5 Mayıs 2020 Salı

                                   


                                             Yedinci koğuşta mucize



Bu son senelerde Israel'deki Soap Opera (Pembe Dizi )  kanallarından birinde Türk dizileri modası çıktı. Toplumun her kesiminden kadınlar gün sonunda biraz eğlenmek, biraz kendilerini unutmak için işlerini güçlerini bırakıp akşam saatlerini bu tip dizilere ayırıyorlar.

Günün belli bir saatinde kişinin psikolojisine iyi gelecek herhangi bir şeyle uğraşması iyi bir fikir. Sonuçta bu bir arkadaşınızla oturup bir kahve içerek sohbet etmek şeklinde olabilir , spor yapmak olabilir ya da aklınızı tüm karmaşık şeylerden uzaklaştıracak kadar basit bir konu üzerinde dönen bir aile dizisi seyretmek şeklinde de olabilir...

Geçtiğimiz günlerde televizyonda Türkiye'nin , dünya'da son senelerde Soap Opera dizileri üretiminde liste başı olduğunu duydum. Türkiye'de dizi üretimi resmen bir sanayiye dönüşmüş. İşte bu yüzden eskiden Amerikan, Brezilya ve Arjantin dizileri gündemdeyken , son bir kaç yıldır bu ülkelerin yanında Türkiye'den de bir çok diziler insanları ekrana çekmeye başladı Israel'de..

Türklerin o çok iyi bildikleri zenginlik ve ihtişamı ortaya koymakta gösterdikleri hüner ve tabii boğazın eşsiz manzaralarıyla bütünleşen güzelim yalılarda geçen dramatik aşk hikayeleri ve  tabii ki bu dizileri kadınlara iyice cazip hale getiren yakışıklı erkekler ve alımlı bayanlarla çevrilen romantik sahneler gün boyu başlarını ağrıtan  sorunlardan yarım saatliğine de olsa uzaklaşmaları için yeterli geliyor insanlara.. Bense çocukken izlediğim Türk filmlerinin her zaman klasik mevzularından artık sıkılmış olduğum içinmidir bilmem bu dizileri izlemek için pek heveslenmedim.  Halbuki Israelliler ne zaman Türk kökenli olduğumu duysalar hemen bana bir iki dizi ismi sayarlar ...Ve izlemediğimi duyunca inanamazlar, nasıl olur Türkiye'de doğdun izlemiyormusun diye?

.Bundan bir ay evvelse birden bire çok kişiden  bir Türk Filminin adını duymaya başladım; " Yedinci koğuşta mucize!" adında bir film.. Bir iki gün içinde bir kaç kişi bana harika bir film, mutlaka izle dediler. . Ama çok ağlatıyor diye de eklediler her seferinde. Bilemedim bir an. Ben zaten reklamdan bile ağlayabilen biriyimdir ve şu son korona günleri zaten iyice bunaltımışken insanı diye düşünürken sonunda yine de  bir Cumartesi sabahı eşimle beraber oturdum Netflix'in başına.

Beni en çok çeken şey filmin " Otist " bir genç adamın üzerine atılan bir iftira yüzünden hapis cezası alması ile başlayan senaryosu oldu.

Çocukken haftada bir kez tv'de oynardı saçma sapan Türk filmleri. Hep aynı mevzu , aynı senaryo üzerine çevrilmiş aşk filmleriydi bunlar. Tabii ben daha küçük bir kız çocuğu olduğum için bu saçma aşk konuları bile beni büyüleyebiliyordu. Ama sonunda bazen bana bile sonu gelmeyen dramalardan fenalık gelebiliyordu.. .

Sanırım kız çocuğu olmak ilginç bir şey. Daha küçücükken bile , romantizm, aşk meşk gibi şeyler ilginizi çekiyor. Daha hayata üç gün evvel başlamanız bir şeyi değiştirmiyor. Öyle bir içgüdüki bu sanki bir erkeğe eş olmak, anne olmak bir kadının doğduğu günden beri genlerinde yazılı bir olgu sanki. Tarık Akan'ın güzelliğine de ayrıca hayrandım daha on yaşımdayken . Bir insan nasıl bu kadar güzel olabilir diye düşünürdüm  çocuk halimle.  ( Ama çok kısa bir zaman sonra, bıraktığı bıyıklarıyla çok değişmiş hayal kırıklığına uğratmıştı beni )

Çocukluğumdaki Türk filmleri beni daha çok uzun yıllar götüremeyecek şekilde bıktırmıştı bir süre sonra. Sanırım sadece beni değil, bu filmlerdeki saçmalıklar öyle boyutlardaydı ki Yeşilçam'ın kendisi bile bir zaman sonra kendilerine gülmeye, başlayacaklardı. Sonunda kendi yaptıkları filmlerle dalga geçen, " Arabesk"  çok büyük bir başarıya imza atmıştı. Gerçekten de son derece yerinde bir mizahla çevrilmiş, çok komik bir yapımdı bu...

Türkiye'de Yol ve Sürü gibi, Uluslararası Cannes ve Berlin Film Festivallerinde ödüllere layik görülmüş filmler de yapıldı. Yılmaz Güney bu tip yapımlarda Türkiye'nin Güney doğusundaki yaşam şartlarını ortaya koymuştu.. Kürtlerin zor yaşamlarını , aşiret kavgalarını gözler önüne seren , Türkiye'nin imajını yerle bir eden filmler olduğu için bunlar Türkiye'de uzun bir dönem  yasaklanmış filmlerdi.

Geçtiğimiz ay izlediğim film bugün Türk Sinemasının artık bambaşka bir  yerde olduğunu gösteriyor bence.  Geçmişten bugüne Türk sineması'nda bir şeyler değişmiş dedirten bir film karşıma çıktı.. Tam bir sanat gösterisi sunan, oyunculuğu ve çekilen sahnelerin profesyonelliğiyle bence çok etkileyiciydi bu film.

Türkiye'nin batı kıyılarında, bir Ege kasabası'nda geçen film insanı , 80 sonrası Askeri cunta zamanlarına taşıyor. Kasabada ailesiyle yaşayan Sıkı Yönetim Komutanının kızının bir kaza sonrası ölümünden sorumlu tuttuğu Otist  genç adamdan  intikam almak için elinde geleni ardına koymaması kimilerince abartılı görülmüşse de o zamanın Türkiyesini ve şartlarını tanıyanlar için tüm bunların olası olduğu bilinir.

Bir Kore filminden Türk sinemasına uyarlanan "Yedinci Koğuşta Mucize " 'nin Kore versyonu sanırım daha nükteli işlenmiş. Türklerse aynı senaryoyu bir drama olarak Türk sinemasına uyarlamışlar.

Filmi canlandırılan karakterin geri zekalı olduğu söylense de ben genç adamın hareketlerine baktığımda geri zekalı bir adamdan öte otistik bir insanın tipik özelliklerini buldum. Tekrarlayan stereotip hareketlerinde yüzde yüz otizmi gördüm..  Sevgi dolu saf kalbinde de insanın içini ısıtan o otistik güzel insanları hissettirdi bana yine başarılı genç oyuncu Aras Bulut İynemli..


Hayatımda en çok ağladığım filmdi belki de bu. Kendimi çaresiz hissettim bir çok an; otistik , günahsız bir gencin askerler tarafından dövülerek, zulümle sorguya çekilirken izlerken.. Kendini ifade etmek yetisine sahip olmayan bir insana yüklenilen bir cinayeti işlemediğini kimseye anlatamayan o insanın sözde işlediği suçu yüzünden idama mahkum edilişinde çaresiz kaldım. O kadar ağladım ki o an!  Bir çocuk saflığındaki bir insanın koğuştaki mahkumlar tarafından ilk karşılaşmalarında , küçük bir kızın katili olduğu gerekçesiyle dövülmek üzere kemiklerinin kırılması...bunlar hepsi, hapishanelerde olan , bilinen gerçekler...

Hapishanelerin içinde kurulmuş; adaletin içinde ayrı bir adaleti de anlatıyor bu film insana..

80'lerde T(ve bugün ) askerin eline düşen mahkumların nasıl bir muameleyele karşı karşıya kalacakları ise komutanın keyfine kalmıştı. Bunu da burada çok iyi göstermiş yönetmen Mehmet Ada Öztekin.

Diğer babalardan çok farklı olmasına rağmen, hatta belki de farklı olduğu için, yaşıtı gibi davrandığı kızıyla kurduğu istisnai derinlikteki ilişkiyi, büyük sevgiyi öylesine güzel yaşatıyorlar ki oyunlarında...

Genç adamın idamını beklerken girdiğiniz hüzünlü bekleyiş, filmin sonunda dilediğiniz mucize sizi hiç bitmeyen bir göz yaşı seline sokuyor...

Kimilerine göre fazla dramatik gelse de bu film , bilen bilir ki Türkiye'de drama hayatın normal akışı içindeki bir klasiktir.  Çocukluğumdaki abartılmış sahte dramaları hatırladığımda bu filmin içinde yaşatılan Türkiye'nin gerçek kültür yapısıdır.




Batya R. Galanti

3 Mayıs 2020 Pazar





                                 
                                                 
                                           Bir krizin değiştirdiği dünya!



Korona Günleri hayatımıza eklenen yeni bir maceraya dönüştü.. Tarih sayfalarında gelecek nesillerin okuyacakları, Covid-19 ismindeki bir virüs'ün yarattığı total bir devrimi yaşamaktan bahsediyoruz neredeyse.  Hiç bir şeyin önceki gibi olmayacağı konuşuluyor artık. Kısa ve uzun vadede uluslararası ilişkiler açısından  getireceklerini izlerken ; ekonomik, sosyal ve bireysel olarak  yaptığı değişime direk tanıklık ediyoruz biz bu çağ insanları .. Ansiklopedilerden, tarih kitaplarından, sosyoloji derslerinden  değil hayatın bizzat içinden geçerek öğreniyoruz Covid-19 'un  kısacık bir zaman dilimi içinde yarattığı global sarsıntıyı ve değişimi.... Belki de ilk kez daha bir krizin içindeyken insanlar neler yaşadıklarını idrak ediyorlar.

Halbuki şu son elli yılda, bizler tüm zamanların bugüne dek en şanslı jenerasyonu  idik sanki... Daha düne kadar. Benim jenerasyonum ( son elli yıl insanları )  geçmişte yaşanmış felaketlere, büyük savaşlara baktığımda, bulunduğum coğrafyayı da göz önüne aldığımda adeta ucuz kurtulmuş gibiydik Çok şey oldu belki olmasına ama ne derece sarsıcıydı , işte her şey bir yerde görecelidir belki de.

Aslında dünyada her zaman olaylar, felaketler yaşanıyor. Hiç durmadan.  Bunları durdurmak mümkün değil .  Örneğin 2004'te  Tayland'ta ve Endonezya'da , 2011'de Japonya'da meydana gelen tsunamiler bu ülkeler için, yerel halklar için  çok korkunç olaylardı. . Endonezya ve Tayland gibi ülkeler için tsunami sonrası  yaşadıkları ekonomik ve sosyal güçlükleri atlatmak, bir nebze toparlanmak ne kadar zaman aldı acaba?  Belki bugüne kadar hala etkileri devam ediyor!

Korona'ya dönersek...Bu seferki bu bir global salgın. Bir anda tüm kıtaları içine alan bir pandemi.. Dünyanın önde gelen ekonomilerini dahi orta yerden vuran bir çeşit doğal afet bu da.
Neticede haftalar içinde dünya borsalarında yaşanan inişler, çıkışlar ve belirsizlikler, dünyanın en büyük devletlerinin girdiği ekonomik sarsıntı acaba uluslararası ekonomiyi uzun vadede nasıl etkileyecek? Zaten bin bir güçlükle ayakta duran , geri kalan zayıf ülkelerde insanlar bu kez ne yapacaklar? İşsizlik ve beklenen açlık hangi boyutlara varacak?  Ve tüm bunları nasıl atlatacağız?  Ve tabii bu epidemi uluslararası ilişkileri nasıl etkileyecek? Avrupa Birliği acaba  dağılma noktasına gelebilir mi? Yoksa daha fazla iş birliği, daha fazla koordine çalışma zorunluluğu  birlikte çözümler aramanın yollarını mı açacak daha fazla? Avrupa'nın zengin ülkeleri, örneğin Almanya daha da dara girecek diğerlerini desteklemeyi kabul edecekler mi?


Bugünkü bir çok lider; Donald Trump, daha dün seçilen Boris Johnson ve Emmanuel Macron  koltuklarını kaybetmekle karşı karşıya kalacaklar büyük ihtimalle! Onların yerine acaba kimler gelecek başa?  Yeni hükümetler yepyeni görüşler doğurabilir bu çok yönlü krizin sonunda. Peki bütün bunlar dünya politikasını baştan sona yeniden şekillendirebilir mi acaba?

Demokrasi mi yoksa otoriter rejimler mi daha güçlü çıkacaklar Corona-19''a karşı süren bu savaştan?? Erdoğan gibiler güçlerini belki biraz daha da artıracaklar ..belki kimi diktatörler ilk kez iktidarı kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklar...  Çin belki İran ya da Kuzey Kore.. İhtimal çok yüksek olmasa da ! Zaten bu tip ülkelerde diktatörün biri bir şekilde gitse de yerine bir yenisi gelir, yani umut hiç bir zaman halkan yana değildir böyle ülkelerde..

Şimdilik iş sahalarını yavaş yavaş yeniden açmaya başlayan ülkeler ekonomiyi kurtarmak planları yapıyorlar. İşsizlerin yeniden aktif olarak iş hayatına dönmeleri ne kadar süre alacak bilinmez. Okullarına döndürülmek istenen çocukları dahi hala okula göndermeye çekinenler dolu  Israel'de. Zaten ister istemez işlerini kaybetmiş bir çok anne baba evde bugünlerde..Hala alışveriş merkezleri, hala bir çok işyeri kapalı.. Restoranların yeniden çalışmaya başlamaları için bir kaç ay daha beklemeleri lazım.. Sinemalar, tiyatrolar aynı şekilde. O kadar çok insan bekliyor ki bu bilinmezin içinde.. Soru işaretleri akılları zorlarken korona onları öldürmeden sağlıklarını kaybeden çok insan var bugünlerde..



Batya R. Galanti.







27 Nisan 2020 Pazartesi


                                             

                                      23.816 ŞEHİDİ ANIYORUZ!




Kurulduğu günden beri yaşam mücadelesi veren küçük Israel için düşen şehitleri anıyoruz bu gece...yeniden, bir kez daha...


23. 816 Şehidi anıyoruz. Bunlardan 3153'u terör saldırılarında kaybedilen kadınlar, yaşlılar, erkekler, çocuklar ve  bebekler ..

Korona Günlerinde yazılan çizilen teorilerle bir kez daha artan Antisemitizmle..bir kez daha artan Anti-Sionizmle karşıladığımız bir şehitler günü  ve ardından gelecek farklı bir Cumhuriyet Bayramı . Gösterisiz, müziksiz, kutlamasız ve toplantısız..sadece evde sevinecek ilk kez insanlar.. Her şeye rağmen, sevinecekler..çünkü biz hiç unutmayacağız ki , bizim de yüzyıllardan sonra ilk kez bir evimiz var.. Onun varlığı bile yetecek, sevinmeye..

Yalan ve çarpıtılmış haberleriyle Israel'in varlığına, bütünlüğüne, insanlığına ve her şeyine karşı olan uluslararası medyanın yorulmadan, bıkmadan biçtiği nefrete rağmen var olan bir ulus var bugün.. 1940'larda sahip olmadığı bayrağına sahip çıkanlar var bugün...

Dilerim gelecek yıla, çok daha olumlu, çok daha sağlıklı günlerde şehitlerimizi, aileleriyle, diğer askerlerle birlikte mezarlıklarında anmak nasip olur..

Dilerim gelecek bayramlarda bu topraklarda barışa doğru daha fazla ümitle yol aldığımızı gördüğümiz  günleri konuşuruz...

Ölümleriyle diğerlerini yaşatan şehitlerin hiç unutulmayacak anılarıyla birlikte, sonsuza dek yaşamasını diliyorum Israel'imin... Amen!




20 Nisan 2020 Pazartesi

               


                 
       
                       

                    İnsanların bu krizde sonuna kadar devlet desteğine ihtiyaçları var !




Telefondaki genç kız önce kendini tanıttı bana. Merhaba, adım Noga, şimdi anneniz Bayan Suzi ile görüştüm bana sizi aramamın daha doğru olacağını iletti.  Aslında ibranice'de siz diye bir hitap şekli bulunmaz.  Sadece annemden Giveret diye bahsetmesi aramızdaki resmiyetin tek ifadesiydi o an ..

Askeriye, Korona krizi başladığı ilk günlerden Israel Savaşta imiş gibi hemen devreye girdi. Her açıdan Devletin Korona ile mücadelesinde askeriyenin büyük desteği var. Gerekli araç gereç ve malzemeleri sağlamak ve halka her türlü hizmeti ayağına kadar götürmek görevini devletle birlikte yerine getiriyor asker.. Son olarak hükümet Tsahal tarafından çıkarılan yeni nefes makinelerinden daha fazla üretilmesini istedi. Elde varolan stoka eklenen vantilatörler sayesinde kısmen rahat bir soluk alınmış gibi. En azından şimdilik durum kontrolde görünüyor.

Annemi arayan genç kız da asker  ; görevi yaşlıları arayıp ihtiyaçlarını anlamak ve yardımcı olmak.  Bu kriz başladığından beri yaşları 65'i geçmiş insanların evlerine sıcak yemek dağıtmak dahil çok şey üstlendiler. Herkesi tek tek arıyorlar. Telefondaki asker kız annem için benim alışveriş yaptığımı söylediğimde ; " Peki sen zorlanmıyormusun, senin yerine bunu biz yapabiliriz ? diye sordu. Gerek yok dedim ancak ilaçlarını gönderebilirseniz benim için bir yük kalkabilir gerçekten deyince. Tamam ilgileneceğim diye cevap verdi ki sonunda gerçekten anneme ilaçlarını göndereceklerini söylediler. Peki onunla gün boyu konuşan herhangi biri var mı? Eğer isterse hangi dili konuşuyorsa ona birisini temin edebilirim diye de sordu bana. Arkadaşları olduğunu, sorun olmadığını söyledim.. Gerekli durumlarda arayabileceğimiz ilgili telefonları söyleyerek kapattı..

Son bir buçuk aydır bir savaş içinde gibiyiz. İşin ilginç tarafı Israel gerçekten benzer bir senaryoya çoktan hazırlanıyordu. Ama hazırlanılan savaş bir virüse karşı değildi. Online eğitim, evden çalışmak ve halkın acil bir durumda nasıl davranması gerektiği durumları için hep hazırlık yapıldı, senelerden beri. Hizbullah'la olası bir savaş senaryosu orduyu böylesi bir hazırlığın içine sokmuştu son senelerde .  Belki de Israel'in şu ana kadar kimi anlamda virüs'e karşı gösterdiği kontrol bu hazırlıkların bir neticesidir.

Şu ana dek en büyük hedef  Korona'nın toplumun içinde kontrolden çıkılacak bir duruma gelmemesini sağlamaktı. Yani salgını kontrol altında tutmak . Özellikle yaşlıların daha bir tehlike altında olmalarından dolayı , yaşlıları toplumdan izole edip, ihtiyaçlarını onların evlerinden çıkmadan temin edebilmekti.. İlk günler yeterli tedbirler alınmadı zannettiysem de sanırım Israel Koronavirüs'e karşı bir çok ülkelere göre çok iyi bir savaş vermeyi başardı bugüne dek. Dilerim bugünden sonra da bu devam eder çünkü belli ki bu hikaye pek öyle kısa bir hikaye değil....



Aklıma 1996'da Aliya yaptığım günler geldi. İçişleri Bakanlığında bana nüfus kağıdımı verdikleri gün, hangi "Sağlık kurumunu" tercih ettiğimi sormuşlardı.. Bense tanıdığım bir kaç kişiden duyduğum bir isim olan Maccabi demiştim o zaman..

                                                            Maccabi Sağlık Servisleri 


Israel dünya'da Sağlık Sistemi gelişmiş ülkelerden biri olarak kabul edilir bugüne dek. Yaşam süresi ise yine dünya'da en uzun olanlardan biridir . Gerçi son yirmi yılda devam eden yoğun göçe karşılık yeni hastanelerin yapılmamış olmasından dolayı hastanelerin artık yetersiz kaldığı ve sağlık sisteminin çökme noktasına geldiği sık sık gündemde.

Tüm bunlara rağmen hala daha Israel , araştırma merkezleri ve gelişmiş tibbi imkanlara sahip olan sağlık kurumlarıyla dünya'da bir çok hastalığın tedavisinde öncülerden biri olmaya devam ediyor.

Benim büyüdüğüm Türkiye'de sağlık konularındaki durumumuzu anımsıyorum bir de. Bizim o zaman alıştığımız, yaşadığımız gerçekler içler acısıydı. Öncelikle doktor, hastane, tedavi gibi kavramlar tamamen özeldi .  Herhangi bir sağlık kartımız, bir güvencemiz yoktu. Ufak tefek şeyler içinse doktora gitmek alışkanlığımızsa neredeyse hiç yoktu . Kendi kafamıza göre başımızın çaresine bakmaya alışmıştık.  Biraz Allaha teslim bir durum da denebilirdi buna  Çoğu zaman  ufak tefek şeyleri kendi kafamıza göre tedavi etmeye alışıktık. Başımız ağrıyınca aspirin alırdık. Hafif bir gripte hemen antibiyotiğe giderdi elimiz. Antibiyotiğin savunma sistemimize yaptıklarını bilmeden her viral hastalık için antibiyotik alınırdı o zaman . Ben mesela genelde kansız olurdum. Ve her kendimi biraz kuvvetsiz  hissettiğimde , Özel Şişli Osmanoğlu Kliniğinde kendi kafama göre parayla yaptırdığım kan testine göre  demir hapları yutardım. Annem uyuyamayınca daha küçücük yaşımda eczacı amca'dan (  :) !! )  anneme Tranxilen ( hafif uyuşturucu )  alırdım. Küçük bir kızın eline reçetesiz yatıştırıcı ilacı hiç düşünmeden verirlerdi..

Ben çocukken ada'da havuzlu evlerde, lüks villalarda yaşayan insanlar vardı , yatları olan havalı insanlar vardı bol bol..  Kulüplerde tenis oynardı gençler. Ama tüm bunların yanında insan" hayatının değeri " kocaman bir hiçti. O lüks kulüplerin bir tanesinde birine bir enfarktüs geldiğinde şehirdeki özel hastaneye yetiştirene kadar yolda ölduğünü hatırlarım gencecik bir adamın.

Türkiye'de bugün çok iyi hastaneler bulunduğunu duyuyorum. Güvenilir, iyi hastaneler ve de çok iyi doktorlar olduğunu sık sık anlatanlar var. Dünyanın bir çok yerinden Türkiye'de tedavi olmaya gelenler olduğunu da duydum. Ancak Türk sağlık sisteminin ne derece kapsamlı olduğu hakkında bir bilgim yok.

Bense yine Israel'e Türkiye'den geldiğim zamanlarda annemin bir arkadaşını tanımıştım, o zaman 60 yaşlarındaki bu bayan çok ağır bir beyin ameliyatı geçirmişti. Ve bu yüzden Devlet ona haftada 19 saat evine bir yardımcı gönderiyordu. Onun ihtiyaçlarını karşılamak ve evinde kimi şeylerde yardımcı olmak için. Hayatımda ilk kez normal bir devletin yapması gereken şeylere şahit oluyordum o zaman..

Devlet yıllarca insanlardan vergi topluyor. Bu vergilerin amacı  halka hizmettir öyle değil mi?  Eğer o devlet topladığı paraları kendi cebine indirmiyorsa bu böyledir. Gençlik yıllarında, sağlıklı oldukları sürece  uzun saatler çalışan insanların ihtiyaç duydukları zaman devletin onların yanında olması gerekmez mi? Doğru işleyen bir sistemde bu işler böyle yürür değil mi?

Şu ana kadar Israel'de Korona virüs'ünün  getirdiği sağlık krizini mükemmel yürütmüş olan Netanyahu'nun aynı mükemmelliği çok kısa bir zaman içinde düşülen ekonomik krizi durdurmada da göstermesi bekleniyor.  İlk aşamada verdiği destek kısa bir zaman sonra, özellikle küçük iş verenlerin girdikleri açmazdan kurtulmaları için yeterli olmayacak.  Eğer devlet çok yakın bir zamanda küçük esnafı kurtarmak için  esaslı bir destek planı çıkarmazsa , bizi çok zor günler bekleyebilir.





Batya R. Galanti

















16 Nisan 2020 Perşembe

                                 
                                 

                                       Karakuş Yokuşundaki Ev!



Sene 1984.. Karakuş Yokuşunun tepesinde oturduğumuz ev...Büyükada'da geçirdiğim son iki yazdan bir evvelki seneydi o sene.. Bir devrin son bulmasına az bir zaman kala ada'da geçirdiğim  günler.   Çok sıcak geçen bir yaz olmasının dışında hatırladığım bir çok şey var o yazla ilgili..Ağbimin hala Israel'de bulunduğu son dönem oluşu..  Kocaman bir grupla çıktığım hafta sonu gezmelerim, deniz kenarındaki partilerle geçen yaz akşamlarının zihnimde bıraktığı unutulmaz anılar, sevinçler, dostluklar ve kimi göz yaşları...15 yaşın getirdiği tüm ilklerle birlikte yaşadıklarım ve annem babamla iyi kötü devam eden hayatım...

Karakuş Yokuşundaki evi tüm detaylarıyla hatırlarken senelerden sonra geriye dönüp baktığımda o yaza damgasını vuran, üzerimde ilginç bir etki bırakmış, hafızamda nedense gerçekten yer etmiş şeylerden birinin de o evin mal sahibi olduğunu düşünürüm hep... ...

Adanın en yüksek tepelerinden birine giden o dar küçük yokuşlardan birindeydi bu ev..Faytonların giremediği bir sokak. Aralarından yabani otların fırladığı taşlarla kaplı, merdiven bir yoldu bu..Köşe başında ünlü Rum futbolcu Lefter'in evi vardı diye anımsıyorum. İki tarafta iki katlı eski ada evleri ve en yukarılara vardığımızda sağ tarafta bizim tuttuğumuz dairenin bulunduğu alelade, taştan yapı... karşımızda ise kocaman, bomboş bir arazi vardı.. Kuru otlar, kimi yeşillikler ve incir ağaçları olan bu arsanın devamında olan koca deniz manzarasını ise kısmen kapatan terk edilmiş ahşap bir köşk vardı Bu bakımsız arazide zaman zaman atlar dolaşır, otlanırlardı.. Kimileri de köpekler gezerdi bası boş,  sahipsiz....

                                                   Adanın tepelerine doğru çıkan yollardan biri

Bizim oturduğumuz ev de iki katlıydı.  Ve yokuş üzerinde olduğu için kiraladığımız daire giriş katı gibiydi, aşağıda  Rum mal sahibi kadın oturuyordu.. O kadını; Neden hiç unutmadım?  diye sorsam kendime. O güne dek tüm tanıdığım insanlardan farklıydı derim herhalde..   Genelde simaları hiç hatırlamayan biri için gerçekten inanılmaz olansa bu kadının yüz hatlarını bile bugüne dek anımsıyor oluşumdur..

6-7 Eylül olaylarından sonra adanın gerçek ahalisi olan Rumların Yunanistan'a toplu halde göçleri sonrasında kalan tek tük yaşlılardandı bu kadın. Koca bir kültürden geriye kalan bir avuç insandılar bunlar. Tarihten o günlere, belkide bu millete emanet kalmış tek tük mücevheler gibiydiler bunlar.
Bir gecede talan edilen iş yerlerinden, evlerinden olan insanlardan, kimi tecavüze uğramış kadınlardan geriye sadece az mıktarda bir nüfustular. Büyükada'da tanımış olduğum bu kişiler o yaşanmışlara rağmen doğdukları yeri terk edipte gidememişlerdendiler. Koca İstanbul'da bir iki bin kişi ya vardılar ya yok.. Aralarında bir çokları yaşlıydılar.  Hep kır saçlı, siyah elbiseli olarak tahayyül ederdim Rum kadınlarını o zamanlar . Eşleri öldükten sonra bir daha siyahtan başka renk giymeyenlerdi çoğu. Gençlerini hiç tanımamış olduğumdan Rum denince benim aklıma hep bu yaşlı insanlar gelir olmuştu.. Bir de hep kedileri olurdu bol bol. Hayvan severdiler çoğu. Öyle bir iki kedi değil, kimileri adeta sürü beslerlerdi evlerinde.
Bizim mal sahibi ise adeta yaşanılanlardan ( tabii bu sadece benim kurduğum bir bağlantıdan ibaret ) sonra aklını kaybetmiş gibi bir his uyandırıyordu . Ağzını bıçak açmayan bir kadındı bu. Bütün gün evinin kapısında bir iskemlede oturur etrafı izlerdi..Aynı diğerleri gibi onun da hep siyah bir elbisesi vardı , bir de kır saçları... Bense kadının sert görüntüsünden, gizemli durusundan korkardım adeta. . Hatırlarım sezonun daha ilk günleriydi;  bir sabah yatağımdan kalkıp dışarı fırladığım gibi kadını görmüştüm hemen girişte yere vim döküyordu.. Merak edip dayanamayarak, yere neden vim ( temizlik tozu ) döktüğünü sorduğumda;  " Çok karınca var ! " demişti bana kısaca.. Karıncaları öldürmek için üzerlerine vim atıyordu..  Başka bir sefer yanıma gelmişti, hiç beklemediğim bir anda ; karşıdaki o ahşap terkedilmiş binayı işaret ederek bana;  " Bu evi görüyormusun " diye söze başlarken ben şaşırmıştım birden çünkü yazın sonlarına geldiğimiz o zaman kadın benimle ilk kez konuşuyordu.. Ben " Evet!"  derken,  devam etmişti.. " O evde büyük bir aile otururdu, bir gün birileri geldi üzerlerine DDT attılar ve hepsi öldü! "  diye devam etmişti.. Sanki geçmişteki olaylardan aklında kopuk,  belirsiz, ilgisiz senaryolar kurmuştu kafasında..

O yaz , herşeye rağmen bir çok açıdan benim için güzeldi aslında. Mal sahibimiin gizemine rağmen, en çokta babamın rahatsızlığının ilk belirtilerini göstermeğe başlamasının getirdiği soru işaretlerine rağmen benim için hala daha çocuk olmak vardı sanırım .  O yaz ilk kez bir erkek arkadaşım olmuştu, öyle çok uzun sürmemiş ve pek iz bırakmış olmasa da .. Ayrıca yeni gelişen bir  genç kızın hayalleriyle birlikte bir şeylerin filizlenmeye başladığı ilk genç kızlık zamanlarımdı.  Hayatımın herşeye rağmen en gayesiz günleriydi belki de..

İşte tüm bunları  düşünürken yine gecelerden bir gece geldi aklıma ..

Saat dokuzu geçmişti, ben hazırlanıp sırt çantamı arkama koyduğum gibi evden çıkıyordum ki tam gecenin orta yerinden çıkan mal sahibinin o esrarengiz sesini hatırlıyorum. Karanlığın içinden bir anda yakınımdan bir yerlerden bana ; " Kaçıyorsun? İstanbul'a kaçıyorsun sen? derken. Etrafta en ufak bir ışık yokken, ne bizim, ne teyzemlerin evinde kimselerin olmayışından tedirgin olan ben kadına; " Yok kaçmıyorum !" diye gevelerken ağzımda bir anda kendimi, yokuştan aşağı hızla koşarken bulmuştum.  Köşeye vardığımda kalbimin nasıl çarptığını anımsıyorum hala.. Sanki kadın bana bir şey yapmak istemiş gibi.. Benim de hayal gücüm ödümü koparmıştı bir anda...

O yaz bittiğinde, tüm yaşadıklarıma en son noktayı koyan şeyse bir gün duyduğum bir konuşmaydı.  Annemin teyzemle  aralarında geçen  konuşmadan geriye kalan sözler...Yan odadan kulağıma çalınanlar .. " Leon iyi değil, hareketleri birden çok yavaşladı, bir şeyi var mutlaka. Doktora gitmesi şart!"

Aradan geçen bir iki ayda babama doktor Parkinson teşhisi koymuştu.

Sanırım hayat hiç bir zaman sadece güzelliklerden ibaret olmuyor. En güzel anılar bile bir çok sorun bir çok karmaşık duygular ve hüzünle beraber yaşanabiliyor. En azından kimi insanlar için!



Batya R. Galanti

9 Nisan 2020 Perşembe

 Keşke varoluş mücadelemiz bu derece acımasız olmasaydı...

Korona günleri insana , insanlığa çok şey öğretiyor. Yaşamın değerini, değersizliğini, .bencilliğin sınırsızlığını, maddiyatın bir hiç olabildiğini , kimi anlamda manevi değerleri , yaşam kavgasını, ne kadar güvende olduğumuzu, ne kadar olmadığımızı.. nasıl bir dünyada yaşadığımızı,  Gelişmişliğin , gelişmemişliğin nerede başladığını, nerede bittiğini .. Dünyanın kaç bucak olduğunu. Yeri geldiğinde başbakan olsanız ya da sıradan bir insan aslında pek farketmediğini.. Silahların yapamadığını bir virüs'ün bir anda becerebileceğini...Durup kaldık..dinliyoruz son günlerdeki sessizliğin kopardığı kıyameti..içimizdeki çığlığı dinliyoruz günlerdir....

Bu yüzyılın geldiği bilgi ve bilgisayar döneminde kimi açılardan baktığımızda adeta Ortaçağa benzer durumları yeniden yaşayabileceğimizi farketmekse ne tuhaf. Hiç aklımıza geldi mi uzay çağında insanların hastanelerde soluk alamayarak ölebilecekleri . En gelişmiş ülkelerde bile hastanelerin kitlesel boyutlardaki böylesi acil bir durumu kaldıramayacaklarını. Bir virüsün insanlığı bir anda nakaut ( knock-out ) etme noktasına getirebileceğini  ?  En büyük profesörlerin, bilim adamlarının bir yerden sonra cevapsız kalabileceklerini..  Bir anda gözle görülmeyen bir varlığın tüm dünyayı felç edebileceğini..

Halbuki daha bir kaç ay evvel politikayı, savaşları konuşuyorduk durmadan. Amerika'da Sanders'ın Trump'a karşı suçlamaları .  Suriye'de Rusya'nın manevraları, Israel'in saldırıları gibi şeyler gündemdeydi..  Ortadoğunun kızgın ortamının bataklığında bin bir millet hesap çıkar için karşı karşıya aslında bugüne dek.. Ama şu an bunların ne önemi var?

Geride bıraktıkları çocukları güne açlık ve sefalet içinde başlarken ellerinde milyarca dolarlık silah sanayinin getirdikleriyle ölüm saçmaya devam eden binlerce terörist dağlarda tepelerde kaderlerini çizmeye devam ederlerken, arkada kalanların terkettiği evlerine son bir kez bile bakamadan Türkiye'nin sınırlarına dayanlar var yeniden.  Sultan Erdoğan'ın yeni bir göç dalgasıyla tehtid ettiği  Avrupa'nın nasıl bir tepki vereceği soruluyordu daha dün .  Küçücük çocuklar yeniden eski kıtanın emin koylarına varmaya çalışan babalarının sıcak kucaklarından gecenin karanlığında buz gibi Akdeniz sularında kaybolurlarken akıllarda bambaşka sorular vardı,  Kuzey Kore Amerika'ya , Avrupa'ya kafa tutarken her nükleer denemesinde yeryüzünü karanlığa boğacak günleri bildirir gibiydi Kim Jong-Un . Amerika'da sınıra dikilen duvarları aşamayan insanlar vardı CNN'in ve Fox News 'un başlıklarında .. Şimdi Amerikan seçimleri bile ikinci satıra indi basında... Kısacası  her şey bildiğimiz gibi devam ederken birden bire başka bir şey oldu.. Korona diye bir şey geldi , işte o an herkesin aklı durdu. Şimdi tek düşünülen şey var. Bu salgını nasıl atlatırız!



Yeryüzünde çıkar  kavgaları hiç bitmezken, yüz yıl önce neyse bugün de aynı yerden devam eden çekişmelere sadece küçük bir mola verdik şu an.... Bir virüs gelip herkesin ellerini kollarını bağladı...

O kadar çok savaş, o kadar çok yolsuzluk, haksızlık var ! Siz bakmayın şöyle kısa bir ara verdiğimize

20. Yüzyılda geride bıraktıklarımızdan ne dersler çıktı  bize?? Savaşlardan? Geçirilen gazaptan ? Milyonlar ölmüştü o zaman da.. Dünya aynı yerden devam etti . Bir kısım insan savaşmayı bıraktı onun yerine daha fazla savaştırmayı öğrendi !

Bugüne dek çok fazla silah satıldı! En fazla da en çok fakirliğin, en çok açlığın olduğu yerlere gitti..

Sadece bir virüs oyunun kurallarının bir anda değişebileceğini gösterdi. Çaresizliğin sadece belli yerlerle sınırlı kalmayabileceğini.  Kimse ben herkesten daha kudretliyim demesin  . Kimse parasına, kimse yapabilirliklerine güvenmesin. Hayat bazen bir anda bir hiç olabiliyor. Herkes için bir anda değerini yitirebiliyor yaşam.. Keşke insanlık doğanın karşısında bir anda yitirdiği kudretinin nasıl da sonsuz olmadığını anlasaydı.

Halbuki silahlarımızı  konuşturuyor olsaydık sayısız füzeler çıkardı ceplerden. Balistik silahlarla,  nükleer başlıklarla dolu dünyanın dört bir yanı. Bir anda herşeyi yok etmeye yeten fazlasıyla silah var..

Keşke insanlık bir parça daha mütevazı olabilseydi, üstünlük oyunlarını ve bencilliğini bir kenara bırakıp.. Daha çok toprak, daha çok para, daha fazla güç yerine birlikte var olmanın yollarını arasaydı.

Keşke insanlar renklerine ya da ırklarına göre kimsenin bir diğerinden daha üstün olduğuna inanacak kadar primitif kalmasaydı..

Daha bir kaç ay evvel insanlığın ne kadar ilerlediğini düşünüyordum. Her şey makineleşirken.. İnsan emek gücünün yerini alan bilgisayarlara baktığımda, Aman Tanrım ne günlere geldik diyordum her an.. Uzay çağı, makine çağı.. bizler tüm fonksyonlarımızı kaybetmek üzereyiz diye düşünürken.... Yakında bizlere hiç ihtiyaç kalmayacak bile. Her adımda , her yerde insan yerine yerleşmiş makinelerin varlığı adeta kanımı donduruyordu . Bir günden diğerine çıkan yepyeni şeyler ağzımı açık bırakırken bir kaç yıl sonrasının hayatını düşünmek aklımı başımdan alıyor gibiydi. Gelecekte bugün bildiğim mesleklerden geriye neler kalacağını bile kestiremezken , hayatın genel şeklinin bile bugün tanıdığımızdan gittikçe daha büyük bir hızla uzaklaşmaya başladığını anlamamak mümkün değildi. Bütün bunlar değişmedi mutlaka , durum kesinlikle bu . Fakat tüm bunlara rağmen doğa hala daha insanlardan çok daha güçlü, daha önde.. İnsanlar hala daha  kendilerini bir çok şeye karşı koruma kapasitesine sahip değiller.. Görünmez bir virüsü altetmek sadece Holywood filmlerinde bir kaç gün içinde mutlu sonla bitecek bir mücadeleyken gerçek hayatta bir kaç haftada on binlerce insanın en çaresiz şekilde ölüme sürüklenmeleri demek olabiliyor viral bir salgın...

Korona bir anda adeta tüm savaşlara, tüm çıkar kavgalarına ara verdirdi,,insanlar bir an durupta şimdi ne yapacağım diye ortak bir çare aramak zorunda bırakıldı. Keşke her şeyi bir kenara bırakıp daha iyi bir dünya için de ortak bir çare arayacak kadar sağduyulu ve adil olabilseydik biz insanlar..


Keşke varoluş mücadelemiz bu derece acımasız olmasaydı...







Batya R. Galanti






6 Nisan 2020 Pazartesi

                             

           
                 
                      Duran çarkı yeniden döndürmeye başlamak gerekecek!



Son zamanlarda yaşadığımız büyük Covid-19 krizinin sağlığımıza olan etkilerinin dışında en fazla konuşulan yönü de bu virüs'ün bugün ve uzun vadede ekonomik olarak insanlara, ülkelere ve global düzene yaptığı, yapacağı etkileridir...

Çin'de olanlar televizyonlara ilk yansımaya başladığı zaman dünya bir an için nefesini tutup izlerken  bu salgın Wuhan sınırları içinde kalacakmış gibi bir his yaşamış gibiydi belki? Belki de dünya bir çeşit şok yaşıyordu.

Wuhan'da bembeyaz tulumların içinde , adeta Holywood filmlerinden fırlamış insanlar boş sokakları dezenfekte ederlerken, yine bembeyaz tulumları, yüzlerinde maskeleri, kim oldukları bile belli olmayan robotlaşmış insanların hastane odalarında yüzlerce yatak arasında, ellerinde ventilatörler hayat kurtarmak için çabalarken akıllarımıza durgunluk geldi bir an...Neler oluyordu?

Otoriter bir rejimin gölgesinde büyüyen dev bir ekonominin günler ve haftalar geçerken sürdürdüğü savaşı dünya ağzı açık izledi,  Bir anda Wuhan adeta hayalet şehir haline gelirken, Çin'den yayınlanan bilgiler kimseye inandırıcı gelmiyordu. Bir taraftan söylenen rakkamlar vardı diğer tarafta ise dünyanın en kapalı yönetimlerinden biri ... İstatistikler, rakkamlar... Yüzlerce ölüden bahsederlerken, son rakkamlar bir kaç bini bulduğunda Çin'in bir buçuk milyarlık nüfusuna baktığımızda ve media'ya yansıyan görüntülere , anlatılanlar kesinlikle realist görünmüyordu..

Son senelerde dünyanın en büyük üretim merkezine dönüşen Çin'le olan ticari ilişkilerin genişliğine baktığımızda , Wuhan'da başlayan krizin dünyanın diğer bölgelerine nasıl bir hızla yayılacağını tahmin etmek güç değildi aslında.

Ve Çin'e uçuşlar durduruldu bir anda.. Peki olaylar ortaya çıkana kadar kaç iş adamı, kaç politikacı Çin'de bulunmuştu, bu belli miydi ??

Çin'in ardından virüs önce çevredeki diğer Asya ülkelerinde görülmeye başlandı ilk hastalar.. Taiwan, Tayland, Japonya, Hong Kong, Güney Kore....

Aynı günlerde Güney Kore'den Israel'e Hıristiyan Hacı grubu geldi.. Israel'de ilk hastalar bu grubun ülkeyi terketmesinden sonra ortaya çıkmaya başladı..  Ardından Israel Kore'ye tüm uçuşları durdurdu. Ve tabii tepki aldı... Daha sonra herkes aynı yola baş vurmaya başlayınca herşey farklı görülmeye başlayacaktı.. Bu arada dünyanın en turistik ülkelerinin başında gelen İtalya'da bir anda hastalık yayılmaya başladı.. Ve gittikçe , İspanya, Fransa, İngiltere ve ABD'da salgın iyice kendini belli ederken sokaklar insanlardan boşaltıldı ... Bir anda tüm dünya karantinaya girdi.. Devletler neyi öncelik olarak tutacaklarının hesabını yapmak zorunda kaldılar. Hangisi daha önemliydi, ekonomiyi düşünerek hiç bir şey olmamış gibi devam etmek ya da milyonlarca insanın ölümünü engelleyebilmek için herşeyi kapatmak. Diğer taraftan ekonomi batarsa insanların sağlıklı olmaları mümkünmüydü diye soranlar da oldu.  Hesabı zor bir durum.

Bir yıl öncesinde ülkesine neredeyse bazı açılardan zarar vermeye varan yoğun turist akımını kısmen durdurmayı bile düşünen İtalya'nın tarihi caddeleri ilk kez insanlardan tamamen boşalırken, Fransa'da Louvre müzesinin önündeki upuzun kuyruklardan eser kalmazken, dünya turzimi sayılı günler içinde sıfırlanırken..tüm uçuşlar bir anda durdu. En lüks otellerden en alelade mağazalara kadar her taraf müşterilerden boşalırken..neredeyse tüm insanlık kendini bir anda aynı yerde buluverdi; Evlerinde!

Normal günlerde koşturdukları hayata bir an ara vermek zorunda bırakıldı neredeyse herkes, dünya'yı saran korku dolu senaryoya bir anda kenardan bakarak izlemeye başladılar insanlar .  Restoranlar kapandı, iş yerleri evlere taşındı..Şirketler kısa bir süre içinde batmaya başladılar..Bir anda dünya ekonomisi neredeyse durma noktasına geldi.

Israel'de  bir milyondan fazla insan işsiz kaldı.. Bir kaç hafta içinde kimsenin aklında olmayan şeyler oldu..Pesah'ta seyahat planları yapan insanların yarın öbür gün kiralarını, banka kredilerini nasıl ödeyecekleri soru işaretine dönüştü beyinlerinde...

Burada ve dünyanın önde gelen ülkelerinde yönetimler hemen kriz masası oluşturdular. İnsanları, halklarını rahatlatmak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Bunların içinde kredileri ertelemek, işsizlik maaşı bağlamak, ilaç, gıda yardımı yapmak gibi bir çok şey var.

Üçüncü seçimlerden de neredeyse sonuçsuz çıkan Israel'de Corona'nın yaptığı tek olumlu şey seçimlerin önde gelen iki isminin yani Benny Gantz ve Binyamin Netanyahu'nun beraber hükümeti  kurmakta anlaşmalarıdır. Bugün böyle bir kriz içindeyken  tam yetkiye sahip olmayan geçici bir hükümetin ellerinde devam edilmesi mümkün değildi. Netanyahu ise şu ana kadar gerçekten örnek bir liderlik çizerken ( Bu son krizden bahsediyorum ) umut ediyorum ki ileriki günlerde Israel bugünkü durumu korumayı başarır..

Bir anda tepetaklak olan dünya ekonomisine baktığımızda bu durumu nasıl atlatacağımızı kestirmek zor.  Özellikle fakir ülkelerin zaten zayıf  olan ekonomilerine aldıkları darbeyi atlatmakları için uluslararası  desteğe daha çok ihtiyaç duyacakları açıktır...

Bu kriz sanırım dünyayı her açıdan daha da değiştirecek. Ortadoğu'da devam eden belirsizlik, savaşlar ve bugün gelen salgınla daha da artacak göçler yüzünden Avrupa'da belki de bu kez kapanacak sınırlar güçlenecek nasyonalizm ve belirsizliklerle gelecek  günler.. Keşke çocuklarımıza bırakabileceğimiz  daha iyi bir dünya sözü gerçek olsaydı..   . Yine de durup bekleyelim hele şu yaz bir gelsin belki en azından bir zaman ara verir bu salgın.. İnsanlar bir nefes alır, sonbahardaki muhtemel yeni bir dalgaya kadar biraz daha hazırlıklı  oluruz belki taa ki birileri ilacı bulana kadar.

Avrupa'da, son bir iki günlük istatistikler ölüm oranlarında biraz düşüş olduğunu gösterince , bu gece ekranlara yansıyan açıklamalara göre şimdiden normale dönüş arayışındalar. Böyle devam etmek mümkün değil çünkü. Yoksa bilgi çağında aç kalacak insanlar.. Şartlar ne olursa olsun bir yerden yeniden başlamak lazım.  Duran çarkı yeniden döndürmeye başlamak gerek.

Bu ne kadar zaman alır bilinmez. Güçlü ve sabrılı olmak gerekecek sanırım  ... Dua edelim iyi olsun!!




Batya R. Galanti