19 Kasım 2021 Cuma

Türkiye'yle bu seferki kriz de şimdilik sonlandı


Dün sabah beşte Nathalie Mordi Oknin çifti hakkında ilk güzel haberleri gördüğümde, çiftin yaşadığı korkunun sonuç olarak bir hafta içinde çözümlenebilmiş olmasının ne kadar büyük bir şans olduğunu düşündüm. Hatta bu olayın bu şekilde ve bu hızda çözülmüş olmasına inanamadım diyebilirim.

Günün ileri saatlerinde artık evlerine dönmüş olan  çiftin yüzlerinde inanılmaz bir yorgunluk vardı. Korkunun bir insana yapabileceklerini tahmin etmek güç değil. Korku, bilinmemezlik, yabancı bir ülkenin hapishanesinde çaresizce geçirilen günler insana bitmeyecekmiş gibi gelir mutlaka.

Nathalie Oknin, verdiği ilk basın açıklamasında gazetecilere, Türklerin kendisine kötü davranmadıklarını, kimsenin kendisine el sürmediğini, kesinlikle kötü muamele görmediğini söyledi.  Ancak bu yerden aylarca çıkamayacağı korkusuyla günlerdir yemek yiyemeyen kadın, uyku uyuyamamış bu insanlar yılgın görünüyorlardı.


Çektikleri resmi,  Whatsapp'taki aile grubuna, Erdoğan'ın evini özellikle işaretleyerek gönderdikleri için başları bir anda derde girdi.  Efendim, neden işaretlediniz?  Kadın diyor ki;  " Bilmiyorum, sadece göstermek için. O an bunu yapmamın çok özel bir nedeni yoktu!"  Eminim ailesine, bakın bu ev Erdoğan'ın demek istemişti!! Bunu da söyleseydi oradaki görevlilere, bu bile, "Neden özellikle bunu belirttin sorusunu getirecekti"
Bu kişiler yaşadıklarını sindirmek için günlere belki de haftalara ihtiyaçları olduğunu söylediler.

Geçtiğimiz haftalarda bir tanıdığımın kızı ve eşi bir aylık bir Türkiye turuna çıktılar. O kadar çok seviyorlar ki bu ülkeyi anlatılamaz. Yemeklerini, tarihi yerlerini, doğal güzelliklerini, insanlarını,  misafirpeverliklerini..

Türkiye'yi ziyaret eden turistlerin çoğu zaman çok olumlu hislerle buradan ayrıldıklarını unutmamak lazım.  Bu ülkede genelde bir turistin arayacağı herşey var. Güzellikleri,  insanın genelde yabancı bir ülkede bekleyeceği sıcak karşılama vs....

Israelliler de bu ülkeyi doksanlardan bu yana ziyaret etmeye devam ediyorlar. 
Kimi büyük politik gerginlik dönemlerinde bu ziyaretler azalsa da bugüne dek buraları bırakmadılar Israelli turistler.

Son bir kaç senedir açılan iki yeni "Soap Opera" kanalından seyrettikleri Türk dizilerinden etkilenen kadınlar, gördükleri ihtişamlı evler, muhteşem İstanbul manzaraları ve zenginlikler İstanbul'a daha da çok gitmeye başlamalarına neden oldu.  Buralardan oralara gösterilen ilgi turistlerde de yeniden artışa neden oldu.

Ayrıca, Israel'de çok pahalı olan kimi sağlık prosedürleri için de Türkiye'ye çok insan gitmeye başladı. Yani sağlık turizmi çok gelişti.  Örneğin, çok genç yaştan saçları dökülmeye başlayan Israelli erkekler, kelliklerine çareyi İstanbul'da buldular. Dişçilere binlerce şekel vermek yerine yarı fiyatına İstanbul'da gittikleri özel kliniklerde  ortodondik tedavi görüyorlar. Ve kadınlar yine bir çok estetik ameliyatları da orada yaptırıyorlar.

Türk parası dolar karşısında düşmeye devam ettikçe, Israeliller bol bol alışveriş yapmak için de bize çok yakın olan ve her tür imkanı sunan bu yere gitmeye devam edecekler gibi görünüyor. Kimse olanlardan o derece etkilenmiyor.  Orada gittikçe artan nefretin sadece politik bir anlamı olduğuna inanmaya devam ediyor çoğu Israelli.

Sonuçta, Israel Başbakanı Bennett, çiftin geriye dönebilmesi için sözde insiyatifini kullandığı yalanıyla Türk Sultanın önünde el pençe divan olarak, teşekkürlerini sundu. Başbakan Bennett, Erdoğan'ın bizzat olaya müdahale edip, bu krizi çözümlemek için elinden geleni yapmasından dolayı kendisine teşekkür ettiğini, bu şekilde ısınan ilişkilerin daha iyiye gitmesi için de bir fırsat doğduğunu iddia etti.

Galiba Erdoğan'ın aradığı da buydu. Mavi Marmara'yı buraya gönderip, Israel karasularını ihlal edip, Israel askerlerine demir çubuklarla  saldırttığı teröristleri için de,  yaşanan çarpışmanın sonunda Israel'den özür almıştı. Hem özür almış hem de çatışmalarda merhum olan eşkiyaları için tazminat talep ederek sonunda bunu da Israel'den koparmayı bilmişti.  

Türk insanı için en önemli şey onurlarıdır!!

Bu defa da, iki masum insanı hapse attıktan sonra Israel'den teşekkürü kopardı. Türklerin Sultanlarına duydukları saygı hanesine kazandığı puanlara değmiştir belki de.

Kimilerine göre, Erdoğan bu hamleyle, Israel'e yeniden hacılar gönderebilmek için yeşil ışık aldı.

Erdoğan'ın, bütün Arap ülkelerinden kovulan Hamas militanlarını Ankara'da kabul ettiğini biliyoruz. Türk Hükümetinin, Kudüs'ün Müslümanların denetimine geçmesi için  ne gerekirse yaptığı biliniyor. Erdoğan her fırsatta, her mitingde bunu söylemekten çekinmiyor.

Bizleri her an katil diye nitelendiren bu adama güven duymak nasıl mümkün?  Müslüman Kardeşlerin adamı olan Ortadoğu'da halifelik hayalleri kuran Erdoğan'ın başı son zamanlarda yeterince bela içinde olduğundan. bir teşekkür karşılığı olayı bitirmeyi tercih etti. Çünkü Israel, olay büyürse, kendisi de alacağı kimi ileri adımların neler olduğunu Erdoğan'ın kulağına fısıldamış deniyor. Israel'ín elindeki kozları neydi bilmiyorum. Ancak son zamanlarda ne iç politika'daki duruşu ne de sağlığı açısından çok iyi bir durumda değil adam. Amerika'yla da arası hala kötü. Yeni bir gerginliği de kaldırmakta zorlanabileceğini hesapladı deniyor.

Bu olay bana arada, Orient Express'i hatırlatmadı değil.

Türk polisinin bizde yarattığı korkuyu açıkça bilen, yakından hisseden biri olarak, Oknin çiftinin iyi muamele görmeleri için dua ettim.

Türkiye'de polisi biz emniyetimizi sağlayan bir memur gibi görememiştik. Özellikle azınlıklar için. Haksızlığın, ikinci derece vatandaşlığın, hkendini savunamamanın adresiydi polis teşkilatı. Benim güvenliğim için var olan bir kurum olarak görmedim bu kurumu. Onlardan hep korkmuştuk bizler!!

Ağbimin 23 yaşındayken polisle başına gelen, çok tuhaf bir olay ise zihinimizde yer tutmuş, bir hatıraya dönmüştür.  Bir kış günü evimizin kapısına gelen iki polis memuru kapıyı açan anneme ağbimin ismini verirken onlarla polise gelmesi gerektiğini söylediklerinde annem şok olmuştu. Sorunun ne olduğunu orada söyleyeceklerdi. Sonuçta hakkında bir şikayet vardı. Ve bu şikayete göre, ağbimin plaka numarasındaki arabanın, aynı gün daha önce adını bile duymadığı, İstanbul'un hiç bilinmedik mahallelerinden birinde bir çocuğa çarptığı söyleniyordu.  Gecenin bir vakti, İstanbul Merkezinin kilometrelerce dışında kalan, izbe,  kapkaranlık sokakların içinde girdikleri polis binasında ona suçlu gibi davranan komisere cevap vermeye çalışan ağbimin nasıl bir panik yaşadığını gören annem; "Benim oğlum buraları tanımıyor bile, siz nasıl onu suçlarsınız?!!"diye bağırdığını biliyorum. Evden akşam üstü çıkıp geceyarısı döndüklerinde maruz kaldıkları suçlu muamelesi, suçu atan tarafın çocuğunun sokakta oynadığını görenlerin ifadesiyle gerçeklerin ortaya çıkışıyla değişmişti. İnanılır gibi değildi. Ortada sadece bir iddia varken polis ağbime bağırıp çağırıyor, ona ilk andan itibaren suçlu gibi davranıyordu. Gerçekler neyseki çok çabuk ortaya çıkmıştı. Birisi belki ağbimden para sızdırmayı planlamıştı.

Türkiye'ye isteyen gider, isteyen orada yaşar ancak bilirsiniz ki böyle bir yerde, kendinizden çok emin, istediğiniz gibi davranamazsınız. Hareketlerinize, konuştuklarınıza çok dikkat etmek zorundasınız. Bilmediğiniz yerlerde serbest davranmanın riskleri olduğunu, fotoğraf çekmenin bile suçlanmanız için bir neden olabileceğinin bilinciyle davranmak zorundasınız. Ayrıca burada kendinizi  savunamayabileceğinizi de bilmek önemlidir. Bu sebeplerden, Türkiye'yi  organize bir grupla,  bir rehberle gezmek yine de daha güvenli olabilir.

Israel hükümeti hala daha Türkiye'yle iyi ilişkiler kurmaktan bahsederken, Erdoğan'la bunun nasıl mümkün olduğuna inanıyorlar bilmiyorum. Ortadoğu'da aslında hiç bir ülkeye sonuna kadar güvenmek mümkün mü o da ayrı bir soru. Bu yerlerin kanunları değişik. Bir gün bir yönetim ertesi gün bir başkasıyla yer değiştirdiğinde oyunun kuralları en baştan yazılabiliyor.  Bugün askeri işbirliği yaptığınız ülkeler yarın onlara sattığınız silahları size doğrultabilirler. Ancak ister istemez duruma ve zamana göre davranan Israel hükümetleri her defasında yeni müteffiklerle yoluna devam edebiliyor. Türkiye ise sözde hala düşman statüsünde sayılmasa da kesinlikle dost bir ülke de sayılmaz mutlaka!!!  Yarın da bizim için  ikinci bir İran olmayacağının garantisi ise kesinlik yoktur!!!


16 Kasım 2021 Salı

 Yabancılaşan toplumlar ve getirdikleri

Geçtiğimiz hafta tam bir arkadaş toplantısının orta yerindeyken yurt dışından bir dostumdan telefon aldım. Çok uzun senelerdir tanıdığım bu insan bir süredir hasta. Ve telefonun kendisinden geldiğini gördüğümde çok şaşırdım. Aylardır arada bir konuştuğum eşi bana onun haberlerini iletiyordu. Geçirdiği felçten beri onunla birlikte yaşadıkları zor günlerde, kimi konuşmalarımızda kendisine elimden geldiğince sabır vermeye çalışmıştım. Beni anlayabileceği, hissedebileceği kadar ona sabır vermeye çalıştığım oldu.

Ve aylardan sonra ilk kez, messenger'da ikisini yan yana gördüğümde çok sevindim. Dostum iskemlede oturuyordu. Sesi tanıdığım sesi gibi değildi tam,  ve daha zayıf geliyordu ancak zihni gayet iyi çalışıyordu. Bana herşeyin düzeleceğini söylediğinde onun olumlu düşünmesinin sağlığına geri kavuşabilmesinde ne kadar büyük bir itici güç olacağını bilerek ona bunun kesinlikle mümkün olduğunu söyledim.

Eşine ve kendisine onları sevdiğimi hatırlattığım da,  böylesi hassas zamanlardan geçen bu iki kişinin gözlerinde mutluluk gördüm.

Evlendiğimde düğünüme gelen, eşini tanıdığında ilk fırsatta evimize getiren, her Israel'e geldiklerinde mutlaka bizimle görüşen, bu ülkeye olan özel sevgileri ve benimle ( ikisinin de )  hiç bir zaman kaybetmedikleri bağlarıyla bugün çok ender rastlanacak birer dostturlar onlar benim için.

Daha genç denecek yaşta, bir televizyon çekimi sırasında bedenini vuran felce karşı bu insanın pes etmeyeceğini biliyorum. Şimdilik tek başına yürüyemeyen ve bu olay yüzünden çok kilo kaybetmiş olduğunu gördüğüm dostuma. yaklaşık beş dakika süren konuşmamızda kızını da sordum. Onu görüp görmediğini?

Kızı çok az uğruyormuş dedi!! Sesi buruktu!! Böyle zamanlarda bugünkü insanın yaşadığı o bilindik hayalkırıklığı vardı onun da sesinde!!

Yıllar evvel bir gece Tel Aviv'de o ben ve eşimle yürüyorduk; bize Israel'i sevmesinin nedenlerinden birinin  Yahudi toplumunda hala devam eden aile değerlerinin olduğunu söylemişti. Kuzey Avrupa'da neredeyse tamamen kaybettikleri bu kavrama bağlıydı o.

Bugün hala maneviyata onem veren insanların en çok  özlediği şey  aile kavramıdır sanırım. 

21. yüzyılda, kendi kişisel zevklerinin, şefkin ve idealize edilen başka kavramların peşinde koşarken çoğunluğun uzaklaştığı bir çok baska değerler daha vardi eskiden.  Batının  kaybettigi güzellikler.... kiminde bu daha az kiminde daha belirgin ancak genel olarak kaybedilen aile kavramı..

Anne, baba ve çocuklar... her biri kendi dünyalarında yaşarken, aralarından biri güçten düştüğünde diğerini yanında pek göremeyebiliyor. (Herkesin aynı olmadığını bilerek sadece genel konuşuyorum)

Belki bu yüzden mi bilinmez, kendini Yahudiliğe çok yakın bulan bu insan, üzerinde her zaman magen David taşırdı. Annesi senenin altı ayını Yerusalayim'de geçiren bu insan ilk eşinden ayrıldığından beri kızını ister istemez çok az görüyordu. Annesi kızını babadan uzaklaştırmayı başarmıştı sanırım.

Israel'de bu böyle değil, değil mi diye sorunca bana. Ben hayır bu kadar değil tabii. Burada aileler daha bağlıdır biliyorsun derken,  Israel'de de bu tip şeylerin aileden aileye çok farklılık gösterebildiğini de anımsıyorum bir an. Sanırım Kuzey Avrupa'yla mukayese ettiğimde aile bağları boşanmış çiftlerde bile kısmen daha yakın kalabilmektedir burada.

Bireysel özgürlüğün aile hayatının önüne geçtiği modern toplumlarda kişiler ayaklarının üzerlerinde durabildikleri sürece belki çok mutlular. Her kişi kendi bireysel tatminleriyle meşgul.  

Iyi bir eğitim sonunda elde edilen iyi bir kariyerle birlikte gelen maddi imkanlar insanlara farklı hayat şartlarını da birlikte getirdi. ( Bu tabi ki ideal! )

Zaman geçirmekten keyif duyacağı kimi arkadaşlar, gelecek için herhangi bir bağlantı sözü beklemeyen bir çok geçici ilişkiler. Ve olabildiğince bireysel zevkleri ve sefayı en baş amaca çevirmiş olan günümüzün "örnek" yaşamı ve arada tabi olumlu şeyleri de kapsayan bu yaşam biçimi çoğu kez de insanları birbirlerine yabancılaştırıyor!

Hafta sonu geldiğinde bir kaç arkadaşla dağlara çıkıp, tüm haftanın yorgunluğunu atmak için yakaladığınız fırsat herşeyden önemli.  Sevdiğiniz bir şeyler yaparak zaman geçirirken, sizi bir yerlerde bekleyen anne ya da babanız varsa bile onlar için ayıracağınız tek bir saatiniz bile olmadığında kendinizi bunun normal bir davranış olduğuna rahatlıkla ikna edebildiğiniz, çok daha affedici yeni toplumsal kuralların size bağışladığı bir lüks mevcut bugün!! Suçlu hissetmeniz için en ufak bir sebep yok. Toplum sizi çoktan affetmiş nasıl olsa. Doğrusu budur gibi bir yanılgı oluyor tamamen! Her birey kendi sırası gelene kadar mutlu!!  Zor durumda olan kişi nasıl olsa devletin desteğiyle ayakta tutuluyor diye de düşünülebilir rahatça. Kuzey Avrupa'da sosyalist devlet yapısı bireyleri nasıl olsa yanlız bırakmıyor. Nasıl olsa birileri onlara bakıyor, benim bir şeyler yapmama gerek bile yok!! diyebiliyor insan. 

Insan yanlız kendi nefsini memnun etmekle meşgul .

Endüstri devrimi ve bu devrimin getirdiği toplumsal değişimin sonuçları insanları daha egoist bireylere dönüştürdü. Tanrı inancıyla birlikte var olmaya devam eden  aile kavramı, "birinin" yokluğuyla beraber  çöküşe geçti. Başkalarını ( Aile! ) değil kendilerini memnun etmek arayışı herşeyin önüne geçti. Kim hasta, kim ölmüş, bu bile pek önemli değil. Haftasonu yeni tanıştığı erkekle bir otelde keyif sürmek daha cezbedici mutlaka.  Bu şekilde, Batı'da kimi manevi değerlerin temeli olan Hıristiyanlık geriledikçe, kiliseler boşaldıkça, masaların çevresinde toplanan aile bireylerinin her biri kendilerine gidebilecekleri daha ideal yerler buldular. Yabancı insanlar, arkadaşlar ailenin yerini aldılar. ( Arkadaşlar ve yabancılar, herşey iyidir, biri diğerinin yerini almadığı sürece!! ) 

( Belki de bu yüzden, kimileri için İslam bir çözüm gibi de geldi. Birilerinin bıraktıkları boşlukları daha az ideal başka şeyler almaya başladı. Bu da ayrı bir tehlike olabiliyor. Kimi anlamda. Kimileri sonuçta yeni imkanları en radikal şekliyle algılamaya açıklar. )

Bir çok değerler çöktükçe dünyanın, yerkürenin girdiği açmazları da görmekte zorlanmaya devam edebiliyor insanlık. Kendi bencillikleri içinde boğulacakları günlere dek kimi sözde dostlukların, kimi dünya nimetlerinin sefasını sürmeye devam etmek daha eğlenceli gibi görünmeye devam edebilir bu şımarık toplumların gözlerinde.

Ne bireysel ne toplumsal ne de evrensel değerler kimsenin umurunda değil pek. Zevk, sefa ve o günü çıkarabilmek peşinde insan. Yarın bu evrenin bizden kat kat çıkaracığı hesaplar hala kimsenin umurunda değil.

Dilerim bir gün gerçekten kendilerini kandıran bu insanlar bazı şeyler icin geç olmadan bir şeyler yapmaya başlarlar!!!


Batya R. Galanti

 

14 Kasım 2021 Pazar

Burada yaşananları oradakilere duyurmak

Bazen bazı yazılar, bazı konular daha çok ses getirebilmelidirler. Elinizden geldiğince sizi okumalarını sağlamak gerekir. Yazımı bir arkadaşımın sitesinde yayınlamayı önermeleri üzerine tekrardan burada da ( altta )  paylaşıyorum. Kimi konuları Türklere, Türk Yahudilerine biraz daha fazla anlatmayı amaç edinen arkadaşlarım tarafından açılan bu site, Türkiye'de yaşayan ve Israel'de neler olduğundan doğru dürüst fikirleri olmayan arkadaşlarımızı bilgilendirmeyi hedef alan dostlarımın başarılı olmalarını diliyorum.

İstanbul'da varlığını sürdüren, Şalom Gazetesi'nin son senelerde, Amerika ve Avrupa solundan etkilenen ( ?! ) liberal çizgisi, Yahudi olmalarıyla birlikte Israel politikasına karşı olduklarını kanıtlamak kaygısıyla Israeli yerden yere vuran gazetemiz, Türkiye'deki devlet politikasıyla ters düşmemek. Türkiye'de devletin hışmına uğramamak adına doğruları olabildiğince çarpıtan diğer media kuruluşlarından farkları kalmadıkça bizim de bir çok şeyleri gerçek yönleriyle yansıtabileceğimiz platformlar oluşturmamızın  önemi artmaktadır.

Keşke, objektif yayın yapma özgürlüğüne sahip olmayan cemaat gezetemiz Şalom hiç politikaya girmeseymiş diyorum. Doğruları yazamayacaksanız, objektif görüşlerinizi ve gerçekleri insanlarınıza gösterecek cesaret sizin için istenmeyecek sonuçları getirecek diye devletin propaganda aracına dönecekseniz sadece magazin haberciliği yapsaydınız. Birilerini memnun etmek için yazıyorsanız, ya gazeteyi kapatın ya da cemaatin paparazzi sayfası niteliğinde hafif konularla uğraşın derdim onlara. Böylesi dürüst olmuyor!!!

Kendi insanımız, Yahudi ülkesinde neler olduğunu bilmiyor bile. Türkiye'de yaşayan insanlar  kendi özlerinden neredeyse nefret edecek duruma getiriliyorlar. Yalan haberler sadece Müslüman Türkleri değil oradaki elit tabakayı, diğer azınlıklar ve bizimkileri dahi etkiliyor. Bu ortamda yaşayan Yahudilerden bile neredeyse düşman bir kitle yaratılıyor. ( En azından, Israel'de yapılan kötülüklerden konuşan yeterince Yahudi tanıdım!! )

Burada neler yaşamış olduğumuzu, Israel'de neler olup bittiğini birinci ağızdan duymaları gerekiyor.  Türklerin bize olan yanlış tutumunu ve iki ülke arasında yaşanan gerginliklerin ikinci yüzünü de bilmelerinde fayda vardır.


Batya R. Galanti

https://www.shemanews.com/shemanews/index.php/2021/11/14/shemanewsin-israilli-yazarinin-gozunden-turkiyede-turist-olmanin-riskleri-batya-ruso-galanti-yazdi/

 https://www.shemanews.com/shemanews/

12 Kasım 2021 Cuma

Sistemin bizden çaldığı sağlığımız!!

İstanbul'a 2007 senesinde bir satış işlemi için, bir günden diğerine planlanmadan gidişim, genelde, bir andan diğerine kararlar almaya elverişli olmayan hayatım açısından gayet farklı bir durumdu. Kimseden yardım görmeden kendi kendimi idare etmek zorunda kalmış biri olarak bu defa Gal'in gün boyu nerede ve kimin ellerinde olacağını hesaplamaya bile vakit bulamadan ilk uçakla İstanbul'a uçtuğum seyahatin nasıl bittiğini anımsadım dün! İstanbul'da son bulunduğum seyahatteki son saatlerde başımdan geçenleri..

Bugüne dek bir daha gitmemiş olduğum o koca metropolun zihnimde biraktigi son izlerdi bunlar belkide.  

Ve hayallerimde puslu bir perdenin arkasında kalan,  benim icin adeta tarihe karışmış bir yer. Belki bir gün tekrar gidersin oralara dediklerinde;  "Erdoğan hükümetinin" görevde olduğu sürece, en küçük bir şeyde hapse tıkılan insanları hatırladıkça, yazdığım onca yazının ardından bunun ne kadar iyi bir fikir olabileceğinden emin bile değilim ! Şansımı denemeye değer mi bilmem :) !!!

Aynı seyahatimde neredeyse hiç bir arkadaşımı aramaya bile vakit bulamamışken, kaldığım üç dört gün içinde ağbimle koşuşturmamın dışında pek fazla bir şey yapamamıştım. Daha o zamanlardan başlayan yoğun inşaat projelerinin nasıl dikkatimi çektiğini anımsıyorum. İstanbul aynı senelerde, Erdoğan'ın çılgın bir yapılanma projesinin içine girmişti artık. Her tarafta kurulmuş vinçler, yüksek inşaatler gördüğümü anımsıyorum. Daha sonrasına yetişemedim. Bize olan karşıtlık artıkça. Doğrusu pek içimden de gelmedi zaten!!

O seyahatimin sonuysa ayrıca unutulmaz bir macera olmuştu!!

Ağbimin Zekeriyaköy'deki evinden arabayla çıkmıştık. Sabahın erken saatlerinde, havaalanına gitmek için valizimi toparlayarak bindiğim otomobilde, aramızda laflaya laflaya, Belgrad ormanının içinde yol alıyorduk.

İstanbul'un ender yeşil alanlarının birinin içinden geçen dar yol, bir dönemeçten diğerine doğru devam ediyordu. Her iki tarafta kocaman ağaçlar vardı. Yolun kıvrımları hiç durmadan birbirini takip ederken, daha yeni doğan günle birlikte yanımızdan çok seyrek otomobiller geçiyordu.

Biz aramızda tam konuşurken birden karşıdan bir araba çıkmıştı karşımıza. Kontrolden tamamen çıkmış olan araba tam üzerimize doğru geliyordu. Ne olduğunu anlamaya vaktimiz olmadan, ağbim direksyonu olabildiğince yolun sağına doğru kırarken, araçtan kaçmaya çalışıyordu.  Bir anda yaptığı frenle birlikte,  yolun aşağısına doğru inen aracımız sol taraftan direksyonda sızmış olan sarhoşun arabasıyla hızla çarpışmıştı.

O an kalbimin ne kuvvette attığını bilmiyorum. Çarpışmanın hızıyla ve kıyameti andıran koca gürültüyle birlikte uyanan genç adam arabasından çıkarken sersem sersem etrafa bakınırken ne olduğunu bile bilmiyor gibiydi.

Kim bilir gece boyu ne kadar içki içmişti?? Ağbim gence bağırıp çağırırken, gençte bir anda ona kafa tutmaya başlamıştı. Hem suçlu hem güçlü bir hali vardı.  Araba total loss bir durumdaydı. Bense bir an uçağımı, havaalanına yetişmem gerektiğini bile unuturken, bir de bu şımarık çocuğun ailesiyle ağbimin başının derde girmesinden korkmaya başlamıştım. Türkiye'de neyin ne olacağı belli olmazdı ki. Etrafta ne bir polis, ne de bir ambulans, benimse elimde birden bire beliren keskin bir ağrı vardı.

Sonunda çocukla birbirlerinden telefon numaralarını ve diğer gerekli bilgileri alarak olayı aralarında kapatmak kararı alırlarken (!!)  olayın ilk şoku geçtikçe ben elimi o hızlı fren anında vites koluna çarptığımı kavramıştım. 

Uçaktan indiğim gibi gittiğim hastanede yapılan röntgende elimin iki yerinde kırık çıkmıştı.

Bu kaza sonucunda sigorta şirketi bana 15.000 şekel,  yani yaklaşık 5000 dolar ödemişti.

Bir zaman sonra, sigortanın bana yaptığı ödeme aramızda espiye dönmüştü eşimle. Sürekli iki küçük kırıkla güzel bir para aldın diye gülüp dalga geçmeye başlamıştı eşim benimle.

Bazı kazalar bir anda hayatınızın akışını değiştirirler, Bazı kazalar, mesela bir tren, bir otobüs ya da bir arabanın size bir anda çarpmasıyla ya hayatınızı sonlandırır, ya da sizi sakat bırakır. Bunlar insanın gözünün gördüğü kazalardır. İnsanı havada uçurup yere attığında, aracın altından çıkarılan beden gözle görülür bir travma yaşar. Kimi ağır yaraları olan insanlar hastanede ameliyata alınabilirler. Yaşadıkları gözle görülür, ya da hemen müdahale gerektirecek fiziki, bedensel, açık ve net zararlardır.  Ve tabi ki bu kazalar korkunçtur. Kimileri için iyileşmek kısa sürer, Herşey kazanın insanda yarattığı hasara bağlıdır.  Bazen aylarca tedavi gerektirir. Bazense yıllarca fizik tedavi görenler olur. Kimileriyse sakat kalırlar.

Kazanın insanda bıraktığı hasarın boyutlarına göre devlet o insana bazen maaş bağlar. Devletin sizin yanınızda olduğu durumlardır bunlar. Tüm bürokratik işlemler tamamlandığında, devletin sigorta sistemi,  belirlenen teşhisler ışığında sakatlık raporu verirler.

Bu tip sigortalar sadece devletin belirlediği durumları kapsar. Onun dışında kalan şeylerde ise derdinizi duvarlara anlatabilirsiniz. Zaten eğer başınıza gelen şeyin kimse tarafından tanınıp onaylanmadığını biliyorsanız en baştan bu konuda yapacak fazla bir şeyiniz olmadığını bilerek kendinizi yormazsınız bile. Ama bu durum kimi şeylerin bu şekilde olması gerektiğini ispatlamaz.

Arabada kırılan elim yüzünden yaptırdığım özel sigortadan aldığım parayı her daim düşünmüşlüğüm olmuştur. Elimdeki küçücük bir kırık için bana 15.000 şekel ödemişlerdi.

Ve aradan geçen bir kaç senenin arkasından, bana çok daha büyük bir zarar vermiş başka bir kaza başıma geldi. Hayatımı o iki küçük kırıktan çok daha büyük çapta etkilemiş, kocaman bir kaza idi bu.  ( Araba çarpması ya da buna benzer bir kaza değildi !! Bu bambaşka bir şeydi. ) 

Ben bu kazadan dolayı devletten destek görmek şöyle dursun, zaman zaman konuyu açmak durumunda kaldığım doktorların bu konudan en ufak bir haberleri olmadıklarını farkederek, kimselerden yardım görmemin söz konusu olmadığını ayrıca anladım. Beni kendi elleriyle daha çok hasta eden sistemin yeni bir  kurbanıydım sadece.

Senelerce kullandığım Cipramil'i bırakmak zorunda olduğumu anladığım gün hayatımın çok daha zor zamanlardan geçeceğinden haberim bile yoktu!

Bu ilaçlar yüzünden başıma gelenlerden dolayı kimi suçlayacaktım acaba?

Senelerce hiç olmaması gereken bir şekilde,  ( beynime açıkça zarar verdiğini bildiğim ilaclarla )  hayatımı gerçek anlamda cehenneme çevirmeyi bilen sağlık sistemi kesinlikle bana verdiği zararı ( ben ve benim gibi milyonlarca insana)  ne kabul eder ne de rekompanse etmek için bir teşebbüs içinde görünür.

Zihnimde kimi boşluk hisleriyle, kimi unutkanlıklarla kendini göstermeye başlayan ilk belirtiler, bana neler olduğunu farkedemeyeceğim bir durumun daha en başlarındayken, beynimde oluşan zararı yaşadığım stresin sonuçları olarak algıladığım zamanlardı. Bana neler olduğunu bilmediğim!! Ve hala aynı ilacı kullanmaya devam ettiğim zamanlar!!  Sadece, çok stresli bir dönemden geçtiğim için kendimi rahatsız hissettiğime inanıyordum. Aylar geçtikçe ve içimde hissettiğim elektrik beni iyice rahatsız etmeye, kimi unutkanlıklarım gittikçe artmaya başladığında bir nöroloğa gitmiştim. Nöroloğun bana tek söylediği şey ilaçları bırakmam gerektiği idi. Bunun dışındaysa hiç bir uyarı yapmayı düşünmemişti.

Doktorların sizin hayatınızı hiçe saymaları çok üzücü bir durum.

Bir yandan doktorun tavsiyelerinin ardindan ilaçları bırakmışken diğer taraftan geçen zamanla daha iyiye gitmeyen şeylerin getirdiği rahatsızlıklarla, google'da yaptığım aramalarda,  kullandığım SSRİ ve uzun süre, ufak dozda aldığım için zarar vermeyeceğine inandırıldığım Xanax'in yarattığı fiziksel bağımlılığın getirdiği sonuçlara bir zaman daha katlanmak zorunda olduğumu her gün biraz daha iyi anlıyordum. Doğru dürüst uyarılmamış olmanın verdiği bir başı boşluktu benimkisi. Serseriler gibi, alkolikler hatta belki narkomanlar gibiydim.   

Tek hatam halbuki, doktora gitmekti. Yardıma ihtiyaç duyduğum için!! Saf bir insan olarak, yetkili insanlara güvenmenin ne derece büyük bir aptallık olduğunu bilmediğimden düştüğüm tuzaktı bu. Kullandığım kadarıyla bile kendime yeterli zararı verecek bu maddelerle rus ruleti benzeri bir oyun içinde olduğumun farkında değildim. Ben Gal'le meşguldüm!!! 

Aynı dönemlerde, zaman zaman kendimi daha iyi hissetmeye başlayacağımı umarken, sinir sistemimi içten içe sallayan bir şeyler olmaya başlamıştı. Öyle bir sallanıştı ki bu bir yerde durmak bile zor gibiydi.  İlk kez o günlerde, Dr. Joseph Benbanaste'nin kliniğindeki o genç adamın neler yaşadığını anlamıştım.   Otuz yaşlarındaki bu genç erkek sürekli hareket halindeydi. Hayatımda böyle bir şey görmemiştim. Adamın bağımlılık sendromu yaşadığını bilmiyordum. Bıraktığı ilaçların vücudunda yarattığı yan etkilerdi bunlar. Onu deli sanmıştım zavallı :(( ( Halbuki adamda sadece ilaç bağımlılığı yüzünden ortaya çıkan akathisia durumu vardı ) 

Benimse kötü günlerimin daha en başlarını anımsıyorum. Kızım bir gün bana ileride bir noktaya bakmamı söylemişti. Unutmuyorum, ileride bir noktada bana bir şey göstermek istiyordu. Gözlerimi söylediği noktaya çevirdiğimde beynimden tüm bedenime bir elektrik akımı yayılmaya başlamıştı.  Dik durup ileride bir noktaya bakmak bir anda sanki bir imkansızı başarmaya dönmüştü!! Neydi bu?? Bana neler oluyordu??

Bu daha herşeyin başıydı. Epileptik bir elektriklenmeye banzeyen bu tip akımlar düşüncelerimin kafamda karışmasına neden olacak kadar kuvvetliydiler. Sanki alıcılarıma bir şeyler olmuştu. Radyo'da kanalları ararken düğmeleri çevirdiğinizde çıkan cızırtılar gibiydi beynim. Kanal sanki yerinden kaçmıştı. Ve beynim kendi kendine arama yapıyordu. Ve frekanslarda hata vardı. Sürekli cızırtılar, inip çıkan dalgalar bedenimi deliye çeviriyordu. Bazen kendi sesim beynimde elektrikleniyor, bazen bir dokunuş bile yeni yeni dalgalar yaratıyordu. Sanki sürekli  epileptik bir nöbete yaklaşır gibiydi beynim. Korkunçtu,

O günlerde, ilaçlar üzerinde  daha çok kendime cevaplar aramaya başladım. Bu konuda en geniş bilginin ingilizce olduğu açıktı. SSRİ ya da Benzodiazepine Withdrawal Syndrome sayfalarına giriyordum. Facebook'ta bir Support Group bulmuştum. Bu destek grubu genelde anglosakson kişilerin çoğunluğu oluşturduğu bir platform olduğu için kendimi biraz yabancı hissetmekle beraber orada çok insanla iletişim kurmuştum. Bu tip ilaçları bırakanların içinden azımsanmayacak sayıda insanların çok zor dönemler geçirdiklerini anladım. Hepsi çok ekstrem semtomlardan bahsediyorlardı. Halbuki girdiğiniz bir çok sayfalarda Bağımlılık Sendromu hiçte bu kadar korkulacak bir durum olarak anlatılmıyordu.

En tuhaf şeyse bu iyileşme sürecinin belli bir motif izlemesiydi. Bir dönem tam herşeyin düzelmeye başladığını zannederken, birden yeniden kendinizi kötü hissetmeye  başlıyorsunuz. Sanki beyin bir bilgisayar gibi restart yapmak ihtiyacı duyuyor ve bunu yapmakta zorlanır gibi oluyor.

İnsanların yaşadıkları semtomlar kişiden kişiye faklılıklar gösteriyor. Kimileri hafif bir iki semtomla atlatabiliyorlar bu dönemi, bir diğerleri bir çok şey hissedebiliyorlar. Bilinen en yaygın olan semtomlar: endişe durumları, depresyon, uykusuzluk, mental şikayetler.. Bu tip semtomlar insanları genelde ilaçları bıraktıkları için esas sorunlarına yeniden bir geri dönüş yaşadıkları şeklinde yanıltan belirtilerdir. Çok kez insanlar sorunun ilaçtan kaynaklanan bir şey olduğunu anlamazlar. Bunalımın kendi sorunları olduğunu düşünüp yeniden ilaca başlarlar.

Fiziksel semtomlarsa, kimi bedensel ağrılar olabilir, ciltte yanma hissi çok duyulan şikayetlerdendir.. ya da mide ile ilgili sorunlar olabilir. Bulantı, kusma, ishal gibi semtomlar görülebilir.

Bazı kişilerde, baş dönmesi baş ağrıları, titreme, sallantılar, koordinasyon bozuklukları, elektriklenme şikayetleri olur.

İlaç birden kesilirse epileptik nöbetler görülebilir. Koma'ya girmek tehlikesi bile mevcuttur. Bu yüzden psikiatrik ilaçlar aniden kesilmemelidirler.

Bir dönem bacaklarımda yoğunlaşan elektriklenmeler yüzünden yürümekte zorlandığımı hissettiğim zamanlar yaşadım. Başımdan tüm bedenime yayılan eletrik akımı bir anda yerimde mıhlanıp kalmama bile neden olabiliyordu.  Bu yüzden kendimi ister istemez  Ein Karem'de Hadassah Hastanesinin Nöroloji bölümünde bulmuştum. Bu şekilde devam edemeyeceğimi anladığımda, senelerden sonra tekrardan ( bu kez en iyilerini bulmuştum) muayene edilmem gerektiğini anlamıştım. ( Parkinson ya da olası başka bir şeyle ilgili olarak durumumdan emin olmak istiyordum )

Bugün artık normatif bir hayata geri dönmüş olsam d hala daha kimi semtomlar yüzde yüz beni bırakmadılar ne yazık ki. Seneler boyu ilaçların, kısaca serotonin ve kimi başka kimyasalların beynimde yarattığı bozukluğun hayatımı ne derece etkilediğini anlatabileceğim bir adresse kesinlikle yok!!!

Zamanında, Dr. Peter R. Breggin'in Fox News'a verdiği röportajları dinledim.  Mesleğinin en az kırk senesini psikiatrik ilaçlar hakkında insanları eğitmeye adayan İngiliz Prof Heather Ashton'un makalelerini okudum. Bu insanlar bu konuda kocaman bir endüstriye karşı savaşan tek tük doktorlardan ikisidir sadece. ( https://www.benzo.org.uk/manual/bzcha01.htm ) 

Doktorların kimi zaman bilinçsizce bir çok defa ise menfaatleri yüzünden insanları zehirlemeye devam ettikleri bir düzen mevcut bugüne dek. İlaç endüstrisinin kurbanı olan milyonlar var dünyada!!

İlaç bağımlılığının ne derece zor olduğu üzerine hala daha çok çok az konuşuluyor. Hala daha bu konuda konuşmak isteyenler susturuluyorlar. Hatta Dr. Peter Breggin'in röportajında söylediği gibi, ölümle tehtid edilebiliyorlar.  Bazılarının işine gelmeyen şeyler var!!!

Elimdeki küçücük bir kırık yüzünden bana binlerce şekel ödeyen sistem sonuna kadar adil olsaydı ilaçların bana yaşattığı cehennem için bugün bana ödenmesi gereken zarar milyonlarca şekel olmalıydı.  Ancak paranın ötesinde,  sağlıklarını kaybedenlerin hayatlarını birilerinden geri alamayan insanlara ne demeli?? Bu dünya'da adil olmayan çok fazla şey var!!!!



https://www.youtube.com/watch?v=GCCIRWj3TnM


11 Kasım 2021 Perşembe

Herşeyi yemeğe alışmak herkese göre değilmiş demek


Annem çocukluğum hakkında hep aynı mantrayı tekrarlar dururdu. "Senin kusma problemin olmasa ben daha fazla çocuk yapardım!"  

Kusma problemim derken? 

Bebekliğimde, yuttuğum yemeğin bir anda geri gelişiyle başlayan bir durum yüzünden,  annemin girdiği stresten, ( yeterli beslenemezsem ölürüm belki kaygısından herhalde) ve bu duruma karşı giriştiği savaştan ortaya çıkan bir tepkiydi bu diye tahmin ediyorum o  "sözde kusma" lar !!!

Bir zaman sonra yediklerimi çıkarırken ben, artık her öğün aramızda bir mücadeleye dönerke, ben sonunda ağzımı kilitleyip bir türlü açmak istemediğimde bu kez annemin burnumu sıkarak kaşıkları ağzıma zorla sokmasiyla devam eden ziyafetler tam bir eglenceydi mutlaka.Ama tüm bunlara rağmen altı yaşıma geldiğimde normal bir yemek düzenine girmişim.

Hem de herşeyi severek yediğimi anımsarım.  

Ancak sıram gelip anne oluğumda durum farklı oldu.

Eşim ve onun kardeşlerinin yemekte seçicilik huyları çocuklarımda da bire bir ortaya çıktığında benim politikam hiç bir şekilde kimseyi bir şeyleri yemeğe zorlamamak oldu. Ve insanlar bana hep bir gün gelip çocuklarımın büyüyeceklerini ve bu seçiciliğin zamanla kaybolacağını iddia etmişlerse de sanırım bu her insan için geçerli bir şey değildi. Bugüne dek kızım hala çok fazla şeye el sürmezken oğlumsa bu konuda başlı başına bir şampyon gibidir!!

Zaten otizmin temel özelliklerinden biri de çoğu kez yemek ve beslenme konusunda yaşanan problemler oluyor. Bu tüm otistik insanlar için geçerli olmasa da.  

Gal en başından beri yemeğe karşı katıksız bir direnç göstermişti. Ve bu yüzden, daha bebeklik çağlarında başlayan sorun yüzünden dört yaşlarına dek sadece biberon yemeği  kabul etmişti.  Ben de mecburen o acıktıkça şişeyi dayıyordum. Bunun dışında hiç bir şeyi denemeyi bile kabul etmezken, ne kadar buna karşı savaşmasanız da tek yönlü bir beslenmenin onun sağlığını nasıl etkileyebileceği yönünde kişide başlayan endişe yeterince huzursuz edebiliyor insanı.

Bir zaman sonra mecburen şişeye son vermek durumu olduğunda, elimde onu besleyecek çok fazla seçenek bırakmamıştı Gal bana. Oğlum sadece bir iki şey yemeği kabul ediyordu. Çoğu kuru şeylerdi bunlar. Peki, sandwich içine sürülen çikolata gibi aptal bir şeyle bir insan nasıl sağlıklı bir şekilde büyüyebilirdi?

Eşimle bu konuda düştüğümüz fikir ayrıcalıklarımız yeterince yıpratıcı olduğundaysa bir yerden sonra  pes edebiliyorsunuz.  ( Aslında tek yapılacak şey, sadece dolap stokunda her an bulunan (!)  çikolata ezmesini kesip onu daha faydalı bir şeyler yemek zorunda kalması için, Nutella'yı eve sokmamak kadar basitti!!! ...Buna karşı verdiğim savaş bile sonuçsuz kaldı. ) Ikiye karşı birdim!!! 

Geçtiğimiz günlerde kendini bir defa daha pek kuvvetli hissetmediğini söyleyen oğluma,  doğru beslenmenin ne kadar önemli olduğu konusunda yeni bir vaaz vermek için milyonuncu defa, "Bak Gal, görüyormusun, vücudunun ihtiyacı olan besinleri almazsan......!!!" derken daha sözün başında iken siz, alıp başını gidenin arkasından bakakalıyorsunuz!!

Küçücük olduğu günlerden bugünlere el sürmediği, sebze ve meyvelerin, normal bir insanın menüsünde yer alan sağlıklı ürünlerin yerini alan kimyasal şeylerle onu ayakta tutmaya çalıştım. Verdiğim vitaminleri dönem dönem bir süreliğine keser sonra tekrardan başlarım.

Bir zamanlar doktoru bize bazı otistik kişilerin büyüdükçe kimi yeni yemekleri menülerine ekledikleri görülebilir demişti. Gal son senelerde her gün yumurta yemeğe başladı ve en önemlisi de avokado yiyor artık. Son iki senedir avokado yemesi benim için bir zafer gibi.

Hepimizin çok sevdiği bu yeşil, sebzemsi meyve erzak balkonunda satışa sunulacak kadar çok miktarlarda depolanmış durur. Çünkü avokadoyu bir tek o yemiyor, hepimiz seviyoruz bu yemyeşil şeyi.

Geçenlerde kızım bana, "Anne bütün hayatım boyunca sadece avocado yiyebilirim!"diyecek kadar ileri giderken benim için bu meyveyle tanışıklığım sadece gençlik yıllarımı bulur.

Ancak başka hiç bir besin maddesinde olmayan bir şey var avokadoda.  Avokado yediğim zaman tenime bambaşka bir parlaklık geliyor. Ve her zaman kuruluğundan şikayet ettiğim saçımda bile hemen bir değişim hissediyorum. Bu yüzden avokadonun mucizevi bir besin maddesi olduğuna inanıyorum ben. Her gün yemenin her insan için bir ilaç gibi olduğundan eminim. Besleyici olduğu kadar enerji veren. Lifli oluşuyla sindirim sistemi için de faydalı olan avokadonun bilmediğimiz daha bir çok yararlı tarafları olduğundan eminim.

Israel'e ilk geldiğim günlerde, elli yaşına gelen her kadının günde yarım avokado yemesini tevsiye eden reklam panoları vardı her yerde. Ben Türkiye'de endüstriyel şeylerin reklamlarını görmeye alışkın olduğum için, çok ilginç gelmişti, şehrin her bir tarafında koca panolarda, orta yaşlı hoş bir bayanın elindeki avokadoyu görmek.

Keşke gençler de doğal beslenmenin ne derece önemli olduğunu daha iyi anlasalardı.

Gençlikte sağlığı korumak her zaman ilk tercih konusu olmayabiliyor. Belki de ileri yaşlara gelen insanlar da her zaman sağlıklı beslenmek üzerinde çok fazla durmayabiliyorlar. Bense her daim kendimi biraz boşladığımda bedenimde bunun direk etkisini hissetmiştim. Çocukluğumdan beri anemik olduğum için hep et yemeğe özen göstermem gerekirdi. İyi yemezsem kuvvetten düşerdim, derken bu yüzden insanların doğru dürüst yemeden yaşamaya devam edebilmelerine hayret ederim.

Otistik kişilerinse, yemek konusundaki katı muhafazakarlıklarından, patolojik inatçılıkları ve kafalarının dikine giden yaşam tarzları yüzünden,  farklı tatlara karşı gösterdikleri tepkilerle sürdürdükleri tek yönlü beslenme tarzları sonucunda ne yazık ki yaşam süreleri bile etkilenmektedir. Normatif zekaya sahip oldukları halde, sağlıklı insanlar olabilemeleri için onlara doğru yolu gösterememek ne kadar zor bir duygu!!


Batya R. Galanti




10 Kasım 2021 Çarşamba

Tarihten ders almak

 Okulda en nefret ettiğim derslerden biri tarihti. Papağan gibi tekrarlaya tekrarlaya kafamıza zorla sokulan savaşlar ve bir sürü gerekli gereksiz tarihler beni hiç ama hiç ilgilendirmiyordu. İlkokuldan başladığımız ezberlerle kafam çorba olurken,  pek anlam veremediğim andımızla başlayan, ortaokulda İnkılaplar ve Kurtuluş Savaşı ve gerisiyle devam ederken doğduğum ülkenin tarihini bir şekilde bilmemin aslında gerçekten önemli olduğunu, biraz Türkiye'deki eğitimin bende yarattığı sıkıntıdan ve biraz derslerden gelen yılgınlıktan dolayı sanırım anlamak istemiyordum. Sonuçta okulu bitirdiğimiz günün ertesine aklımızda kalmayacak bir sürü gereksiz bilgiyle dolduruyorlardı beynimizi. Belki de bunu sadece ben ya da benim gibi ezber sorunu olanlar yaşıyordu. Her öğrendiğim savaşı aklıma sokmak kavgasına girdiğimde, okuduğum savaşlardan çok aşık olduğum kişiyi hayal ediyordum.

Bugün tarih konusunu düşündüğümde, keşke bu dersi bize başka yoldan öğretselerdi derim. Çünkü aslında tarihi bilmenin ne kadar önemli olduğunun bilincindeyim. Geçmişi "tam olarak" bilmeyen nesillerin, dünden alacak dersleri olmayanların bugünü anlamalarının mümkün olmadığının farkındayım. Tarihte yaşanmış hataları tekrarlamamanın birinci şartı " insanlığın " geçmişini gerçekten sindirebilmiş olmaktan geçiyor.

Sonuçta bunun esas yolu tarihi ezberlemek değil, tarihi tartışmaktan geliyor.

Tarih dersleri tartışılmaya açık olmalı. Öğretmen tarihi bir futbol maçı anlatır gibi vermemelidir. Savaşların nedenleri ve niçinleri çok daha fazla konuşulmalıdır. Kimin kiminle nerede ve hangi savaşta karşı karşıya geldiği ve kimin hangi savaşı kazandığı ve kimin kaybettiğinin önemi olsa da, ülkelerin neden savaştıklarını bilmek ve anlamak önemli.

Dünya tarihini tamamen bir bütün olarak ele almak önemli. Ülkelerin tek başlarına var olmadıklarını biliyoruz. Bu yüzden tüm dünyanın geçirdiği dönemleri genel olarak anlamak önemli. Her ülkenin bu bütünün içinde  bir yeri olduğunu bilmek ve bu bütünü genel olarak ele almak ve menfaat çatışmalarının arkasındaki nedenleri ögrenmek önemli bence. Savaşların neleri değiştirdiğini anlamak.

Tarihi sıkıcı bir ezber bütününden çıkartıp, insanlığın yapısını oluşturan bir hikaye, toplumsal bir evrim olarak incelemeye açılmalıdır. Çocukların tarihi sevmeleri için bu dersi çok daha fazla konuşmaya açmak lazım. Bu şekilde çok daha akılda kalıcı bir eğitim sağlamakta mümkün olacaktır bence...

Yoksa, seneler önce, Sainte-Pulcherie'de ( okul dönemlerimde ) en iyi dostlarımdan 😥 birinin yaptığı hatalara düşmeye devam edecektir insanlar her defasında bir kez ve bir kez daha. II. Dünya Savaşında öldürülen Yahudiler için en ufak bir esef duymadığını ifade ettiği bir paylaşımında ne kadar aptalca konuştuğunun farkında bile değildi. ( Içinde var olan o koca nefret bir tarafa ).  Onun için Adolf Hitler sadece Yahudileri öldürmüştü. Ve bu onu ilgilendirmiyordu. Öldürülenlere öncelikle insan olarak bakmıyordu. Dünyanın bir yerinde 6 milyon insanın sistematik olarak yok edilmiş olması onun kılını bile kımıldatmıyordu. ( Ve bu insan benim zamanında en iyi dostlarından biriydi ne yazık ki!!)

Bu tip kişiler, insanlığın yapabilecekleri kötülüklerin derecesini düşünerek bile okuduklarından rahatsız olmayacak kadar fanatizmlerinin kurbanlarıdırlar.  ( Bu tip insanların kendi toplumları için bile yararlı olabileceklerine inanmakta zorluk çekiyorum. İçinde insanca duygular taşımayan birinin kendi çevresine bile zararlı olacağı açıktır aslında.) 

Türk ya da bir başka milletin, Yahudilerin yok edilme konusuna hassasiyet göstermeyi reddetmeleri hali.  akıllarınca, kendilerine yapılmamış bir zulme kayıtsız kalmaları, tarihten en ufak bir ders çıkarmayı beceremeyen insanlığın bencilliğinin bir yansımasıdır. Bu egoizmin getireceği en açık şey, tarihin her daim farklı şekillerde tekerrürü olacaktır.

Unutulan kötülüklerden çıkarılmayan derslerin yenilenmeleri kaçınılmazdır. İnsanın zaten en büyük sorunu da budur.

Sadece kendi tarihlerini daracık, eksik,  yalan yanlış öğrenmeye devam edenler hiç bir zaman objektif bir bakış açısına  kavuşamayacaklardır. Yeryüzündeki  savaşların, soykırımların sebeplerini sindirmeyenler,  bu tıp kötülüklerin yeniden ve bir defa daha başkalarının da başına gelebilceğini kavrayamayacaklardır.

Bu anlamda, 1938 yılı, 9 Kasımı 10 Kasım'a bağlayan Kristal Gece' de Almanya ve Avusturya'da yaşanmış olan pogromları sadece ve sadece  Yahudiler anımsamaya devam edecekler. 30.000 yahudi erkeğin çalışma kamplarına göndermeleriyle başlayan soykırımı sadece bizler konuştukça hiç bir şey değişmeyecek.

Bugunku bencil insanlarin  bencillikleriyle sonlandırmaya doğru götürdüğümüz yerküreye yaptığımız eziyet yine aynı kayıtsızlığın bir parçasının neticesidir.

Sonuçlarsa gözümüzün önündedir!!!


Batya R. Galanti

  

8 Kasım 2021 Pazartesi

Çocukların her savaş yaşadıkları travma herşeyden zor!!


Geçtiğimiz Pazar Israel'de 2013'ten bugüne her iki senede bir tekrarlayan "Mavi Bayrak" tatbikatı başlatıldı.  Kara, Hava ve Deniz Birliklerini içeren ve bir ay boyunca devam etmesi planlanan tatbikat, bugüne dek yapılanlardan en kapsamlısı.  Özellikle dışarıdan yedi ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen Hava Tatbikatı şimdiye dek olanların en büyüğü olarak nitelendirildi. ABD, Fransa, Almanya, İngiltere ve Hindistan'dan gelen birliklerle birlikte hava tatbikatına 70'ten fazla uçak iştirak ederken, böylesi bir durum Israel'in kurulduğu 1948 yılından bu yana ilk kez oldu. Hava tatbikatına ayrıca 1500 personel de katıldı.

Ayrıca tüm ülkede bir anda kopması beklenen savaşa, yedek birliklerin ne derece hazır olduklarını  ortaya koyması açısından da önemli bir tatbikat bu. Bu kapsamda,  geçen hafta süpriz bir şekilde, yedek birlik askerleri birden askeriyeden çağırı alarak tatbikata katıldılar. Ayrıca tüm ülkedeki acil servisler de bu geniş çaplı harekete  istirak ederek sivillere acil müdahaledeki yeterliliklerini gözden geçirmekteler.

Ve bunun yanında çoğu Negev Çölünde yapılan tatbikatta, havadan ve karadan havaya saldırılar simüle edilerek, İran'dan gelecek füze tehtidine karşı hazırlanılıyor.

Buradaki yoğun hazırlığa karşılık geçtiğimiz günlerde İran Israel ve Amerika'yı uyararak, kendisini hedef alacaklara karşılık çok ağır cevap vereceklerini söyledi ve aynı günlerde mollalar da askeri tatbikat başlattılar.

Tatbikatın başladığı ikinci günde bulunduğum Hertzeliya deniz kıyısında ikide bir duyulan patlama sesleri kimseyi rahatsız eder gibi değildi. İnsanlar bu ülkede her  duruma alışıklar. İnsanlar ister istemez her olasılığa psikolojik olarak hazırlıklı olmayı öğrenmişler. Zaten kimi ses hızını geçen uçakların hava sahasında devamlı bulunduklarını da bildikleri için paniğe kapılmalarını gerektirecek bir durum görmez insanlar. Aslında bu öyle sevinilecek övünülecek bir durum mudur, yoksa bu tip şartlarda yaşamak zorunda olmak üzücümüdür? Sanırım bu bölgenin koşulları budur!!

Bazen kendinizi bulunduğunuz şartlara adapte etmekten başka çareniz olmadığını bilerek yaşamaya devam edersiniz. Kimse yarın eğer şu ya da bu olursa ne yaparız diyerek, korku senaryoları çizerek yaşayamayacağını bilir. Bir yerden sonra kendinizi kaderin ellerine teslim etmek dahil bir şekilde rahatlatmayı öğrenirsiniz. "Herşey iyi olacak!"der çoğu kişi. Bu yüzdenmidir bilinmez, tüm askeri tatbikatlara, gerçekten yaşanan kimi çatışmalara ve her daim var olan gerginliklere rağmen bu ülke insanı sabah yatağından kalkıp işine gider, gece eğlencesine devam eder, çocuklarını spora, müziğe yönlendirir. Çalışır didinir, öğrenir. İnsanlar her şey bir yana çok çalışkandırlar. Ama gerçekten çok çalışırlar. Ve yorulmazlar. Hem çalışırlar, hem okurlar hem de hayat yaparlar. Ve askere giderler!!!

Bazen bunca enerji nereden diye sorarsınız kendiniz.   Ya yarın ölürsek diye bir korku yoktur burada sanki. O ihtimal varsa da yoktur buradaki insan için. Gece karşımızdaki spor tesisleri her yaştan insanla dolup taşar,,Hayat normal syrindedir her an.  Ve üretim ve tüketim hiç durmaz. Ve insanlar yaşamın her alanında çok aktif bir şekilde yer almaya devam ederler. Yediden yetmişe bir şeylerle meşgul olan insanlar gerçekten çok büyük bir enerji sergilerler. Bu insanlar yaşamı seviyorlar. Ölmeyi değil. Ölmemek için de her tür gayreti göstermeye hazırlar. Sanırım Arap toplumuyla aramızdaki en büyük ayrıcalıkta burada. Yaşamak gayreti. Ve bunun ardından herşeyi yapmaya hazır olmak. Ölmek için değil, daha iyi yaşam şartları için gayret göstermek.  

Ancak yine de son hafta tekrardan konuşulanlar ve ortaya konulan senaryolar gerçek anlamda insanı ürküten şeyler. Her koldan bir saldırı, son senelerin en çok gündeme getirilen ihtimallerin başında.

Hizbullah, Lübnan'da hiç olmadığı kadar büyük bir sorunun içinde. 80'lerdeki iç savaştan beri girdikleri en büyük krizi yaşayan Lübnan halkının artık içlerinde görmek bile istemedikleri bu milis kuvvetlerin tek desteği İran. Ancak en az Lübnan kadar ekonomisi batık olan İran nasıl bir savaşı göze alır ki diye düşünsekte, bu insanların sağları solları belli olur mu? diye düşünüyorum. Onlara göre savaş her zaman tek çare olarak görülebilir!! Şu an tüm bölgedeki hareketleri nedir ki zaten? Hizbullahi senelerdir Suriye'de kim destekliyor? Israel'in kuzeyine binlerce balistik füze nakliyatı yapanlar kim? Yemen'de Suudilere karşı savaşanlar kimler?

İçerideki kaynamayı durdurmak için daha ne kadar Israel'i kullanabilirler bilmiyorum. Ancak İran gün geçtikçe Ortadoğunun tümüne hakim olma çabalarını güçlendirmiş görünüyor. Belki de bu yüzden Rusya Israel'in bu ülkenin hegemonyasına, Ürdün, Suriye ve Lübnan üçgeni içinde engel olma çabalarına ses çıkarmıyor.

Bugün Yahudi ülkesinin en büyük endişesi, bu ülke sınırları içinde konuşlanma çabalarına devamlı hız veren molla rejimiyle devam eden ufaklı çatışmaların bir anda çok cepheli bir savaşa dönüşebilme olasılığıdır.

Ortadoğu kazanında kaynayan ekstrem uçların halkın sosyal ve ekonomik yaşam şartları onları ilgilendirmiyor. Tahran'daki hastanelerde Corona'dan, ilaç yokluğundan, elektrik ve susuzluktan ölen insanlar, bir lokma yiyeceği olmayan çocuklar önemli değiller.  Ayetullalar  kurdukları Şii İslam rejimibu yerlerin kontrolünü tamamen ele geçirmek istiyorlar. Zannediyorlar ki onların gücü herşeye yetecek!! Ve ne isterlerse o olacak. Sonuçta, güç bende artık oyunlarıyla bu bölgeden yükselecek alevlerin neleri getireceği bilinir mi? Bilinmez.  Şu an için Körfez ülkeleri, Israel'in kuruluşundan bugünlere ilk kez, sadece Yahudi Devletini tanımakla kalmadılar, askeri işbirliği de yapmaya başladılar. İran yüzünden, Körfezdeki ülkeler Israel'e yaklaştırmaya devam ederken, son tatbikat çerçevesinde Arap Emirlikleri Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Nasser Mohammad  Al Alawi Israel'e geldi. Önümüzdeki  sene içinde Suudi Arabistan'nın da Israelle diplomatik ilişki kurması bekleniyor.

Geçen hafta aynı tatbikat kapsamında, Rishon Le Tsion'da  bir defalık alarm çalacağı haber verildi. Oğluma bunu söylediğim an girdiği sıkıntı o derece büyüktü ki, onu yatıştırmam mümkün değildi. Bu sadece alarm Gal, gerçek değil desem de sadece sirenin sesi ona yetiyor. Anne o saatte Rishon'da olmasak. Peki dedim. Hemen yani başımızdaki bir şehirde bir saatlik küçük bir oyalanmamızın ardından eve döndük.

Gerçek savaş olduğunda, sığınaklarda günlerce durmak zorunda kalacağımızda, ( söylenildiği, yazıldığı gibi!)  kafamızda hiç bitmeyen füzeler ve patlamalarla oğlumun geçireceği paniği nasıl yatıştırabileceğimizi  bilmiyorum. Ölüm değil de sanki bu daha mı korkutucu acaba? Ölüm bir sondur!! Çocukların her savaşta yaşadıkları travma ise belki de herşeyden zor!!

Dilerim senaryolar  gerçeğe dönüşmezler.


Batya R. Galanti