29 Ağustos 2021 Pazar

BASTIRAN SICAKLARIN BİTMESİNİ BEKLERKEN


Kocaman metropollerde, büyük şehirlerin hengamesinde yaşayan insanların yaşam kavgalarından, mücadelelerden uzak bir sükunet arayışıdır bu insanlarınki. Ilıman ülkelerin, küçücük kasabalarında, bazen bir Akdeniz adasındaki bir limanda  herşeyden uzakta bir yaşam....



İyice bunaltan bir Ağustosu yavaş yavaş gerilerde bırakırken Eylül ayında da devam edeceğini bildiğimiz çöl sıcaklarının sadece önümüzdeki bir iki hafta içinde sabah ve akşam saatleri kısmen serinlemesini bekliyoruz artık.

Akşamları esmeye başlayacak hafif esintiyle birlikte ağır geçen yaz aylarının yerini kısmen baharı anımsatacak daha güzel günlere terkedeceği havaları umutla bekliyoruz bir defa daha. Geçen zamanın bize yapacağı belki de tek iyilik bu olacak.

Temmuz ayında sahilleri basan meduzalar  yani deniz anaları yüzünden yüzülemeyen denize geçtiğimiz haftalarda sonunda gidebildik.  

Beyaza çalan altın kumlarda yürürken ayaklarımızın yanmasına aldırmayarak sonuna kadar kattetiğimiz sahilde, denize en yakın şemsiyelerin birinin altında oturduğumuzda bir an once hareket etmek icin acele eden yanımda Gal'le birlikte giysilerimi cikarirken, hayatımın çoğu anlarını sadece oğlum tarafından gelen tek taraflı bir bağımlılık değil de sanki kendimi de bir yerde bir insanla zincirlenmiş gibi hissederken, çocukluğumda denize atlarken bir an için  herşeyi geride bırakıp sadece kendimi yeniden özgür hissettiğim anları arar gibiyim her sahile dönüşümde.

 

Giysilerimi eşimin gözetimine terkettikten sonra, bir an önce kendimi sulara bırakmak için acele ettiğimde, Gal arkamdan bir şeyler tekrar eder gibiydi.. Bense önden giderken, denize bırak kendini artık dedim. Ve tuz oranı çok yüksek olan masmavi sulara gözlerimi sıkı sıkı kapatıp dalarken burnumdan boğazıma doğru yol alan suyun genzimi bir anda kezzap gibi yaktığını farkettim yeniden.

Deniz yine de çok güzeldi.

İlk dalışımda bugün sular sakin galiba demişsem de kendi kendime bir anda arka arkaya gelen dalgalar mayomun brotellerini hiç durmadan aşağıya indirirlerken,  oğluma gülerek bu sıcakta en güzel şey galiba çıplak yüzmek olurdu diye dalga geçmeye başladım...

Gal sonunda dalgalardan şikayet ede ede arkasına bile bakmadan beni hayallerimle ve turkuaza çalan, pırıl pırıl denizle baş başa bıraktı.

Israel'de deniz Temmuz, Ağustos ayları çoğu zaman ideal olmuyor. Hele o günkü yüzüşümün ardından gelen çok daha ekstrem sıcaklar beni yeniden denize gitmek için beklemeyi tercihe itti. Böylesi kızgın güneşin altında plaja inmeyi düşünmek bile delilik gibi geliyor insana!

Eylül ayı  için  sözleştim arkadaşlarımla.. Vakit buldukça, sıcakların azaldığı günlerde yeniden denize gitmek için bekliyorum.

Böylece soruyorum kendime soğuk havalar mı yoksa  sıcaklar mı? Hangisi daha zordur diye?

Sanırım. ne çok soğuklar ideal, ne de çok sıcaklar!!

İstanbul'un kimi kış günlerini anımsarım. özellikle İngiliz turistlerin zaman zaman. "Biz burayı çok daha sıcak zannediyorduk, bizim oralardan pek farkı yok!" dediklerinde Boğaz'da aynı anlarda esen rüzgarlar yüzünüzü bıçak gibi kesebilirdi.

İstanbul'un genel olarak 8 derecelerde seyreden kış mevsiminin zaman zaman 0'a indiği günler de olurdu. İşte o zamanlar sokaklarda turistlere rehberlik yapmanın tam bir cefa olduğunu anımsıyorum. Bazan bir anda  buz kesen havada, dışarıda olmaktan başka çaremin olmadığı günlerde ne kadar sıkı giyinmiş olduğumun pek önemi yoktu. Donmaya yüz tutan dudaklarımın arasından konuşmaya çalışırken, kat kat giydiğim kazakların üzerindeki içi muflonlu palto bile hayatımı kolaylaştırmıyordu. Soğuk sanki içime işlemiş gibiydi. Ama kar başladığındaysa  bir anda şehrin  bambaşka bir ortama bürünmesi bana herşeye değer bir mutluluk yaşatırdı. Sultanahmet'teki koca meydan beyaz bir örtüyle kaplandığında ve etrafta neredeyse hiç insan kalmadığında, çoğu kez benim yanımda da bir iki numunelik turistle,  Mavi Caminin hemen yanında olan hipodromun orta yerinde bulunan 18 metre yüksekliğindeki obeliskin önünde durup o koca dikili taşın tarihini, Mısır'dan getirilişini, her yüzünde görülen işlemelerin neleri ifade ettiklerini çarçabuk anlattıktan sonra bitirdiğim turun ardından büyük sevinçle vardığımız o lüks halıcı dükkanında içtiğimiz çaylar bir anda dünyanın en bulunmaz şeyi gibi görünürdü gözüme.

Hayatımda ilk kez o zamanlar normal çay'ın dışında bir çay keşfetmiştim. Türklerin büyük ihtimalle varlığından bile haberleri olmadığı bir çaydı bu ama bu turistik yerlerde sorsanız zannederdiniz ki Türkler sabahtan akşama elma çayı içerler.  Türkiye'ye o dönem gelen tüm Turistlere satılan "Elma Çayı!". nereden çıkmıştı anlamamıştım. Belkide dünyanın her şehrinde satılan normal çayın yerini alacak bir şey bulmuşlardı. Daha egzotik ve daha lezzetli.  Bense o günlere kadar genelde yemeklerden sonra yediğim elmayı bilirdim.  İşte burada bir kez daha bir halkın gerçek yaşamı ve gelenekleriyle, artık bir turizm ülkesine dönüşmüş bir yerin turistlere sundukları arasındaki farklılıkları görüyoruz. Halkın günlük yaşamındaki kendi geleneksel içecek ve yiyecekleri yerinde görmek lazım. Turistik bölgelerden çıkıp, yerel insanların içine karışmak lazım.

Ama dediğim gibi o soğuk günlerde bizlere ikram edilen sıcacık elma çayı da gayet makbule geçiyordu. ( İyi mi şimdi aklıma geldi, markette elma çayı bakayım ben, ya da direk elmanın kendisinden  de hazırlanabilir bu çay!!  :) )

Hangi hava şartları daha zordur diye söze başlamıştım. Soğuk havalar mı yoksa sıcaklar mı?

Sanırım çoğu insan kendi büyüdüğü hava şartlarıyla yaşamayı öğrenir genelde. Afrikalı bir insanın Antartikanın şartlarına adapte olması eminim çok daha zor olur.  Ya da bir Hintli için Norveç'in buz gibi kıyılarında balıkçılık yapmak tam bir cehenneme dönüşebilir.

Bir arkadaşımın geçenlerde bana anlattığına göre,  seneler evvel çocuklarını Israel'e turla gönderdiğinde, Temmuz ayının en sıcak döneminde buraları gezdiklerinde öyle bir sıcakla karşılaşmışlar ki Israel'de yaşamanın imkansız olduğunu düşünmüşler. O arkadaşımın oğlunun, Watsapp'taki bir konuşmamız sırasında; "Sizler orada sıcaktan nasıl ölmüyorsunuz?" diye gayet ciddi sorduğunu hatırlıyorum zaten.

Öncelikle on milyona yaklaşan nüfusun hiç biri sıcak yüzünden ölmedi bugüne dek. Hahaha... İkincisi, bazen insanlar en sıcak mevsimde ziyaret ettikleri bir yerde bütün bir sene hiç durmadan aynı hava şartlarının devam ettiğini zannedebilirler. Arkadaşımın oğlu Israel'de senenin 12 ayı güneş tepenizde sizin beyninizi haşlıyor hissine kapılmıştı sanırım. Temmuz ağustos hayatın kısmen zorlaştığı bu yerde, sıcaklık güneşin altında 40'ları bulurken, tek aradığınız şey klimalı ortamlar oluyor gerçekten.. Ancak bu sadece sayılı haftalar devam eden bir cefadır.

Ben bir de hep söylerim senenin büyük bir bölümü mavi gökyüzünü görebileceğiniz bir yerde yaşamak kadar ideal bir şey olamaz. Yüzde yüz mükemmel olan bir şey yoktur.  Fakat Akdeniz iklimini genel olarak ideal olarak gördüğümü söyleyebilirim. Işığın insan ruhuna çok olumlu etkileri olduğuna inanıyorum. Güneşli bir ülkede yaşamanın insanın mutluluğuna çok büyük katkıları olduğunu kimse yadsıyamaz. Bu nedenle Yunan adaları insanları bu kadar çok kendilerine çekiyorlar.  Akdenizin orta yerinde kurulu cennetten küçük küçük köşelere kaçan insanlar buralarda özellikle denizi ve güneşi aramıyorlar mı?

Aynı şekilde İngiltere'den kalkıp daha ılıman, daha sıcak gördükleri İspanya kıyılarında kendilerine ev satın alan İngilizler yine güneşi  aramıyorlar mı? Daha fazla ışık ve daha ılık bir iklimle birlikte gelen farklı bir hayatı seçen insanlar!  Bazıları Almanya'dan ve yine İngiltere'den çıkıp Bodrum'da sakin ve yalın bir ortamda yaşamayı tercih ediyorlar. Geldikleri ülkelerdeki karanlık ve soğuk havalara karşın mavi göklerin altında pırıl pırıl bir güneş ve masmavi bir denizin insanlara sunduğu huzuru arıyorlar bir defa daha.

Kocaman metropollerde, büyük şehirlerin hengamesinde yaşayan insanların yaşam kavgalarından, mücadelelerden uzak bir sükunet arayışıdır bu insanlarınki. İliman ülkelerin, küçücük kasabalarında, bazen bir Akdeniz adasındaki bir limanda  herşeyden uzakta bir yaşam....

Bu yüzden buranın sıcağında yaşayamayacağını söyleyen nicelerine, güneşin olduğu yerden kaçmanın aptallığını ne kadar anlatsam bilmem anlarlar mı. Eğer bir kaç ay sıcak rahatsız ediyorsa kimilerini, hatırlatmak lazım onun da bir çözümü olduğunu.

Kışları çok soğuk olan ülkelerde ısıtıcılarla geçirilen hayat Israel'de klimalarla yer değiştirir. İnsanoğlu aslında ister istemez her şartta yaşamayı öğreniyor. Bazen ekstrem şartlar kişiyi bir adım daha zorlasa da , yaşadığınız yere sizi bağlayan kimi olumlu şeylerin bulunup bulunmadığı o ülkenin iklimine de göstereceğiniz tepkiyi bir anlamda ya azaltır ya da çoğaltır. Eğer sevdiğiniz insanlaysanız, ya da sevdiğiniz bir çevre içindeyseniz, yine sevdiğiniz bir işiniz ve günlük hayatınızda sizi tatmin eden bir düzeniniz varsa iklim sizi etkileyecek son şey olacaktır mutlaka. Eğer siz hayatınızdan memnun değilseniz, tutunacağınız birinci bahanelerden biri de hava şartları olacaktır.



Batya R. Galanti





27 Ağustos 2021 Cuma

Gazze'de bitmeyen huzursuzluk

 

Yahudilerin buralarda yaşadıkları zamanlarda bu topraklar yeşerdi, ürün verdi. Çölün ortasında bir mucize doğdu. Ancak gün geldi ve dendi ki; " Eğer barış getirecekse buraları terketmenin zamanıdır.! " Herşey daha iyi bir gelecek için mümkün olabilirdi. Kimilerinin ekip biçtikleri toprakları terketmek te bunun bir parçasıydı.



Aradan sadece bir kaç ay geçmişken  yeniden ordunun Gazze'de bir operasyon başlatmak için hazır olduğunu söyledi geçtiğimiz gün Israel Genel Kurmay Başkanı Aviv Kohavi. Hamas yeniden ve yeniden sınırları zorladıkça, güneyde tekrardan hayat etkilenmeye devam ettikçe, bir kez daha tarlalar yanmaya, yangınlar çıkarılmaya ve güvenlik duvarının ötesinde binlerce Filistinli yıgan terör örgütleri Israelli sivillere rahat vermemeye kararlı göründükçe, Hamas ve İslami Cihad huzuru bozmaya devam ettikleri sürece..normal hayat bir kez daha unutuluken, verilen yardımlar yeniden,  sadece yaşamak isteyen Gazzelinin yaşamını değiştirmek için bir çabaya dönüşmek yerine kimi örgütlerin menfi ellerinde dolaşmaya devam ettikçe bu duruma bir dur demek için ordunun bir kez daha bir şeyler yapması gerekecek. (!) 

Radikallerin kol gezdiği bu küçücük yerleşim yerinde hayatı normale döndürmek için ne yapılabilir? Hamas ya da diğerlerini bu yerlerden söküp atmak mümkün değil mi?

Hamas ve İslami Cihad'ın yeni nesillere silahlı direnişin yolunu açan, küçük çocuklara eğitim yerine savaşmayı öğretenlerle barış yapmak gerekiyor?

Uzun seneler önce buralarda aranan barış için ilk adımlar atılıyordu. Evet barış için ödün vermek gerekir. Ve tabii bahsedilen ödünler, verilecek topraklardır. Bir yerden başlamak gerekir. Herşey birinci adımladır. Ancak siz ilk adımdan sonra durup beklersiniz, karşıdaki size ne verecek? Karşılığında ne alacağınız de önemlidir değil mi?

2005 yılında Ariel Sharon buralardaki Yahudi yerleşimlerini boşaltmak kararı almıştı.


Barış adına 2005'te Gazze çevresinden sökülüp çıkartılan Yahudilerin aslında buralarda düşünüldüğünden daha uzun bir tarihleri vardı.

Onlar bu yerlerde iki bin yıl önce yaşamışlardı.  Diasporaya dağılmadan evvel buraları Yahudilere aitti...Hıristiyanların da kitabında yazdığı gibi, bu topraklar vadedilmiş topraklardı. Yahudilere bütün bir tarih ait olan yegane yerler Israel'deki bu küçücük bölge. Diaspora'da huzuru bulamamış olan Yahudilerin dönmek için ellerinde olan tek adres!!! Eğer buralarda bugün bir başkaları daha varsa o zaman onlarla paylaşmak gerekse de birlikte burada yaşmanın yolu olmalıydı.

Geçtiğimiz yüzyılda 1948'e gelmeden çok daha evvel kimi Yahudiler Avrupa'dan, Rusya'dan buralara geldiler...Gazze çevresinde yerleşim yerleri kurdular. Ancak İngiliz Mandası yıllarında, 1929'daAraplarla Yahudiler arasında çıkan ayaklanmalarda, Yahudilerin güvenlikleri gerekçe gösterilerek  İngilizler tarafından bu yerlerden çıkarıldılar. Ancak bir zaman sonra, 1930'larda Gazze'nin güneyinde topraklar satın alıp tarım yapmaya başladılar. ( Kfar Darom) 

Kimi Araplar toprakları satarlarken bir diğerleri bundan memnun olmadılar.

1968'de Gazze'nin etrafinda başka yerleşimler daha kurdular.. Sionist ve dindar Yahudiler herşeyi göze alarak bu yerlere yerleştiler. Diaspora'da yaşanılanlardan sonra buralara gelip bu yerlerde toprak sahibi olup, bu toprakları işlemek istediler.

Yahudilerin buralarda yaşadıkları zamanlarda bu topraklar yeşerdi, ürün verdi. Çölün ortasında bir mucize doğdu. Ancak gün geldi ve dendi ki; " Eğer barış getirecekse buraları terketmenin zamanıdır.! " Herşey daha iyi bir gelecek için mümkün olabilirdi. Kimilerinin ekip biçtikleri toprakları terketmek te bunun bir parçasıydı.

Ve Ariel Sharon 2005'te Gazze çevresinden 17 Yahudi yerleşimini boşalttı. Israel Tarım sektöründen elde edilen gelirin % 15'ini teşkil eden 200 milyar dolarlık gelir sağlayan toprakları Sharon Hamas'ın ellerine teslim etti.

Buraları bırakırken yerleşimciler sahip olduklarını kendileriyle götürmek için ellerinden geleni yaptılar.  Sahip oldukları teknolojiyi arkada bırakmak zordu. Devlet onlara verdiği sözü sadece kısmen tutarken evlerinden çıkarılan yerleşimcilerin verdikleri kayıplar büyük oldu. Ve arkalarında bir çok seralar dokunulmaz kalırken, buraya yerleşen Filistinliler bu yerleri daha da geliştirmek yerine olanı yıktılar,  insanlarını terörün ve fakirliğin içine sürüklediler. Tek bir hedef yarattılar. Onlar için gelişmek geliştirmek yerine hedef knedi hükümdarlıkları için yaratacakları uygun ortamdi. Halkı süründürürken hep bir adım ötesinde karşı tarafa yeni saldırılar planladılar. Roket fabrikaları o zamandan bu zamana  durmadan çalıştı. Bir kaç senede bir, bir askeri operasyonu gündeme getirecek eylemler bölgede beklenen barış yerine çok daha fazla güvenlik sorunlarını, daha fazla roketleri, terör tünellerini getirdi. Toplamı yüzlerce, binlerce kilometrelik tüneller inşaa etmeyi ihmal etmeyen Hamas Gazze'de ev ya da okul inşaatleri için gönderilen beton ve çimentoyu gerekli şeyler için kullanmadı. Dünya'ya Israel yüzünden sürünen halkı sergilemek en uygun yol oldu. Bu topraklardan çok daha fazlası için savaşmak lazımdı. Yahudileri Israel'in tümünden atana dek direnmek gerekiyor diyorlar hala.

Mayıs ayındaki son operasyonlarda yeniden insanlar öldü ve yeniden kayıplar oldu ancak Hamas'ı ölenler etkilemiyor. Ölenler onların hanelerine bir zafer olarak yazılıyor çünkü özellikle sivil kayıpları dünya'ya seslerini duyurmanın en etkili yolu. Israel'e bu şekilde daha çok baskı olacağını biliyorlar.

Katar paraları ertesindeyse yine taşkınlıklar bir defa daha tekrarlanıyor.

Dün sabah Israel'in güneyinde ve kimi merkez bölgelerde yanlışlıkla çalan sirenler kimi insanları paniğe soktu. Zaten beklenen yeni bir çatışma söylentileri insanları germişken gerçekten bir çatışma başladığı zannedildi bir an.

Filistinliler ölenlerini kutsamaya devam ederlerken. Geçtiğimiz hafta sınırda kafasına sıkılan kurşunla ölümcül yaralanan erimiz Barel Shmueli için tüm Israel dua etmeye devam ediyor. Babasının tek evladı olan bu çocuk, kimilerinin yataklarında huzurla uyuyabilmeleri için sınırda yaklaşan terörü durdurmak adına hayatı mücadele veriyor kaç gündür. Babası; " O benim tek çocuğum! " diye ağladığında tüm halk onunla ağlamaya başladı. Tedavi gördüğü hastanenin bahçesine yığılan insanlar her gün çocuğun babasıyla beraber ellerinde tehilim kitaplarıyla dua ediyorlar, mumlar yakıyorlar. Tek bir evladın kurtulması için gösterilen birliğe doktorlar inanamazken, böylesi bir desteğin belki de sadece bu ülkede yaşanabileceği kimi şeyleri yeniden hatırlatıyor. Zor olayların yarattığı birlikteliğe bir örnek bu. Her an her şey için tartışabilen bu insanlar zor bir zamanda ihtiyacı olana ellerini uzatmaktan çekinmiyorlar.

Geçtiğimiz akşam televizyonda hastanenin bahçesinde kurulmuş masalarda yakılan mumların yanında hep birlikte yenilen yemekler , edilen dualara karışırken babayı yanlız bırakmayan kocaman bir kitle vardı yeniden. 

Dilerim daha hayatının çok başında olan bu genç adam kurtulsun. Amen!!


Batya R. GALANTI





26 Ağustos 2021 Perşembe

Top modelleri kullanan bir cinsel esaret sektörü!


Dünyanın ne kadar ahlaksız bir yer olduğunun örneklerinden birimidir bu da? Polisin ya da devletin bu tip şeylere bir yerde göz yumduğu gerçeğimidir bu? Kadın bedeninin bugün hala böylesi esarete mahkum edilmesine göz yumulmasımıdır bu??!



Geçtiğimiz haftalarda Israel'de,  medya'da ismi sık geçen  bir manken ajansı sahibi genç bir adam hakkında ünlü bir manken, kendisine cinsel tacizde bulunduğu gerekçesiyle dava açtı. Ve arkasından aynı şahısa başka başka mankenler tarafından  açılan davaların ardı arkası kesilmedi.

Holywood'da ortaya konulan davalar geldi aklıma. Epstein, Weinstein gibi ünlü yapımcılar aleyhinde açılan dalavalarda,  genç manken ve oyuncuları tuzaklarına düşürdükleri ortaya çıkmıştı. Her defasında başlıklara taşınan utanç hikayeleri inanılır gibi değiller.  Küçücük kızlarla yatan büyük prodüktörler, dünyayı ayağa kaldıran büyük isimlerin altındaki küçücük kişilikler.

Her zaman ve her yerde kadınların  karşılarına çıkan tehlikeler şaşırtmaya devam ediyor. 

Genç kızların para ve şöhret uğruna düşebildikleri tuzaklar, ne zekanın, ne yeteneklerin, ne paranın, ne şöhretin ya da yeterince liberalizmin kimi erkeklerin sapıkça içgüdülerini dizginlemeye fayda etmediğini gösteriyor.  Genç modellerle çalıştıkları ortamlarda, kendi isteklerini elde edebilmek için, hep bir adım  ileriye gitmekten çekinmeyecek kadar hasta olan bu erkekler insanları şaşırtıyorlar. Maddi ve manevi güçlerini kötüye kullanabilen bir çok yapımcı ve ajans sahiplerinin kameraların karşısındaki o sahte gülüşlerinin altında yatan  şeytansı karakterleri, saf genç kızları  tuzağa düşürmekten çekinmeyenlerin acımasız sömürüsü her defasında ortaya çıksa da bu sektörde yaşanan sömürü aynı şekilde devam ediyor.

Bir zamanlar, cinsel tacizin, otobüste kadınların arkasına yerleşen aç erkeklerin başlarının altından çıktığına inanırdım. Cinsel istekleri doyurulmamış erkeklerin oraya buraya saldırmaları, sağlıklı yollardan doyurulmamış dürtülerin sapıkça yollardan bir tatmin arayışıydır derdim.. Ancak ortaya çıkıyor ki; kimilerinin bazen ne kadar tatmin olduklarının değeri olmayabiliyor. Ne kadar kadın elde etseler de, her gün bir başka genç kızla yatağa girebilecek imkana sahip olsalar yine daha fazlasını arayan, erkekler iletişimde oldukları kadınlara karşı bir tehtid unsuru oluyorlar. Agresif yapılı, her istediğini elde etmeye alışmış, baskıcı, despot zihniyetli, narsist ve sapkın erkekleri ne eğitim, ne yetenek ne liberal ortamlar, ne para, ne şöhret ne de yataklarındaki güzel kadınları tatmin ediyor, bu tiplerin gözleri hiç bir şeye doymuyor.  Tek tutkuları kendilerini başka varlıklardan üstün görmek.  Birilerine hükmetmek, aşağılamak, bu yolla kendi kendilerini yüceltmek (?!) . Hasta ruhlarını tek tatmin eden şey başka bedenleri egemenlikleri altına almak. Buna karşı çıkanları tehtid ederek kim olduklarını ispatlamak.(!)

Bazen şöhret adına, bazen kabul edilmek adına bu tiplere herşeylerini vermeye hazır olan genç kızların sık düştükleri bir sömürü düzeni bu. Bu sömürü imparatorluğunun başında sefa süren narsist kişiliklerin uzun seneler boyunca onlarca kadının hayatlarını karatabildikleri gerçeği çok uzun yıllardır tanınan ve bilinen köklü sorunlardan biriyken, neden acaba Amerika'da Israel'de ya da bir çok başka ülkelerde buna engel olunmuyor. Paranın ve gücün hükmettiği ışıltılı dünyalara dokunulmadığı gerçeğimidir bu acaba?

Dünyanın ne kadar ahlaksız bir yer olduğunun örneklerinden birimidir bu da? Polisin ya da devletin bu tip şeylere bir yerde göz yumduğu gerçeğimidir bu? Kadın bedeninin bugün hala böylesi esarete mahkum edilmesine göz yumulmasımıdır bu??!!


Batya R, GALANTI

 


23 Ağustos 2021 Pazartesi

21 yaşındaki askeri beyninden vuran gençlerin, çocukların yeri Gazze!!


Siz insan gibi düşünürken karşınızda çocukların ellerine silah verip sınıra gönderenlar var.


                                                    Ölümcül yaralı asker Barel Shmueli


Geçtiğimiz günlerde Israel'le Hamas arasında, Katar yardımlarının fakir ailelere dağıtılması zorunluluğu üzerinde sonunda anlaşmaya varıldığı bildirmişti.

Israel bilindiği gibi bahardaki son çatışmaların ardından Hamas'a verilen parasal yardımların terör örgütünün eline verilmesine  karşı çıkıyordu. Çünkü aktarılan yardımları,  Gazze halkını kalkındırmak için harcamak yerine terörü desteklemeye yaradığı biliniyor. 

Tüm bunlara rağmen, güneyde Gazze giriş kapılarından Israel tonlarca demir, beton ve çimento da ( ki bunlari cok kez teror tunelleri insaasinda kullaniyorlar!)  dahil malların kamyonlarla girişine hic durmadan izin veriyor.

Paranın kime teslim edileceği konusunda devam eden müzakereler ve antlaşmazlıklarsa Israel'le Hamas arasında yeni çatışmalara dönüşecek kadar gerginliği artıran sebep olabiliyor her seferinde.

Geçen hafta Hamas'la sonunda anlaşmaya varıldığı açıklanırken, en az bir süre rahat bir nefes alınabileceği hissi oluştu. Hamas ve Israel karşılıklı koşulları kabul etmiş görünüyorlardı.

Hamas, son Gazze çatışmasında düşündüğünden daha büyük zararla çıkarken kisa bir sure icinde yeni bir catismayi istemeyecek kadar da yipranmis gibiydi. Ancak her ne kadar Israel'in teknolojik üstünlüğü tartışma götürmezse de, on yıl öncesine göre Hamasín çok kuvvetlendigi açıktır. Filistinliler, savaşmak için gösterdikleri çabayı diğer konularda gösterselerdi eminim bugün Gazze'de yaşayan halkın yaşam kalitesi çok daha iyi durumda olabilirdi.

Bir taraftan varıldığına inanılan sözde antlaşmalar , diğer tarafta Arapların kafalarından neler geçtiğinin hiç bir zaman açık ve net olmadığı gerçekleri ve sürüncemeler. Ve Hamas dışındaki faksyonların baskısı ve daha ekstrem grupların bitmeyen provokasyonları...

Geçtiğimiz günlerde, sözde Hamas'ın isteği dışında, Israel sınırına binlerce Gazzeli genç yığılmaya başladı yeniden...

Israel'in bir anda binlerce Filistinlinin sınıra dayanmasına izin vermesi nasıl mümkündür? Be çevrede yaşayan Israellilerin hayatlarının, güvenliklerinin sorumluları kimlerdir?

Uluslararası Basında Israel'in çocukları vurduğu yazar ! Israel cocukları hedef alıyor, Israel  12-13 yaşında Gazzeli çocuğu vurdu şeklindeki haberler medya'da gündeme gelir...

Gazze sınırına yığılan binlerin içinden hiç azımsanamayacak bir bölümü çocuk!!

Sınırda bekleyen, mecburi hizmet veren Israelli askerler, ellerinde taşıdıkları tüfeği kolay kolay ateşlememekle yükümlüler, Gerçek bir tehlike olmadığı sürece tetiğe basan parmaklar Israel ordusu tarafından soruşturmaya alınırlar ve zamansız ya da sebepsiz ateş ettiği tespit edilen bir asker ceza görür.

Geçen gün başlayan bu sınıra yığılmalar, askerleri hedef alan büyük büyük taşlarla ciddi saldırılara dönüştü. Gazzeyle, Israel arası inşa edilen güvenlik duvarından karşı tarafa açılan küçük pencerelerden gelecek olası terör saldırılarını durdurmakla yükümlü askerlerden birinin silahına kocaman taşlarla saldıran 18 yaşin altındaki çocuklara ateş açmamaları emredilirken, 21 yaşındaki askeri  hedef alanlar arasında Filistinli bir genç askerin bulunduğu pencerenin altından elini sokarak sıfır mesafeden direk beynine kurşun sıkarak genç askeri ölümcül yaraladı.

Eğer kendisi vurulmadan o asker o genci vursaydı bütün dünya bir kez daha ayağa  kalkacak ve Israel suçlanacaktı. Bu bölge kuralların farklı uygulandığı bir bölge. Karşınızda çocuklar dahil gençlerin, sivillerin ellerine silah verip sınıra gönderenlerin koydukları şartlar var.

21 yaşındaki bu genç şu an Israel'in en büyük hastanelerin birinde hayati mücadele veriyor. Kendisine son ana kadar vurmama emri verildiği için kendi hayatını feda etmeye zorunlu bırakıldığı için bu genç çocuk bir hiç yoluna ölebilir.

İki gündür Hamas olayları yumuşatmaya gitmek yerine, askerin vurulması olayına tepki olarak Mısır'ın güneyde Gazze'den ülkesine olan giriş çıkışları kapatmasına karşılık, Israel sınırına daha da çok genç insanları, ergenleri ve çocukları yığarak, kaos yaratarak,  Israel tarafına patlayıcı yüklü balonlarla yangınlar çıkararak karşılık verdi dün de.

Gece Hamas'ın Israel'e karşı giriştiği son saldırgan hareketlere karşılık IDF uçakları Hamas'ın kimi merkezlerini ve roket atarlarını yeniden vurdu.

Son durumun Israel'le Hamas arasında bir çatışmaya sürüklendiğimizi, Israel'in ister istemez Hamas'a karşı yeni bir operasyon başlatmasının kaçınılmaz olduğunu gösterdiğini söylüyorlar.

Bu arada oğlumun kulağına gelmiş son haberler; "Anne, neden yeniden savaştan bahsediyorlar? "diye sordu. O da bir kez daha korkuyor :( . Ona korkmamasını gazetecilerin her yorumunun ille de gerçek olmayabileceğini anlattım ama diğer taraftan yeni bir çatışma olursa evimizin yeterince güvenli olduğunu da anımsattım...

Bu da buranın halleri...hiç bitmeyen savaşlar ve çatışmalarla devam eden bir hayat!!


Batya R. GALANTI




22 Ağustos 2021 Pazar

Şehriban...



Şehriban adında bir kadın vardı..

Genç kızdım..İki haftada bir bizim evi temizlemeye gelirdi Şehriban... Ufak tefek bir kadındı bu. Başını usulen örterdi. Bu örtünüş, muhafazakar ya da zamanla ortaya çıkan politik bir duruşu temsil eden bir kapanış değildi. İstanbul'da kendine gelecek arayan diğerlerinden biri olarak sadece bulunduğu çevreye ters düşmemek adına uyulan gelenekler vardır ya, işte bu kadın da geçmişinden o günlere geldiği çevre şartlarının getirdiği bir geleneği yerine getiriyordu sadece. Şehriban klasik bir Anadolu kadınıydı. Yanık olan teni yaşına göre kırış kırış, hayatının her geçen senesi yüzünde bir çizgi bırakmış gibiydi. Sanki kızıla çalan çehresini örten örtüden çıkan simsiyah saçlarının altındaki minicik ama ışıl ışıl parlayan zeytin gözleriyle bana zaman zaman kızılderili kadınlarını anımsatırdı. Eğitimden, öğretimden son derece uzak geçmiş bir ömrün, kendi kendini yetiştirmek zorunda kalan bir çok halk insanının geçtiği zorlukların bir timsali gibiydi bu kadın. Tek sahip olduğu şey, içinde taşıdığı o içgüdüsel kuvvetti sanki. Kendi tırnaklarıyla yaşama tutunmak için elinden geleni yapıyordu.  Bildiğim, tanıdığım tüm insanlardan o kadar değişikti ki.    Konuşması, oturup kalkması, yemesi ...herşeyiyle değişikti.
Biz Şehriban'ı her haliyle çok severdik... Akıllı, açıkgöz ve insana yakın biriydi.. Daha önceki temizlikçi kadınlar gibi o da hiç durmadan sorunlarını anlatır dururdu. Kaç çocuğu olduğunu hatırlamıyorum. Küçücük yaşından beri tarlada çalışmış, sonraları geldiği şehirde de ilk günden beri zor işlerde geçmiş olan seneleri onu yaşından çok yıpratmıştı. Bir anlamda da yıpratılmış bir kadındı. Yaşının çok üstünde gösteriyordu.
Her öğle yemeği, yerlerde sürüne sürüne yaptığı temizliğe bir ara verdiğinde, oturduğu sofrada ona verdiğimiz sebzeden ya da etten çok o çok sevdiği ekmeğe yumulan bu kadın, çatalıyla aldığı sebzeden dilimlerin üzerine koyarken benim de iştahımı açardı. Hamur işlerine olan düşkünlükleriyle bildiğimiz klasik Türk kadınının o yuvarlak karnıyla birleşen büyük göğüsleri, küçücük boyuyla tezat teşkil ediyordu.  Giydiği şalvarı ve üzerine yine o bildiğimiz yünden hırkayla tamamladığı kılık kıyafetiyle, formda olmaktan uzak olan bedenine itina edemeyecek kadar meşgul ve yorgundu.
Kısaca karınlarını doyurmaktan başka çocuklarınının en temel ihtiyaçları için en zor işlerde çalışan milyonlardan sadece biriydi Şehriban.

Bu insanlar hala yeryüzündeki nüfusun sandığımızdan çok daha büyük bir bölümünü içeriyorlar.

Bir gün bana dedi ki; "Betül, sana kızımı getirsem ona biraz okumayı yazmayı öğretirmisin? "
" Herşeyiyle cin gibi bu çocuk, nesi var bilmiyorum, bir türlü okumayı öğrenemiyor. Ne olur sen bir ilgilen!"dedi. Olur demiştim. Getir, umarım yardımcı olabilirim!
Şehriban, çocuğunun öğrenebilmesi için savaş veriyordu. O da çocuğunun diğerleri gibi okula gitmesini, eğitim görmesini istiyordu.

Bir gün sözleştik, iş çıkışı kızını bir akşamüstü bize getirdi. Kızla benim küçücük odamda oturduğumu hatırlıyorum. Bir de huyum vardı çocukları çok sevdiğim için, önce biraz sohbet etmeden yapamazdım. Çocuk, annesinin el bebek gül bebek baktığı bir şeydi. Belli ki kendisine gösteremediği ilgiyi itinayı bu ufaklığa gösteriyordu. Tertemiz giydirilmiş, kahverengi dümdüz saçları taranmış, kırmızı bir bluzu bir de kocaman gözlükleri vardı. Kapkalın camların arkasından iri iri bakan bakışlarındaysa  şaşkın bir hal vardı. Biraz çekingen, biraz içine kapanık gibiydi.
Onunla harfleri gözden geçirmeye başladığımda, baktım çocuk sanki başka bir dünyada. Yazdığı harflerin kimi doğruydu, kimi yanlış kimiyse tersten çıkıyordu kaleminden. Ona biraz anlatmaya çalıştıysam da sanki doğru gitmeyen bir şeyler vardı.
Annesi haklıydı, çocukta bir sorun vardı ama ben ne olduğunu anlayamayacak kadar bilgisizdim bu konuda. Ona sadece sıkı sıkı sarılasım geliyordu. Çocuğu telkin etmek istiyordum. Belki psikolojik bir problemdir diyordum. Konuşmasıyla, verdiği cevaplar gayet akıllı olduğu belli olan bu küçük insan çaresizlik içinde gibiydi. Sonuçta ona bir kaç kez öğretmeye çalışmış ve tabi pek başaramamıştım. Annesi onu daha fazla getirmemişti artık.
Seneler sonra, disleksi problemi olan insanları öğrendiğimde aklıma Şehribanın o tatlı suratli, güzel kızı gelmişti. O çocuğun dislekt olduğunu sadece uzun seneler sonra anlamıştım. Çocuk ne aptaldı, ne de tembel. Sadece beyni  bir şeyleri yanlış tercüme ediyordu. Gördüğünü yazıya geçirmekte zorlanıyordu. Bugün artık dislekt ( ya da dizgraf )  insanlar sözlü olarak sınavdan geçerek  eğitim görebiliyorlar. Kimileriyse bilgisayar klavyesiyle bu işi çoktan aşmışlar. O küçük çocuksa, bundan otuz beş sene önce kim bilir nasıl bir gelecekle baş etmek zorunda kalmıştı?
Her insan aynı şartlarda doğmuyor dediğimde; işte bu da bir örnek..Fakirlik ve kimi doğuştan gelen genetik sorunlar kimi insanlar için daha zor bir başlangıç demek oluyor.
Kimse, çocuklarına gerekli olanakları tanıyan bir ailede dünyaya gelen bir çocuğun yokluk içinde büyüyen bir diğeriyle eşit şartlara sahip olduğunu iddia edemez. Sağlıklı ve doğuştan süper çalışan bir beyinle dünyaya gelen bir insanla, disleksi ya da öğrenme güçlüğü gibi problemlerle baş etmek zorunda olan bir insanla aynı şansa sahip olduğunu söyleyemez. 
Dünya eşitsizlikler üzerinde kurulu....


Batya R. GALANTI





19 Ağustos 2021 Perşembe

 


Karanlıkta kalan ülkelerin değişmeyen kaderi


1984 senesinde Sovyetler Birliği Orduları tarafından bombalanan bir Afgan köyünde yaşayan Şarbat Gula'nın ailesinden geriye sadece dört kardeş kalmıştı.  Aynı köyde yaşayan kimi diğerleri gibi, Şarbat Gula'nın ölen anne babasının ardından yetim kalan dört kardeş ve büyükanneleriyle birlikte dağlara kaçarken, vatanlarına dönmeleri için aradan uzun yıllar geçmesi gerekecekti. Ilk olarak Rusların ve yıllar sonra Amerikanın bu bölgedeki varlıklarıyla, bitmeyen savaşların sonunda ölenlerden geriye kalanların hayatı kolay kolay değişmeyecekti.

1970' lerden bugüne devam eden mülteci sorunu sadece 1970'ler, 80'ler ya da 2000'lerle sınırlı kalmadı...

1800'lerde İngilizlere karşı savaşanlar, 1980'lerde Rus uçaklarını düşürenler, 2000'lerde Amerikan askerine karşı koyan radikal gruplarla birlikte bu köylerde, şehirlerde, bu dağlarda yaşayan kadın ve çocuklar bir kamptan diğerine, açlıkla tokluk arası bir yaşam içinde, sadece hayatta kalabilmek için mücadele veren mültecilere dönüşmüşler bir yaşam boyu...

Hiç bitmeyen bir göçebe yaşam sürdüren insanların gözlerinde umut ışığı görmek ne kadar mümkün bilmiyorum..

1985 senesinde Amerikan National Geographic dergisi'nden bir fotoğrafçı Afganistan'dan Pakistan sınırına geçen mültecilerin yaşadıkları bir kampı ziyaret eder. Batı'da, kendi kültürlerinden, kendi coğrafyalarından çok farklı noktalardan, uzak diyarlardan getirilen savaş hikayelerinin, savaş fotoğraflarının çektiği ilgi bellidir. Uygar dünyada, yeryüzünün farklı yerlerinden gözlerinin önüne taşınan hikayelere, savaşların getirdiği yıkımlara, bir çeşit duyarlılık mevcuttu her zaman. Bu duyarlılık çoğu kez bir derginin kapağında canlanan bir çeşit sanatsal ilgi değerinde olsa da,  kimi insanlar için yine de bir yerde bir çeşit farkındalık ta yaratmıyor değildi.

1888 senesinden beri Amerika'da yayınlanan National Geographic dergisinin en ilgi çeken taraflarından biri de sanırım kapak resimleriydi.  Yaşanan dijital gelişmelerle birlikte bugün bir kaç adım daha ileride olan fotoğraf sanatının daha az profesyonel olduğu senelerden beri kapak resimlerinde canlanan değişik insan manzaralarını, doğal mekanların mükemmeliğe varan detaylarıyla, muazzam renk cümbüşüyle insanları buluşturan bu magazin dergisinin her sayısında ayrı bir sanatsal esere imza atılır gibiydi !!  Ve bugüne dek dergi bu özelliğini korumaya devam etmiştir.

1985'te Steve MacCurry adındaki Amerikalı fotoğrafçı. yine aynı derginin kapağında yer alacak olan çok ünlü bir fotoğrafı çekmek için yola çıkmıştı. Pakistan'da yaşayan Afgan mültecileri ziyaret ettiğinde, Sovyetler Birliğinin işgaliyle bu bölgede oluşan insanlık dramını elinden geldiğince dünyaya duyurmayı amaçlıyordu.

Buralarda bulunduğu günler içinde eminim çok fazla resim çekmiş, çok fazla insanın acısına tanıklık etmişti... Ancak tüm resimlerin içinden bir tanesi National Geographic dergisinin bugüne dek bir İcon'a dönüşen, en çarpıcı, en akılda kalan, en çok ses getiren resimlerden bir tanesi olmuştu.

Bu fotoğraftaki kız ziyaret ettiği mülteci kampında barınan çocuklardan sadece biriydi. Adı Şerbat Gula'ydı. Daha 13 yaşındaki bu kız çocuğu Pakistandaki kampta bir okula gidiyordu. Koyu renk saçlarını örten örtüsünün saklayamadığı tek şey yemyeşil gözlerindeki derin bakışlarıydı. Esmer teniyle müthiş bir tezat teşkil eden o yemyeşil gözleri dünyada tanıyacak milyonlar belki de milyarlar olacaktı...

O gözlerin sormak istediği çok fazla soru vardı mutlaka. Mesela resimlerini çeken yabancıya. Neydi onda kendisine karşı olan bu özel ilgiyi uyandıran şey diye sorabilirdi? Yaşadığı kaderin onun bu kadar ilgisini çekmesinin sebebi neydi? Karşındaki adam, hayatında belki hiç görmediği bir makineyle onun fotoğraflarını çekerken, çocuğun belki karnı yeterince doymamıştı bile.  Peki ölen anne babasının, kaybettiği yuvasının hesabını  kime soracaktı?

Deklanşöre hiç durmadan basan genç fotoğrafçı onun sadece adını öğrenmişti herhalde. Dünyaca ünlü derginin kapağındaysa sadece yüzü yayınlanacaktı. İsminin bilinmesinin çok fazla bir değeri yoktu sanırım. Ona hak görülen şartların kirliliğiyse yüzünden çıkmayan çamurdaydı. Yaşamak zorunda kaldığı şartları kendi seçmeyen bu genç kızın yeşil gözleri tüm dünyada, bu bölgedeki mültecilerin adına bir sembole dönüşürken Afgan halkının kaderinin bugüne dek değişmeyeceğini kaç kişi tahmin ediyordu?

Yaşadıkları topraklardaki zenginliklere rağmen sürünen insanların kaderini kimler belirliyordu?
Uluslararası dengeleri çizenlerin ellerinde şekillenen haritalarda doğan bu insanlar hiç bir dönem yaşadıkları toprakların sahibi olmadılar. Kendi kaderlerini belirleyemediler. En temel haklardan yoksun kaldılar.  Ve en kötüsü hep birilerinin ellerinden ölüme mahkum oldular

Şarbat Gula'yı seneler sonra arayıp bulan National Geographic muhabirinin yazdıklarına göre, 2017'de çocukluğundan beri ilk kez döndüğü ülkesinde Gula'ya Amerika'nın denetiminde kurulan Afgan Hükümetinin başı olan eski Cumhurbaşkanı tarafından kendisi ve çocuklarına bir ev verilmiş.

Ve bugün orta yaşa gelmiş olan bu kadın belki Taliban'ın yönetime el koymasıyla bir kez daha evini terk etmek zorunda kalanlar içindedir. Bir kez daha ölümden kaçmak için yollara düşenler arasında olmadığını nasıl bilebiliriz?

Geçtiğimiz gün arkalarından ateş açan Taliban'ın masum halka karşı yeniden kıyım yapmak için ne kadar bekleyeceklerini düşünüyoruz?

Dış devletlerden belli bir destek almadan bir ülkeyi yönetmelerinin mümkün olmadığını bilen bu terör örgütü insanlara duymak istedikleri olumlu mesajları vermeye çalışıyorlar. Ancak onların gerçek niyetlerinin ekranlara yansıyan kara türbanlının ağzından çıkanlardan çok daha karanlık olduğunu tahmin etmek zor değildir.

Afganistanı bir çırpıda terk eden Amerikan birliklerinin yerini alan terörist grupların ileride, Özbekistan ya da Türkmenistan'da da gücü ele geçirmeye teşebbüs etmeyeceklerini kim düşünebilir?

Amerika Ortadoğu'dan ve Kafkaslardan çekildiği bu günler bu bölgeye daha iyi günleri getirebilirdi eğer bu bölge insanları asırlardır karanlıkta bırakılmamış olsalardı!!!



Batya R. GALANTI

17 Ağustos 2021 Salı

Bir savaş çemberi

 


Yine Üniversite senelerimden ufacık bir anıyla başlayacağım. Geçenlerde vefaat etmiş olan dostum Tuna'yla birlikteydik bir öğleden sonra. Okuldan çıkmış yürüyorduk, Taksim'deki Cumhuriyet anıtının yakınında bir yerlerdeydik tam.. Bir an yanımıza genç bir adam yaklaşmıştı. Alıştığımız turist tipinin dışında bir adam bize ingilizce bir yer soruyordu. Kapkara saçları olan, gayet esmer bir adamdı bu. Türklerin giyim tarzını anımsatan bir kumaş pantalon, yine kahverengi tonlarında kumaş bir ceketi vardı. İstiklal caddesinde bir yeri sormuştu. Bir taraftan ona aradığı yerin neresi olduğunu anlatırken diğer yandan birlikte yanyana yürümeye devam ettiğimizi anımsıyorum. Bir kaç adım yürüdükten sonra merakıma dayanamayarak nereli olduğunu sormuştum.  Bana Afgan olduğunu söylediğinde çok ilginç gelmişti. İstanbul'u gezmeye gelen turistler hep Batılıydılar. Birden bire dünyanın en kuytu yerlerinden, ismini sadece savaşlarla andığımız bir ülkeden gelmiş bir insan vardı karşımda. Kimdi, ne yapardı? İstanbul'da ne yapıyordu?  Acaba savaştan mı kaçmıştı? Belki hayatına yeni bir sayfa açmak için, kendi kültürüne çok uzak olmayan bu ülkeyi seçmişti. Belki de kendisine uygun müslüman bir kadın bulup evlenip İstanbul'da yaşayacaktı. O an Afganistan dediği gibi ilk aklıma gelen soruyu düşünmeden soran ben ; "Mücahit "misin? derken, adam; " Sen nereden biliyorsun mücahitleri? " demişti.  Haberlerde duyuyordum mücahitleri..

Adam gayet güler yüzlü bir insandı. Bir kaç dakika sonra bizimle tanıştığına memnun olduğunu söyleyerek kendi yoluna gitmişti.

Hayatımda tanıdığım ilk ve son Afgan'dı o adam.

Bir yerlerde yeryüzünün tenha bir köşesinde, dünyanın en fakir ülkelerinden biri de Afganistandır. Dağlarda, tepelerde yaşayan, farklı mezheplerden kabileleri barındıran bir ülke de Afganistan.  Erkeklerin kafalarında türbanları, bacaklarına geçirdikleri şalvarları toza toprağa karışan, simsiyah sakallı insanların ülkesi..kadınlarıysa mavi çadırların içinde fenerler gibi gezerlerken, yüzleri kumaştan bir kafesin arkasında kalmışken, adeta insansı yaratıklara çevrilmiş gibidirler.... Yaşamla var olmak arası bir yerdeki canlılar sanki bunlar.

Ben çocukken savaş vardı oralarda.  Sovyetler Birliğine karşı savaşan mücahiddin ya da mücahitler. Kısaca yine Cihad'dan gelen bir savaşçının adı Mücahiddin. Bu dağları kendi kontrolleri altına almaya çalışan Hıristiyan bir ulusa karşı Cihat yapan Afganlardı bunlar. Ellerinde Ruslardan gasp ettikleri silahlarla savaşan dağ insanları olan Mücahitler.

Ruslar Afganlara karşı 1979-88 arası savaştılar. Amerika'ya karşı, Ortadoğuyla Uzakdoğuyu birbirine bağlayan bu stratejik bölgeyi kontrol etmek isteyen Sovyetler Birliği buralarda boşu boşuna maddi ve manevi kayıplar verecekti o senelerde.

Buralara düşündüklerinden daha iyi hakim olan bu dağ insanlarına karşı Rusların boşa çektikleri kürekti bu. Dağlarda Rusları kolayca avlayan Mücahiddin'ler vur kaç taktikleriyle gerilla savaşı vermeyi biliyorlardı. Buraları avuçlarının içi gibi tanıyanlar Rusları fare gibi avliyabiliyorlardı. 1987'ye gelindiğindeyse  Amerikan malı, omuzdan atılan uçaksavar füzelerle düşürdükleri Rus uçaklarının ardı arkası kesilmiyordu.

Bu savaşın yükü, Sovyetlerin dağılma sebeplerinden biri olana dek buraları bırakmalarının zamanının geldiğini anlamayacaklardı. Verdikleri kayıplar, girdikleri sonu gelmeyen savaşın ekonomik bedelini yıllarca çekecek olan Rusların buraları terketmesinin önünü açacak kişi ileride Nobel Barış ödülüne layik görülen Mikael Gorbachev'di.

Rusların buraları terk etmesinden sonra ne oldu peki? Barış ve huzur mu geldi bu dağlara? Ya da Demokrasi?

Geçen yıllarla güneyde yaşayan Peştunlar arasından çıkan, Suudi desteğiyle kurulan medreselerde eğitim görmüş, radikal sünni felsefeyle öne çıkan Taliban, Afganistan'da gittikçe ilerledi. 1994'ten sonra  ülkeye olan hakimiyetlerini arttıran ve 1996'da tüm ülkenin yönetimini eline geçiren bu terör grubu 2001'deki Amerikan işgali başlayacağı güne Afganistan'da dek son derece katı bir şeriat rejimi kurdu.

Ülke insanına göz açtırmayan. Özellikle kadınları iyiden iyiye köleleştiren, acımasız bir radikalizm uygulayan, yolsuzluklarla, fakirlikten kurtulamayan insanların açlıktan öldüğü bir Afganistanı yöneten Talibanla, sahip olduğu tüm doğal kaynaklara rağmen dış teşebbüslerin bu ülkeye yatırım yapmayı göze alamamasına sebep olan anarşi ortamı, sonuçta yeniden başlayan savaşlarla devam eden kaotik bir yer burası..

11 Eylül 2001'de İkiz Kulelere yapılan saldırılar, bu saldırıları  üstlenen Al-Kaidanın Lideri Usama Bin Laden'i Afganistan'daki dağlarda sakladıklarını bilen Amerika'ya buralara girip, bu stratejik bölgeyi kuşatma altına almak için yeterli bir gerekçe olarak fırsat sağlamıştı.

Amerika sözde teröre karşı savaşarak bir yandan Afganistan'a demokrasi ve huzuru getirecekti. Yirmi yıl sonra Amerika dediklerinden hiç birini yapmayı başaramamış olarak bu bölgeyi bırakmak kararı almıştır.

Bu kararın arkasından geçen kısacık bir zamanda, Taliban Kabil'i bir kez daha ele geçirmiştir.

Amerika tarafından desteklenen Cumhurbaşkanı Asraf Ghanı'nin bir valiz dolusu parayla kaçtığı lüks sarayın toplantı odasından dünyaya yansıyan görüntüler içler acısıdır.

Bir tarafta yokluk içinde yaşayan sefil bir halk, diğer yanda şatafatlı eşyalarla döşeli bir saray vardır.

Ve şimdi kaçan Cumhurbaşkanının koltuğuna yerleşmiş olan eşkiyalar, ellerinde tuttukları makineli tüfekler, başlarında peygamberlerinin türbanıyla çektirdikleri resimde Batılı güçleri devirdik pozu vermişlerdir tüm dünyaya.

Yirmi sene evvel onlara yaşattıklarını unutmamış olan halk bir an önce ülkeyi terketmek için panik halinde kaçmaya çalışıyorlardı geçtiğimiz gün..

Ekranlara yansıyan görüntüler insanın ağzını açık bırakacak kadar inanılmazdılar...

Son Amerikan personeli dahil, Amerikalı asker ve diplomatlara destek veren kimi Afganları taşıyan kargo uçağının kanatlarına asılan zavallı insanlar vardı.  Ne kadar büyük bir çaresizlik ve korku yaşıyor olabilirler bu insanlar? Uçağın kanatlarından düşenlere şahitlik etmekse inanılacak gibi değildi!! Bu merhametsiz teröristlerden kaçan sivillere, ellerinde çocuklarla koşan kadınlara, silahsız erkeklere dogrulan silahlardan çıkan kurşunlar aynı dakikalarda kaç masumu hedef almıştı acaba?

Taliban sözde ülkeye huzur ve barış getireceklerinin sözünü vermiş.

Onların getirecekleri barışın ilk işaretleri ekranlardaydı.

İlginç olansa uçağa asılanlarla, uçağın yanında koşanlar hep erkektiler. Bu erkeklerin kadınları, kız kardeşleri, anneleri neredeler? Çocukları yok mu?

Galiba olay şu; Taliban  kendilerine karşı olduklarını bildikleri erkekleri oldukları yerde vuruyorlar ve kadınların ırzlarına geçip, onları kendilerine alıyorlar. Yani erkekler onları bekleyen  kesin infazdan kaçıyorlar.

Geçen akşam bir Isveçlinin 2020'de Afganistan'a yaptığı özel bir geziyi izledim. Amacı bu ülkedeki durumu yakından görüntülemek olan genç adamın çekimleri bir hayli ilginçti.  Oralarda yanlız kalmış kadınları gördüm. Kocaları ölmüş, öldürülmüş, yedi sekiz çocukla dağlardaki dört duvar evlerin içinde, neredeyse hiç eşyaları olmadığı halde, boydan boya serilmiş halıların üzerinde kucaklarında bir bebek,  yan yana oturan çaresiz çocuklarla, korku içinde, yokluk içinde yaşayan Afgan kadınları.

İşte bu masum çocukları, normal bir hayat adına alıp, Suudi Arabistan ya da Pakistan tarafından açılan medreselerde yine Pakistan'da eğitime gönderiyorlar. Sözde bu çocukları himaye altına alan eller onlara yemek ve su veren, onlara bakanlar, onlar için para yatıranlar, bu çocukları eğittikleri medreselerde onlardan yeni mücahitler, yeni radikaller, yeni talibanlar yaratıyorlar.

O masum bakışlı,  güzel çocuklar sözümona savaştan, kurşunlardan uzaklara götürülüp beyinleri senelerce yıkanıldıktan sonra tekrardan Afganistan'daki dağlarda şehirlerde savaşmaya geri dönüyorlar. Bazen dış güçlere, bazen kendi halklarına karşı. Hiç tükenmeyen savaşlara.... 

Ve bu savaş çemberi bu şekilde hiç bir zaman kırılamaz.


Batya R. Galanti