5 Eylül 2021 Pazar

5 Eylül 2021 Pazar

Duygularımızı en iyi ifade eden yoldur MÜZİK!! 

Hayatımda farklı dönemlerdee farklı tarz müzikler dinlediğim zamanlar oldu.. Sanki yeni geldiğim dünyayı keşfedişim kimi melodilerin arkadaşlığında gerçekleşir gibiydi. . Çocukluğumda hatırladığım şarkıların çoğu beni çok fazla etkilememişken, gelişme dönemine geçtiğimde Şişli'deki kulübe gitmeye başladığımızda bir çok ingilizce pop şarkılarla ilk tanışıklığımla, içimdeki o duygusal insanı etkileyen ilk notalar o dönemler ilk defa beynimde yer tutmaya başlamışlardı.  Daha çocuk yaşta bir erkek arkadaşıma romantik duygular hissetmeye başladığımda, Yıldırım Spor Derneğinin ( bizim cemaatin derneklerinden biriydi bu ) loş ışığı altında, elimde çoğu kez küçük bir Coca-Cola şişesi varken tavanda dönen rengarenk spotların sahnedeki parke zeminde yarattığı görsel şekilleri takip eden gözlerim, hayatı daha yeni yeni anlamaya çalışan beynim ve ilk defa müziğin bende bambaşka hisler yaratmaya başlamasına denk gelen  şarkıyı anımsarım; "Barbra Streisand'ın kendine özgü sesinin etkisini.... Hayatımda daha hiç bir şey yaşamamış olan bir çocuk olarak bir melodinin, bir sesin beni nasıl başka duygulara taşıdığını unutmam. O ortamı bana eşsiz kılan en büyük şey buydu. "Woman ın Love". Bugüne kadar zaman zaman dinlediğim bir şarkıdır bu.

Hayata gözünüzü açtığınız gibi yaşantınıza belki de en çok anlam katan şeylerden biridir müzik... Çoğu eşsiz denecek anları yaratan şeydir!!


Ve yıllar sonra ilk kez Israel'e olan sevgimin kalbimde ne kadar özel bir yeri  olduğunu hissettiğimde de bu ülkeye olan bağlılık duygularımı tetikleyen şeylerden biri yine müzikti. Israel Müziğini seviyordum. Yahudi ezgileri, Hava Nagila'nın ötesinde, Shalom Aleichem ya da Evenu Shalom Alecheim ve diğerleriyle başlayan, hora'larla devam eden bir aşktı bu. Ve güncel Israel müziği içinden yavaş yavaş tanımaya başladıklarım vardı hep.  Ofra Haza, Avi Toledano, Shlomo Artzi, Arik Einstein, Rami Kleinstein ve Rita ve bir çokları. Bu müziklere duyduğum ilgi beni adeta Israel'e çeken en büyük şeylerden biriydi. İlginçtir, bir ülkeye de adeta bir insana duyulan romantik hislerle bağlanabiliyordu insan.  

Tüm bu şarkıcılardan ilk tanıdığım Ofra Haza olmuştu. Eurovision'da ikincilik alan Chai (Hay! ) şarkısıyla tanımıştım onu ilk defa.  Chai!!!;  "Yaşıyorum!

Almanya'daki sahnede, Yemen asıllı şarkıcı Ofra Haza, kimi kendisi gibi esmer,  kimi sarışın olan beş kişilik grubuyla şarkısını seslendirdiğinde nasıl da büyülenmiştim. Duygusallığımla beraber bu topraklara duyduğum özlemle Israelle ilgili olan herşey adeta belli bir kutsallık kazanıyordu gözlerimde.

Ofra Haza, Güney Tel Aviv'de doğmuş, sekiz çocuklu fakir bir Yemenli ailenin kızıydı. İlk kez büyüdüğü çevredeki şehir tiyatro ve müzik grubunda sanatına başlamıştı ve o çok özel sesi ve kişiliğiyle müzikte başarıyı çok çabuk yakalımış bir şarkıcı olduğu söylenebilirdi.

1983'te Münich'te, Israel'i temsil ettiğinde sahnede icra ettiği şarkı, Holocaust'tan tam 38 yıl sonra bambaşka bir anlam taşıyordu. Nihai Çözüm olarak görülen ve bir sistematik ölüm makinesinin beyni olan bu ülkeye geri gelenler, Alman halkının karşısında; " Hala hayattayım diyorlardı. Ani Od Hay!! ... Hala yaşıyorum!! Bu şarkı büyükbabamın şarkısıydı... Dün o babama söyledi, ve bugün ben söylüyorum.. Hala yaşıyorum!!................ve bu şarkıyı hiç durmadan söyleyeceğim, uzaklardaki arkadaşlarıma doğru kanatlarımı açarak uçacağım.... Bu şarkı, Avrupa kıtasının ortasında, cıvıl cıvıl renklerle sahnede yerlerini alan kimilerinin hayatta kalmak için gösterdikleri inadı ve sebatı gösteriyordu!!

Ve Eurovision'dan  bir yıl sonra Ofra Haza, 17. yüzyılda yaşamış Rav Shalom Shabazi 'nin şiirinden alınmış bir  Yemen ezgisi olan bir şarkıyı uluslararası platforma taşıyarak büyük ses getirmeyi başarmıştı. Bu şarkının adıysa İm Nin'Alu'ydu. Modern çağın enstrümanlarıyla güncelleştirilen, dünya insanının, Batılı müzikseverlerin kulaklarına hitab edecek şekilde derlenen şarkı bir çok ülkede en çok dinlenenler listesinde yer almayı başarmış ve üzerinde epey konuşulmuştu. Ofra Haza'ysa ilk defa kendi köklerini dünyaya tanıtırken, yaptığı müzikle evrensel bir ses olmuştu. Ve sadece müziğiyle değil, Sami köklerini de tüm güzellini de ortaya koymuştu bu genç Israelli kadın!!

1996'da Israel'e göç ettiğimde o dönem Ofra Haza yeterince sessizleşmişti.  Benimse dinlediğim bir çok farklı müzisyenler vardı.

Yeni geldiğim bu ülkede, tüm sevgime rağmen bir adaptasyon döneminin daha ilk etaplarındaydım. O zamanlar daha talebelik çağı gibi bir çağ yaşıyordum yeniden. Bir taraftan Israellilere, Kita Alef'teyim dediğimde niye güldüklerini anlamazken, sonraları A sınıfındayım dediğimde ilkokul çocuklarını hatırlattığımı anlayacaktım. Onlar da A sınıfiyla başlıyorlarmış ilkokula!

Ve gerçekten de yeniden doğmak, yeniden büyümek gibiydi yaşam benim için. Hayatınızın orta yerinde yeniden yaşama başlamak gibi bir şeydi bu. Yeniden konuşmayı, okumayı yazmayı öğrenmek. Herşey sıfırdan başlıyordu,

Tüm bildiklerinizi silip reset yapmaya benziyordu bu. Davranışlarınız, oturup kalklmanız bile değişmeliydi bir yerde.

O zaman bize ilkokul şarkıları bile öğretmişlerdi. Bahar şarkıları, bayram şarkıları. Aynen, yeni büyüyen çocuklar gibiydik.

Rengarenk giyinmiş, saçları kısacık kesilmiş sarışın bir bayan, her bayram öncesi ve sonrası elinde gitariyle bize en güzel şarkıları öğretirdi her defasında.. İşte bu kadın da bana Israel'in sevdiğim yüzünü hatırlatanlardandı. Sanki o ve onun gibileri, bu ülkeye neden geldiğimizi anlatan birer örnek giydiler. Özgür bir nefes alışın sesi gibi sembolleşen insanlardı bunlar...

Roş Ha Şana'da, kurulan kocaman masalarda dünyanın bambaşka köşelerinden gelmiş insanlarla aynı zamanda, aynı kaderi birlikte paylaşıyorduk. Bir süre sonra her birimiz kendi yolumuza devam edecek olsakta, daha çok genç sayılacak yaşımda kimi anlamlı şarkılar dudaklarımdan dökülürken, sadece romantik duygularla soluduğum bu topraklarda beni nelerin beklediği soruları da aslında beynimin bir yerlerinde beni yeterince meşgul etmiyor değillerdi. Yarın ne olacak? Nasıl bir iş bulacağım? Ne zamana kadar yanlız olacağım? Peki ama adapte olabilecekmiyim?

Ve o günlerde bana yine de bu ülkede belli bir aile birliği duygusunu yaşatan bir şeyler hep vardı.

Bayramların çevresinde, her defasında yanlız kalmamamız için gayret gösteren birileri hep çıkardı. İlgisini eksik etmeyen öğretmenler, kimi tanıdıklar ( gerçek ailem dışındaki bir çokları!! ) herşeye rağmen geride bıraktığım ülkeden çok, yerimin burası olduğunu söylüyordu bana.

......................................................

Çocukluğumda beni ilk etkileyen şarkılardan biriydi ;  "Woman ın Love" ve daha sonra başka aşk şarkıları ve ardından, Süt ve Bal ülkesine duyduğum hislerle gelen müzikler var oldular hep... İm Nin'Alu'yla Ofra Haza'nın  bir çok şarkıları ve farklı dönemlerde yaşadığım farklı hislerle bugünlere kadar beni taşıyan farklı melodiler... .

Bir dönem bana aşkı yaşatan, bir insana duyulan hisleri ifade ediyordu müzik. Zaman geldi bir vatan özlemini yansıtırken bugün herşeyden biraz demek oldu benim için. Hayat bize karmakarışık hisler yaşatıyor. Zaman zaman olumlu duygular yaşıyoruz, o zaman dinlediğimiz şarkılar o olumlu duygularla birleşiyor.

Bazen de müzik dini  anlamlar taşıyor. 

Önümüzde bizi bekleyen Rosh Haşana ve sonrasında gelen Kipur da bana yine kimi geçmişten bugüne hala varolan bazı nameleri hatırlıyorlar

Dün aklıma geldi birden;   El Nora Alila'yla kapanan Kipur orucumuz. Kala ( Sinagoga ) orucun sonlarına bir saat kala giderdim çoğu kez. Artık insanların açlıktan nefeslerinin kokmaya başladığı anlarda, Şişli Sinagogunun üst balkonundan aşağıda, üzerlerinde bembeyaz tallitler kafalarında yine beyaz kipalarla, ellerinde tuttukları dua kitapları Kipur gününü  son yakarışlarıyla  kapatanlar.....

Sağlık, huzur, iyilik ve kazanç için dileklerde bulunulurken, her biri ayaklarının uçlarına doğru yükselen erkekler ve kadınlar ellerini göklere kaldırırlarken, "El Nora Alila"y i söylerlerdi.... Tüylerim bir an için diken diken olurken gözlerimi kapatır Tanrıyla bir an için bir köprü kurduğumu hissederdim. Ve arkasından  Şofar çalmaya başlardı. Şofar'ın inip çıkan iniltisi içimizden kopan çığlığın sesi gibiydi.

Bir kez daha dua ediyorum............

Tanrım bize yardım et!! Bize daha iyi bir dünya'da , daha huzurlu bir ortamda yaşamamız için yol göster diye yalvarıyorum. Hatalarımız hep oldu. Ve hep olacak. Sadece bizi başkalarına karşı dönülmesi imkansız hatalara düşmekten alı koy lütfen.


.................................................................................................

2 Eylül 2021 Perşembe

Ortadoğu'da kukla yönetimlerin işgali


Dünya insanına, savaş ve ölüm sorulursa akıllarına neresi gelir? desem? çoğu kişi, Ortadoğu diye atlar hemen!  En fazla savaşların, en fazla yıkımların, en çok karmaşanın, toplumsal eşitsizliklerin ve sömürünün ve acımasızlığın olduğu bölge bu bölgedir. Etrafımızda gerçekten rahat yaşayan bir toplum ararsanız zor bulursunuz. Petrol zengini olan o lüks Körfez ülkelerinde bile daha ılımlı bir hayat, sıra dışı fikirlerinizi beyan etmek özgürlüğünüz olduğunu zannederseniz yanılırsınız. Paranın verdiği o çok görkemli yaşamlarına rağmen hala daha İslam'ın gereklerine uygun bir hayat dışında hiç bir fikir ve kavrama izin olmayan bu ülkelerin de kimi açılardan bugüne dek diğerlerinden bir farkları yoktur.  Hala daha Şeriat kanunlarının gölgesinde yaşayan kadınlar, erkek egemen bir toplumun ağzından çıkacak izne göre nefes alıp alamamak arası bir hayat sürmek durumundalar. Körfez ülkelerinin, Suriye, Yemen, ya da Irak'tan tek farkları,  altın ve değerli mücevherlerin yapmacık ışıltısının gözleri kamaştıradığı  bu diyarlarda sadece bombalar pek patlamıyor. Onlar bombaları kardeş ülkelere taşıyorlar. İran'dan Suudi Arabistan'dan gelen silahlarla bir kaç kilometre ötelerinde kardeşleri birbirlerini öldürmeye devam ediyorlar.  Bir tarafta yeni yeni ortaya çıkan Şeriat rejimleriyle güçlenen kuvvetler de bu bölgedeki insanları, toplumları kırbaçlamaya devam ediyorlar.

Ortadoğu'da geçen zamanın toplumsal reformları getireceğini hayal ederken insanlar saha da çok baskı, daha da çok zülum içinde yaşamaya mahkum ediliyorlar.

Ve tüm bu ekstrem akımların ortasındaki Israel'in sınırları  yeniden ve yeniden tartışılırken bir Fransız  ya da bir İngiliz Haber sitesinde Israel'ín işgali altındaki bölgelerden bahsediliyor.

Halbuki bir tek Israel'in işgali altında denildiği bu bölgelerde insanlar nefes alıyor.

Bu bölgede ölüm yerine yaşama değer veren tek rejim Israel demokrasisi. Bilmiyorlar mı acaba? Ya da bilmezden mi geliyorlar?

Ancak o çok değerli Batılı, insancıl (?!)  ülkeler ve insanlar Israel'in işgalciliğine taktılar.


Jerusalem işgal toprakları, Yehuda Ve Shomron İşgal toprakları, Ramat Ha Golan ve tabii Galil Ha elyon işgal toprakları.. Buralardan Israel'i çıkartalım diye yırtınıyor hepsi..o zaman  geriye kimleri koyacaklar???!!!!

Kimi tercih eder gönlünüz sevgili Batı?

Ha size farketmez aslında!!!! Kim olursa olsun ama o çok yok etmek istediğiniz YAHUDİLER olmasınlar!!! Değil mi????!!!!!!!!!!!!!!!

Mesela Yehuda ve Somron'da bir ayağı çukurdaki Abu Mazen gittiğinde yerine Hamas'ın gelme şansı hiçte küçük değil. Mutlaka bizdn daha iyidirler . Oralarda da Radikal İslam güçleniyor. Kuzey'de İranlı milislerin desteklediği Hizbullah var. Hani Lübnan'ı yerle bir eden, kafalarındaki siyah ya da beyaz türbanlarla kendilerini Tanrının kutsal savaşçıları zannedenler. Taliban'la birbirlerine gayet benzeyen sakallı melekler hepsi. Suriye ve Güney Lübnan'da hiç durmadan silah ve roket depolarına yeni balistik füzeler ekleyen başka radikaller bunlar. 

Güneyimizde Gazze'yi 2007'den beri esir almış olan Hamas, Mısır'daki Müslüman Kardeşlerin bir yan kolu. Onlar da iyi çocuklardır. Kadınlarını ikinci, üçüncü kalite görür, sorgusuz sualsiz, mahkemeye bile gerek görmeden infaz kararları verirler, Homoseksüelleri damlardan atarlar. Ambulanslarda cephanelik taşırlar. Okullarda Cihad kavramını öğretirler. Mısır Cumhurbaşkanı El-Sisi bu yüzden Gazze'den Mısıra olan geçişlere izin vermiyor. El Sisi'nin teröre karşı verdiği savaşta en çok destek aldığı ülke Israel. Yoksa bu ülke de Daesh ve Müslüman Kardeşler çemberine düşebilir.

Ortadoğu'daki tek gerçek işgal, Batı'nın kendi ellerinin altından çıkan  kukla yönetimlerin işgalidir.

Bu bölgede huzur olmamasının tek nedenini Israel'e bağlayarak sorumluluklarından kurtulanların işine gelmedikçe bu yerler kaynamaya devam edecek. Kimse bu bölgenin huzur bulmasını istemiyor. Ve senaryonun içinde yine bir günah keçisi rolünü üstlenmiş olan Israel bir taraftan Batının istediği şekilde bölgeye belli bir denge getiriyor bir diğer tarafta bazı savaşların hiç son bulmamasıyla diğerlerinin istedikleri gibi hareket edebilmelerine bir gerekçe oluyor.


Batya R. GALANTI 

İletişim bozukluğu yaşayan kişiler arasında olan anlaşmazlıklar da kısmen sağırlar diyaloğuna dönebilir.


Geçtiğimiz haftalarda bir Cuma öğlen, Şabat'a saatler kala yine o çoook sıcak günlerden biriydi. 

Bir çok defa olduğu gibi sadece zaman öldürmekle meşgul olduğumuz bir Cuma'ydı yine. Eve yakın bir merkezde dolanıyor. sinemaların, kimi dükkanların ve fast food lokantaların bulunduğu bu yerde Gal'le birlikte zaman geçiriyorduk. Onu yine bir şekilde oyalama gayretlerimizden öteye gitmeyen, gezmeden ya da eğlenmeden çok Gal'in kabul edebileceği, kaldırabileceği belli aktiviteleri yerine getirdiğimiz, kısa süreli çıkışlarımızdan biri daha idi bu.

Onun ve kendimiz için hayati mümkün olduğunca kolaylaştırmanın yolları bazen başkalarının çok fazla anlayamayacağı basit programlara dönüşür. Uzun geziler. kamplar,  ve bir çok insan için en eğlenceli durumlar Gal için bir eziyete döndüğü anlar bizim açımızdan da hiç bir şeyin daha  kolaylaşmadığı açıktır.

Aslında Cuma, öğlen saatlerine varıldığında Israel'de yapacak bir şey bulmak zaten çok fazla mümkün değildir. Özellikle de havaların çok sıcak olduğu  yaz mevsiminde!  Öğle saatleri yaklaştığında, insanlar genelde Şabat moduna girmeye başlarlar. Şabat modu da nedir? sorsalar!!  Tüm dükkanların yavaş yavaş kepenklerini indirdiği saatler yaklaştıkça, akşam yemeğine doğru insanlar son alışverişlerini yaparlar buralarda. Bir kısım kişilerse dinlenmeye çekilirler ve bir çokları her hafta aynı şey için hazırlanırlar. Cuma gecesi masalarının çevresinde toplanacak aile bireyleri ve kimi yakınlarıyla yenecek yemeklerin hazırlığına düşer çoğu kadın ve erkekler. Evet erkekler de çok kez bu işin içindedirler. Israel'de mutfağa girmeye ve yemek yapmaya meraklı erkekler bir hayli çoktur. Ve her hafta yeniden bayramdır. Her hafta yeniden sofralar bembeyaz örtülerle kaplanır. Ve dindar erkekler sinagoga gittiklerinde kadınlar, evlerinde Şabat mumlarını yakıp, Şabat ekmeklerinin ( hala )  masadaki beyaz örtünün altındaki yerlerini bulduklarında Şabat'ı karşılamak için hazır beklerler. Bir iki saat evvelinden herşey hazırdır. İnsanlar banyo yapmış, Şabat için çoğu kez beyazları giyinmişlerdir.

Peki Ruslarda mı Şabat moduna giriyorlar? diye gülerek sorsam ben? Din kavramının yeterince unutulduğu bir ülkeden gelen ve çoğu karışık evliliklerin meyveleri olan bu insanlar içinden kaçı Şabat'ı karşılıyordur acaba? Onlar ve bir çok diğer Israelliler içinde Şabat'a bakmayanlar hiç az sayılmazlarsa da, Şabat yemeğinin bir bayram havasına dönüştüğü Israel'de yine de herkes artık bu anlayış içinde kendi yerlerini buldular. Kimileri sadece arkadaşlarıyla toplanıp yiyip içmek isteyebilir. Bir diğerleri dualarla karşılayabilir. Bir başkaları Kuzeye kamp yapmaya gidebilir. Ya da hafta sonunu Ölü Deniz kıyısında bir otel'de geçirebilirler. Ya da Eilat'ta inip yunuslarla yüzmeyi tercih edenler olabilir.. Bazıları çölde çadır kurup gece zifiri karanlığın ortasindaki Negev'de gün doğumuna kadar gökteki yıldızları seyredebilirler.  Ancak sonuçta yine de her Şabat her taraf belli bir sakinliğe, bir sükunete kavuşur bir kez daha. Tüm haftanın karmaşası yerini sessizliğe terkeder.

İşte  Cuma günleri de, biz çok kez arabaya atlar gezinti yaparız. Ya deniz kıyısında, ya da yemeğe çıkarız, ya kendimizce yürüyüş yaparız bir parkta, bir orman ya da çevre civarda bir yerlerde. Peki ya Şabat yemeği derseniz?  Eşimle gezi sonrasi dönüşümlü hazırladığımız çoğu pratik bir kaç yemeğin ardından biz de güzel bir masa kurarız aileye. Bir de bir iki misafir gelirse keyfime diyecek yoktur benim! Severim ben misafirleri....

O geçtiğimiz haftalarda, bizim eve yakın merkeze gidişimizden başlamıştım ben aslında.

Öğle yemeği yiyecek vaktim olmamıştı. Daha önce orada yediğim, yine bir fast food  Meksika restoranı vardı. Aklımda kalmış orası. Eşime siz devam edin ben bir şeyler alacağım dedim. Menülerde yazılı olan herşey ismen tanıdık ama içlerindeki şeyleri tam bilmiyorum. Aslında ne farkeder genelde hepsi lezzetli şeyler. Hatta ağzımı biber gibi yaksa da ona da alıştım ben. Hoşuma bile gidiyor artık hafif biberli soslar.Oturup, tam yemeğe başladım ki bizimkiler de bana katıldılar. Ve biz aramızda, oturduğumuz küçük yuvarlak masada laflaşırken biraz ötemizde birden bire gayet hoş bir genç çocuk durdu. Bize "Merhaba!" diyordu.  Çocuğa döndüğümde, karşımda Gal'in otist olduğunu ilk öğrendiğim zamanlardan tanıdığım  ilk sınıf arkadaşlarından birini gördüm. İsmi Amit olan bu çocuğu hemen sevmiştim ben. İlk kez Gal'in kendisine uygun olan çocukların arasında bulunduğunu anladığımda rahat bir nefes aldığımı hissettiğim zamanlardan , onun ilk kez kendisi gibi olan akadaslarından biriydi o. Onun ilk Gal'e  seslenişini duydugumda, ses tonunun monotonluğuyla  konuşurken,  Gal'e ve bize yönelttiği sorularında ilk defa birisinde aynı oğlumu bulduğumu hissetmiştim. Sadece Gal hiç bir zaman robot gibi konuşmamıştı.

Onun saflığını hatırlatan,  onun gibi olan çocukların içinde oglum ilk defa daha bir mutlu olmayı başarmıştı.  Ne sadece basit bir öğrenim güçlüğü, ne sadece dikkat bozukluğu ne de hiperaktif ya da agresif olabilen diğerleri gibi değillerdi onlar.  Onlar otistiktiler!!!

Ne tuhaftır ki tüm benzerliklerine rağmen her biri bir diğerinden yine de bir o kadar farklı olan bu insanlar aralarında gerçek bir dostluk kurmayı bilmiyorlar. Her biri kendi dünyasında dolaşırken birlikte bir aktivitenin bir parçası olabilmeleri için hep bir aracıya ihtiyaçları var.

Amit'e; Gal'i arasana Amit. mesajlaşın arada bir, konuşun dedim. O da tabii dedi. Babası biraz ötede bekliyordu onu. Görünümü tamamen normal olan bu güzel ve gayet bakımlı olan çocuk, üzerine hep çok düşkün, çok titiz olanlardandı. Bense Gal'e herşeyi sürekli hatırlatmak zorundayım.

Seneler önce Amit'ín annesiyle konuşmuştuk. Oğluna titiz olmayı kendi öğrettiğini söyleyen bu anne çocuğunun bu konudaki obsesif tutumundan kendine pay çıkarıyordu. Hani kimi anne babalar vardır, çocuklarının başarılarını onlardan çok kendileri üstlenirler. Temiz ve titiz olmayı kendisi öğretmişmiş..diye iddia ediyordu. Bense Gal'le bu konuda bugünlere kadar ne büyük bir mücadele verdiğimi düşünürken, kimi otistlerin temizlik konusunda ne kadar saplantılı olabildiklerini bilmesem kadının iddialarına  ne derece inanırdım diye içimden gülüyorum bir an.

Böylece bu çocukların her biri bir diğerinden farklı. Bu yüzden de birlikte olmaktan çok sonuçta yanlız kaldıklarında huzurlular. Her ne kadar sonuçta yanlızlıktan şikayet eder gibi görünseler de... Onları total bir yanlızlıktan kurtarmanın tek yolu devletin veya  kurumların yardımlarıdır. Onlar için düzenlenen faaliyetler bu tip insanları bulundukları durumdan bir an için çıkarmanın tek yolu oluyor.

Geçen günlerde Gal'in çocukluğundan bir arkadaşıyla, parkta birlikte  oyun  oynamaya çalıştıkları bir gün aklımıza gelmiş ve gülmüştük.. Gal gibi otist teşhisi konulmuş olan bu yuva arkadaşıyla iki baba bunları biraraya getirmişlerdi parkta. Babalar bir bankta oturmuş iki küçük çocuğun aralarındaki bozuk iletişimden ortaya çıkan oyunu izliyorlardı. İki çocuk sözde saklambaç oynuyorlardı. Biri 10'a kadar sayarken diğerinin saklanması gerekiyordu. Ancak onlar, her biri karşındakinin söylediğini değil kendi kafasındakini yapıyordu. Böylece, hem biri hem diğeri saklanmıştı!  Onları arayacak kimse yoktu. Babalarsa oturdukları yerden gülerlerken çocukları saklandıkları yerden çıkarıp onlara oyunu anlatmak zorunda kalmışlar!!

Bazen normal insanlar da böyle olurlar. İletişim bozukluğu yaşayan kişiler arasında olan anlaşmazlıklar da kısmen sağırlar diyaloğuna dönebilir.

Otist çocuklarınızın küçüklüklerinde yaşadıkları zorlukları yaşlarının getirdiği bir şey olarak algılayabilirsiniz. Bazen zannedersiniz ki büyüdüklerinde  kimi şeyler çok daha kolay olacak . Ancak otizm öyle bir sorun ki, bazı konularda zaman kısmen ilaç gibi gelse de kimi şeyler tersine daha da zorlaşıyor. Bazı farklılıklar, bazı eksiklikler zamanla daha derin bir uçuruma dönüşebiliyor.  Hayatınız bir gün daha kolaylaşacak zannetseniz de, her defasında ve bir defa daha çok derin nefes almaya ihtiyacınız olduğunu farkediyorsunuz.  Yaşadıklarınızın kendi benzerleriyle bile bire bir aynı olmadığını gördüğünüzde sizi tek anlayacak insan sadece bir psikolog ya da özel bir destek grubu olabiliyor. 


Batya R. Galanti  


31 Ağustos 2021 Salı

Barel Shmueli Z"L anısına








Barel Shmueli, kendi canını korumasına karşı çıkan emirlere itaat etmenin bedelini hayatıyla ödedi. Vatanını korumak adına, binlerce sivilin yığıldığı sınırda çocuklar tarafından öldürüldü.

Geride, sahip olduğu tek evladını kaybeden bir baba ve üç kız  kardeşiyle birlikte gözü yaşlı bir anne bıraktı... Yaşam kimileri için böylece bir noktada duruverir birden. Bitmeyen savaşların anlamsızlığı içinde kaybedilen yaşamlar anlamsız bir hüzünle devam eden bir hayata dönüşür bir diğerleri için. 

Yehi zihro Baruch!










 Aşılara karşı çıkmak

Bilgi Devrimiyle birlikte bilinçlenen insanlığın,  gelişmiş toplumlarda  demokrasi ve liberalizmle kendi bedenleri üzerine her geçen gün daha özgür karar alabilme yetileriyle ortaya çıkan son dönem akımlardan biri de, 20. yüzyılıda insanlığı bir çok epidemiden kurataran aşılara karşı çıkmak oluyor. Son yıllarda gittikçe artan sayıda insanlar yeni doğan bebeklerine bir çok iddialar yüzünden aşı yaptırmaya karşı çıkıyorlar.

Batı'da ve Israel'de bir kısım insan çocuklarını  aşılatmamak için direnirken  bu konu genel olarak büyük bir propaganda hareketine dönüştü. Bu tip insanlar yüzünden yeryüzünden silinip gitmiş olan çocuk felci ya da çiçek hastalığı gibi çocuk hastalıklarının yeniden ortaya çıktıkları görülüyor.

Bu yazdığım yazıyla, her ne kadar ilaç kullanımı konusunda ikilemli bir fikirle öne çıkıyorsam ki, ben de bazı ilaçların kullanımına karşı olan bir insan olduğumu ifşa ettiğim kimi yazılar yazmış biriyim.  Olay tüm toplumun sağlığını ilgilendirdiğinde, konu epidemik hastalıklar demek olduğunda farklı iddialar savunabiliyor, "psikiatrik ilaçlar yüzünden gördüğüm zarar ve zor deneyimlerin ardından bazı ilaçlara karşı olan  kuşkuculuğumla ters düşecek bir iddia ile geliyor olduğumu bilerek yazıyorum.

Çocuklukta yapılan aşıların çoğunda vücudumuza zarar veren maddeler olduğunu, mesela bir çok çocuğun bebeklikte yapılan aşılar yüzünden otizm geliştirdiklerini iddia eden insanlar var.

Bense toplumun sağlığını tehlikeye atan akımlara karşıyım. Gençliğimde toplumun geneline baktığımda aşıların sadece bazı salgınları durdurduğundan emin olduğumu söyleyebilirim.

Çocukluğumda, bize okulda yapılan aşıları hatırlıyorum. Ve bir defasında, Büyükada'da Kaymakamlığa gittiğimiz,  o Nizam yolunda bulunan, denize bakan kocaman beyaz köşkün kapısından girdiğimizde, girişteki yarı karanlık ahşap odada bizi bekleyen bir şahıs tarafından bir an önce yapılan aşıyı hatırlıyorum.  Sol koluma yaptıkları enjeksyonun ardından bir küp şekerin üzerine damlatılan ilacı  dilimin üzerine koyduklarını anımsıyorum.  Tüm bu tedbiler Ortaçağ'da görülen büyük salgınların, bizden evvel yaşamış olan insanları sakat bırakan hastalıkların, tarihin gerilerilerinde kalmalarını sağlayan şeylerdi. İnsanlığın bulduğu aşılar daha sağlıklı nesillerin önünü açmışlardı.

Bu aşılardan bir çoğunu, 1919-2005 yılları arası yaşamış olan  Amerikalı Mikrobiyolog Maurice Hillman bulmuş. Hillman kızamık, kabakulak, hepatit A, hepatit B, şu çiçeği, menenjit, zatürree gibi hastalıkların çaresi olan aşıların bulucusu olmuş.

21. Yüzyıl insanı bugün artık çok bilinçli oldu. Burası tartışılmaz bir gerçek. Artık her birimiz doktorlardan bile daha iyi bilebiliyoruz kimi şeyleri. Bize nelerin iyi gelip nelerin iyi gelmediğinin bilincindeyiz çoğu zaman. Farkındalık eskiye göre kat kat fazla. Kuşkular da ve güvensizlikler de aynı oranda arttı. Kimseye kolay kolay inanmıyoruz. Kimsenin bedenimize zorla sokmak isteyeceği ilaçları, aşıları kabul etmek zorunda olmadığımızı düşünüyoruz. Bunu anlamamak mümkün değil. Bir taraftan insanlığın maddi menfaatlerin arkasından neler yapabildiklerine hepimiz şahidiz.  Ancak kimi zaman bu yarı bilinçli, yarı devrimci hareketler kendimize ve topluma zarar da verebiliyor. İnsanlar için bazen en büyük tehlikeler de yarım akıllılıktan olabiliyor. Bazen sadece yarım bilgiyle profesör olduğunu düşünen insanların verdiği kocaman zararlar da var. Hele yarım akıllılardan kocaman bir aptallar ordusu ortaya çıkıp insanlığı tehlikeye atan fikirler toplumlarda kocaman bir dalgaya dönüşünce vah halimize denecek durumlarla karşı karşıya kalabiliyoruz.

Şimdiki durum gibi,  Bu insanlar gözümüzün önünde ölenleri görmüyorlar mı? Israel'de hala aşı olmak istemeyen bir milyon insan var!!!!

Bu insanlar neyin farkında değiller???!!!

Bugüne dek görmediğimiz bir hastalığın nasıl bir çoklarını bir bir yatağa attığının farkında değiller mi? . Bir çok tanıdığımız insanlar, yakınlarımız bu salgında ya öldüler ya da çok hasta yattılar. Bunu hala anlamayanlar var.

Kendimiz için değilse de çevremizde yaşayan diğerlerine karşı yükümlülüklerimiz olduğunu nasıl unuturuz?

İki hafta evvel üçüncü aşımı oldum. Sanırım bir kez daha Israel bu konuda ilk deney gibi.  Çünkü ilk aşılanan ülke olduğumuz için burada üçüncü aşının zamanı geldi. İkinci aşıdan beş ay sonra vücutta antikorlar yeterince azalıyor. Yeni bir booster vermek şart oluyor.

Üçüncü aşı için söyleyebileceğim ilk şey, ilk iki aşıya göre daha fazla yan etki yaşadığımız. Yaşlı insanlarda sanki biraz daha az yan etki yaparken çevremde orta yaş grubundaki insanların bir çoğunda bir kaç gün devam edebilen, yüksek ateş ve kas ağrıları görülebiliyor.

Ben ilk gün kendimi gripli gibi hissederken , bir kaç gün içinde ortaya çıkan nezlem hala devam ediyor. Nezle ve halsizlik ve hafif öksürük.

Oğlum bu sabah iş dönüşü babasıyla birlikte üçüncü aşısını olmaya gidecek. Umarım o bunu daha rahat atlatır.

Derken Israel'de son dalgayı sadece aşılarla kontrol altına almaya çalışırlarken diğer önlemler belli belirsiz şeylerle kısıtlı kalıyorlar. Yeni Hükümet bir kararsızlık içinde. Herşey en başından doğru yapılsaydı burada son bir ayda 500'den fazla insan ölmezdi. Son dalga çok fazla insanı vurdu ve vuruyor ve şimdilik iddialara göre aşıların ilk olumlu etkileri görülmeye başlanmış. Ancak nasıl bir olumluluksa bu, daha dün Mart Ayından beri en yüksek virüs vakası sayıldı.

Yarın açılacak olan okulların yüzde yüz normal programla açılma kararının da yanlış olduğunu söyleyen doktorları dinlemeyen Bennett'in alacağı kararlardaki hataların bedelini ödeyecekler yine yaşlı insanlar, hatta bu defa kimi gençler bile olabilir.

Kısaca Covid-19 aramıza katıldığından beri değişen hayat şartları şimdilik hala burada bizimle beraberler. Dilerim önümüzdeki aylar kimi olumlu değişimleri de getirirler artık!!!



29 Ağustos 2021 Pazar

BASTIRAN SICAKLARIN BİTMESİNİ BEKLERKEN


Kocaman metropollerde, büyük şehirlerin hengamesinde yaşayan insanların yaşam kavgalarından, mücadelelerden uzak bir sükunet arayışıdır bu insanlarınki. Ilıman ülkelerin, küçücük kasabalarında, bazen bir Akdeniz adasındaki bir limanda  herşeyden uzakta bir yaşam....



İyice bunaltan bir Ağustosu yavaş yavaş gerilerde bırakırken Eylül ayında da devam edeceğini bildiğimiz çöl sıcaklarının sadece önümüzdeki bir iki hafta içinde sabah ve akşam saatleri kısmen serinlemesini bekliyoruz artık.

Akşamları esmeye başlayacak hafif esintiyle birlikte ağır geçen yaz aylarının yerini kısmen baharı anımsatacak daha güzel günlere terkedeceği havaları umutla bekliyoruz bir defa daha. Geçen zamanın bize yapacağı belki de tek iyilik bu olacak.

Temmuz ayında sahilleri basan meduzalar  yani deniz anaları yüzünden yüzülemeyen denize geçtiğimiz haftalarda sonunda gidebildik.  

Beyaza çalan altın kumlarda yürürken ayaklarımızın yanmasına aldırmayarak sonuna kadar kattetiğimiz sahilde, denize en yakın şemsiyelerin birinin altında oturduğumuzda bir an once hareket etmek icin acele eden yanımda Gal'le birlikte giysilerimi cikarirken, hayatımın çoğu anlarını sadece oğlum tarafından gelen tek taraflı bir bağımlılık değil de sanki kendimi de bir yerde bir insanla zincirlenmiş gibi hissederken, çocukluğumda denize atlarken bir an için  herşeyi geride bırakıp sadece kendimi yeniden özgür hissettiğim anları arar gibiyim her sahile dönüşümde.

 

Giysilerimi eşimin gözetimine terkettikten sonra, bir an önce kendimi sulara bırakmak için acele ettiğimde, Gal arkamdan bir şeyler tekrar eder gibiydi.. Bense önden giderken, denize bırak kendini artık dedim. Ve tuz oranı çok yüksek olan masmavi sulara gözlerimi sıkı sıkı kapatıp dalarken burnumdan boğazıma doğru yol alan suyun genzimi bir anda kezzap gibi yaktığını farkettim yeniden.

Deniz yine de çok güzeldi.

İlk dalışımda bugün sular sakin galiba demişsem de kendi kendime bir anda arka arkaya gelen dalgalar mayomun brotellerini hiç durmadan aşağıya indirirlerken,  oğluma gülerek bu sıcakta en güzel şey galiba çıplak yüzmek olurdu diye dalga geçmeye başladım...

Gal sonunda dalgalardan şikayet ede ede arkasına bile bakmadan beni hayallerimle ve turkuaza çalan, pırıl pırıl denizle baş başa bıraktı.

Israel'de deniz Temmuz, Ağustos ayları çoğu zaman ideal olmuyor. Hele o günkü yüzüşümün ardından gelen çok daha ekstrem sıcaklar beni yeniden denize gitmek için beklemeyi tercihe itti. Böylesi kızgın güneşin altında plaja inmeyi düşünmek bile delilik gibi geliyor insana!

Eylül ayı  için  sözleştim arkadaşlarımla.. Vakit buldukça, sıcakların azaldığı günlerde yeniden denize gitmek için bekliyorum.

Böylece soruyorum kendime soğuk havalar mı yoksa  sıcaklar mı? Hangisi daha zordur diye?

Sanırım. ne çok soğuklar ideal, ne de çok sıcaklar!!

İstanbul'un kimi kış günlerini anımsarım. özellikle İngiliz turistlerin zaman zaman. "Biz burayı çok daha sıcak zannediyorduk, bizim oralardan pek farkı yok!" dediklerinde Boğaz'da aynı anlarda esen rüzgarlar yüzünüzü bıçak gibi kesebilirdi.

İstanbul'un genel olarak 8 derecelerde seyreden kış mevsiminin zaman zaman 0'a indiği günler de olurdu. İşte o zamanlar sokaklarda turistlere rehberlik yapmanın tam bir cefa olduğunu anımsıyorum. Bazan bir anda  buz kesen havada, dışarıda olmaktan başka çaremin olmadığı günlerde ne kadar sıkı giyinmiş olduğumun pek önemi yoktu. Donmaya yüz tutan dudaklarımın arasından konuşmaya çalışırken, kat kat giydiğim kazakların üzerindeki içi muflonlu palto bile hayatımı kolaylaştırmıyordu. Soğuk sanki içime işlemiş gibiydi. Ama kar başladığındaysa  bir anda şehrin  bambaşka bir ortama bürünmesi bana herşeye değer bir mutluluk yaşatırdı. Sultanahmet'teki koca meydan beyaz bir örtüyle kaplandığında ve etrafta neredeyse hiç insan kalmadığında, çoğu kez benim yanımda da bir iki numunelik turistle,  Mavi Caminin hemen yanında olan hipodromun orta yerinde bulunan 18 metre yüksekliğindeki obeliskin önünde durup o koca dikili taşın tarihini, Mısır'dan getirilişini, her yüzünde görülen işlemelerin neleri ifade ettiklerini çarçabuk anlattıktan sonra bitirdiğim turun ardından büyük sevinçle vardığımız o lüks halıcı dükkanında içtiğimiz çaylar bir anda dünyanın en bulunmaz şeyi gibi görünürdü gözüme.

Hayatımda ilk kez o zamanlar normal çay'ın dışında bir çay keşfetmiştim. Türklerin büyük ihtimalle varlığından bile haberleri olmadığı bir çaydı bu ama bu turistik yerlerde sorsanız zannederdiniz ki Türkler sabahtan akşama elma çayı içerler.  Türkiye'ye o dönem gelen tüm Turistlere satılan "Elma Çayı!". nereden çıkmıştı anlamamıştım. Belkide dünyanın her şehrinde satılan normal çayın yerini alacak bir şey bulmuşlardı. Daha egzotik ve daha lezzetli.  Bense o günlere kadar genelde yemeklerden sonra yediğim elmayı bilirdim.  İşte burada bir kez daha bir halkın gerçek yaşamı ve gelenekleriyle, artık bir turizm ülkesine dönüşmüş bir yerin turistlere sundukları arasındaki farklılıkları görüyoruz. Halkın günlük yaşamındaki kendi geleneksel içecek ve yiyecekleri yerinde görmek lazım. Turistik bölgelerden çıkıp, yerel insanların içine karışmak lazım.

Ama dediğim gibi o soğuk günlerde bizlere ikram edilen sıcacık elma çayı da gayet makbule geçiyordu. ( İyi mi şimdi aklıma geldi, markette elma çayı bakayım ben, ya da direk elmanın kendisinden  de hazırlanabilir bu çay!!  :) )

Hangi hava şartları daha zordur diye söze başlamıştım. Soğuk havalar mı yoksa sıcaklar mı?

Sanırım çoğu insan kendi büyüdüğü hava şartlarıyla yaşamayı öğrenir genelde. Afrikalı bir insanın Antartikanın şartlarına adapte olması eminim çok daha zor olur.  Ya da bir Hintli için Norveç'in buz gibi kıyılarında balıkçılık yapmak tam bir cehenneme dönüşebilir.

Bir arkadaşımın geçenlerde bana anlattığına göre,  seneler evvel çocuklarını Israel'e turla gönderdiğinde, Temmuz ayının en sıcak döneminde buraları gezdiklerinde öyle bir sıcakla karşılaşmışlar ki Israel'de yaşamanın imkansız olduğunu düşünmüşler. O arkadaşımın oğlunun, Watsapp'taki bir konuşmamız sırasında; "Sizler orada sıcaktan nasıl ölmüyorsunuz?" diye gayet ciddi sorduğunu hatırlıyorum zaten.

Öncelikle on milyona yaklaşan nüfusun hiç biri sıcak yüzünden ölmedi bugüne dek. Hahaha... İkincisi, bazen insanlar en sıcak mevsimde ziyaret ettikleri bir yerde bütün bir sene hiç durmadan aynı hava şartlarının devam ettiğini zannedebilirler. Arkadaşımın oğlu Israel'de senenin 12 ayı güneş tepenizde sizin beyninizi haşlıyor hissine kapılmıştı sanırım. Temmuz ağustos hayatın kısmen zorlaştığı bu yerde, sıcaklık güneşin altında 40'ları bulurken, tek aradığınız şey klimalı ortamlar oluyor gerçekten.. Ancak bu sadece sayılı haftalar devam eden bir cefadır.

Ben bir de hep söylerim senenin büyük bir bölümü mavi gökyüzünü görebileceğiniz bir yerde yaşamak kadar ideal bir şey olamaz. Yüzde yüz mükemmel olan bir şey yoktur.  Fakat Akdeniz iklimini genel olarak ideal olarak gördüğümü söyleyebilirim. Işığın insan ruhuna çok olumlu etkileri olduğuna inanıyorum. Güneşli bir ülkede yaşamanın insanın mutluluğuna çok büyük katkıları olduğunu kimse yadsıyamaz. Bu nedenle Yunan adaları insanları bu kadar çok kendilerine çekiyorlar.  Akdenizin orta yerinde kurulu cennetten küçük küçük köşelere kaçan insanlar buralarda özellikle denizi ve güneşi aramıyorlar mı?

Aynı şekilde İngiltere'den kalkıp daha ılıman, daha sıcak gördükleri İspanya kıyılarında kendilerine ev satın alan İngilizler yine güneşi  aramıyorlar mı? Daha fazla ışık ve daha ılık bir iklimle birlikte gelen farklı bir hayatı seçen insanlar!  Bazıları Almanya'dan ve yine İngiltere'den çıkıp Bodrum'da sakin ve yalın bir ortamda yaşamayı tercih ediyorlar. Geldikleri ülkelerdeki karanlık ve soğuk havalara karşın mavi göklerin altında pırıl pırıl bir güneş ve masmavi bir denizin insanlara sunduğu huzuru arıyorlar bir defa daha.

Kocaman metropollerde, büyük şehirlerin hengamesinde yaşayan insanların yaşam kavgalarından, mücadelelerden uzak bir sükunet arayışıdır bu insanlarınki. İliman ülkelerin, küçücük kasabalarında, bazen bir Akdeniz adasındaki bir limanda  herşeyden uzakta bir yaşam....

Bu yüzden buranın sıcağında yaşayamayacağını söyleyen nicelerine, güneşin olduğu yerden kaçmanın aptallığını ne kadar anlatsam bilmem anlarlar mı. Eğer bir kaç ay sıcak rahatsız ediyorsa kimilerini, hatırlatmak lazım onun da bir çözümü olduğunu.

Kışları çok soğuk olan ülkelerde ısıtıcılarla geçirilen hayat Israel'de klimalarla yer değiştirir. İnsanoğlu aslında ister istemez her şartta yaşamayı öğreniyor. Bazen ekstrem şartlar kişiyi bir adım daha zorlasa da , yaşadığınız yere sizi bağlayan kimi olumlu şeylerin bulunup bulunmadığı o ülkenin iklimine de göstereceğiniz tepkiyi bir anlamda ya azaltır ya da çoğaltır. Eğer sevdiğiniz insanlaysanız, ya da sevdiğiniz bir çevre içindeyseniz, yine sevdiğiniz bir işiniz ve günlük hayatınızda sizi tatmin eden bir düzeniniz varsa iklim sizi etkileyecek son şey olacaktır mutlaka. Eğer siz hayatınızdan memnun değilseniz, tutunacağınız birinci bahanelerden biri de hava şartları olacaktır.



Batya R. Galanti





27 Ağustos 2021 Cuma

Gazze'de bitmeyen huzursuzluk

 

Yahudilerin buralarda yaşadıkları zamanlarda bu topraklar yeşerdi, ürün verdi. Çölün ortasında bir mucize doğdu. Ancak gün geldi ve dendi ki; " Eğer barış getirecekse buraları terketmenin zamanıdır.! " Herşey daha iyi bir gelecek için mümkün olabilirdi. Kimilerinin ekip biçtikleri toprakları terketmek te bunun bir parçasıydı.



Aradan sadece bir kaç ay geçmişken  yeniden ordunun Gazze'de bir operasyon başlatmak için hazır olduğunu söyledi geçtiğimiz gün Israel Genel Kurmay Başkanı Aviv Kohavi. Hamas yeniden ve yeniden sınırları zorladıkça, güneyde tekrardan hayat etkilenmeye devam ettikçe, bir kez daha tarlalar yanmaya, yangınlar çıkarılmaya ve güvenlik duvarının ötesinde binlerce Filistinli yıgan terör örgütleri Israelli sivillere rahat vermemeye kararlı göründükçe, Hamas ve İslami Cihad huzuru bozmaya devam ettikleri sürece..normal hayat bir kez daha unutuluken, verilen yardımlar yeniden,  sadece yaşamak isteyen Gazzelinin yaşamını değiştirmek için bir çabaya dönüşmek yerine kimi örgütlerin menfi ellerinde dolaşmaya devam ettikçe bu duruma bir dur demek için ordunun bir kez daha bir şeyler yapması gerekecek. (!) 

Radikallerin kol gezdiği bu küçücük yerleşim yerinde hayatı normale döndürmek için ne yapılabilir? Hamas ya da diğerlerini bu yerlerden söküp atmak mümkün değil mi?

Hamas ve İslami Cihad'ın yeni nesillere silahlı direnişin yolunu açan, küçük çocuklara eğitim yerine savaşmayı öğretenlerle barış yapmak gerekiyor?

Uzun seneler önce buralarda aranan barış için ilk adımlar atılıyordu. Evet barış için ödün vermek gerekir. Ve tabii bahsedilen ödünler, verilecek topraklardır. Bir yerden başlamak gerekir. Herşey birinci adımladır. Ancak siz ilk adımdan sonra durup beklersiniz, karşıdaki size ne verecek? Karşılığında ne alacağınız de önemlidir değil mi?

2005 yılında Ariel Sharon buralardaki Yahudi yerleşimlerini boşaltmak kararı almıştı.


Barış adına 2005'te Gazze çevresinden sökülüp çıkartılan Yahudilerin aslında buralarda düşünüldüğünden daha uzun bir tarihleri vardı.

Onlar bu yerlerde iki bin yıl önce yaşamışlardı.  Diasporaya dağılmadan evvel buraları Yahudilere aitti...Hıristiyanların da kitabında yazdığı gibi, bu topraklar vadedilmiş topraklardı. Yahudilere bütün bir tarih ait olan yegane yerler Israel'deki bu küçücük bölge. Diaspora'da huzuru bulamamış olan Yahudilerin dönmek için ellerinde olan tek adres!!! Eğer buralarda bugün bir başkaları daha varsa o zaman onlarla paylaşmak gerekse de birlikte burada yaşmanın yolu olmalıydı.

Geçtiğimiz yüzyılda 1948'e gelmeden çok daha evvel kimi Yahudiler Avrupa'dan, Rusya'dan buralara geldiler...Gazze çevresinde yerleşim yerleri kurdular. Ancak İngiliz Mandası yıllarında, 1929'daAraplarla Yahudiler arasında çıkan ayaklanmalarda, Yahudilerin güvenlikleri gerekçe gösterilerek  İngilizler tarafından bu yerlerden çıkarıldılar. Ancak bir zaman sonra, 1930'larda Gazze'nin güneyinde topraklar satın alıp tarım yapmaya başladılar. ( Kfar Darom) 

Kimi Araplar toprakları satarlarken bir diğerleri bundan memnun olmadılar.

1968'de Gazze'nin etrafinda başka yerleşimler daha kurdular.. Sionist ve dindar Yahudiler herşeyi göze alarak bu yerlere yerleştiler. Diaspora'da yaşanılanlardan sonra buralara gelip bu yerlerde toprak sahibi olup, bu toprakları işlemek istediler.

Yahudilerin buralarda yaşadıkları zamanlarda bu topraklar yeşerdi, ürün verdi. Çölün ortasında bir mucize doğdu. Ancak gün geldi ve dendi ki; " Eğer barış getirecekse buraları terketmenin zamanıdır.! " Herşey daha iyi bir gelecek için mümkün olabilirdi. Kimilerinin ekip biçtikleri toprakları terketmek te bunun bir parçasıydı.

Ve Ariel Sharon 2005'te Gazze çevresinden 17 Yahudi yerleşimini boşalttı. Israel Tarım sektöründen elde edilen gelirin % 15'ini teşkil eden 200 milyar dolarlık gelir sağlayan toprakları Sharon Hamas'ın ellerine teslim etti.

Buraları bırakırken yerleşimciler sahip olduklarını kendileriyle götürmek için ellerinden geleni yaptılar.  Sahip oldukları teknolojiyi arkada bırakmak zordu. Devlet onlara verdiği sözü sadece kısmen tutarken evlerinden çıkarılan yerleşimcilerin verdikleri kayıplar büyük oldu. Ve arkalarında bir çok seralar dokunulmaz kalırken, buraya yerleşen Filistinliler bu yerleri daha da geliştirmek yerine olanı yıktılar,  insanlarını terörün ve fakirliğin içine sürüklediler. Tek bir hedef yarattılar. Onlar için gelişmek geliştirmek yerine hedef knedi hükümdarlıkları için yaratacakları uygun ortamdi. Halkı süründürürken hep bir adım ötesinde karşı tarafa yeni saldırılar planladılar. Roket fabrikaları o zamandan bu zamana  durmadan çalıştı. Bir kaç senede bir, bir askeri operasyonu gündeme getirecek eylemler bölgede beklenen barış yerine çok daha fazla güvenlik sorunlarını, daha fazla roketleri, terör tünellerini getirdi. Toplamı yüzlerce, binlerce kilometrelik tüneller inşaa etmeyi ihmal etmeyen Hamas Gazze'de ev ya da okul inşaatleri için gönderilen beton ve çimentoyu gerekli şeyler için kullanmadı. Dünya'ya Israel yüzünden sürünen halkı sergilemek en uygun yol oldu. Bu topraklardan çok daha fazlası için savaşmak lazımdı. Yahudileri Israel'in tümünden atana dek direnmek gerekiyor diyorlar hala.

Mayıs ayındaki son operasyonlarda yeniden insanlar öldü ve yeniden kayıplar oldu ancak Hamas'ı ölenler etkilemiyor. Ölenler onların hanelerine bir zafer olarak yazılıyor çünkü özellikle sivil kayıpları dünya'ya seslerini duyurmanın en etkili yolu. Israel'e bu şekilde daha çok baskı olacağını biliyorlar.

Katar paraları ertesindeyse yine taşkınlıklar bir defa daha tekrarlanıyor.

Dün sabah Israel'in güneyinde ve kimi merkez bölgelerde yanlışlıkla çalan sirenler kimi insanları paniğe soktu. Zaten beklenen yeni bir çatışma söylentileri insanları germişken gerçekten bir çatışma başladığı zannedildi bir an.

Filistinliler ölenlerini kutsamaya devam ederlerken. Geçtiğimiz hafta sınırda kafasına sıkılan kurşunla ölümcül yaralanan erimiz Barel Shmueli için tüm Israel dua etmeye devam ediyor. Babasının tek evladı olan bu çocuk, kimilerinin yataklarında huzurla uyuyabilmeleri için sınırda yaklaşan terörü durdurmak adına hayatı mücadele veriyor kaç gündür. Babası; " O benim tek çocuğum! " diye ağladığında tüm halk onunla ağlamaya başladı. Tedavi gördüğü hastanenin bahçesine yığılan insanlar her gün çocuğun babasıyla beraber ellerinde tehilim kitaplarıyla dua ediyorlar, mumlar yakıyorlar. Tek bir evladın kurtulması için gösterilen birliğe doktorlar inanamazken, böylesi bir desteğin belki de sadece bu ülkede yaşanabileceği kimi şeyleri yeniden hatırlatıyor. Zor olayların yarattığı birlikteliğe bir örnek bu. Her an her şey için tartışabilen bu insanlar zor bir zamanda ihtiyacı olana ellerini uzatmaktan çekinmiyorlar.

Geçtiğimiz akşam televizyonda hastanenin bahçesinde kurulmuş masalarda yakılan mumların yanında hep birlikte yenilen yemekler , edilen dualara karışırken babayı yanlız bırakmayan kocaman bir kitle vardı yeniden. 

Dilerim daha hayatının çok başında olan bu genç adam kurtulsun. Amen!!


Batya R. GALANTI