9 Şubat 2022 Çarşamba

Oğlumdan bize mektup

Geçen Perşembe Israel'de Aile günüydü. Aslında son senelere dek, bu günü Anneler Günü olarak kutlayan Israel sonunda ilginç bir şekilde yavaş yavaş, günü aile gününe çevirdi. Ve derken sadece anneler yerine anne, baba ve çocuk olarak, birlikte bir yaşamın, aile kavramının önemini ve güzelliğini vurguladığımız bir güne dönüşüverdi bugün.

Böyle günler genelde, Tanah'taki kimi anlatılar, kimi hikayelere göre tarih bulur Yahudilerin takviminde.  Yıl boyunca bir çok farklı, anlamlı günler bu şekilde yer kazanmıştır bu ülkenin kültür hayatının içinde.  Böylece hatırlanıp, hatırlatılacak günler hayata kazandırılmışlardır..

Anneyi, sevgiyi, çocuğu, doğayı, aileyi, ağaçları, ilk düşen cemreyi ve bir çok şeyi anımsatan günler vardır yıl boyu. Ve ayrı ayrı günlerde her birini anlamlı kılan faaliyetler vardır...Bir çok kez festivallere dönüşür böyle şeyler, şehirlerde, moşav ya da kibutzlarda. Ve bütün ülkede.. Çoğu bembeyaz giyinen çocuklar bahçelere, kırlara götürülürler... Okullarda düzenlenen kimi aktiviteler, kutlamalar, müzik şölenleri, danslar ve oyunlar, hepsi de çocuklarla beraber, Tanah'tan bugünlere 1000'lerce senedir yaşadığımız tarihin bize hediye ettiği bir kültürel mirası yaşatmaya devam etmek içindir.

Bazen bir resim, bazen bir elişi, bazen bir fotoğraf ya da evin balkonundaki saksıya ekmek için elinde küçücük bir çiçekle eve dönen  yuva ve ilkokul çocuklarına rastlarsınız.

Bazen de arka arkaya dizdikleri sevgi sözcüklerini karaladıkları bir mektubu heyecanla uzatıverirler size.

18 yaşına doğru ilerleyen Gal de bize bir mektup getirdi okuldan. 

Geçtiğimiz Perşembe günü eve döndüğümüzde, arabadan inerken, son iki senedir bıkmadan yaptığı şeyi yaparak, siz yukarı çıkın ben biraz salıncaklara gideceğim dedi ilkte. Evet, Gal 18 yaşında ve hala akşam üstleri kendi başına salıncağa iner. Bazen de yürüyüş yapar. ( Benimle yaptığı yürüyüşlerin dışında)

Biz yukarı çıkarken arkamızdan seslenerek, "Yukarı çıktığınızda, çantamın büyük gözünü açın, orada size bir süprizim var!"dedi ve ortadan kayboldu.

Yukarı çıktığımda, içine herşeyin tıkıştırılmış olduğu çantasında, beyaz zarfta saklı süprizi aramaya başladım. Sonunda,  elde hazırlanmış olan zarfı  defterlerin arasına sıkışmış halde buldum. Ve içindeki kırmızı mektubu.

Mektuptaki yazı kocaman, aralıksız dizilmiş halleriyle tek kelime bir gibi duran harfleri,  Gal'in yazdıklarını çıkarmaya çalışırken,  sayfanın biraz aşağısında yine küçük bir çocuğun çizgisiyle bir de dördümüzü resmetmiş olduğunu gördüm. Dördümüz ve Pitziyi.

Aile günü için bize verdiği bir teşekkür mektubuydu bu. Okulda, sınıfta, eve dönmeden, kendi saf dünyasından, masum kalbinin derinliklerinden çıkan satırlarını okumaya çalıştım. Onun bize her gün tekrarlamaktan sıkılmadığı sevgi sözcükleri, biraz daha detay kazanarak kağıtlara dökülmüşlerdi.

Gal'i diğer herkesten ayıran özelliği, hayata ve insanlara sadece olumlu gözlerle bakması.

Her kelimesinde, her sözünde sadece minnetarlık duyduğu ailesi onun bütün dünyası.

Beni en çok duygulandıran şeyse, o küçücük mektupta, Gal daha iki yaşına gelmeden bu dünyayı, yeterince uzun bir hastalığın sonucunda terketmiş olan babama da ayırdığı bir kaç kelimeydi. Küçücük bir teşekkürle onu da hatırlamıştı. Ona da hayatındaki iki yılı için teşekkür etmiş Gal. Keşke bugün bizimle olsaydın diye de eklemiş.

Onu diğerlerinden ayıran özelliği olan o çocuksu saflık hep var olacak gibi.

Bu yüzden bu çocuklar gerçekten birer hediyedirler. Bu dünyanın kaybettiği o temiz yönüdürler. Hala daha bir yerlerde, insanlara sadece iyi niyetle yaklaşan varlıklardır onlar.

Oğlum için benimde bir dileğim var; "Mutlu olması!!"







7 Şubat 2022 Pazartesi

Arap toplumunu eğitmeyi hedefleyen bir oyunun iptali

Geçen Haziran Ayında Israel'de Kadın Hakları derneği Na'amat tarafından desteklenerek, Arap Toplumunda kadınlara yönelik şiddete karşı toplumu eğitmek adına, Nazaret Fringe Tiyatrosu Sanat Yönetmeni Hişam Suleiman tarafından sahneye uyarlanan bir tiyatro oyunu, Israel Tiyatro Festivali İsrAdrama dahil olmak üzere ülkenin değişik bölgeleri ve şehirlerinde bugüne dek 70 kez sergilendi.

Başta Israel nüfusu içinde en çok şiddete maruz kalan Arap kadınları olmak üzere, Arap toplumunu ve herkesi bu konuda bilinçlendirmeyi amaçlayan bu tiyatro oyunu  geçtiğimiz günlerde, Israel'in kuzeyindeki 12.000 nüfuslu Arap yerleşim yeri olan Jatt'ın Belediye Başkanı Khalled Jarrah tarafından iptal edilmiş.

Modern bir ülkedeki bir Arap Köyünün Belediye Başkanı olan zat, bu oyunun, Arap kadınlarını erkeklere karşı ayaklanmaya teşvik ettiğini ve İslamın esasına karşı geldiğini iddia etmiş.

Bir Arap Atasözü dermiş ki, "Erkek akşam eve geldiğinde önce karısını dövecektir, eğer kendisi nedenini bilmiyorsa kadın mutlaka biliyordur."

Yüzyıllar boyunca kurdukları sefil bir sistemin hala daha geçerliliği için savaşan bir toplumun önde gelen liderleri, yaşadıkları ülkenin kendileri için gösterdiği gayrete, içlerindeki şiddete son vermek, birilerini eğitmek için devlet tarafından ayrılan bütçeye karşılık,  daha iyi bir yaşam için kendilerine gösterilen aydınlık yol yerine karanlıkta kalmayı tercih ediyorlar.

Üzerlerinde hakimiyet kurdukları kadınların uyanmalarını istemeyen bir toplumu eğitmek çok zor.

Benim anlamadığımsa, bir Belediye Başkanı böyle bir seçeneği kullanarak, toplumu aydınlatacak girişimleri, istediği gibi engellenek sansına nasıl sahip olabilir?

Halbuki bugüne dek onlarca Arap yerleşimi ve köylerinde sahnelenen oyun Israel'in Arap nüfusunun çok ilgisini çekmiş deniyor. 

Tiyatroyu sahneleyen Haşim Süleimani, "Bu toplumdaki kadınların uyanmaları kimi insanların işlerine gelmiyor! " diyor.

Israel'de bugünlere dek artış göstermeye devam eden kadın cinayetilerinin hiç azımsanmayacak bir yüzdesi içimizde birlikte yaşadığımız Arap vatandaşları içinden çıkmakta.

Arap Kültürünün bugüne kadar barındırdığı atarerkil öğeler, kadınları erkeğin malı olarak gören düşünce sisteminde bir reform yaşanmadığı sürece, kadınlar erkeklerin ellerinde şiddete maruz bir yaşam yaşamaya devam edeceklerdir.

Babadan oğula geçen bu anlayışa, bu sisteme karşı bu toplumun eğitilmesi için yapılması gereken şeyler çoktur. Ancak, bir toplum içinde artık kemikleşmiş bir yaşam felsefesini kökünden değiştirmek için o toplumun bireylerinin bu devrimi gerçekleştirecek  cesaret, bilinç ve de isteğe sahip olmaları gereklidir.

Israel Hükümetinin, toplum içinde büyük bir soruna dönen Arap Kadınları Cinayetlerinin bir son bulması için ayırdığı bütçenin amacına ulaşması için, toplumun kendisinin dış destekle beraber el ele vermesi şarttır. Her tür pozitif değişime direnerek, ışığa karşı karanlığı seçerek daha iyi günleri görmeleri ve görmemiz kesinlikle mümkün olmayacaktır.


 


 Fas'ta bir çukurda ölen çocuk



1990'ların başlarıydı. İstanbul'un  kışlarıyla gelen hava kirliliği öyle seviyelerdeydi ki artık, şehrin merkezi, Sıracevizler Caddesinin bir arka sokağında bulunan fabrikalar ve apartmanlardan çıkan yoğun duman içinde insanın normal bir yaşama devam etmesinin nasıl mümkün olduğunu düşünüp dururdum. Eve her dönüşümde kaşkolumla ağzımı burnumu kapatmaya çalışırdım. Nefes almak tek kelimeyle zordu. 

Doğduğumuz ülke ve o ülkenin getirdiği şartlar kaderimizin bir parçasıdır. Karar verme şansımızın olmadığı durumlardan biri de hangi ülkede, hangi coğrafya'da, hangi şartlarda dünyaya geleceğimizdir.

Ve hayat  kalitenizi çok yüksek oranda etkileyen şeylerden biridir bu. Bir çöp kadar değerinizin olup olmayacağı doğduğunuz yere göre değişim gösterir.

İnsan hayatının değer taşıdığı bir ülkede yaşamak tam bir ayrıcalıkken, çocukluğunuzdan itibaren herşeyin şansa bırakıldığı, kaderci toplumlardan birinde dünyaya gelmekse yine sizin hayatızın nasıl olacağını büyük ölçüde belirleyecektir.

Mesela gelişmekte olan ülkeler statüsündeki bir yerde dünyaya gelmişseniz yaşantınız  Allah Kerimle yürür.

Benim büyüdüğüm şehirden en çok aklımda kalan şeylerden biri...o şehrin insanlarının hayat kavgalarıydı. Bir çok insan manzaraları hiç aklımdan gitmez.

O kömür kokusunun nefesimi kestiği meydandan aşağı indiğimde, Hasat Yokuşunun üzerinde bir mobilya atölyesini hep anımsarımı. Eski bir cam kapı ve yine camdan bir vitrini olan minicik bir atölyeydi bu. Her önünden geçişimde, içeride mobilyaları boyayan adamın, püskürttüğü vernik ve boyalardan o ufacık yerde oluşan bulutun içinde kaybolup gitmiş gibi, işini yaptığını görürdüm. O dükkanın  tam yanından geçerken yanlışlıkla kapıyı açan biri olursa eğer dışarı taşan boya kokusundan nefesim dururdu sanki. Bu adam böyle bir işin, bu dumanın içinde, bütün gün nasıl çalışıyor derdim her defasında.

Gözlüklü ve pek tabi ki bıyıklı adamın üzerinde mavi bir önlüğü vardı. Tahta eşyaları boyadığı bir püskürtme makinesi hep elindeydi. O toz duman. minicik atölyenin içinde, ağzını örttüğü bir maskesi bile yoktu. Nefesini, ciğerlerini havadaki kimyasallardan korumak için aklına hiç bir şey gelmemişti yapacak. Tanırlarmıydı ki bu tip kuralları?  Cahil insanların, bilinçsiz bir toplumun, kadere teslim hayatları, boş yere kısalırken yazık değil miydi bu yaşamlara diye düşünsek ne yazar.

Ve bir diğer tuhaf olan, temizlikçi kadınların, cam çerçeve cambazlıklarıydı. Hayatlarını kazanmak için pencere kenarlarında gezen kadınlar görmek çok normaldi.

Gecenin karanlığında, normal bir kaldırımda yürürken, merdiven boşluğuna düşmekte normaldi.

Ve bu şehirde çukura düşmek, en olmadık kazaları geçirmek vs... Tedbirin lüks sayıldığı bir yerde öylesi yaşamlardı hep...

Ve bir de modern şehirlere şöyle bir bakarsanız... sanki bir an başka bir gezegene geçmiş zannedersiniz kendinizi. Bir kitap kapanmış, başka bir aleme, başka bir boyuta geçmişsinizdir.

Alışveriş merkezinin birinde bir yerde, tavandan akan bir kaç damla su yüzünden, ıslak alanın çevresi bariyerlerle kapatılmıştır. Yanında,  " ıslak zemin, düşme tehlikesi var! "diye bir de pano konulmuştur. . Oradan geçen yaşlının. çocuğun kafasını kırmasını önlemişlerdir...çok ufak bir tedbir ve uyarıyla.

Sokakta, bir tamirat için açılan çukurun çevresi de aynı şekilde kapatılmıştır yayaları korumak için...

Caddeler, yollar, kaldırımlar yaşam standardının minimal göstergeleridir. Herşey insan hayatını kolaylaştırmak için düşünülür normal ülkelerde.

Kimi ülkelerde, amaç, kentsel yaşam kalitesini en üst düzeye çıkarmaktır. Sizi yönetenler size hizmet için seçilenlerdir.  Ve medeniyetin en doğal parçası insan hayatına gösterilen saygıdır.

Geçtiğimiz günlerde, Fas'ta beş yaşında bir çocuk, yaşadığı köyde, açık bırakılmış, 30 metrelik bir çukurun içine düştü. Çukurun bir yerinde sıkışıp kalan çocuğa ulaşmaya çalışan kurtarma ekipleri günlerce çalıştılar.

O kadar tuhaf bir devirde yaşıyoruz ki. Bir taraftan, 100 sene öncesiyle aynı yaşama devam eden köyler, toplumlar hala aynı sefilliğin içindeki hayatların acısını çekerlerken, diğer taraftan, birden canlı yayın tüm dünyaya ulaştırılan görüntülerle, Fas'ın hiç bilmediğiniz bir deliğinde, ölümle yaşam arasında sıkışan bir çocuk için kendinizi dua ederken buluyorsunuz. Eskiyle bugün arasındaki tek fark bu. ( Bu ülkeler için)  Eskiden o köyün insanları,  giden canlarına tek başlarına ağlarlardı. Ve hayat hep aynı sefillikte kaldığı yerden devam ederdi.

Bugün, geçen zamanın hiç değiştirmediği bir köyde küçücük bir can ölüme karşı bir savaş verdiğinde, kurtarma çalışmalarını bütün dünya canlı izliyor.

Yaşanılan acıyı paylaşanların sayısı milyonları buluyor. Aynı dakikalar ve günlerde.. Sadece, Fas'ın, cehennem köyünde dünyaya gelmiş olmanın bedelini ağır ödeyen küçücük bir çocuk 100 sene evvelki bir başka çocukla hala aynı kaderi paylaşıyor.

5. günde, 30 metre derinlikten zar zor çıkarıldığında Rayan artık nefes almıyordu.

Tüm umutlar, tüm dualar boşa çıkarken, "Rayan" adını bütün dünya duydu.

Keşke o çocuk büyüseydi ve adını Olimpiyat madalyası aldığı için duysalardı.

Rayan gibiler, ihmalkarlık, boş vercilik, sorumsuzluk gibi şeylerin normal hayatlarının bir parçası olan, Fas ya da onun gibi ülkelerde ölmeye devam ediyorlar.....

Bir gün onlar için değişen bir şey olacak mı acaba?

Rayan'ın arkasından o ölüm çukuru kapatılacak mı?

Fas Hükümeti şu ana dek üzüntüsünü belirtmekten başka bir şey yaptı mı?

Bu tip ülkelerde, sorumluların görevlerini yerine getirdikleri günler görülecek mi?

Binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insan canlı yayında, bir üçüncü dünya ülkesinde yaşamanın bedelini ödeyen kitlelerin içinden çıkan binlerce kurbandan birinin kaderine şahitlik ederken  ertesi gün aynı köyde hayat kaldığı aynı yerden devam etti!!!


6 Şubat 2022 Pazar

Boutique Hotel'de yerleştirilen gizli kameralar

14 Şubat Sevgililer Günü yaklaşırken, çiftlerin, çoğu kez de kadınların beklentileri başlar. Birlikte oldukları insan, erkek acaba bu özel gün için neler planlıyor diye. Özel bir gün, özel bir yemek, beklenmedik bir süpriz. Kadının bürosuna yollanacak bir demet çiçek...bir yüzük. bir kolye, içten yazılmış bir mektup...herhangi bir şey..Sevgiyi, birlikteliği her daim taze tutmak ve ilk günkü heyecanı korumak adına her zaman bir şeyler yapmak mümkün değil mi?

Mesela,  medeniyetten, rutin hayattan, hatta çocuklardan bir iki günlüğüne kaçmak.

Bunun için çoğu kez özel günler iyi birer bahane olarak kabul edilir. 14 Şubat ya da doğum günleri, evlilik yıldönümleri,  bir yılbaşı gecesi ya da Sevgililer Günü ya da sadece öylesine bir hafta sonu...

Masanızda sizi bekleyen bir davet.....zarfı açtığınızda, içinde, yer, zaman ve saat yazılıdır. Egzotik bir manzaraya bakan bir Boutique Hotel'de rüya gibi bir gün hayali....

Ve derken, her normal insanın kurabildiği bu tip hoş hayallerin bir anda, bir yabancının ellerinde sekteye uğraması mümkünmüdür acaba?

Sanırım bugün herşey mümkün. Bunun için de yeterince uçuk insanlar, sınırları aşmışlar, teknolojik imkanlar.. kısaca herşey mevcut!!

Geçtiğimiz günlerde, Israel'de, ilginç bir olayın haberi düştü ekranlara.

Tel Aviv'de bir  Butik Hotel'de kalan genç çift, ( nasıl olduğunu bilmiyorum), kaldıkları odalarında, kendilerini filme alan kameralar olduğunu keşfetmişler.

Büyük paralar harcanmış, mükemmel döşenmiş, gayet hoş bir Boutique Hotel'de çoğu çiftlerin kaldığı odalardaki saksılara, gizli köşelere yerleştirilmiş kameralarla, insanların en özel anlarını filme alan kişi otelin bizzat sahibi olan insan.

Kafasındaki kimi inanılmaz fantazileri gerçeğe çevirmekten kaçınmayan bir otel  işletmecisinin ellerinden özel hayatınıza yapılan tecavüzü tahayyül etmeniz mümkün olmayabiliyor.

Birlikte olduğunuz insanla geçirdiğiniz size özel anlar birilerinin sapık emellerine alet olurken, uğradığınız tecavüzün farkında bile olmayabiliyorsunuz.

Yıkanırken,  giyinirken, tek başlarına olduklarını düşünürken,  insanların çıplak bedenlerini, ... seks yapan çiftleri, onların en mahrem alanlarına girerek, en özel anlarını kameralarla kaydettikleri fikri nasıl da korkunç.

Bu hotel sahibinin tek amacı, sadece bu çekimleri kendi şahsi, sapık fikirleri için mi kullanmaktı ya da bunun ötesinde elde ettiği videoları pornografik sitelere satmak mı bunu sanırım araştıracaklardır.

Kişilerin sonsuz fantazilerinin, kimi sapık eğilimlerinin, kötü amaçlarının  rahatça kurbanları olabileceğimiz bir dönemde yaşıyoruz.

Her an ellerde taşınan telefonlarla sizi her an görüntüleyebilecek insanların varlığının dışında  çıktığımız bir tatilde, bulunduğumuz oteldeki odanın gizli köşelerine kamerlar yerleştirilmiş olabilceği fikri bugüne kadar hiç aklımıza gelmemişti herhalde.

Bugüne dek otelin rahatlığını, temizliğini, ortamın sizin aradığınız şartlara uygun olup olmadığını düşünürdünüz değil mi?

Demek artık insanların beklenmedik başka durumlardan da çekinmeleri gerekiyormuş.

Böyle bir olay tahmin ederim büyük ve isim yapmış bir otelde kolay kolay başınıza gelmeyecektir ama küçük bir boutique hotel'de ağırlanan misafirlerin, jakuzzi ve çarşafların hijiyeniyle ilgili soruların yanında, başka teferruatların da olabildiğini anlamış olduk.

Artık, insanların fantazilerinin sınırları sonsuz gibi.



 

3 Şubat 2022 Perşembe

Kafam karışık

 


Yaşadığımız bu dünya tam bir çelişkiler yumağı. Yanlışlar, doğrular, güzellikler, çirkinlikler, doğru kararlar, yanlış hareketler.. Birinin doğru kabul ettiği diğerine göre kesinlikle trajik bir hata. Hayat hep karışıktı, bugün kafamız daha da karışık. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmeden yaşamaya devam ediyoruz. Kendimiz ve çevremiz için sevdiklerimiz için en iyisini istiyoruz. En iyisini yaptığımıza inanıyoruz. Bir başkasına sorduğunuzda yaptıklarımız baştan sona yanlış. Sanki intihar eder gibiyiz diyorlar.

Toplumun, insan ilişkilerinin şekli değişti. İnsanlar daha bir çekimser, kimisi daha bir paranoid oldular. İçlerine kapanan çok kişi var. Ekonomik ve sosyal olarak yavaş yavaş eski gücünü kaybedenlerle dolu her yer. Ve insanlar kimi yerde birbirlerinden daha da soğudular, yabancılaştılar. kimi evden çalışanlar aylarca insan yüzüne çıkmayabiliyorlar. Kimileriyse herkese, herşeye isyan eder durumdalar. Gülüyorlar size, yaptıklarınıza.

Etraf birbirlerine, çevrelerine, devlete güvenleri gittikçe azalan insanlarla doluyor her geçen gün.

Mesela, en çok sorulan sorulardan biri, Korona mı daha kötü, yoksa aşı mı?! Emin olduğumuz bir şey var mı? Sadece, tanıdığınız en yakın doktora danışabiliyorsunuz. Onun fikrini alıyorsunuz? Ne diyor, Monsieur Albert? Aşı olalım mı?? Ol tabi.   Öyle ya da böyle çevrenizde bir çok hayatını kaybetmiş insanlar duydukça, kafanız iyice karışıyor. Kim neden öldü?

Kimisine göre, Korona tamamen bir hikaye. Herşey planlanmış bir oyun. Dünya nüfusunu azaltmayı hedefleyenler var diyorlar. Birileri ayağa kalktılar. Deliler gibi bağırıyorlar. Bu insanların heyecanına bakarsanız, dünyayı kurtarmaya gelen Mesih gibi bir halleri var. Ölümüne direniyorlar. Aşı olmayın, sizi öldürmek istiyorlar. Bu kahraman insanlara göre, dünyayı uyandırmak lazım. İnsanlar uyuyorlar.

Demokrasi ne olacak?!!! Bizi zorlamaya hakları yok!! Ama zorlamasalar çok daha fazla insan ölecek.

Peki hangisi doğru?

Bir taraftan bu son dalgada. hasta olmayan insan kalmadı buralarda ( Şimdilik benim dışımda) . Aşılı, aşısız herkes hasta. Hatta ikişer kez hasta olanlar var. Ama iddialara göre aşı olanlar hafif geçiriyorlar.

Çoğu insan hafif geçiriyor diyorlar zaten de yine de bir çok genç insanın ani ölümlerine anlam veremez oldum. Son dönemde, kimisi için hemen aşıdan bir kaç gün sonra oldu diyorlar, bazısı ise aşı olmadıkları için.

Arkadaşımın vefatının arkasından da herkeste bir soru. Neden oldu? Acabalar?

Son aşıyı olmadı dedim. Artık istememişti bir daha aşı olmak. Ama o Korona değildi ki. Menenjit dediler. Ve sonrası, ender oluşabilen bir komplikasyon......  Neydi ne değildi, kim bilir?

Sadece elimizden kayıp giden bir dostun içimizde bıraktığı bir boşluk, bir acı, bir yarım kalmışlık hissi var o gittiğinden beri.


Israel'in yeni savunma sistemi

Israel High-Tech şirketleriyle birlikte  Savunma Sanayi, ülke güvenliği için yepyeni bir savunma sistemiyle yakın gelecekteki tehtidlere hazırlanmaya devam ediyor.

1948'den bugünlere bitmeyen savaşlar, kuzey'de, güney'de, karadan, denizden ve havadan, artarak devam eden hısmi hareketlere karşılık, bu ülkedeki beyinler sınırlarımızdan ve sınırlarımızın çok daha ötelerinden gelen tehditlere karşı halkı korumak için yeni teknolojiler geliştirmeye devam ediyor. Her gün bir adım daha gelişen Israel teknolojisi, Israel Savunmasının en büyük dayanağını oluşturuyor.  

Israel'i bulunduğu bölgede söz sahibi bir konuma getiren tek şey, boyutlarına oranla sahip olduğu teknolojik üstünlüğüdür. Bu bağlamda, geçtiğimiz günlerde, Cumhurbaşkanı Herzog'un Arap Emirliklerine yaptığı ilk resmi ziyaretinde bu ülkeyle imzaladıkları yeni antlaşmalar, yapyeni bir dönemi bir kez daha vurgulayan adımlardır. Düne kadar Yahudi Ülkesi'ni, diğer Körfez Ülkeleri gibi  düşman olarak niteleyen, zengin petrol Emirlikleriyle Israel'i biraraya getiren şey ortak bir düşmana karşı ihtiyaç duyulan işbirliğidir.

Isaac Herzog'un tam bu ülkeyi ziyareti sırasında, komşu Yemen'den, İran destekli bir terör grubu olan Hutti'ler tarafından fırlatılan roketler,  Israel'in buralarda neden bulunduğunu onaylayan bir açıklama gibiydi.

Şii Müslüman İran'a karşı Yahudi Devletiyle Savunma Antlaşmaları yapan Arapların bugünkü verdikleri mesaj, Avrupa'nın tam olarak göremediği gerçekleri açıkça dile getirmektedir.

Bu arada son günlerde, Israel, Amerika Birleşik Devletlerinin gözlemci olarak katıldığı yeni bir Hava Savunma Tatbikatı daha yaptı. Israel'i hedef alacak, yoğun bir hava saldırısını, son sistem silahlarla savunma amaçlı olan tatbikat dışında,  Amerikanın Körfezde başlattığı ve bugüne dek resmi ilişkisi olmayan Suudi Arabistan ve Umman'la birlikte Israel'in de ilk kez katıldığı ortak deniz  tatbikatı bölgedekilerin gittikçe, buradaki Şii düşmana karşı güç birliğine gittiklerinin bir başka işaretini veriyor.

Israelli bir komutan geçtiğimiz günlerde, son dönemde ülkenin hız verdiği  tatbikatların, Hizbullah'la beklenen bir savaş için orduyu çok daha hazır bir konuma getirdiğini açıkladı.

Bu geçtiğimiz Salı günü ise, Tel Aviv'deki Uluslararası Güvenlik Araştırmaları Enstitüsünün yıllık toplantısında konuşan Başbakan Bennett, önümüzdeki yıl içinde, Israel'de, yepyeni bir "Savunma Sisteminin devreye gireceğini söyledi. Elbit Havacılık ve Savunma Sistemleri ve Israel Savunma Bakanlığının ortak çalışmasıyla yürülüğe sokulacak, Laser sistemi zamanla,  Israel Hava sahasını koruyan Demir Kubbe Sisteminin yerini alacak.

2011'den beri Israel'de, sivilleri, Hamas'ın roketlerinden koruyan bu sistem artık, daha modern bir teknolojiyle yer değiştirecek.

Tek bir tanesi yüzlerce bin dolar olan Demir Kubbe'nin orduya bindirdiği masrafı büyük oranda azaltacak olan Laser'li Savunma sisteminin hem çok daha etkili olması bekleniyor.

Önümüzdeki sene, Israel'in güneyinde denenecek olan sistem, üç yıl içinde tüm Israeli kapsayacak şekilde, operasyonel amaçlar için kullanılmaya başlanacak.

Laser Sistem,  roketlerden, nükleer başlıklı füzelere kadar,  Israel'i her tür saldırıya karşı koruyacak.

Herzog'un Arap Emirliklerine yaptığı ziyaretinde bu sistem üzerinde de konuşulduğu biliniyor.

Bu arada, İran'ın Nükleer çalışmalarında artık 2015'teki antlaşma benzeri bir antlaşmayla kapatılamayacak kadar ilerlediğini Amerikan Başkanı Joe Biden'in kendisi de kabul ettikten sonra, İran'a karşı verilecek kararın, bundan sonra atacakları adımın ne olacağını bekleyip göreceğiz.

Şu an için, burada açıkça görülen, Israel'in İran'a karşı bir operasyona ( savaşa ) nefes almadan hazırlandığıdır.

  

1 Şubat 2022 Salı

Ortaköy'deki çocukluğundan, Burgaz Ada'daki bir aylık kamp macerasına, annemden kimi anılar



Annemin ilginç iddiaları vardır. Onunla sık sık geçmiş ve gelecek hayatları konuşuruz. Onunla insanın yeniden doğuşu üzerine olan iddalarını tartışırız zaman zaman. Ona göre, annem geçmişte yaşamış olduğu hayatlarını bir kaç kez rüyasında görmüştür. 

Bir de hep iki yaşındaki bir anısını anlatır arada. Evlerinin girişinde yapılan bir tadilat döneminde, kapının hemen önündeki zemine çimento döktürdükleri günlerden birinde, o çimento kuruyana dek, bahçeden içeriye girebilmek için, koydukları tahtanın üzerinden geçiyorlarmış. 
Iddialara göre; bir sabah o tahtanın tam üzerinde durup başını gökyüzüne kaldırmış. ( ayrıntıları unutmamış olması gerçekten ilginç (?) ) "Küçücük bir çocuktum, başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Masmavi göklerde yer yer bulunan bulutları bir an izledikten sonra, kendi kendime bu yerleri, bu gökyüzünü ben çok iyi tanıyorum, şimdiden değil, çok daha önceden tanıyorum" dedim....!!

Bu benim ilk dünyaya gelişim değil, bunu biliyorum. diyor annem. Ama Anne, sen yaşayan, var olan, her şeyi tanıyan bir başka insandan dünya'ya geldiğine göre o insandan sana geçen bilgiler, kayıtlar olmaz mı peki? Evet!! Ama??!! Bilmiyorum... Ya ben biliyormuyum? 

Annem bana iyisiyle, kötüsüyle, karmaşık yönleriyle hayatını, karışık duygularını, herşeyi anlatıp durmuştur bugünlere dek. 

Ortaköy'deki hayatını, çocukluğunu, oyunlarını, sokakları, karlı kışları, çarşı'daki fakirlerle onlar gibi orta direk Yahudileri, yukarı yamaçlardaki elit nüfusu ve yine etraftaki esnafla diğerlerinin ilişkilerini. 

Yahudi Toplumunun o zamanki demografisinin bir özetini almak gibidir ondan; onun çocukluğunu dinlemek. Yahudilerin, kısmen de Ermeni ve Rumların aralarındaki ilişkilerden de şöyle bir bahsettiği olur. 

Derken, o dönemlerde, her insanın her ailenin kendi gerçek isimlerinin yanında, dış özellikleri, meslekleri ve bir çok karakteristiklerine göre onlara verilen lakaplarından da bahseder.... 

Ve boğazin kıyısında buluşan ailesinin hep birlikte birer rakı içtikleri kimi yaz akşamlarında bazen kuzguni renge dönen denizin bir an onun içine çökerttiği bunaltıyı...aynı denizdeki kayıkları, kışın sert geçen günlerinde, Ortaköy Caminin girişindeki beton zemini ıslatan dalgalarla değişen ortamın onları o yerlerden bir süre uzaklaştırışını,...

1930'ların ortalarından, Atatürk iktidarının sonlarıyla, İsmet İnönü yıllarını.... O dönemin üzerlerindeki etkisini; çekingelerini, kimliklerinden, konuştukları dilden ve daha bir çok şeyden.. Yahudiler onu El Sodro ( İspanyolca'da..el sordo) yani, "Sağır" olarak çağırırlarmış (İnönü'yü) . 

Sağırmış, El Sodro.. Sağır ve de Antisemit. 

Derken sekiz yaşlarına ait bir zamanı anımsadı daha geçen gün yeniden. Ben küçükken hep anlattığı anılarından birini bir kez daha anlattı. 

İnsan denen varlığın bir huyu vardır ya ..bazen bir fıkra bizi öyle bir güldürür ki, artık durup durup anlatabiliriz yeniden. Anlatmışmıydım??!! . Evet anlamıştın ya derler!!!. Hem de kaç kez!!! 

Hele yaşlandıkça, biz insanlar anılarımızı da sık sık hatırlar yeniden anlatırız. çocuklarımıza, torunlarımıza... Ben kolay kolay bıkmam dinlemekten. Yazmaktan da....okumaktan bıkanlar olabilirler, onu bilemem :) 

Annem, "Ortaköy'de bir sabahtı" diye başladı yine...Geçen gece saat onda, gün sonu kapanışını yapıyordu benimle telefonda. Aklına gelmiş, onu ilk kez, "Burgaz Çocuk Kampına"götürdükleri yaz. Evet annemin çocukluğunda, Burgaz Adasında, Yahudi Cemiyeti'ne ait bir köşk varmış. Büyük bir köşk. Hani o bildiğimiz, tahta, boyalı köşklerden, Çevresinde kocaman bir bahçesi olan. Sanırım denizden de pek uzak değilmiş. Zaten Burgaz Adası minicik bir adadır. Köşk, adanın en tepelerinde bile olsa, denize varmak ne kadar sürerdi ki yine de? 

Her yaz, maddi durumları tatile, adaya ya da Moda'ya gitmeye elverişli olmayan ailelerin çocuklarını Cemiyet Burgaz Kampına alırmış. İşte bir sabah annem, evinin girişindeki merdivenlerde oturuyormuş. O zaman İstanbul'da çok az araba vardı der hep. Sokaklarda dilediğimiz gibi oynardık. Beş taş, sek sek, lastik ve bir sürü top oyunları. Dersimi bitirmeden çıkmazdım sokağa diye de ekler. Ve annem yemekte çok kaprisliymiş. Hiç bir şey yemezdim ben. Annem, iyi beslenemediğimizi bildikleri için, çocukları balık yağıyla ayakta tutmaya çalışırlardı der, savaş zamanları. 

Her sabah okula gitmeden kapıda bir kaşık balık yağı ve ardından da portokal vermeleri şartmış.

Nerede kalmıştım ben? O sabah, evinin önünde otururken, yanına, iyi giyimli bir genç bayan yaklaşmış, yanında yine şık bir adamla beraber. "Merhaba küçük kız!" Senin ismin ne? Suzi. Burada ne yapıyorsun? Oturuyorum. Annen nerede? 

Sormuşlar ona. Sen niye bu kadar soluk duruyorsun? diye. Ve isterse, temmuz ayında Burgaz Adasındaki Kampa gidebileceğini söylemişler. Annemde bir sevinç; kamp sözü bile içinde bambaşka bir coşku yaratmaya yetmiş. Evet istiyorum!!! 

Ve temmuz ayı geldiğinde annem kendini bir sürü çocukla beraber, çiçekler içinde bir bahçede kurulmuş upuzun bir masada kahvaltı ederken bulmuş. Bol bol bal ve tereyağlı kahvaltılarla, masada ne isterse varken, hayatında ilk defa annemin iştahı açılmış. 

 Oyunlar, geziler, yemekler ve deniz... Bir ay boyunca, birlikte yiyen birlikte içen ve yine kocaman bir salonda dizili yataklarda birlikte uyuyan çocuklar. Kampın ilk günlerini anlatırken sanki yeniden o küçük çocuğun heyecanını yaşar gibi gelir bana. Onlarla ilgilenen, genç erkekler, genç kızlar görevlerini en titiz şekilde yerine getirmeye çalışırlarken. kilolarını ölçüp, bir ön muayeneden geçiren doktorun kayıtlarına göre, orada kalacakları müddet boyunca onları sağlıklı bir diete sokmuşlar.

Yedikleri ve içtikleriyle ilgilenen, onlara yemeklerini hazırlayan, onlarla oynayan, geceleri yatakhanendeki pencerenin hemen yanındaki iskemlede onlara hikayeler okuyan birileri vardı. Özellikle, onlara kitap okuyan genci annem hiç unutmaz. Perçesi alnına dökülen o güzel genç çocuğu. O okurken bizim uykuya dalmamızı beklerdi diyor.  Anneminse onu seyretmekten uykusu kaçardı gibi geliyor bana. 

Ancak ilk günler çocukların bir kısmı kendilerini alışık olmadıkları bir ortamda bulmuş olmanın endişesine kaptırmışlar. Ailelerinden uzakta kalmaya alışkın olmayan çocuklar, Burgaz Adanın, çam ormanlarının ortasında bir köşkte, gece cırcır böceklerinin çıkardıkları seslerin etrafta tek duyulan şey olduğu bir yatakhanede, yan yana dizili yataklarda, bir çok küçüğün arasında yattıkları anlarda başlayan "terkedilmişlik hissiyle" beraber, birden kimi ağlayışlar duyulmaya başlarmış oradan buradan. Derken hıçkırıkların biri diğerine karışırmış. 

Bunlar birbirlerine sorarlarken; " Peki sen neden ağlıyorsun?  bir anda bütün banda başlarmış ağlamaya!!!... Annemse, şaşırırdım diyor. Bu çocuklara ne oluyor? Ne güzel kamptayız işte, krallar gibi kahvaltılarla, birlikte oyunlar, masallarla. Niye ağlıyorlar ki bunlar?

Aradan bir kaç gün geçmiş, artık bir çoğu kısmen ortama adapte olmuşlar. Bu sefer geceleri hep birlikte tuvalet seferleri başlamış. Masal bitip, kitabın son sayfası da kapatılınca, son son odada yanan loş lambanın da söndürülümesinin arkasından bir süre sonra, çocuklardan biri diğerini uyandırırmış. "Ssssstt.. uyuyormusun? Yok. Benim çişim var, tuvalete gidelim mi?. Peki. Bir diğeri, "Nereye? Tuvalete.. Sen de istiyorsan gel. Derken en az beş altı çocuk, bazen daha fazla, ahşap merdivenlerden, aşağı kattaki tuvaletin yolunu tutarlarmış. Karanlıkta, yolu seçmenin zor olduğu anlarda birbirine tutunarak giden çocuklar  hayatlarının en büyük maceralarından birini yaşar gibilerdi mutlaka. 

Aynı gecelerden birinde, yeniden sekiz on tanesi birbirinin ardında dizili tuvalete inmişlerken tam, aynı anda, yemekhanede çalışan, bembeyaz saçlı, yaşlı kadın, üzerinde yine beyaz uzun geceliğiyle çıkmaz mı çocukların karşısına. Çocuklar birden bire karşılarında hayalet görmüş gibi olunca, basmışlar çığlıkları. Annem, "Bir taraftan bakıyorum, bu kadından niye korkuyorlar " diye, ama " Eğer bu çocukların hepsi bir ağızdan bağırıyorlarsa bir sebebi var herhalde! " diyerek kendisi de onlara katılmış. 

Şöyle bir iki dakika yaşanan hengame, çığlıklar sonunda bunları susturan kim olmuş bilinmez.

Ertesi bir kaç gün ahçı kadının çocukların attığı çığlıklardan girdiği korkudan sesi gitmiş. ( ya la charpeyaron) 

Annem o Burgaz Kampı sefasını hiç unutmaz. Daha sonra bir daha kampa hiç gitmedi sanırım. Sapsarı bir yüz ve çelimsiz bir bedenle gittiği kamptan beş kilo alarak dönünce kardeşi Elio onu patatika diye çağırmaya başlamış.

Hala Burgaz'da cemaatimize ait bir köşk varmıdır bilmem. Geçmişte, imkanları kısıtlı olan ailelerin çocuklarıyla kampta ilgilenen o güzel insanların bugün hatıralarını yaşatan bir şey kalmışmıdır bilinmez. 

Bu da yine annemin çocukluğundan, çok uzuuuun seneler öncesine ait. insanlarımızın yaşadıklarından küçücük bir kesitti...