25 Şubat 2022 Cuma
Yeni dünya düzeni
Dün dünya yepyeni bir tarihe uyandı
Ukrayna'da olanları seyredeyoruz iki gündür. Kiev'i Kharkıv'i.
Rus uçaklarının bombalamaya başladığı şehirler ekranlarda.
Hep kendi kendime sivillerle işleri olamaz diyerek, masum insanların zarar görmemesini ümit ettim.
Ancak bir savaşın masumlara zarar vermediğini nerede gördüm?
Daha ilk gün, ilk saatler, ve sanki Ukrayna bir çırpıda teslim gibi...
Bir rodan'ın ellerinde herşey....
Putin'in işi çok kolay görünüyor.
Ne Avrupa, ne Amerika bu işe direk olarak karışmaya niyetli değil.
O zaten bunu biliyordu.
Dumanlar yükseliyor Ukrayna'dan.
Tek istedikleri dünyaya açılmak...batılılaşmak, demokrasi ve özgürlüktü.
Şimdiyse insanlar evlerini, şehirlerini terkediyor
Metrolarda yatıp uyuyorlar...... bombardımanlardan zarar görmemek için.
Ya çocuklar ne biliyor, ne anlıyorlar?
Daha dünyaya dün gelen bir varlık, bir anda etrafını saran ateş çemberini gördüğünde neler hissediyor?
Korku tabii.. Büyük bir korku
Belarus sınırında bir şehri seyrediyoruz... Kharkiv. Başından yaralı yaşlı bir kadın, çaresiz.
Rus askerleri, Belarus sınırından Ukrayna'yı işgal ediyorlardı dün.
Bir günde kocaman bir ülkenin sınırlarını elini kolunu sallaya sallaya işgal eden bir lideri izliyor dünya.
Belarus'u çoktan işgal etmiş zaten... Rus askerleri bu sınırdan geçiyor.
Dünya, Putin'in kişisel hesaplarının arkasında, milyonların bir günden diğerine altüst olan hayatlarını
canlı yayında seyrediyor.
Halbuki ne Ukraynalılar, ne Ruslar hakkedIyor bu duruma düşmeyi..
Savaşa karşı gelen insanlar tutuklanıyor Rusya'da.
Onlar bu savaşa ne diyorlar,?
Ukraynalılar ve Ruslar kardeş halk değiller mi? Neden birbirlerini öldürmek istesinler?
İki slav halkı, iki hıristiyan, iki ortak kültür bu insanlar..
Aynı isimleri taşıyorlar..Vladimir, Slava ya da Svetlana..
Aynı dili konuşuyorlar.
Okul sıralarında tanışsalar en iyi dost olabilecek gençlerin ellerine silah verip birbirlerini vurduruyorlar.
Dünya bir defa daha tarih yazıyor.
Barışı, huzuru ve dengeleri arayan Avrupa'nın kaderi U Turn yapar gibi.
Yeniden tehlike çanları, yeniden işgal ve yeni hesaplar.
Ukrayna'dan sonra, sıra kimde soruları gündeme gelecek mi birazdan?
Bundan çıkacak sonuçların getireceği yeni koşullar dünyayı nasıl değiştirecek?
Putin'e yeşil ışığı yakan, Joe Biden gibi bir Amerikan Liderinin zayıf duruşumudur?
Putin meydanı boş bulmuş mahallenin muhtarının kim hatırlatır gibi herkese.
Tüm güzel rüyaların bir sonu gibi bunlar.
Doğu blokunun Avrupa'yla ortak bir gelecek rüyasının sonunda olduğumuzu çok yakında anlayacağız.
Kısacası dün dünya yepyeni bir tarihe uyandı!!!
24 Şubat 2022 Perşembe
Barbra Streisand güzel günlerin ümidiyle söylüyordu.."Happy days are here again!"
Geçmişten bugüne en sevdiğim bayan şarkıcı kim diye düşünsem? Ya da cinsiyeti kesinlikle farketmeden aynı soruyu tekrar genel olarak sorsam kendime; " En sevdiğim şarkıcı kimdir?"diye.
Öncelikle aklıma sadece bir tek isim değil, bir kaç insan gelir mutlaka. Mesela Whitney Houston, ya da Celine Dion ve başkaları... Kısaca bir çok müzisyeni dinlemekten hoşlansam da benim için bir dönemime gerçek anlamda imzasını atmış bir şarkıcı varsa o da Barbra Streisand'dır.
İstanbul'un dar sokaklarının arasına sıkışmış bir cadde üzerindeki evinde kendi halinde yaşayan bir genç kız olarak, Barbra Streisand'ı sürekli dinlemeye başladığım günlerde, Streisand çok uzun yıllardan beri, Broadway'in en aranılan, en parlak yıldızı olmasının dışında Hollywood'da da son derece ses getirmiş filmlere çoktan imzasını atmış bir sanatçıydı.
Funny Girl (1968), Holly Dolly (1968) ve özellikle The way we were (1973) Robert Redford'la onu ekranlara taşıdığından bugünlere dek çevrilmiş en romantik filmlerden biri olmasının dışında, filmin aynı adlı bestesi bugüne dek tüm zamanların en sevilenler listesinde olmaya devam ediyor.
Daha sonraki yapıtlarıyla da her zaman adından bahsedilen biri oldu Streisand. Benim için en aklımda kalanlar, Funny Girl dışında, 1983'te çevirdiği Yentl. Her ne kadar filmi kendimce çok beğenmemiş olsam da, filmin içinde baştan sona yer alan şarkıların tılsımı yine fikrimce tartışılmazdı.
Ve, "The Prince of Tides" ( Dalgaların Prensi )... Bu filmin getirdiği atmosfer'den son derece büyülenmiştim. Nick Nolte ve Barbra Streisand'ın başarılı oyunculuklarıyla unutulmaz bir filmdi bu.
Birbirinden tamamen farklı bir geçmişten gelen iki insan...katolik, dindar bir aileden gelen, eski bir rugby oyuncusu ( Nick Nolte ) ile New York'taki sosyetenin içinde yaşayan Yahudi psikiatrist ( Barbra Streisand )'in hasta doktor ilişkisiyle başlayan ve zamanla aralarında oluşan yakınlık. Profesyonel bir ilişkiyle başlayıp duygusal boşlukların birbirine yaklaştırdığı bir erkek ve bir kadın...
Filmin sahneleri ve müziği muhteşemdi.
Bütün bunlara nasıl mı geldim. Çok basit. Geçen gece You Tube'ta, Barbra Streisand'ın 1986'da Malibu'da ( Güney California) 'daki çiftliğinde verdiği özel konser çıktı karşıma.
Bu konserle ilgili verilen haberleri hatırladım. O zamanlar 18 yaşımda idim.
Onun kadar yetenekli, kendini kanıtlamış bir şarkıcı, oyuncu, yönetmen, prodüktör ve yapımcının, uzun seneler, performans korkusu yüzünden hiç konser vermemiş olduğundan bahsedilmsti.
Sonunda korkusunu yenerek, milyonların karşısında yeniden sahne almıştı bu büyük sanatçı.
Televizyon'da yer alan kısacık görüntülerde, Streisand yemyeşil bir bahçenin ortasında, hafif spotlarla aydınlatılmış ağaçların altında kurulu sahnede, bembeyaz elbisesiyle seçkin bir topluluğun önünde ve ekranlarda onu dinleyen milyonların karşısında söylüyordu.
İlk günlerinden beri hep "çikrin kız" olarak tanınmış olan bu kadın o gece son derece güzel duruyordu.
Yüksek bir taburenin kenarına iliştiği şekilde, "Evergreen" şarkısı dudaklarından dökülürken o gecenin büyüsünü sanki aynı ortamın içinde bulunmuş kadar yaşadığımı hissetmiştim.
Bu konseri, tüm korkularına, tüm endişelerine rağmen gerçekleştirmesinin esas sebebinin Streisand'in daha iyi bir dünya, daha iyi bir gelecek için hissettiği kaygılar oldugu söylendi. O gece toplanan parayı yıldız İnsan Hakları ve Çevrecilik için bağışlamıştı.
Dünyanın geleceğinden duyduğu endişesini seneler evvel dile getiren Hollywood'un liberal, demokrat kadınları arasında yer alan ve reformist yahudiliği savunan ( bence dini reforme etmek hiç fena fikir değil :) ) Streisand'ın, geçen akşam karşıma çıkan şarkıdaki sözleri beni bir kez daha etkiledi.
1986'dan çok uzun seneler geçti. O dönem aslında Soğuk Savaşın bitimine doğru gidilen, belki de bugünden daha rahat bir dönemdi.
"Happy Days are here again".... Mutlu günler yeniden buradalar şarkısını seslendirmeden evvel söylediği sözlerde; Sarkının sözlerini tekrarlarken; " çok yakın bir zamanda, hem ülkesi hem yaşadığımız dünya için, her kelimenin gerçek olduğu günleri görmenin " umudundan bahsediyordu... Yaklaşık 36 yıl evvel...
Bu sabah, Avrupa'nın doğu sınırlarında tanklar bir ülkeyi istila ediyor yeniden.
Rusya Ukrayna'ya büyük çaplı bir kuşatma başlatmış.
Dünyamızın geleceğini bir kez daha tehlikeye atan günler kapıda.
Streisand'ın hayallerinin gerçek olacağı günlerse sadece rüyalarda kalacaklar gibi. Barış dolu bir dünya
istedik. Bunu bize fazla gördüler.
İki kardeşin bile birbirini anlayamadığı bir dünyada süper güçlerin barış getirmelerini bekliyoruz.
Tarihse bilindiği üzere sadece tekerrürden ibaret.
23 Şubat 2022 Çarşamba
Herzog, ne işin var Türkiye'de?
Israel Cumhurbaşkanı Isaac Herzog'un, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın davetlisi olarak bu ülkeyi Mart ayında ziyaret etmesi bekleniyor.
Tabi uzun senelerdir iki ülke arasında devam eden gerginlikler, Türk mediasının şişirdiği anti propaganda sonucunda, birden yeniden ısınan bu politik ortamı benimsemeyen çok fazla insan var. Sadece sağcı Türkler değil, oldum olası Israel düşmanı olan, kendini anti-emperyalist, anti-Amerikan, anti-Israel, anti faşist ve devrimci sol olarak niteleyen grup ta bunların içinde.
Bir diğeri ismi DEV-GENÇ olan bu örgütü, 80 öncesi Sağ-Sol çatışmaları içinde aldığı rolden anımsamak mümkün.
Bana kalırsa Erdoğan Türkiyesine Israel'in yaklaşmasının bize fazda getireceği bir durum göremiyorum. Bu adamın son 10 yıldır Israel'e karşı olan politikalarını bir anda unutmak, silip atmak ve böyle bir lidere güvenip yeni antlaşmalar yapmak büyük bir soru işaretidir bence.
Bu yüzden bize A'dan Z'ye her grubun ayrı ayrı dış bilediği bu ülkeyi ziyaretine ben de karşıyım!!
Herzog, ne işin var Türkiye'de?
Hayata tad vermek için de hep bir dokunuş daha gerekmez mi?
Geçen gecelerden birinde, eve çoğu zamanki gibi geç giren Danielle'e aç olup olmadığını sordum. Çok soğuk ve yağmurlu bir günün sonunda yeterince yorgun görünüyordu.
Genelde kendi mutfağa girip kendi başının çaresine bakan bu genç kız; "Anne buz dolabında neler var? "diye sorduğunda. Bugün vejetaryen değil pek menü. Ne yapacağız şimdi?
Off çok yorgunum.
Okay, bu soğuk güne uygun bir sebze çorbasına ne dersin?
Saat neredeyse ona gelirken, o ana kadar yeteri derecede uyuşuk hallerde olan ben birden büyük bir enerjiyle koltuktan fırladım. Hepimiz için güzel bir çorba yapabilirim derken adeta keyiflendim birden.
Dolabı açtığım gibi içinde bulduğum tüm sebzeleri dışarı çıkardım. Ama ne bulduysam.
Patates, havuç, renk renk biberler, domates, kabak vs....
İçine her tür sebzeyi koymaya kalktığınızda tek sorun çorbanın miktarını sürekli genişletmeniz. Aynı çorbayı iki günden fazla içmek istemiyorsanız, en sevdiğiniz sebzelerden koyup işi orada bitirmek gerekebilir. Ancak, hem lezzetli hem de faydalı bir şey içimize girsin diye diretiyorsanız, rengarenk bir yemeği mutfağınıza hediye etmenin :) dışında aynı çorbadan üç beş porsyon içmeye de hazır olmanız şarttır.
Kızım banyonun yolunu tutmuşken, smarphone'da koyduğum You Tube'taki seçkin şarkılarımı da devreye koyarak, o anı biraz daha keyiflendirerek işe başladım.
Genç kızlığımdan beri yemek yapmak bana cazip görünen bir şeydi. Bunu hiç bir zaman bir külfet gibi görmedim.
Sanatsal şeyleri hep sevdiğim için belki.
Yemek hazırlamanın kesinlikle sanatsal bir konu olduğuna inanıyorum. Tek sorun, pişirdikten kısa bir süre sonra sanatınızdan geriye bir şey kalmaması 😁. Ancak bugün boşu boşuna insanlar her pişirdikleri yumurtanın, omlet'in resmini çekip paylaşmıyorlar.
Yemek dediğiniz şeyin görüntüsü bile bazen insanı mutlu etmeye yetmiyor mu? Doğanın en güzel renkleri, midemize doldurmaya heveslendiğimiz tatların bir parçaları olarak tabağımıza yansımıyorlar mı?
Çorbamın resmini çekmeyi de unutmamıştımNeyse, derken...tüm sebzeler soyulup, küp küp kesildikten sonra, sıraya göre tencerede yerlerini bulurlarken, aklıma gelen tadlandırıcıları içine eklemeyi kesinlikle unutmuyorum. Ve en önemli katkılardan biri de sarımsak. Onsuz çoğu zaman lezzeti yakalamak mümkün değil.
Bir de değişiklik olarak bu defa içine pancar da ekledim.
Yaptığım bu ufak değişikliğin bedeli aklıma gelmedi değil.
Pancar, kök bitki olarak son derece faydalı olması bir tarafa çoğu insanın çok sevdiği bir şeydir. Girdiği her yemeğin içine verdiği renkle de ayrıca bir güzellik katması da tam bir göz ziyafetine çevirir olayı.
Ancak yine de bazen ne kadar özen gösterirseniz gösterin tadına baktığınızda bir türlü bir şeylerin istediğiniz gibi olmadığını farkedebilirsiniz. Sürekli biraz daha tuz mu acaba? Yoksa az bir şey daha şeker mi koysam?
Ya da bir miktar daha kırmızı biber? Belki azıcık soya....Hardal?? Bir ondan bir bundan. Görüntü muhteşem tadıysa çok düz. Hiç düşündüğüm gibi olmadı.
Kızım zaten problemlidir. Anne, kızma ama pancar çorbaya hoş olmayan bir tad verdi. Onun sorunu pancarin kök bitkisi olması... Pancar topraktan aldığı minerallerin tadını taşır gibi yemeğe. Alışık olmayanı rahatsız edebilir belki.
Arada benim yemekle oynayışlarım, biraz sarımsak daha ve biraz belki şu ya da bu derken seneler evvel resim yaptığım zamanları hatırlattı.
Pastel boyalarla beyaz sayfalarda yerlerini bulan bahçeler ve ovaların yeşilliğiyle oynarken, her ağaca ve çimlere ilk dokunuşların ardından, gölge oyunlarıyla meşgul olmak çok keyifliydi.
Resmi resim yapan da o gölge oyunlarıydı. Yeşilin bin bir tonunu yaratmak, her tonda resim biraz daha gerçeğe yaklaşır gibi olurdu.
Her farklı detayı işlediğinizde resim düz ve sıkıcı olmaktan çıkıp hayat kazanmaya başlardı. Bir ağaç ve bir çiçek ve bir tane daha. Ve gökyüzünü boyarken de böyleydi... Ve arka plandaki denizin maviliğinin üzerindeki ışık oyunları ve dalgaların köpüklerinin buluşmaları.... ve bahçenin ortasında küçük bir köy evinin yerini buluşu. Belki o evden çıkan hafiften bir duman, evde yaşayan canların olduğunu anımsatırdı insana... Resimlere genelde insanlar çizmekten kaçınırdım, onlara hayat veren hareketliliği yaratmakta zorlandığımdandı herhalde..çizgim o derece kuvvetli olmadığından...
Ve boyaları her vuruşunuzda bir adım daha ilerleyen resmin tam istediğiniz gibi olduğunu düşünürken, bazen birden yanlış bir çizginin herşeyi mahvettiğinden emin olur, hataları yine ellerinizi rengarenk yapan pastellerin yardımıyla sorunu aşmaya çalışırsınız.
Yemek yaparken de bazen, bir şeyler düşündüğünüz gibi çıkmadığında, yoktan var etmeye ya da bozulanı düzeltmeye çalışmanın keyfi ayrıdır. Lezzeti yerinde olmayan bir şeye hayat vermeye çalışmak. Canlandırmak.. Yeniden ele almak. Başka şeylerle, başka soslarla tadını yerine getirmek için çabalamak.
Yemek, resim ve hayatımıza ait olan herşeyde bu böyle değil mi? Hep bir çaba var. Hayata tad vermek için de, insanlarla olan ilişkilerimizi canlandırmak için de hep ufacık, bazen koca dokunuşlara ihtiyaç duymazmz.
Bazen yanılırız. İstediğimiz gibi olmadığını sonradan farkederiz.
Hayat, deneme ve yanılma tahtası. Her defasında yeni bir tecrübe. Sanırım en önemli şeylerden biri de, yanılacağımız korkusuyla denemekten çekinmemek. Bunu kendimize sık sık hatırlatmamız gerekiyor.
Çabamızı takdir etseler de etmeseler de. Önemli olan hep bir şeyler için savaşmak...
22 Şubat 2022 Salı
Kimileri Gal gibi, sevmek için yaşarlar, bazıları ise sadece kendilerini görürler, !!!
Anne dün onu sadece kapıya kadar götürmek istemedim, asansörle yukarı çıkarmak için ısrar ettim ama Safta ( Anneanne ) gerek yok dedi diye hatırlattı.
Annemi her görüşünde son derece mutlu olan bu genç çocuğun insanlara olan özel ilgisi bugün ender rastlanacak bir şeydir.
Çoğu kez ilk çocukluk yıllarında kalan böylesi saf bağlar genelde çocukların ergenliğe geçtikleri senelerde yerlerini arkadaş çevresiyle değiştirmeye başlar. Anneden babadan ve ailenin diğer yakın üyelerinden kopan bu ilgi yerini arkadaşlara, karşı cinsle ilk beraberliklerle başlayan yepyeni bir sürece terk eder.
Ve bu durum, gençlerle aile arasında birden bire çok keskin bir ayrılık yaratır. Bir anda sanki çocuğunuzun sizden tamamen uzaklaştığına tanıklık edersiniz.
Aslında doğal gelişimin bir parçasıdır bu uzaklaşma. Çocuk sadece büyüyordur ve ilgi alanı ilk kez anne babadan dışa kaymaya başlamıştır. Ve ne yazık ki bu süreç geri dönüşü olmayan bir süreçtir. Geçici bir dönem değildir.
Bir kez, çocuk gençlik yıllarını yakaladı mı hayat sizler için farklı bir yön alır. Size adeta tapan küçük hayranlarınız birdenbire sizi görmez olurlar. Bunu da sevgiyle kabul etmekten başka çareniz kalmaz.
Tek istediğiniz onların gerçekten dış dünyayla sağlıklı bir iletişim içinde oldukları, mutlu insanlara dönüşmeleridir. Dış dünyaya entegre olmaları, size bağımlı kalmamaları herşeyin başıdır.
Otist çocukların diğerlerinden farkı belki bu anlamda en çok ergenlikte kendini göstermeye başlar.
Yuvadan kanatlanıp uçan çocuklara karşın bu gençler bir yerde hep size tapmaya devam eden küçük çocukların saflığıyla kalırlar.
Onların bu yönlerinden de öğrenilecek çok şey vardır.
Gal'in sevgisi her dönem bambaşka bir boyutlardaydı sanki. Çok küçük bir çocukken bile onun yaşındaki bir çocugin aklına gelmeyecek ayrıntıları düşünürdü.
Daha sadece dört yaşında olduğu bir dönemi anımsıyorum. Konuştuklarını zoraki anladığımız, yemek yememezlikten bir deri bir kemiğe döndüğü yıllardı. ( Onunla bugüne dek yemek konusunda büyük güçlükler yaşamaya devam ediyoruz )
O dönem, neredeyse her konuda yardıma, terapilere koşturduğumuz Gal'in başkalarından gelişmiş tek yönü, karşısındaki insana göstermeyi bildiği muhteşem ilgisiydi. Dört yaşında bir çocuktu yine, annemin bizi ziyarete geldiği bir akşam üstü aniden yağmur bastırmıştı. Ve annem eve gitmesi gerektiğini söylediğinde hepimizden evvel; "Anne safta bu şekilde eve nasıl gidecek? Gitmesine izin verme, dışarıda çok yağmur var"demişti.
Yine altı yaşındayken, bir gece annem ve bir yakın arkadaşını özel bir toplantı için evlerinden almıştık. Arabadan indiğimizde Gal'in, sen anneni tut ben Dina'ya elimi verdim dediği anları ne annem ne de arkadaşı unutmazlar.
Ve Gal hep böyle kaldı.
Aslında onun bu ilgisi kişinin sevdiğine kol kanat geren bir insanın en saf haliyle ortaya çıkışıdır.
Bir insanı sevdiğinizde onu korumak istemeniz en doğal şeydir.
Çocukluk arkadaşımın sesi, son telefon konuşmamızda kulağıma biraz buruk, biraz endişeli gelmişse aradan geçen günlerde onu arayıp, herşeyin yolunda olup olmadığını sormamdan daha doğal bir şey varmıdır?
Yüksek ateşle yatan bir sevdiğinizin ertesi sabah ateşinin düşüp düşmediğini merak etmek normal değilmidir?
Sadece kimi insanlar her telefon açtığınızda nefes almadan hafta sonunda nerede olduklarını anlatırlar.
Her telefonda, iş yerinde son kez onları neyin ve kimin sinirlendirdiklerini nefes bile almadan size açarlarken, kendi iş sorunlarının detaylarının karşılarındaki insanında hayatlarındaki tek sorun olduğundan emindirler. Kendi baş ağrıları, kendi çocukları, kendi dünyaları ve sadece ve sadece onlar vardır onlar için.
Bir kez olsun ilgilerini kendi dünyalarından başkalarına kaydırmayı beceremeyen insanlardır bunlar. Bazen bu insanlar en yakınınızdadırlar.
Uzağınızda olduklarında bile kumandayla sizi ve diğerlerini parmaklarının ucunda oynatmaya çalışan insanlar bu duruma karşı çıkmaya kalktığınızda sizi manipüle etmeye çalışır, yıpratma taktikleri uygularlar.
Sonunda bir de sevgi konusunda başkalarına vaaz verirler.
Karşınıza içlerinde gerçek anlamda sevgi taşıyan insanlar çıktığında bu tiplerin sizi duygusal olarak sömürmekten başka hiç bir etkileri olmadığını kavrarsınız.
Halbuki, hayat boyu onlardan tek beklentiniz biraz sevgi ve karşılıklı saygıdan başka bir şey değildir.
Sizin sınırlarınızı, sizin hayatınızı, sizin kişiliğinizi hiçe saymayan bir ilişkiden başka bir şey değildir aradığınız.
Birbirimizin özel alanına saygı göstermek. Her insanın kisisel sınırları olduğunu bildikten sonra, gerisi kolay.
Sevgiyi ve ilgiyi ise galiba en çok Gal'den öğrenmek mümkün.
Kimilerine ise bazen artık dur demek ilaç gibi!!
21 Şubat 2022 Pazartesi
Annemin yaşlı teyzesi
Annemin yaşlı bir teyzesi varmış. Bize her zaman anlattığı bir yaşlı teyze. Evin demirbaşı olan yaşlı bir insan. Herkesten ve herşeyden daha baskın bir kişiliğe sahip olan, bir çocuğun küçücük dünyasında en fazla etkiyi yaratmış, görünürde aileye sevap için eklenmiş bir birey olsa da o aile içinde yetişen çocukların üzerinde onunla yaşanmış bir çok olayla beraber diğer insanlardan daha fazla iz bırakmış bir karakterdi bu kadın.
Küçük mutfak sohbetlerimizde. Hani okul dönüşünde yediğim o lezzetli öğle yemeklerinin eşliğinde annemden dinlediğim çocukluk ve gençlik anılarının en merkezi tiplerindendi bu yaşlı insan. Belki annesi ya da babasından daha çok bahsederdi ondan.
O zamanlar çoğu insanın evlerinde aileyle birlikte yaşayan bir büyükanne ya da büyük babaya karşılık, annemlerin evlerinde aileye katılmış olan 6. fert aslında babasının yaşlı teyzesiymiş.
Onlardan başka hiç kimsesi olmayan bir aile büyüğünü himayelerine almışlar ailece.
Bugün kimsenin kolay kolay ortak bir yaşam sürdürmek için hevesli olmadığı bir dünyada yaşayan bizler için o dönemlerde kimsesi olmayan bir ikinci derece aile üyesini. tüm maddi ve manevi zorluklara rağmen seve seve aralarına kabul eden insanların yaşamlarını hayal etmek ne kadar farklı ve sıcak bir his yaratıyor.
O iki katlı ahşap evleriyle içinde yaşayan aileyi anlatırken annem beynimde artık kendimce bir senaryoya dönmüştü onların yaşantısı. Bir film, bir hikaye. bir roman gibi. Her biri ayrı dünyaların insanları olan karakterlerin içlerinde yaşadıkları zorluklar, yaşam kavgaları, hüzün dolu anılarla birlikte, sevgi, bağlılık ve bir o kadar karmaşık insan ilişkileriyle dolu bir yaşam..
Benim kafamda gri beyaz renkleriyle canlandırdığım, adeta çok eski sinema filmlerindeki gibi bir hayat...Sanki herşey çok çok eskilerde kalmış gibi... Yalan da değil ( Birazdan gerçekten yüzyıl öncesinde kalmış anılar bunlar )
Yaşlı teyzem diye başlardı. Annemin anne babası hayatla o derece meşguldüler ki geriye bir o yaşlı insan kalıyordu, çocuklarla ilgilenen. Onlarla iletişim kuran, zaman zaman oynayan, hayatı, geçmişi, eski insanları onlara anlatan bir yaşlı kadın.
Annesiyle yaşlı teyzesinin aralarındaki tüm didişmelere rağmen evin baş köşesinden eksik olmayan bu kadını annem belki de herkesten çok seviyordu.
Kimseye anlatmadıklarını, kimseyle paylaşamadıklarını ona anlatırken, yaşlı kadın için de evin çocukları bu hayattaki en büyük sevinci, en büyük dayanağıydı kuşkusuz. Tüm ciddiyetine rağmen bir çok defa onlarla çocuk olabilen tek insandı belki.
Zora girdiğinde en fazla yardımı da evin ufaklıklarından alan bu insanın gözleri görmezmiş.
Çocukluğunda geçirdiği bir kaza sonucunda iki gözü de kör olan bu kadın için annem ve küçük teyzem baş kurtarıcılardı. Yaşdığı her zorlukta ilk yardımına yetişenler. Oradan şunu getir, bunu indir, bunu çıkart derken iskemlenin üzerine çıkan çocuklar çoğu zaman ona yardimci olurlardı.
Kimi sıcak yaz gecelerinde birden çocuklardan daha çocuk olan Tant Virjini; "Hadi yatakları alın çocuklar bu gece balkonda uyuyacağız dermiş!! " Çocuklarda büyük sevinç, odadan balkona taşınan şilteler, çarşaf ve pike kuvertürler yan yana dizildikten sonra, karanlığın çökmesiyle gökyüzünde iyice parlayan yıldızları seyrederken başlayan hafif esintinin serinliğinde hikayeler anlatan teyzelerinin yanında uykuya dalarlarmış.
1800'lerin ortalarında, Hasköy'de geçen genç kızlığı...Onu yanlız bırakmayan arkadaşlarıyla. Haliç'in yemyeşil eteklerinde toplanan diğer cemaat gençliğinin arasında, dönemin aşklarını, yaşanmış bir çok hikayeyi onun ağzından dinlemek ilginçti mutlaka.
Boğazın sularını içlere doğru taşıyan Haliç koyununun kıyısındaki balıkçı teknelerine bakan o yamaçlardaki ağaçların altında düzenlenen toplantılarda, gençlerin çaldıkları müziğin eşliğinde birbirlerini tanıyan, birbirleriyle yakınlaşan erkekli kızlı grupların arasında olan Virjini yaşanan ilişkileri, bulundukları ortamı ve insanları kendi hayalinde canlandırabildiğince hissetmeye çalışıyordu. Diğerlerinden farklıydı o. Buna rağmen herşeyi gören bir insanın gözleriyle anlatır gibiydi.
Yaşanan aşkları unutmasa da kendi romantik duygularını bir şekilde gizlemiş bir yerde dizginlemişti mutlaka. Sanki olmamış, olamazmış gibiydi. Kör olduğu için ne aşkı, ne sevgiyi ne de bir erkekle birlikteliği tatmıştı.
O dönem insanlarının belki de en büyük şansızlıklarından biriydi bu. Sahip oldukları bir sakatlık, bazen ufak bir kusur bile tamamen başkalarına bağımlı kalmanın dışında sevip sevilmeye hakları olmayan varlıklara dönüştürülmeleri... Sakat kişilerin diğer insanlar gibi hisleri olmayacağı algısı yaygındı. Hayat bu insanlara kesinlikle şans tanımıyordu. Sanki bir insanın bir kusuru onun tüm diğer yönlerini de sıfırlar gibiydi. O insanı varken yok etmek gibiydi bu.
Bu yüzden yaşanmamış ya da yaşananmamış onca şey arasında kör bir insana tek kalan şey küçük yeğenlerinin ilgileriydi. Mesela Tant Virjini, canı sıkıldıkça annemden "Boyikos de Pan"istermiş.
Boyikos de Pan, bir iki dilim ekmeğin hafif ıslatilip içine bir yumurta, biraz şeker ve bir tutam karabiber eklendikten sonra yağda kızartılarak hazırlanan sefarad mutfağına ait, French Toast benzeri bir hamur işidir.
Bütün gün zaman geçmek bilmediğinde, eve bağımlı bir insan için mutfakta vakit öldürmek ve çocuklara verdiği komutlarla ağzına kadar gelen lezzetlerle renklenen bir dünya onun gibilere kalan tek seçenekti. ( Halbuki hala gayet zayıf bir kadınmış üstelik!! )
Sadece evdeki bazı dikiş işleri ondan sorulurmuş. Dudağının kenarına koyduğu ipliği dokunma duyusunun yardımıyla iğneye geçirirmiş.
Çaresi olmayınca insan bir yolunu bulup herşeyin üstesinden gelmeyi öğreniyor.
Ve bazı geceler Tant Virjini'nin birden bire fenalaştığını görünce annem ve Tante Zelda, birden yüzü bembeyaz kesildiğinde anlarlarmış, ilacını vermek gerektiğini. Kalbinde sorun varmış. Bir anda tam nefes alamadığını gördüklerinde imdata yetişirlermiş ikisi birden. Bir taraftan pencere açılır, diğer taraftan ilaç ağzına verilir, ayakları ise yukarı kaldırılarak beklenirmiş.
Ve Tant Virjini bir süre sonra yavaş yavaş kendine gelirdi der. Onlar her onun yardımına koştuklarında bir insanın, bir sevdiklerinin hayatını kurtarmış kahramanlar gibi hissederlerdi kendilerini. Her defasında yeniden onu yaşama geri getirmiş olmanın gururuydu bu. Onu biz kurtarırdık demekti.
Kadının tek güvencesi, hayatlarını bağladığı bir ailenin küçük çocuklarıydı.
Galiba gerçekten de bazen küçücük bir çocuk sizin yaşama sebebiniz olabiliyor.
Annemin yirmi yaşlarında Israel'e aliya yapmayı denediği altı aylık deneme döneminde, Tant Virjini bir anda hastalanmış. Ölmeden, Suzika burada olsaydı o beni kurtarırdı demiş.
Bu öyle bir deyiş ki bir taraftan bir insanın size ne derece güvenle bağlı olduğunu hissettirirken bir diğer taraftan belki de insanın içinde bir o kadar büyük bir suçluluk hissi de yaratabilir.
Belki onu kurtarabilecekken yanında olamadığını düşünmek.

-
Un an après le pogrom du Hamas ! En tant qu'Israélienne et juive d'origine turque, on m'a souvent posé des questions sur le c...
-
Israel'i acımasızlıkla suçlayan Papa'nın göreceli insanlığına karşı durarak onun bu ikiyüzlü tavrına karşılık gerçek insanlığın ne o...
-
Ortadoğu'da gelişen en son olaylar, İran'daki molla rejiminin zayıfladığını, Humeyninin başa geldiği 1979 yılından bugüne devam eden...