1 Şubat 2022 Salı

Küllerinden yaratılan dil

Genç kızlığımda kuzenlerim gelmişlerdi Israel'den. Birden bire evimizi, yeni evli çiftlerin küçük çocukları doldurmuşlardı. Yaramaz ufaklıklar, mutfağa her girişlerinde bana muzur muzur bakıp bir şeyler konuşuyorlar ve gülüşüyorlardı. Bense onların söylediklerinden neredeyse hiç bir şey anlamıyordum.

- Ne dedi?

Yine aynı zamanlarda, ağbim ve arkadaşlarının  aralarında ibranice konuşma alışkanlıkları yerleşmişti. Hele, bir tanesinin Israelli eşiyle birlikte toplandıklarında tek konuştukları dil ibraniceydi. Hayatımda en çok kıskandığım şeylerden biriydi bu belki;  İbranice bilen insanlar. Bu dili öğrenmeyi çok istiyordum. Onlardan duyduklarımdan, kısmen öğrendiğim kelimeler dışında bu lisanı gerçekten konuşabilmek istiyordum.

Hele kuzenlerimin çocukları Türkiye'ye geldiklerinde, bu dili küçük bir çocuğun ağzından duyduğumda nasılsa bana çok hoş geliyordu.

İbranice'nin Arapçayla olan yakınlığı ve benzerliğine rağmen, Arapça'daki çok geniş anlamda boğazdan çıkan seslerin kulağımı kısmen rahatsız etmelerine rağmen, yine boğazdan gelen seslerin hiç az olmadığı bu dil nasıl olur da bu kadar hoşuma gidebiliyordu bilmem.

Herşey sadece birine karşı olan ya da duyulan bir yakınlıkla mı alakalıydı?

Evet, sonuçta İbraniceyi hangi Israellinin konuştuğuna da bakıyordu bu. Sonuçta, Arapça'yla aynı kökten gelse de, yüzyıllardan sonra küllerinden yaratılmış bu lisan belli bir evrim geçirmişti.

Bugün Israel'de konuşulan,  bir Tsabar İbranicesi vardır. Bu da burada doğanların ağzından çıkan," resh", "ayin" ya da "het" gibi harflerinin hafiften vurgulandığı, boğazdan çıkan halleri vardır ancak bu çok kuvvetli bir vurgu değildir.

Bir, Ashkenaz Yahudilerinin konuştuğu ibranice vardır.  Daha yumuşak, resh'ler, Fransızca ya da belki daha çok Almancadaki gibi, dilin arkasından çıkarılan R sesine benzer ki tsabarlar (İsrael'de doğan ve büyüyenler ) bu şekilde telafuz ederler,

Bir de, Yemenlilerin İbranicesi vardır ki, onlar konuştuklarında bir yabancının bu dili Arapça'yla karıştırması kaçınılmaz gibidir. Çünkü Yemenlilerin telafuzları,  bu dili bu bölgenin insanının konuştuğu gibi konuşacak şekilde gelişmiştir. Ve aslında en doğru, en otentik İbranice, Yemenlilerin konuştuğu şekildir. Onların telafuzu en olması gereken şeklidir. 

Diğer, Arap ülkelerinden gelenlerin de, eğer tsabar değillerse, yine Arapçayı andıran bir İbraniceleri vardır. Çünkü, Arapça ya da Arapcanın bir çeşidi olan kimi Kuzey Afrika dillerinden gelenlerin dilleri İbranice'deki seslere de bu şekilde döner.

Derken, bugünkü modern ibranice, günümüzün dilini canlandırmış olan, buraya 1800'lerde gelen Rus yahudilerinin yeniden yarattıkları, zamanımıza uydurdukları, kimi yeni kelimeler katarak geliştirdikleri  ve burada doğan nesillerin şimdi konuştukları dildir.

Örneğin, Ashkenaz Yahudilerinde iyice belirgin olan,  Resh yani R harfinin,  Almanca'daki "R "sesine benzer çıkardıkları şekli bugünün ibranicesine yerleşmiştir.

Bu da, Israel'in ilk kurucularının, özellikle de bu dili yeniden yaratan insan olarak tanınan Eliezer Ben-Yehuda'nın Yiddish ( Yahudi Almancası ) konuşmasıyla ilgilidir.

Modern İbraniceyi dirilten, Eliezer Ben-Yehuda, Rus İmparatorluğunun Luzhki Şehri'nde 1858 yılında doğmuş. Ben Eliezer,  Ashkenaz ve Hassidik kökenli ( bir çeşit ortodoks yahudi) bir aileden geliyordu.  Belarus'ta, Yeşiva'daki öğreniminden sonra yüksek okula gitmiş,  daha sonra Paris'te Sorbonne Üniversitesi'nde eğitim görmüş. 1881 senesinde Filistin'e göç ettiğinde, Siyonist akımın içindeymiş.

Rusya'da yaşanan pogromların ardından, bir çok Yahudinin Amerika'ya göç ettiği dönemde, bazı Yahudiler,  kutsal topraklarda Yahudi ruhunu yeniden canlandırmayı tercih etmişlerdi. Gola'da bir yerden diğerine sürüklenen, her gidilen yerde yaşanan kısmen rahat  bir dönemin ardından tekrarlayan düşmanlık dalgalarıyla durmadan yer değiştirmek zorunda kalmaktan sıkılanlar vardı artık. Buna bir son verilmesinin vaktinin geldiğine inanan insanlar vardı.

Bu şekilde, Rusya'dan Israel'e gelip, Araplardan geniş topraklar satın alanlar  ilk tarım alanlarını açanlar olacaklardı. Rishon Le Zion'da ilk defa, toprağın altında şu kaynağını bulanlar da aynı Rus Göçmenlerdi.  Eliezer Ben Yehuda da diğerleri gibi bir Siyonist'ti ( Irkçı değil, bu toprakları seven, ve Yahudilerin Tanrının onlara vadettiklerine inandıkları bu yerlere dönmek isteyenlerden biriydi sadece!!)

Ve Eliezer, Yahudilerin, binlerce yıl sonra, unuttukları dili canlandırmaya kararlıydı. Bu dil yeniden doğacak,  bu topraklarda bir kez daha hayat bulacaktı. Yuvalarda, okullarda, alışverişte, sokakta yeniden bu dil konuşulacaktı.

Bugün, Tel Aviv'in merkezinde Allenby Caddesi'nin arka sokaklarında bir yerlerde, müze olarak ziyaret edilebilen evde, bu insan bir dili yeniden canlandırarak tarih yazdı. Çünkü dünya'da ilk kez kimsenin artık konuşmadığı bir lisanı yeniden hayata kazandırmayı başarmıştı.

Dünyanın en kolay lisanlarından sayılmasa da, mecbur kaldığınızda öğrendiğiniz bir lisandır bu da.

Ben buraya gelmeden önce, oradan buradan edindiğim kimi kitaplarla, iş dönüşlerimde her gün ibranice çalışmamın çok büyük faydasını görmüştüm. İbranice okulunun ilk günlerinde öğrenilen şeyler bana çok tanıdık gelirlerken, altı ay sonunda bu lisanda kendimi rahatça ifade edebilecek kadar bu dili öğrenmiştim.

Belki bir lisanı öğrenebilmenin bir kaç koşulu vardır. Birincisi bu dili sevmek ( ki ben İbraniceyi seviyordum) ve öğrenmeyi istemek. 2. Bu lisana yakın bir dil biliyorsanız bu işinizi daha kolaylaştırabilir mutlaka 3. Genç yaşta öğrenmek 4. Ve diğeri;  ana diliniz yerine, bu lisanı her an duymak, okumak, film seyretmek, haber dinlemek ve  hep konuşmak !



( Aşağıdaki video'da, İbranice ve Arapça'nın benzerliğini gösteren, Israelli ve Mısırlı iki genç bayanın  karşılıklı iki lisandaki kelimeleri tahmin oyunu)





26 Ocak 2022 Çarşamba

 Sol basın kendini  karla oyalıyor!


Aşağıda, Jerusalem Post'ta bugün yayınlanan fotoğraf, Golan tepelerinin bu sabahki manzarasını gösteriyor. Basın, olağanüstü bir olaya çevirdiği kar yağışını normalin üstünde bir heyecanla beklerken her an Yeruşalayim'ın "hala" yağmurlu caddelerinin köşelerinde bekleyen muhabirleriyle yaptıkları canlı yayınlarda, bomboş sokaklarda kendileri dışında kimseciklerin olmaması dışında pek yeni bir şey taşımamaya devam ederlerken ekranlara, arada hastanelerden gelen son bilgilere göre Omikron'un Israel'de gittikçe daha  hızlı yayılması neticesinde, ağır durumda tedaviye alınan  çocukların sayısında büyük bir yükseliş görülüyor. 
Geçmiş hükümetin her hareketini, her adımını tenkit etmeye meraklı olan basın, bugünkü hükümetin politik çizgisine söz söylemekte  zorlanır gibi görünüyor.
Netanyahu'nun Başbakanlığındaki Koalisyon Hükümetine karşı ağır eleştirileriyle bilinen Bennettse  pandeminin ilk senesinde, "Pandemiyle Başetmenin yolları "adli bir kitap yazmış ve kitabıyla çok övünmüştü. Gerçek hayattaysa, bir kez daha ortaya çıkan, teoride kolay olan şeylerin, uygulamada her zaman başarı getirmeyebileceğidir.  Konuşmak, eleştirmek kolaydır ancak sorunu gerçekten çözmek için bir şeyler yapmanız gerektiğinde işler farklı yürüyor.
Bennett'in bir inat gibi, Netanyahu'nun, zamanında almış olduğu kararlarla benzer bir yol uygulamamasının getirdiği kimi yanlışları ve ortaya çıkan kaos ortamını kabul etmemesi, bu işin tabi politik bir hesap yönüdür.
Şu anda ülkede kapanma olmadan bir kapanış söz konusudur. Yani virüsün herkese bulaşmasına izin vermeleri sözde ekonomiyi kurtarmak adınaydı. Ancak ülkenin yarısı evlerinde hasta yatarken de ekonomiyi kurtarmak mümkün olamaz. Bir taraftan da insanlara kaybettiklerini ödemeyen Maliye Bakanı Avigdor Lieberman'ın insanlarla dalga geçer gibi konuşmaları inanılır gibi değildir. Bütün bunlar bir tarafa yüksek olan hasta sayısının içinden ağır durumdaki çocukların sayısı da birden bire çok büyük bir yükseliş gösterdi.
Şu an için hem yeterince hasta var hem de çalışabilecek durumdaki insanların sayısı geçmiş dalgalardan  daha az. ( çünkü hasta olan bir insanın çalışması zor olabilir, evden bile!)
Neyse, bugün yağan ve daha yağması beklenen kar, bugünkü hükümete kesinlikle toz kondurmayan sol basını yeterince oyalıyor.
Dedim ya yağmışken bari bizde de yağsaydı birazıcık, biz de oyalanırdık belki!!


Kuzey'de kar başladı


Uzuuun, sıcak ve yağışsız yazlarıyla tipik bir Akdeniz İklim ülkesi olan Israel'de bu son bir kaç haftadır devam eden ve normal derecelerin altında seyreden hava şartları bugünlerde rekor kırma seviyelerinde...
Geçtiğimiz akşam Türkiye'yi vuran "Alfis"(?) fırtınasının getirdiği yoğun kar yağışı, bugün buralara vardı.  
Israel'in kuzeyinden başlayarak, Yeruşalayim ve Hevron cıvarlarına kadar yayılacağı bilinen yağışın yeterince kuvvetli olması bekleniyor. Son bir iki saattir kar yağışının Golan tepelerinde, yani kuzeyde başladığı haber veriliyor.
Sıcak havalarla boğuşmaya alışık olmayan Avrupa'da, Ağustos ayında bir anda beklenmedik yükseklikde hava şartlarıyla, klima bulunmayan bir çok mekanlarla karşılaştığınızda ne yapacağınızı bilemediğinizde nasıl zorlanıyorsanız, soğuk hava şartlarına kendini hazırlamamış olan bu ülkede de kışın kısa ancak soğuk gecelerini geçirirken de bir o kadar zorlanabiliyorsunuz.
İşin ilginç tarafı, havaların artık yeterince serinlediği sonbahar sonu dönemlerinde bile, ben artık ısınmayı ararken Israel'de bir çok dükkanlarda, ofislerde, süpermarketlerde klimalar hala etrafı serinletmeye devam eder. Bu ülkedeki uzun ve çok sıcak yazlardan kalan ısıyı hala vücutlarında muhafaza eden insanlar, artık havaların serinlediğini hissetmezler mi bilmem. Deli bunlar derim hep!!
Şu son bir haftadır, özellikle geceleri 5-6 dereceye kadar inen hava sıcaklığının, ayazlı saatlerin sonunda, evlerin ve kapalı ortamların yeterince soğumalarının ardından, gündüz çıkan güneşe rağmen kapalı ortamlardaki soğuğu biraz olsun alacak bir ısıtma sisteminin olmaması Ocak ve Şubat aylarında insanı kat kat giyinmeye zorluyor.
Tüm bunların yanında, buralara çok ender yağan karı hayatlarında hiç görmeyen çocukları için bir anda yollara çıkanlar, Yeruşalayim girişinde uzun bir kuyruk oluştururlar arabalarıyla...
Çocuklar için dünyada en cezbedici şeylerden biri olan kar ve kartopu oynamanın keyfine varana kadar karların çoğu eriyip gitsede, yarım saatlik bir yolun saatlerce uzamasına bile değdiğine inananlarla doludur burası.
Bu yıl, hala daha virüsün etkileriyle yaşamın normal haline dönememiş olması da bu seferki karı karşılamaya gideceklerin sayısını azaltacaktır eminim.
Dün en az 80.000 yeni virüslü eklenen, ülkede trafik hala normalden çok daha rahat işliyor. Bu sayı daha resmi olarak bilinen. Bir de kendilerine ev testi yaptırıp haber vermeyenleri eklersek bu rakkam en az iki katına çıkacaktır.

Neyse, şimdi aklıma geldi de, İstanbul'da özellikle kışın ve karlı günlerde kestane yemeği ne kadar çok severdik biz. Yazın arabalarda satılan kaynamış mısırların yerini kışın, ateşte, küçücük kese kağıtlarında satılan kestaneler alırdı. Annemse evde kestane şekeri (marrons glacés) hazırlardı. Mmmmmm.. ne güzeldi o kestaneler.. Burada insanlar en çok yaz aktivitelerini tanıyorlar. Denizle, deniz sporlarıyla, açık hava şartlarındaki aktiviteleri... insanları yeterince çeken parklarda, bisiklete binmek, hasta olunca bile sıcak bir şeyler yerine yaz kış dondurma yemeğe gitmek Israel'de en sık yapılan şeylerdir. Kestaneyi süpermarketlerde bulmak mümkün. Ben, kestaneyle kendimce keşfettiğim başka lezzetler hazırlıyorum. Özellikle kimi kış günleri. Sonunda bir tek kendi yediğim şeydir bu da. Çünkü kestanenin tadına alışmamış olan bizim ailenin üyeleri bunu da tenezzül etmezler hahah... Kakaolu, kestaneli toplar hazırlarım ben... Harika olurlar...
Bu gece, bol karla birlikte hava hiç olmadığı kadar soğuk olacak bir kez daha...
Tel Aviv'e tarihte en son 1950'de kar yağmış. Bir sabah yataklarından kalktıklarında yerler hafiften beyaz bir örtüyle örtülüymüş. Tabi gözlerini açıp kapayana kadar eriyip gitmiş o kar.
Bakarsınız 70 sene sonra o bembeyaz pamukçuklar havada bir kez daha uçuşurlar Tel Aviv'de de.
Geçen senelerde yağan doluyu illede kar zannedip heyecanlanmıştım 😅. Her taraf bir anda bembeyaz olmuştu, aynen kar yağmış gibiydi...
 






 

25 Ocak 2022 Salı

İsraelli bir İnovasyon Firmasının, erkek civcivlerin kitleler halinde imhasına son getireceğini söylediği yenilik!


Biz Yahudilerin en çok yediğimiz et tavuktur. Hem beyaz et daha az yağlıdır denir, hem de kaşer'dir. Kısaca, sığır eti, balık ve tavuk, Yahudi sofralarında en sık bulacağınız protein çeşitleridir.
Özellikle her Shabat sofrasında bulunan bir klasiktir tavuk. Bir sebzenin yanında, kendinize göre pişirdiğiniz tavuk sofradan pek eksik olmaz. Ya da Yom Kipur'da da, ağır ve daha yağlı kırmızı et yerine, daha hafif olduğuna inanılan tavuk eti uygun görülür.

Ancak, ister sığır, ister tavuk olsun, bugün masamızda görmeğe alışkın olduğumuz protein kaynaklarının, sözde kaşer olarak nitelenen etin bile geçirdiği işlemlerin neler olduguna biraz baktigimizda,  insan denen varlığın, insafsızlığının bir daha farkına varmak zor olmaz.

Acı gerçeklerden çoğu zaman uzak kaldığımız sürece bizler, nasıl bir kıyımın bir parçası olduğumuzu reddetsekte gercekleri değiştiremeyiz.

Eskiden, doğal ortamlarda yetiştirilen hayvanların geçirdikleri işlemler bugünkü kadar sofistike değildi. Ancak bizim için, sözde en fazla verim ve kazancı sağlamak için gelişen ve geliştirilen sanayi hayvanlara karşı uygulanan acımasızlığı da azaltmadı arttırdı.

En basit örnek olarak tavukları verirsek; kesime gittikleri ana kadar geçirdikleri eziyet, küçücük kafeslerde tıkış tıkış tutulan bu hayvancıkların bulunduukları, tutuldukları hallerini görmek zordur.
Sadece tavuklar değil sığırlar ve diğerlerinin, etlerinin yumuşak olması için, daha fazla sürüm elde etmek için geliştirilen, insanlıktan çok uzak bir çok işlemlere tabii tutulmaları zaman zaman konuşulan şeyler. 

Sadece tüketmek amacıyla beslenilen tavukların yumurtalarından çıkan erkek civcivlerin, işe yaramadıkları sebebiyle aynı gün imha edilişleri...hep korkunç şeyler.

Hayvanlara karşı çok fazla eziyetin söz konusu olduğu bir endüstri alanıdır hayvancılık.
Son yıllarda, aynı paralelde, çevre ve hayvanlara olan duyarlılık artmakta yine de. İnsanoğlunun geçmişte hiç olmadığı kadar bazı gerçeklere uyanışları, bu insafsız hareketlere bir anlamda dur demek için büyük çaba harcamaya hazır kitleleri harekete geçiriyor. Bu hareketler, bu endüstri alanının daha insancıl yöntemler geliştirmek için arayışlara girmelerine sebebiyet veriyor.

Bunlardan biri, erkek civcivlerin, sanayi tarafından kitleler halinde imha edilmelerini sonlandırmak için aranan yollardır.  Şu ana kadar, dünya genelinde senede ortalama yedi milyar erkek civciv yumurtadan çıktığı gibi, özel makinelere sokulmak üzere ortadan kaldırılıyorlar.

Bu insafsız işleme bir son vermek isteyen, Almanya,  Hollanda gibi ülkelerde,  erkek civcivlerin yumurtadan çıkmadan evvel yok etmeyi, daha da doğrusu doğmalarını engellemeyi hedefleyen kimi yollar deneniyorlar. Ancak, özel ekipmanların gerekli olduğu sistemler masraflı oluşları yüzünden pek tutulmuyorlar.
Şimdi bir İsrael'li İnovasyon Şirketiyse, çok farklı bir yol geliştirmiş. Bu sistem hem çok etkili, hem zararsız hem de masrafsız. ( Sonuçta, insanlığın doğanın kendi gelişimine ve gidişine ille de ellerini atmalarını saymazsak tabi )

Dünya'da, tüm protein tüketimin % 30'unu oluşturan tavuğun daha insancıl koşullarla sofralara ulaşımını sağlamak için geliştirilen bir işlemden bahsediliyor.  Sözü edilen şey, erkek fetüslerin oluşumunu engelleyen basit bir genetik modifikasyon. Fetüsün gelişiminin daha çok erken safhalarında, erkek civcivlerin gelişimini durduran bir genetik mod ekleniyor. Dişi fetüslere aynı genetik değişim uygulanmadığı için onların çoğalmalarına olanak veriliyor. Ve böylece,  dişi civcivlerin sağlıklı ve genetiği modifie edilmeden çoğalmaları sağlanıyor.

Yaşadıkça, çoğaldıkça, doğanın tüm mükemmel özelliklerini kendi elleriyle denetlemeye çalışan insanın, Tanrısal özellikleri kendi ellerine alarak, hayvanları, doğayı yeniden kodlamaya çalışarak,  modifie ederek, kendi şartlarına uydurmak için savaşmaya başladıkları bir çağda, yeryüzünün hala bize isyan etmemesini beklemek komik gibi aslında. Ne kadar dikkatle yapılsa da, ne kadar bilinçle uygulandıkları iddia edilse de, insan elinin değdiği doğadaki tüm teknik dokunuşlar ve değişiklikler, bir yerden sonra dengede yürüyen bir şeylerin uyumunu bozacaktır diye düşünüyorum. 

24 Ocak 2022 Pazartesi

Kelimelerin gücü 

Hayatlarının orta yerinde, birden durup dururken isimlerini değiştiren insanlar tanıdınız mı hiç? Evlenip kocalarının soyadlarını alan kadınlardan değil kendi özel isimlerini değiştiren insanlardan bahsediyorum.

Çocukluğumda ismimi hiç sevmezdim nedense. Hayatımda duyduğum tek Batya idi diye mi yoksa çoğu kez insanların ismimi söylerken, ağızlarından çıkan bu adın kulağıma çalınışının yeterince kaba oluşumuydu bilmiyorum. Hayal meyal, cemiyetimizin bir yerlerinde, benimle aynı ismi taşıyan biri daha olduğunu bilmemin dışında, yine de bu koca evrende sanki bir Batya bendim. Ancak, adımın anlamını bildiğimden, böyle bir ismi başka bir şeyle değiştirmek Tanrı'ya ihanet gibi gelmişti bana. "Tanrının kızı!"anlamında bir ismi değiştirmek, kafamdaki inanışa göre, doğru bir hareket olmazdı. Bunun özel bir değeri olmalıydı mutlaka.

İsim değişikliği yapmak aslında her yerde duyulmuş bir şeydir. İnsanların, anne babaları tarafından, kendilerini çağırdıkları ada sempati duymamaları her yerde olabilecek bir şeydir. Ve bu anlamda dünyanın heryerinde, belli bir yaşa gelen bir insanın adını değiştirmeye karar vermesi olasıdır.

Israel'de, adını beğenmemenin dışında, isim değişikliğine sebep başka bir yaygın neden daha vardır. O da Yahudilikte, her adın bir enerjisi olduğuna ait olan inançtır. Her ismin taşıdığı anlamın etkisinin dışında, örneğin, fırtına, yağmur, güneş.. tüm bu isimlerin anlamlarının kişiliğinizin oluşumunda, hayatınızda belli bir etkisi olduğuna inanılır. Ayrıca, her insanın isim ve soyadına göre bir de kabalistik sayısı vardır. İbrani alfabesindeki harfler, aleften başlayarak  1'den 400 sayısına kadar numaralanmıştır. Ve böylece her kişinin isminin, bir de doğum tarihinin hesabı yapılır. Doğduğunuz tarihi değiştiremezsiniz. Ancak, bazen, bazı şartlarda, isimde yapılacak ufak tefek değişiklikler, adınızdaki bir harf değişimi bazense tamamen farklı bir isim almanın yaratacağı farklı enerjinin  insanın kendi enerjisini de değiştirebileceğine inanılır. Kimi zaman insanların hayatında bir anda herşey ters gitmeye başladığı olur. Üst üste  kimi olumsuzluklar yaşayanlar bazen isimlerinde söylediğim şekilde bir değişikliğe giderler.

İnsanın kimi şeyleri değiştirmesi mümkün değildir mutlaka. Belli bir rahatsızlıkla dünyaya gelen çocuğunuzun ismini değiştirdiğiniz için onun normal olmasını beklemezsiniz. Ancak daha olumlu bir enerji yaratmak her zaman mümkündür.

Yahudilikte kelimelerin özellikle hayatımızı şekillendirebildiklerine inanılır. Ağzınızdan çıkan sözlerin direk etkileri vardır. Söylediklerinizin hayatınızı şekillendirdiklerine inanılır. Bu yüzden olumsuz sözler söylemek sizi olumsuz etkileyecektir. İyi dileklerde bulunmak her zaman en doğrusudur.

Kabbala'ya göre, sayıların, harflerin ve kelimelerin insan hayatında yarattıkları bir enerji vardır.

Bu yüzden tüm söylediklerinizi nasıl ifade ettiğinizin önemi sandığınızdan daha büyüktür.

Annem geçenlerde, bana "Allah daha kötü şeylerden korusun!!"dediğinde. Söylediğinin iyi dilekten çok bir tehtidi andırdığının farkındamısın ? diye sordum gülerek. Türkçe'de bu tip, sözde iyi dilekler çoktur.

Facebook'taki, Türkiyeli arkadaşlarımın paylaşımlarından zaman zaman rastladığım bu tip, tuhaf tonlardaki iyi dilekler, o toplumda yetişen insanlar için çok normal karşılanır.

"Tanrı hiç kimseyi evlatlarıyla sınamasın!"

"Tanrı beterinden korusun"

"Tanrı hiç bir anneye evlat acısı yaşatmasın!"

"Tanrı kimseye böyle hastalık vermesin"

Halbuki, aynı iyi niyet sözlerini, pozitif bir tarzda söylemek mümkün değil mi?

"Tanrı size çocuklarınız bağışlasın!"( Sonuçta bu dilek türkçe lügatta mevcut olan bir dilektir)

"Tanrı beterinden korusun yerine, Tanrı her zaman iyilikler ya da esenlik getirsin!" gibi

"Tanrı böyle hastalık vermesin yerine,  size sağlık versin"... gibi.....

İstediğiniz mesajı, acı, hastalık, beter ve vermemek, sınamak gibi negatif kelimeler dizdiğiniz cümleler yerine, tamamen olumlu kelimeler, kulağa daha iyi, çok daha pozitif gelecek sözlerle değiştirmeniz kesinlikle önemlidir. Bu şekilde, doğa da sizin ondan ne beklediğinizi daha iyi anlar bence. Dramatik türden iyi dilekler dileyip iyi şeyler beklemek daha zor. Cümlelerinizde, hastalık ayrılık  acı, ölüm ve beter gibi kelimler kullanmayın lütfen. Madem melekler sizi duyacak, onlara olumlu mesajları direk olumlu cümleler kurarak verin.

Kendi kulaklarınızı dramatik sözlerle, ruhunuzu tehtid gibi cümleler kurarak deprese etmeyin daha iyi  Olumlu sözlerin gücünü kullanın !!

Aynı şekilde, hayatımızı değiştirebilen şeylerden biri, kendimiz, çevremiz ve yaşadıklarımızla ilgili ağzımızdan çıkan sözlerdir.

Olumlu yorumlar, positif mesajlar, yaşantımıza yine aynı şekilde yansırlar.

Bir çok defa, çocukların, okuldaki başarısızlıklarının,  anne babalarının positif sözlerle, yaklaşımlarıyla değişebildiklerini görürsünüz. Bazen bir çiçeğe bile, sürekli güzel sözler söylediğinizde, çiçeğin canlandığına tanık olabilirsiniz.

Bu şekilde hastalıkları aşmayı başaran insanlar vardır!!

Kendiniz, aileniz ve çocuklarınıza söylediğiniz sözlerin düşündüğünüzden çok daha büyük bir enerji yarattığını unutmamak lazım. Ne verirsek onu alırız!!

Geçtiğimiz günlerde aniden hastalanan arkadaşım için de aynı şeyi yapıyorum.

Meditasyon, reiki, olumlu enerji gönderimine çok inandığını bildiğim, 35 senelik arkadaşım için dua etmek yerine ben  ( ki bunu şu an yapan çok insan olduğunu biliyorum) ona direk konuşuyorum.

Her gün, her hatırıma geldiği an, ona sesleniyorum. Onun beynine olumlu mesajlar göndermeye çalışıyorum. Dışarıda yeniden parlayan güneşi anlatıyorum, onu hepimizin beklediğini, onu sevdiğimizi söylüyorum. O an sadece onun beynine kanalize olarak. Yanındayken konuştuğumda, elini kımıldattığını gördüm. Bizi duyduğuna eminim. Tüm kuvvetimle ona olumlu enerji gönderiyorum. Biliyorum, onun şu an en çok ihtiyacı olduğu şeylerden biri bu.



21 Ocak 2022 Cuma

 Başlamadan biten bir hayat hikayesi

Çocukluğumda bir Ahmet Amca vardı.  Kimdi bu Ahmet Amca anlatacağım. 6 yaşımdan 11 yaşıma,  beş sene boyunca, sabah akşam beni Şişli On Dokuz Mayıs İlkokulu'yla evim arası taşıyan servis şoförüydü Ahmet Amca.

Beyaz sakallarıyla, yine kır saçları olan hafif tombulca yüzlü, orta yaşlı bir adamdı bu. Hep gri, bej kıyafetler giyer, yine bej rengi Peugeot minibüsüyle bizleri getirir  götürüdü. Türkçe'de o çok kullanılan terimlerden biri ona gerçekten yakışacak türden bir insandı Ahmet Amca; kısaca "nur yüzlü" bir adamdı o.

Gülümsemesi eksik olmayan, hep yumuşacık bir tonda konuşan tatlı bir insandı. Her gün arabaya bizzat benim, bedenimi  eelleriyle kavradığı gibi, hoop diyerek minibüsün içine bindirirdi. Her defasında. nasılsın küçük kız diye sormadan da olmazdı. Çok dostane bir çevrede büyümediğinizde, size gülen insanlar sizi bir kat daha etkiler. Onlara bağlanırsınız adeta. Ben çekingen bir çocuktum. Belki de bu yüzden büyükler beni daha da çok severlerdi. Ahmet Amca da öyle.

O dönem,  çocukların seyahat  güvenliğinin  çok düşünülmeden ayarlandığı servislerden biriydi bu da. Ben severdim yine de :). Bir de her servise binişimden evvel, kıpkırmızı kalem şekerlerden almayı hayal ederdim ilk önce. O şekerlerden kaç kez satın aldığımı bilmiyorum ancak bugüne kadar bende yarattıkları cazibeleri zihnimde yer etmişlerdir.

Ahmet Amcayla gidip geldiğim serviste benimle birlikte seyahat eden çocukları pek anımsamam. Sadece Y'yi unutmam.

Sanırım 10 çocuktan fazlaydık. Yan yan seyahat etmek benim için tam bir cefa olsa da, ki arabayla gitmek midemi bulandırırdı çoğu zaman. Neyseki yolumuz kısaydı. Y dışındaki hiç bir çocuğun simasını bile hatırlamam bugün.

Y kimdi peki? Y  Şişli pasajının hemen ilk girişindeki sokakta otururdu. Kocamansur Sokakta. O ve ailesi bizim aile dostlarımızdılar. Yani kısaca Y sadece, okula beraber gittiğim diğer çocuklardan biri değildi. Benden iki yaş küçüktü. Ve onların evlerine zaman zaman gittğimizi anımsarım. Annemlerle birlikte sık sık bulunduğum evlerden biriydi, Y'nin evi. Onu,  ablasını ve annelerini çok beğendiğimi anımsarım. Y'nin uzun saçları kulaklarının arkasına düşerdi, ve hep gülen gözleri vardı. Muzur,  yaramaz bir çocuktu. Sanırım o yaştaki bir çok erkek çocuğu gibiydi o da. Annesi ve ablasınin, hepsinin güzel yüzleri ve özellikle çok güzel saçları olduğunu hatırlarım. Bazen onlar bize gelirler bazen biz onlara giderdik. Kısaca annelerimiz arkadaştılar, babalarımız da tabii.

Kısaca, Y'ler  ve ailesiyle çok yakındık biz. Babamla o aile arasında, maddi, manevi bir güven olacak kadar, yardımlaşmaya varacak kadar büyük bir yakınlıktı bu oluşan. Gerçek bir dostluktu onların aralarındaki.

Ondan bana yadigar en büyük hatıraysa, Büyükada'da ağaçlıklı bir mekanda, bir bahçede, piknik yaptığımız bir gündü. Tam olarak yaşımızı anımsamıyorum. Sanırım ben yine 6 yaşlarımdaysam o da bu hesaba göre daha da küçüktü. Zihnimde kalan tek sahne, toprak zemindeki bir taşa attığım tekmeydi. Karşımda duran Y ona doğru gelen taşı yerden aldığı gibi, bana doğru fırlatmıştı. Alnıma gelen taşın acısını anmsamasam da, o sayniyelerde yüzümden aşağı akan şeyi hatırlıyorum. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Alnıma gelen taştan açılan yaradan kanlar akıyordu ve elimi yüzüme koyup şöyle bir baktığımda elimin kıpkırmızı olduğunu görmüştüm. Birden çığlıklar atmaya başlamıştım. Annemlerin yanına koştuktan sonrası hayal meyal aklımda.  Adadaki tek Sağlık Kurumu olan dispansere gitmiştik. Bu yerde sanırım bir tek pansıman yaptırmak mümkündü. Eğer yanlışlıkla kalp krizi geçiren biri olursa adada, ölürdü. Orada başıma pens koymuşlardı.

Y ne yaptığını bilmeyecek kadar küçüktü. Ve tabi kimse ona kızmamıştı. Tahminim, sadece yaptığı şeyin getirdiği zararı anlatmışlardı o zaman.

Ve Y Ahmet Amca'nın servisinin maskotuydu. Hem yaramaz, hem de sevimliydi. Ona lakap bile taktıklarını anımsıyorum. Tom ve Jerry'deki tiplemelerden biriydi ismi, şimdi hangisi olduğunu bilmiyorum.

Bir sabah servisle evlerine geldiğimizde, Y'nin ateşi olduğunu söylemişlerdi. O gün okula gitmemişti Y. Ve ertesi gün yine ateşliydi. Ve günler günleri takip ederken Y okula gitmez olmuştu.

Aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum. Annemden Y'nin hastalığının ciddi olduğunu duymuştum. Annesiyle birlikte Israel'e gidiyordu.

Bir yıl sonra, Israel'e uçtuğumuzda, onu göreceğimizi duyduğumda çok sevinmiştim. Annesiyle birlikte teyzemin evine geldikleri akşam  Y'nin  elinde hediyeler vardı. Kuzinime güzel bir paketin içindeki kalem kutusunu verirken, " en güzelini senin için seçtim "dediğini anımsıyorum. Daha küçücük bir çocuk olarak, ona özel duygular besliyordu.

Güzel saçları tamamen dökülmüş, yüzü aldığı kortizonlardan şişmişti.

Bu onu son görüşümüzdü.

Y daha sonraki aylarda, belki bir sene sonra, bundan emin değilim Lösemi yüzünden hayata gözlerini yumduğunda, bizim için çok yakın bir arkadaşımızın ölümünü anlamak ne derece kolay olmuştu bilmiyorum.

Y'nin rahatsızlığı için geldikleri ülkeden bir daha dönmeyen aile, burada kendilerine iş kurmuş, ilerlemişlerdi. Çok zeki ve atılgan bir kadın olan annesi, kurduğu şirkette hayatını sadece işine adamıştı. Çocuğunun ölümüyle sanırım bir daha hiç aynı insan olmamıştı o.

Seneler sonra, genç bir kız olarak karşısına çıktığımda, ilk aradığı şey, Y'nin attığı taştan alnımda kalan izdi. O izi öpmüştü...

.........................................

Ben. çocukluğumda büyükanne, büyükbaba gibi kavramlarla iç içe büyümedim. Hiç birini tanımadım. Ne bir taraftan ne de diğer. Bu yüzden o insanların sevgisinin tadını da tatmamıştım.

O yüzden bir aile büyüğünün vefaatinin getirdiği üzüntüyü bilmedim çocukken.

Y'nin zamansız ölümüyse, bir çocuğun bile bu dünyadan bir anda göçüp gidebileceğinin göstergesiydi.

Daha ölüm kavramının tam olarak ne olduğunu bile bilmeyen bir çocuğun başlamadan biten hikayesiydi bu.

19 Ocak 2022 Çarşamba

Yeniden yaşanan kayıpların ardından

Aşağıda paylaştığım şarkı, Şehitler Gününde radio'larda dinletilen şarkılar arasındadır. Bu tip şarkılar her zaman bestelenir Israel'de. Kaybedilen bir kardeşin, çocukluk ya da yuva arkadaşının ardından yazılmış notalar, kimi çatışmaların içinden yasanilanlari en yalın şekilde ifade eden sözler. Uzun savaş gecelerinin karanlığında, top atışlarına karışan yaralı bir arkadaşın inlemelerini, kollarında son nefesini veren komutanının arkasından, unutulmayan anları melodilere dökmeyi tercih eden sanatçılar, müzisyenler çoktur.

Her savaşın, her çatışmanın sonrasında, hassas kişilikler bir daha aynı insanlar olamazlar. Geçen her savaşın ardında, bedensel sakatlıkların yanında, manen değişenler belki de en büyük zararı görenlerdir. 17 yaşımda, teyzemin Holon'daki evinde kalmaya geldiğimde, bana verdiği küçük odada kuzinimle birlikte yatacaktık. Karşılıklı iki yatak ve duvardaki resimde, annemlerin 13 yaşında ölen kardeşlerinin yemyeşil gözleri sanki bize bakıyordu. Karşı taraftaysa kim olduğunu bilmediğim bir gencin fotoğrafı asılıydı. Onun kim olduğunu sorduğumda, Eli'nin en yakın sınıf arkadaşıydı dedi teyzem. I. Lübnan Savaşında ölmüştü. Bu olaydan sonra, Eli aylarca odasına kapanmış.

Eşimin bir amcası Post Trauma yaşamış biriydi. Ve yine aileden bir başkasında daha, asker sonrası aynı ruhsal durum ortaya çıktı. Ve böyle insanlar çok fazla. Savaşı, çatışmaları, ölümü ve vurulan insan manzaralarını kaldıramayacak kişiler az değiller.

Yazılan şiirler, şarkılar nereye kadar ifade edebilirler sakat kalmış, bir anlamda bırakılmış ruhları?

Bir ülkenin daha yaşanır bir yer olması için huzura, barışa ihtiyacı vardır.

Bugünkü çocuk 20 yaşına geldiğinde, silah, barut ve tank görmek zorunda olmamalı. İnsanlar daha adil, daha güzel, daha huzurlu bir dünya yaratabilecek kadar akıllı ve duyarlı olabilmeliydiler. Küçücük bir toprağın arkasından ölenlerin canları bir hiçmiş gibi geliyor insana, Geçtiğimiz hafta Israel de iki trajik olay yaşandı. İki ayrı kaza. İki ayrı felakette, dört genç insan hayatlarının daha en başlarındayken öldüler. Biri, askeri talim sırasında, gece yarısı, Israel'in en seçkin komando birliklerinden birinde bir askerin, karanlıkta karşı taraftan gelen askerleri terörist zannederek ateş açmasıyla meydana geldi. O korkunç anlarda, iki genç olay yerinde vurularak öldüler. Onları yanlışlıkla öldüren askerin bir daha kendini toparlayıp toparlayamayacağını kim bilebilir. Bir anlık bir yanlış anlama ya da algılama, belki bir anlık bir panik haliyle bir tüfekten çıkan kurşunlar yanlız o iki askeri değil, geride kalan bir gencin de yaşamını bitirmedi mi?? Bir anlık bir hatanın yükünü üzerinden bir gün, biraz olsun atabilecek mi acaba?

Diğer olaysa, Haifa kıyılarında, teknik bir arıza yüzünden düşen helikopterdeki dört askerden ikisinin ölümüydü... Melodiler yeter mi, geride kalan ailenin, dost ve yakınların acısını ifade etmeye. Kimi bölüklerden çıkan askerlerin manen bir daha hiç bir zaman aynı insanlar olmadıkları bir ülkede her gün, artık bu savaşlar bitse deseniz de sabahın ilk ışıklarıyla gözlerinizi açtığınızda, yaşadığınız koşullarda bu barışın nasıl geleceğini bilmezsiniz.


Şay Gabso söylüyor... Başımı kaldıracağım....

Sözlerin tercümesi... Şimdiki zamanda yürüyorum Kaybolmuş bir çocuk gibi.... Avuçlarım uzanıyor, yardım istiyorlar, seninle bu yolculuğa devam edebilmek için Ama yolun kenarındaki çiçekler benliklerini kaybetmiş gibiler Işığı, güneşi arıyorlar, yardım etsin diye Bilgelik pınarından, umudu yeşertecek bir damla su istiyorlar, Başımı, gözlerimi uzaklardaki dağlara kaldırıp bağırmak istiyorum..

Sesim bir insanın duasına dönsün, bir çığlık gibi duyulsun diye!

Ya kalbim haykırdığında, yardım nereden gelecek? ......................... Yeni yollardan, manzaralardan geçerken Birden adımlarım yavaşlıyor.... Orada olup burada bulunmayan ne var? diye soruyor bir geçen Kalbinde sakladığın nedir? Bütün geçmişini sırtında taşıyan bir yaşlı gibi Dönüp, arıyorum, Bugün böylesine zorken Susup başımı kaldırarak Uzaktaki dağlara bağırmak istiyorum.. Sesim bir dua gibi duyulsun diye.. Yardım nereden gelecek bilmiyorum....