlamanız bir şeyi değiştirmiyor. Öyle bir içgüdüki bu sanki bir erkeğe eş olmak, anne olmak bir kadının doğduğu günden beri genlerinde yazılı bir olgu sanki. Tarık Akan'ın güzelliğine de ayrıca hayrandım daha on yaşımdayken . Bir insan nasıl bu kadar güzel olabilir diye düşünürdüm  çocuk halimle.  ( Ama çok kısa bir zaman sonra, bıraktığı bıyıklarıyla çok değişmiş hayal kırıklığına uğratmıştı beni )

Çocukluğumdaki Türk filmleri beni daha çok uzun yıllar götüremeyecek şekilde bıktırmıştı bir süre sonra. Sanırım sadece beni değil, bu filmlerdeki saçmalıklar öyle boyutlardaydı ki Yeşilçam'ın kendisi bile bir zaman sonra kendilerine gülmeye, başlayacaklardı. Sonunda kendi yaptıkları filmlerle dalga geçen, " Arabesk"  çok büyük bir başarıya imza atmıştı. Gerçekten de son derece yerinde bir mizahla çevrilmiş, çok komik bir yapımdı bu...

Türkiye'de Yol ve Sürü gibi, Uluslararası Cannes ve Berlin Film Festivallerinde ödüllere layik görülmüş filmler de yapıldı. Yılmaz Güney bu tip yapımlarda Türkiye'nin Güney doğusundaki yaşam şartlarını ortaya koymuştu.. Kürtlerin zor yaşamlarını , aşiret kavgalarını gözler önüne seren , Türkiye'nin imajını yerle bir eden filmler olduğu için bunlar Türkiye'de uzun bir dönem  yasaklanmış filmlerdi.

Geçtiğimiz ay izlediğim film bugün Türk Sinemasının artık bambaşka bir  yerde olduğunu gösteriyor bence.  Geçmişten bugüne Türk sineması'nda bir şeyler değişmiş dedirten bir film karşıma çıktı.. Tam bir sanat gösterisi sunan, oyunculuğu ve çekilen sahnelerin profesyonelliğiyle bence çok etkileyiciydi bu film.

Türkiye'nin batı kıyılarında, bir Ege kasabası'nda geçen film insanı , 80 sonrası Askeri cunta zamanlarına taşıyor. Kasabada ailesiyle yaşayan Sıkı Yönetim Komutanının kızının bir kaza sonrası ölümünden sorumlu tuttuğu Otist  genç adamdan  intikam almak için elinde geleni ardına koymaması kimilerince abartılı görülmüşse de o zamanın Türkiyesini ve şartlarını tanıyanlar için tüm bunların olası olduğu bilinir.

Bir Kore filminden Türk sinemasına uyarlanan "Yedinci Koğuşta Mucize " 'nin Kore versyonu sanırım daha nükteli işlenmiş. Türklerse aynı senaryoyu bir drama olarak Türk sinemasına uyarlamışlar.

Filmi canlandırılan karakterin geri zekalı olduğu söylense de ben genç adamın hareketlerine baktığımda geri zekalı bir adamdan öte otistik bir insanın tipik özelliklerini buldum. Tekrarlayan stereotip hareketlerinde yüzde yüz otizmi gördüm..  Sevgi dolu saf kalbinde de insanın içini ısıtan o otistik güzel insanları hissettirdi bana yine başarılı genç oyuncu Aras Bulut İynemli..


Hayatımda en çok ağladığım filmdi belki de bu. Kendimi çaresiz hissettim bir çok an; otistik , günahsız bir gencin askerler tarafından dövülerek, zulümle sorguya çekilirken izlerken.. Kendini ifade etmek yetisine sahip olmayan bir insana yüklenilen bir cinayeti işlemediğini kimseye anlatamayan o insanın sözde işlediği suçu yüzünden idama mahkum edilişinde çaresiz kaldım. O kadar ağladım ki o an!  Bir çocuk saflığındaki bir insanın koğuştaki mahkumlar tarafından ilk karşılaşmalarında , küçük bir kızın katili olduğu gerekçesiyle dövülmek üzere kemiklerinin kırılması...bunlar hepsi, hapishanelerde olan , bilinen gerçekler...

Hapishanelerin içinde kurulmuş; adaletin içinde ayrı bir adaleti de anlatıyor bu film insana..

80'lerde T(ve bugün ) askerin eline düşen mahkumların nasıl bir muameleyele karşı karşıya kalacakları ise komutanın keyfine kalmıştı. Bunu da burada çok iyi göstermiş yönetmen Mehmet Ada Öztekin.

Diğer babalardan çok farklı olmasına rağmen, hatta belki de farklı olduğu için, yaşıtı gibi davrandığı kızıyla kurduğu istisnai derinlikteki ilişkiyi, büyük sevgiyi öylesine güzel yaşatıyorlar ki oyunlarında...

Genç adamın idamını beklerken girdiğiniz hüzünlü bekleyiş, filmin sonunda dilediğiniz mucize sizi hiç bitmeyen bir göz yaşı seline sokuyor...

Kimilerine göre fazla dramatik gelse de bu film , bilen bilir ki Türkiye'de drama hayatın normal akışı içindeki bir klasiktir.  Çocukluğumdaki abartılmış sahte dramaları hatırladığımda bu filmin içinde yaşatılan Türkiye'nin gerçek kültür yapısıdır.




Batya R. Galanti

3 Mayıs 2020 Pazar





                                 
                                                 
                                           Bir krizin değiştirdiği dünya!



Korona Günleri hayatımıza eklenen yeni bir maceraya dönüştü.. Tarih sayfalarında gelecek nesillerin okuyacakları, Covid-19 ismindeki bir virüs'ün yarattığı total bir devrimi yaşamaktan bahsediyoruz neredeyse.  Hiç bir şeyin önceki gibi olmayacağı konuşuluyor artık. Kısa ve uzun vadede uluslararası ilişkiler açısından  getireceklerini izlerken ; ekonomik, sosyal ve bireysel olarak  yaptığı değişime direk tanıklık ediyoruz biz bu çağ insanları .. Ansiklopedilerden, tarih kitaplarından, sosyoloji derslerinden  değil hayatın bizzat içinden geçerek öğreniyoruz Covid-19 'un  kısacık bir zaman dilimi içinde yarattığı global sarsıntıyı ve değişimi.... Belki de ilk kez daha bir krizin içindeyken insanlar neler yaşadıklarını idrak ediyorlar.

Halbuki şu son elli yılda, bizler tüm zamanların bugüne dek en şanslı jenerasyonu  idik sanki... Daha düne kadar. Benim jenerasyonum ( son elli yıl insanları )  geçmişte yaşanmış felaketlere, büyük savaşlara baktığımda, bulunduğum coğrafyayı da göz önüne aldığımda adeta ucuz kurtulmuş gibiydik Çok şey oldu belki olmasına ama ne derece sarsıcıydı , işte her şey bir yerde görecelidir belki de.

Aslında dünyada her zaman olaylar, felaketler yaşanıyor. Hiç durmadan.  Bunları durdurmak mümkün değil .  Örneğin 2004'te  Tayland'ta ve Endonezya'da , 2011'de Japonya'da meydana gelen tsunamiler bu ülkeler için, yerel halklar için  çok korkunç olaylardı. . Endonezya ve Tayland gibi ülkeler için tsunami sonrası  yaşadıkları ekonomik ve sosyal güçlükleri atlatmak, bir nebze toparlanmak ne kadar zaman aldı acaba?  Belki bugüne kadar hala etkileri devam ediyor!

Korona'ya dönersek...Bu seferki bu bir global salgın. Bir anda tüm kıtaları içine alan bir pandemi.. Dünyanın önde gelen ekonomilerini dahi orta yerden vuran bir çeşit doğal afet bu da.
Neticede haftalar içinde dünya borsalarında yaşanan inişler, çıkışlar ve belirsizlikler, dünyanın en büyük devletlerinin girdiği ekonomik sarsıntı acaba uluslararası ekonomiyi uzun vadede nasıl etkileyecek? Zaten bin bir güçlükle ayakta duran , geri kalan zayıf ülkelerde insanlar bu kez ne yapacaklar? İşsizlik ve beklenen açlık hangi boyutlara varacak?  Ve tüm bunları nasıl atlatacağız?  Ve tabii bu epidemi uluslararası ilişkileri nasıl etkileyecek? Avrupa Birliği acaba  dağılma noktasına gelebilir mi? Yoksa daha fazla iş birliği, daha fazla koordine çalışma zorunluluğu  birlikte çözümler aramanın yollarını mı açacak daha fazla? Avrupa'nın zengin ülkeleri, örneğin Almanya daha da dara girecek diğerlerini desteklemeyi kabul edecekler mi?


Bugünkü bir çok lider; Donald Trump, daha dün seçilen Boris Johnson ve Emmanuel Macron  koltuklarını kaybetmekle karşı karşıya kalacaklar büyük ihtimalle! Onların yerine acaba kimler gelecek başa?  Yeni hükümetler yepyeni görüşler doğurabilir bu çok yönlü krizin sonunda. Peki bütün bunlar dünya politikasını baştan sona yeniden şekillendirebilir mi acaba?

Demokrasi mi yoksa otoriter rejimler mi daha güçlü çıkacaklar Corona-19''a karşı süren bu savaştan?? Erdoğan gibiler güçlerini belki biraz daha da artıracaklar ..belki kimi diktatörler ilk kez iktidarı kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklar...  Çin belki İran ya da Kuzey Kore.. İhtimal çok yüksek olmasa da ! Zaten bu tip ülkelerde diktatörün biri bir şekilde gitse de yerine bir yenisi gelir, yani umut hiç bir zaman halkan yana değildir böyle ülkelerde..

Şimdilik iş sahalarını yavaş yavaş yeniden açmaya başlayan ülkeler ekonomiyi kurtarmak planları yapıyorlar. İşsizlerin yeniden aktif olarak iş hayatına dönmeleri ne kadar süre alacak bilinmez. Okullarına döndürülmek istenen çocukları dahi hala okula göndermeye çekinenler dolu  Israel'de. Zaten ister istemez işlerini kaybetmiş bir çok anne baba evde bugünlerde..Hala alışveriş merkezleri, hala bir çok işyeri kapalı.. Restoranların yeniden çalışmaya başlamaları için bir kaç ay daha beklemeleri lazım.. Sinemalar, tiyatrolar aynı şekilde. O kadar çok insan bekliyor ki bu bilinmezin içinde.. Soru işaretleri akılları zorlarken korona onları öldürmeden sağlıklarını kaybeden çok insan var bugünlerde..



Batya R. Galanti.







27 Nisan 2020 Pazartesi


                                             

                                      23.816 ŞEHİDİ ANIYORUZ!




Kurulduğu günden beri yaşam mücadelesi veren küçük Israel için düşen şehitleri anıyoruz bu gece...yeniden, bir kez daha...


23. 816 Şehidi anıyoruz. Bunlardan 3153'u terör saldırılarında kaybedilen kadınlar, yaşlılar, erkekler, çocuklar ve  bebekler ..

Korona Günlerinde yazılan çizilen teorilerle bir kez daha artan Antisemitizmle..bir kez daha artan Anti-Sionizmle karşıladığımız bir şehitler günü  ve ardından gelecek farklı bir Cumhuriyet Bayramı . Gösterisiz, müziksiz, kutlamasız ve toplantısız..sadece evde sevinecek ilk kez insanlar.. Her şeye rağmen, sevinecekler..çünkü biz hiç unutmayacağız ki , bizim de yüzyıllardan sonra ilk kez bir evimiz var.. Onun varlığı bile yetecek, sevinmeye..

Yalan ve çarpıtılmış haberleriyle Israel'in varlığına, bütünlüğüne, insanlığına ve her şeyine karşı olan uluslararası medyanın yorulmadan, bıkmadan biçtiği nefrete rağmen var olan bir ulus var bugün.. 1940'larda sahip olmadığı bayrağına sahip çıkanlar var bugün...

Dilerim gelecek yıla, çok daha olumlu, çok daha sağlıklı günlerde şehitlerimizi, aileleriyle, diğer askerlerle birlikte mezarlıklarında anmak nasip olur..

Dilerim gelecek bayramlarda bu topraklarda barışa doğru daha fazla ümitle yol aldığımızı gördüğümiz  günleri konuşuruz...

Ölümleriyle diğerlerini yaşatan şehitlerin hiç unutulmayacak anılarıyla birlikte, sonsuza dek yaşamasını diliyorum Israel'imin... Amen!




20 Nisan 2020 Pazartesi

               


                 
       
                       

                    İnsanların bu krizde sonuna kadar devlet desteğine ihtiyaçları var !




Telefondaki genç kız önce kendini tanıttı bana. Merhaba, adım Noga, şimdi anneniz Bayan Suzi ile görüştüm bana sizi aramamın daha doğru olacağını iletti.  Aslında ibranice'de siz diye bir hitap şekli bulunmaz.  Sadece annemden Giveret diye bahsetmesi aramızdaki resmiyetin tek ifadesiydi o an ..

Askeriye, Korona krizi başladığı ilk günlerden Israel Savaşta imiş gibi hemen devreye girdi. Her açıdan Devletin Korona ile mücadelesinde askeriyenin büyük desteği var. Gerekli araç gereç ve malzemeleri sağlamak ve halka her türlü hizmeti ayağına kadar götürmek görevini devletle birlikte yerine getiriyor asker.. Son olarak hükümet Tsahal tarafından çıkarılan yeni nefes makinelerinden daha fazla üretilmesini istedi. Elde varolan stoka eklenen vantilatörler sayesinde kısmen rahat bir soluk alınmış gibi. En azından şimdilik durum kontrolde görünüyor.

Annemi arayan genç kız da asker  ; görevi yaşlıları arayıp ihtiyaçlarını anlamak ve yardımcı olmak.  Bu kriz başladığından beri yaşları 65'i geçmiş insanların evlerine sıcak yemek dağıtmak dahil çok şey üstlendiler. Herkesi tek tek arıyorlar. Telefondaki asker kız annem için benim alışveriş yaptığımı söylediğimde ; " Peki sen zorlanmıyormusun, senin yerine bunu biz yapabiliriz ? diye sordu. Gerek yok dedim ancak ilaçlarını gönderebilirseniz benim için bir yük kalkabilir gerçekten deyince. Tamam ilgileneceğim diye cevap verdi ki sonunda gerçekten anneme ilaçlarını göndereceklerini söylediler. Peki onunla gün boyu konuşan herhangi biri var mı? Eğer isterse hangi dili konuşuyorsa ona birisini temin edebilirim diye de sordu bana. Arkadaşları olduğunu, sorun olmadığını söyledim.. Gerekli durumlarda arayabileceğimiz ilgili telefonları söyleyerek kapattı..

Son bir buçuk aydır bir savaş içinde gibiyiz. İşin ilginç tarafı Israel gerçekten benzer bir senaryoya çoktan hazırlanıyordu. Ama hazırlanılan savaş bir virüse karşı değildi. Online eğitim, evden çalışmak ve halkın acil bir durumda nasıl davranması gerektiği durumları için hep hazırlık yapıldı, senelerden beri. Hizbullah'la olası bir savaş senaryosu orduyu böylesi bir hazırlığın içine sokmuştu son senelerde .  Belki de Israel'in şu ana kadar kimi anlamda virüs'e karşı gösterdiği kontrol bu hazırlıkların bir neticesidir.

Şu ana dek en büyük hedef  Korona'nın toplumun içinde kontrolden çıkılacak bir duruma gelmemesini sağlamaktı. Yani salgını kontrol altında tutmak . Özellikle yaşlıların daha bir tehlike altında olmalarından dolayı , yaşlıları toplumdan izole edip, ihtiyaçlarını onların evlerinden çıkmadan temin edebilmekti.. İlk günler yeterli tedbirler alınmadı zannettiysem de sanırım Israel Koronavirüs'e karşı bir çok ülkelere göre çok iyi bir savaş vermeyi başardı bugüne dek. Dilerim bugünden sonra da bu devam eder çünkü belli ki bu hikaye pek öyle kısa bir hikaye değil....



Aklıma 1996'da Aliya yaptığım günler geldi. İçişleri Bakanlığında bana nüfus kağıdımı verdikleri gün, hangi "Sağlık kurumunu" tercih ettiğimi sormuşlardı.. Bense tanıdığım bir kaç kişiden duyduğum bir isim olan Maccabi demiştim o zaman..

                                                            Maccabi Sağlık Servisleri 


Israel dünya'da Sağlık Sistemi gelişmiş ülkelerden biri olarak kabul edilir bugüne dek. Yaşam süresi ise yine dünya'da en uzun olanlardan biridir . Gerçi son yirmi yılda devam eden yoğun göçe karşılık yeni hastanelerin yapılmamış olmasından dolayı hastanelerin artık yetersiz kaldığı ve sağlık sisteminin çökme noktasına geldiği sık sık gündemde.

Tüm bunlara rağmen hala daha Israel , araştırma merkezleri ve gelişmiş tibbi imkanlara sahip olan sağlık kurumlarıyla dünya'da bir çok hastalığın tedavisinde öncülerden biri olmaya devam ediyor.

Benim büyüdüğüm Türkiye'de sağlık konularındaki durumumuzu anımsıyorum bir de. Bizim o zaman alıştığımız, yaşadığımız gerçekler içler acısıydı. Öncelikle doktor, hastane, tedavi gibi kavramlar tamamen özeldi .  Herhangi bir sağlık kartımız, bir güvencemiz yoktu. Ufak tefek şeyler içinse doktora gitmek alışkanlığımızsa neredeyse hiç yoktu . Kendi kafamıza göre başımızın çaresine bakmaya alışmıştık.  Biraz Allaha teslim bir durum da denebilirdi buna  Çoğu zaman  ufak tefek şeyleri kendi kafamıza göre tedavi etmeye alışıktık. Başımız ağrıyınca aspirin alırdık. Hafif bir gripte hemen antibiyotiğe giderdi elimiz. Antibiyotiğin savunma sistemimize yaptıklarını bilmeden her viral hastalık için antibiyotik alınırdı o zaman . Ben mesela genelde kansız olurdum. Ve her kendimi biraz kuvvetsiz  hissettiğimde , Özel Şişli Osmanoğlu Kliniğinde kendi kafama göre parayla yaptırdığım kan testine göre  demir hapları yutardım. Annem uyuyamayınca daha küçücük yaşımda eczacı amca'dan (  :) !! )  anneme Tranxilen ( hafif uyuşturucu )  alırdım. Küçük bir kızın eline reçetesiz yatıştırıcı ilacı hiç düşünmeden verirlerdi..

Ben çocukken ada'da havuzlu evlerde, lüks villalarda yaşayan insanlar vardı , yatları olan havalı insanlar vardı bol bol..  Kulüplerde tenis oynardı gençler. Ama tüm bunların yanında insan" hayatının değeri " kocaman bir hiçti. O lüks kulüplerin bir tanesinde birine bir enfarktüs geldiğinde şehirdeki özel hastaneye yetiştirene kadar yolda ölduğünü hatırlarım gencecik bir adamın.

Türkiye'de bugün çok iyi hastaneler bulunduğunu duyuyorum. Güvenilir, iyi hastaneler ve de çok iyi doktorlar olduğunu sık sık anlatanlar var. Dünyanın bir çok yerinden Türkiye'de tedavi olmaya gelenler olduğunu da duydum. Ancak Türk sağlık sisteminin ne derece kapsamlı olduğu hakkında bir bilgim yok.

Bense yine Israel'e Türkiye'den geldiğim zamanlarda annemin bir arkadaşını tanımıştım, o zaman 60 yaşlarındaki bu bayan çok ağır bir beyin ameliyatı geçirmişti. Ve bu yüzden Devlet ona haftada 19 saat evine bir yardımcı gönderiyordu. Onun ihtiyaçlarını karşılamak ve evinde kimi şeylerde yardımcı olmak için. Hayatımda ilk kez normal bir devletin yapması gereken şeylere şahit oluyordum o zaman..

Devlet yıllarca insanlardan vergi topluyor. Bu vergilerin amacı  halka hizmettir öyle değil mi?  Eğer o devlet topladığı paraları kendi cebine indirmiyorsa bu böyledir. Gençlik yıllarında, sağlıklı oldukları sürece  uzun saatler çalışan insanların ihtiyaç duydukları zaman devletin onların yanında olması gerekmez mi? Doğru işleyen bir sistemde bu işler böyle yürür değil mi?

Şu ana kadar Israel'de Korona virüs'ünün  getirdiği sağlık krizini mükemmel yürütmüş olan Netanyahu'nun aynı mükemmelliği çok kısa bir zaman içinde düşülen ekonomik krizi durdurmada da göstermesi bekleniyor.  İlk aşamada verdiği destek kısa bir zaman sonra, özellikle küçük iş verenlerin girdikleri açmazdan kurtulmaları için yeterli olmayacak.  Eğer devlet çok yakın bir zamanda küçük esnafı kurtarmak için  esaslı bir destek planı çıkarmazsa , bizi çok zor günler bekleyebilir.





Batya R. Galanti

















16 Nisan 2020 Perşembe

                                 
                                 

                                       Karakuş Yokuşundaki Ev!



Sene 1984.. Karakuş Yokuşunun tepesinde oturduğumuz ev...Büyükada'da geçirdiğim son iki yazdan bir evvelki seneydi o sene.. Bir devrin son bulmasına az bir zaman kala ada'da geçirdiğim  günler.   Çok sıcak geçen bir yaz olmasının dışında hatırladığım bir çok şey var o yazla ilgili..Ağbimin hala Israel'de bulunduğu son dönem oluşu..  Kocaman bir grupla çıktığım hafta sonu gezmelerim, deniz kenarındaki partilerle geçen yaz akşamlarının zihnimde bıraktığı unutulmaz anılar, sevinçler, dostluklar ve kimi göz yaşları...15 yaşın getirdiği tüm ilklerle birlikte yaşadıklarım ve annem babamla iyi kötü devam eden hayatım...

Karakuş Yokuşundaki evi tüm detaylarıyla hatırlarken senelerden sonra geriye dönüp baktığımda o yaza damgasını vuran, üzerimde ilginç bir etki bırakmış, hafızamda nedense gerçekten yer etmiş şeylerden birinin de o evin mal sahibi olduğunu düşünürüm hep... ...

Adanın en yüksek tepelerinden birine giden o dar küçük yokuşlardan birindeydi bu ev..Faytonların giremediği bir sokak. Aralarından yabani otların fırladığı taşlarla kaplı, merdiven bir yoldu bu..Köşe başında ünlü Rum futbolcu Lefter'in evi vardı diye anımsıyorum. İki tarafta iki katlı eski ada evleri ve en yukarılara vardığımızda sağ tarafta bizim tuttuğumuz dairenin bulunduğu alelade, taştan yapı... karşımızda ise kocaman, bomboş bir arazi vardı.. Kuru otlar, kimi yeşillikler ve incir ağaçları olan bu arsanın devamında olan koca deniz manzarasını ise kısmen kapatan terk edilmiş ahşap bir köşk vardı Bu bakımsız arazide zaman zaman atlar dolaşır, otlanırlardı.. Kimileri de köpekler gezerdi bası boş,  sahipsiz....

                                                   Adanın tepelerine doğru çıkan yollardan biri

Bizim oturduğumuz ev de iki katlıydı.  Ve yokuş üzerinde olduğu için kiraladığımız daire giriş katı gibiydi, aşağıda  Rum mal sahibi kadın oturuyordu.. O kadını; Neden hiç unutmadım?  diye sorsam kendime. O güne dek tüm tanıdığım insanlardan farklıydı derim herhalde..   Genelde simaları hiç hatırlamayan biri için gerçekten inanılmaz olansa bu kadının yüz hatlarını bile bugüne dek anımsıyor oluşumdur..

6-7 Eylül olaylarından sonra adanın gerçek ahalisi olan Rumların Yunanistan'a toplu halde göçleri sonrasında kalan tek tük yaşlılardandı bu kadın. Koca bir kültürden geriye kalan bir avuç insandılar bunlar. Tarihten o günlere, belkide bu millete emanet kalmış tek tük mücevheler gibiydiler bunlar.
Bir gecede talan edilen iş yerlerinden, evlerinden olan insanlardan, kimi tecavüze uğramış kadınlardan geriye sadece az mıktarda bir nüfustular. Büyükada'da tanımış olduğum bu kişiler o yaşanmışlara rağmen doğdukları yeri terk edipte gidememişlerdendiler. Koca İstanbul'da bir iki bin kişi ya vardılar ya yok.. Aralarında bir çokları yaşlıydılar.  Hep kır saçlı, siyah elbiseli olarak tahayyül ederdim Rum kadınlarını o zamanlar . Eşleri öldükten sonra bir daha siyahtan başka renk giymeyenlerdi çoğu. Gençlerini hiç tanımamış olduğumdan Rum denince benim aklıma hep bu yaşlı insanlar gelir olmuştu.. Bir de hep kedileri olurdu bol bol. Hayvan severdiler çoğu. Öyle bir iki kedi değil, kimileri adeta sürü beslerlerdi evlerinde.
Bizim mal sahibi ise adeta yaşanılanlardan ( tabii bu sadece benim kurduğum bir bağlantıdan ibaret ) sonra aklını kaybetmiş gibi bir his uyandırıyordu . Ağzını bıçak açmayan bir kadındı bu. Bütün gün evinin kapısında bir iskemlede oturur etrafı izlerdi..Aynı diğerleri gibi onun da hep siyah bir elbisesi vardı , bir de kır saçları... Bense kadının sert görüntüsünden, gizemli durusundan korkardım adeta. . Hatırlarım sezonun daha ilk günleriydi;  bir sabah yatağımdan kalkıp dışarı fırladığım gibi kadını görmüştüm hemen girişte yere vim döküyordu.. Merak edip dayanamayarak, yere neden vim ( temizlik tozu ) döktüğünü sorduğumda;  " Çok karınca var ! " demişti bana kısaca.. Karıncaları öldürmek için üzerlerine vim atıyordu..  Başka bir sefer yanıma gelmişti, hiç beklemediğim bir anda ; karşıdaki o ahşap terkedilmiş binayı işaret ederek bana;  " Bu evi görüyormusun " diye söze başlarken ben şaşırmıştım birden çünkü yazın sonlarına geldiğimiz o zaman kadın benimle ilk kez konuşuyordu.. Ben " Evet!"  derken,  devam etmişti.. " O evde büyük bir aile otururdu, bir gün birileri geldi üzerlerine DDT attılar ve hepsi öldü! "  diye devam etmişti.. Sanki geçmişteki olaylardan aklında kopuk,  belirsiz, ilgisiz senaryolar kurmuştu kafasında..

O yaz , herşeye rağmen bir çok açıdan benim için güzeldi aslında. Mal sahibimiin gizemine rağmen, en çokta babamın rahatsızlığının ilk belirtilerini göstermeğe başlamasının getirdiği soru işaretlerine rağmen benim için hala daha çocuk olmak vardı sanırım .  O yaz ilk kez bir erkek arkadaşım olmuştu, öyle çok uzun sürmemiş ve pek iz bırakmış olmasa da .. Ayrıca yeni gelişen bir  genç kızın hayalleriyle birlikte bir şeylerin filizlenmeye başladığı ilk genç kızlık zamanlarımdı.  Hayatımın herşeye rağmen en gayesiz günleriydi belki de..

İşte tüm bunları  düşünürken yine gecelerden bir gece geldi aklıma ..

Saat dokuzu geçmişti, ben hazırlanıp sırt çantamı arkama koyduğum gibi evden çıkıyordum ki tam gecenin orta yerinden çıkan mal sahibinin o esrarengiz sesini hatırlıyorum. Karanlığın içinden bir anda yakınımdan bir yerlerden bana ; " Kaçıyorsun? İstanbul'a kaçıyorsun sen? derken. Etrafta en ufak bir ışık yokken, ne bizim, ne teyzemlerin evinde kimselerin olmayışından tedirgin olan ben kadına; " Yok kaçmıyorum !" diye gevelerken ağzımda bir anda kendimi, yokuştan aşağı hızla koşarken bulmuştum.  Köşeye vardığımda kalbimin nasıl çarptığını anımsıyorum hala.. Sanki kadın bana bir şey yapmak istemiş gibi.. Benim de hayal gücüm ödümü koparmıştı bir anda...

O yaz bittiğinde, tüm yaşadıklarıma en son noktayı koyan şeyse bir gün duyduğum bir konuşmaydı.  Annemin teyzemle  aralarında geçen  konuşmadan geriye kalan sözler...Yan odadan kulağıma çalınanlar .. " Leon iyi değil, hareketleri birden çok yavaşladı, bir şeyi var mutlaka. Doktora gitmesi şart!"

Aradan geçen bir iki ayda babama doktor Parkinson teşhisi koymuştu.

Sanırım hayat hiç bir zaman sadece güzelliklerden ibaret olmuyor. En güzel anılar bile bir çok sorun bir çok karmaşık duygular ve hüzünle beraber yaşanabiliyor. En azından kimi insanlar için!



Batya R. Galanti