3 Ağustos 2021 Salı

Türkiye'deki yangınlardan ulaşan üzücü görüntülerden bir tanesi

BITMEYEN YANGINLAR


İnsanın kalbine dokunan bir fotoğraf bu. Türkiye'deki yangınlardan ulaşan üzücü görüntülerden sadece bir tanesi.  Yangından kurtulan tavuğuna su içirmeye çalışan bir iyilik meleğinin vicdan dolu resmi...


Türkiye'deki son durumu gösteren  çok fazla resimler var.  Güney kıyılarında, insanlar hayvanlar hayatlarını kaybediyorlar. Sürekli yanmış hayvan resimleri medya'da bolca yer alırken yaşanan facianın boyutlarını kestirmek mümkün değil.

Hala devam eden yangınları söndürmek için meğer yardım istemekte çok istekli olmamış olan Türkiye'ye son günlerde Avrupa'dan büyük bir destek başlamış.

Arada İtalya ve Yunanistan'da da yangınlarla boğuşulurken... Türkler bu son günlerde sadece doğanın kurbanı değiller.  Türkler doğanın kendilerine verdiği cezayı çekmeye devam ederken ki hepimiz bu cezanın kurbanlarıyız. Diğer taraftan olayın başka yönleriyle de meşguller. Bir taraftan bu son yangınların PKK tarafından çıkarıldığını söylüyorlar.  Ki bunun doğruluğunun önce teyit edilmesi lazım.. Diğer taraftan kendi hükümetlerine hiç güvenleri yok. İşin en kötü tarafı da budur. Türk halkı içinde söylentilerin ardı arkası kesilmiyor. Bu yangınların dış güçler tarafından çıkarılmasından tutun Erdoğanín buraları inşaate açmak için sabote ettirdiğine inanan bir kitle var..

Yozlaşmanın, yolsuzluğun ellerinde, tek adam tarafından sömürülen bir ülkede insanların devleti yönetene güvenmemeleri için yeterli sebepleri vardır.

Deprem fayı üzerinde oturan İstanbul'un içinden geçmesi planlanan İstanbul Kanalını inşa ettirmek için direnen bir dikta rejime neden güvensinler?

Sözde İstanbul'un trafik problemini kökten çözeceğini iddia eden,  Karadenizden Marmara'ya açacağı su kanalının getireceği doğal felaketlere karşı yapılan uyarılara, uzmanların neredeyse haykırışa varan karşı duruşlarına rağmen,  karşı duran bir despotun kararlarıyla başlatılan bir projeyle, ülkenin baş patronu olmuş, kendi ve ailesinin ceplerini doldurmaktan yorulmayan bir hırsıza güvenmeleri için sebepleri varmıdır?

Diğer taraftan ısınan iklimle son bir kaç yılda dünyanın dört bir köşesinde artış gösteren doğal felaketlerin de farkında olmalılar. Kanada gibi dünyanın en soğuk ülkesinde bile hava sıcaklığının kırk derecelere vardığı günlerde başlayan yangınları biliyorlardır Türkler...

Amerika'da son senelerde sık sık kilometrelerce hektar alanın yandığını da duymuşlardır....

Avustralya'da 2020'de 11 Milyon hektar alan yanarken milyarlarca memeli, sürüngen, kuş ve kurbağa telef olmuş..

Almanya'da Belçika'da tarihlerinde görülmemiş sellerle boğuştular daha bir iki hafta evvel.

Milyarlarca yıllık bir dünya, milyonlarca yıldır var olan insan türüleri, binlerce yıllık yazılı insanlık tarihi bugünlere kadar doğayı bir şekilde koruyarak gelebilmişken  son iki yüz yıldır başlayan sanayiyle, makineler, endutriyel devrim, uçaklar, fabrikalarla iklimin dengesini bir anda bozmayı becerdi modern insanlık. Bilen, üreten, tüketen ve bir o kadar robotlaşan, robotlaştığı kadar hissizleşen o koca insan, mükemmel işleyen doğaya hükmedecek akla sahip olduğuna inanan bilim adamlarımız, sanayi kuruluşlarının her gün yepyeni projlerle ekranlarda boy gösteren süper beyinlerimiz (?)  bugünün Tanrılaşan insanları tek taraflı düşünürken, koca projelerle hayatımızı değiştiren eller, geliştirdikleri mükemmelliklerle bozdukları dengeleri tamire güçleri yetecek mi acaba?.

Uzay çağında, bilgi çağında soluyamayacağımız kadar kirlenmiş şehirler yarattık, hayvan türlerini bitiriyoruz, su kaynaklarını kurutuyoruz.... Depremler, seller ve yangınlar her geçen sene hayatın normal bir parçasına dönüşüyor.

Önümüzdeki senelerde yeryüzündeki yangınların yüzde onla otuz arası bir artış göstereceğini söylemiş uzmanlar..

Korona bitmeden konuşulan başka virüsler daha var. Antartika'daki buzulların erimesiyle milyonlarca yıldır donmuş olarak korunan başka virüslerin yeniden yayılabileceklerinden korkuluyor diye yazılmış!

Teorilerle uğraşana dek bu dünyanın topunun içinde bulunduğumuz zor koşulları kavramamızın, kendi elimizle yok ettiğimiz doğanın attığı çığılığı duymamızın vakti geldi galiba.


Batya R. GALANTI




 



1 Ağustos 2021 Pazar

Sınırsızlıkların buluştuğu ülkedeki özgür insanlar..


Son bir senedir Israel'de gittikçe daha fazla erkeğin sakalları bir karış uzamış olarak dolaştıklarına şahit oluyorum. Daha doğrusu etrafı iyice bir bakımsızlık alıp gitmiş gibi görünüyor gözüme. Zaten, hem çok sıcak bir yer, hem de bir savaş ülkesi oluşumudur bilinmez, Israelliler genel olarak kıyafetlerine  çok özen gösteren bir millet olmadı hiç bir zaman. Özellikle Israelli erkekler, her gün mutlaka banyo olmayı ihmal etmemeleri dışında kalan kimi beynelmilel giyim standartlarını yerleştirememişlerdir bu toplumda.  Bunun yanında son bir iki senedir bir takım yeni yeni bir tuhaf moda daha yerleşti buralarda... Bir kaç günlük sakalla etrafta gezen erkeklerin sayısında bir hayli artış gözlüyorum ben .

Etraf, düzeltilmiş bir sakal büyütmüş genç erkeklerin ( modaya uygun!! ) dışında, can sıkıntısından, vakitsizlikten, tembellik ya da yorgunluk ve daha bilimum sebeplerden, son sakal modasını kendilerine iyi bir gerekçe olarak algılayıp bir kaç günlük pis sakallarla  gezen peşmurde kılıklı erkeklerle dolup taşmaya başladı.

Çocukken ilk kez Israel'e geldiğimizde buranın insanıyla tabii ilk tanışmam olmuştu. Bizim o bildiğimiz o mikroskop altında birbirini inceleyen,  tabusal darvranışlar ve kimi giyim kodlarının yer etmiş olduğu,  muhafazakar fikirlerle,  sıkı bir denetleme mekanizmasına sahip küçücük toplumumuzun  tam tersi bir toplumla tanıştığımda buradaki rahatlığı ve hiç bir şeyi aldırmamayı ilke edinmiş insanları çok fazla analiz edecek kadar büyümemiştim daha.

Buranın insanlarının giyimdeki umursamızlığını farketmek şöyle dursun o zamanki çocuk aklımda en çok yer eden şey ilginçti. Bir kez daha olumsuzlukların kafamda tamamen  sansüre uğradığı bir anlayışla ve kalbimde hemen başlayan o derin Israel aşkıyla birlikte benim gördüğüm Israellilerin ayaklarındaki bir şeydi...Hahahaha nereden çıktı bu ayaklardaki şey de şimdi diye sorulabilir!?! .. Dura dura ayaklara mı bakmıştım ben?!! Evet, halkın rahatlığının bakımsızlağa vardığı  halleri bir tarafa ben ayaklarındaki sandaletlere aşık olmuştum.

Aman Allahım ne üzeldi o sandaletler. Herkesin ayağındaydı bunlar, Ülkenin sıcak havasıyla en çok uyum sağlayan şeylerden biriydi bu sandaletler. Sıcak iklimin getirdiği şartlarla,  gereksinim gördükleri  rahatlığı onlara getiren, Tanah Sandaletleriydi bunlar.. İbranicedeki adlarıyla;  Sandalim Tanahiot"" .. Tora'da geçen hikaylerde, iki bin yıl evvel yaşamış İbranilerin, çöllerde gezerlerken ayaklarına geçirdikleri, en basit ve en rahat şeydi bunlar.. Deriden iki parçayla yandan bağlı bu kösele ayakkabılar, çocukların, erkeklerin, askerlerin, genç kızların, kısaca herkesin ayaklarındaydılar. Benim için Israelli olmakla bir, bir sembole dönüşmüşlerdi bu sandaletler..

Kibutzlarda evlenen çiftlerin düğünlerinde, tırmığa yerleştirilmiş Israel bayrağının tallit yerini aldığı dini törenlerde bile, o sıcacık günlerde hupanın altında kutsanan iki gencin yanında yer alan şortlu gençlerin ayaklarında yine aynı tanah sandaletleriyle eşlik ettikleri anlarda bile farkedilen son derece serbest bir yaşam vardı o zamanlarda da.. Tüm kurallardan, tüm formalitelerden uzak bir özgürlük hissiydi bu. Ve bu sandaletler benim kafamda, bu ülkede var olan o rahatlığın sembollerinden biriydiler...


Bu da bana herşeyden önce, toplumsal baskıdan uzak bir ortamı anımsatıyordu. O zamanlar bütün bunlar tamamen bir özgürlük ifadesiydi!! Israel'i Israel yapan o artık ben rahatım. ben artık evimdeyim, artık 2000 yıllık sürgünden özgürlüğüme geri döndüm diyen Yahudiyi temsil edermiş gibiydiler.

Dünya ülkelerinin çoğunun uzun tarihleri kitaplarda yazarken,  Israelliler iki bin seneden sonra ilk kez bu topraklarda bir ülke kurmuşlarken, hala daha yaşanan savaşlar ülkenin yeni kimliğini oluşturmaya devam ederken daha kimse giyim üzerinde durmuyor gibiydi.  Sıcacık güneşin altında toprak işleyen eller, yoktan bir şeyler yaratmaya çalışan insanlar yeterince meşguldüler.

Bir gün toprakta çalışan ertesi gün  silah tutmak zorunda olan kadınlar ve erkekler bebeklerini  kibutzlardaki ortak bebek odalarına teslim edip kurak topraklara sebze ve meyve ekmekle ugraşıyorlardı ilk zamanlar. Yoksa aç kalabilirlerdi.  Çocuklarını günde sadece bir kaç saat görüyorlardı...

İlk zamanların rahatlığıysa bu ülkede sonunda bir adet olarak kaldı. Düğünlere bugune dek sadece bir gömlek ve sandaletlerle gidebilenlerin bulunduğu bir yer olan Israel'de dünyanın diğer yerlerinde oto kontrolleri en yüksek çalışan toplumlardan biri olan o klasik Yahudilerin tam tersi bir yeni millet yaratılmış gibidir buralarda. Israel'e gelenler kendi kendilerini kontrol mekanizmalarından arınırlar bir anda. Burası Israel denir. Burada fazla kural yoktur. Burası rahat davranılan ülkedir.

Ortadoğunn orta yerinde kurduklari Yahudi ülkesine gelenler, bir taraftan özgürlük anlayışı gibi aldıkları bir çok şeyi sınırsız yaşamaya başlarlarken kendilerini giyimde olduğu gibi diger davranışlarında da yeterinden fazla koyvermiş olabilirler.

Onlarca senenin ardından artık büyüyen bir çocuk gibi. Bazı şeylerde olgunlaşmak gerekiyor belki kısmen... Artık geçen zamanla bazı şeylerin değişmesini bekler olduk. Kimi rahatlığın aymazlığa vardığı toplumun artık daha  bir disipline oturtulmasını bekler olduk...Yeni doğan ülke yavaş yavaş gerilerde kalırken, yerine göre davranmayı öğrenmiş olmalarını düşündüğümüz bir toplum bekler olduk.

Geçen senelerle bazı şeylerin bir parça değişmesini bekler olduk. Kafamızda özgürlükle, rahatlıkla özdeşleşen kurallardan, kodlardan başka artık bugünkü dünyanın tümünü kapsayan kimi başka kuralları da arar olduk. Bunlarsa bir çok şeyi kapsıyor. Konuşma kurallarından tutun, kibarlık, yeri geldiğinde ses tonunu ayarlayabilmek,  bir çok zamana uygun toplumsal kurallar yavaş yavaş yerleşmeli artık der olduk. Böylesi daha düzgün yürüyebilir değil mi?  Dünyanın tüm doğru dürüst ülkelerindeki gibi kimi giyim kodları da artık o buralardan çok uzak kalan giyim tarzının burada da değişmesini bekler olduk.  Hala büyüyen bir çocuğun arayışında olan bu genç ülkede kimi güvenlik konularıyla, her an gelmeye devam eden kimi yeni göçmenleriyle, zengin High-Tech şirkeleriyle,  laikleri ve ultramodern gençleriyle, kimi töreleriyle ya da seküler insanlarıyla, yanlışları ve doğrularıyla, ve çokça değişmeyenleriyle.. güzellikleri ve çirkinlikleriyle ve kimi yeni tip karışan sakallarıyla etrafta gezen erkekleriyle..ve herşeyleriyle, daha fazla disiplini de bekler olduk!!! 

Elli sene sonra kim bilir nasıl görünecek bu ülke ya da dünyanın diğer yerlerindeki diger ülkeler ve hiç durmadan değişen bu koca dünya....


Batya R. GALANTI



31 Temmuz 2021 Cumartesi

 Akdeniz kıyıları yanarken........


Geçtiğimiz günlerde Türkiye birden bire bir çok yerde çıkan yangınlarla boğuşmaya başladı. Bir çoğu güney kıyılarında olan bu yangınlar 70  farklı noktaad başlarken, sahil boyu yer alan otellere varan ateşler ülkenin en güzel turistik bölgelerinde doğayı, hayvanları ve tüm canlıları tehtid edecek büyüklükte bir faciaya döndü ...

Türk insanının bu durumdaki sıkıntısını, üzüntüsünü anlamamak mümkün değil. Dünyanın en güzel köşelerinden biri olan Akdeniz Kıyılarındaki muhteşem doğal güzelliklerin böylesi büyüklükte yangınlarla yok olmalarını seyretmek insanı üzer mutlaka. Kömür olan ağaçların yanında, köpekler, kediler, kuşlar, sincaplar ve bilimum bir çok canlıların telef olmalarına seyirci kalmak zor.

Çoğu insanın elleri kolları bağlı kalırken  dua etmekten başka bir şey yapamadıkları bu doğal afet karşısında beklenilense dünyanın bu olayda göstereceği birliktir.

BBC, CNN ya da diğerlerinin bu olay üzerinde hiç durmamaları tuhafima giderken, Türkiye'nin kimlerden yardım isteyip istemediğini, hangi ülkelerin şu ana kadar yardım teklifi gönderip göndermediklerini bilmiyorum. Ancak böylesi bir doğal felakete dünya basınının daha duyarlı olmasını beklerdim,  Düne  dek büyük basın kuruluşlarının ana sayfalarında bu konuda neredeyse hiç bir başlığa rastlamadım. Bugün de hala daha genel  başlıklarda yangınlar hakkında bir haber bulamadım . Bu da ayrıca dikkat çekici bir şey.  Dünyanın bir yerinde insanların evlerini, tarlalarını, barınaklarını kaybettiklerinin bir başkalarını hiç ilgilendirmiyor olması anlaşılır dibi değil..

Dünyanın herhangi bir yerindeki  güzelliklerin, ya da herhangi bir ülke ya da şehirde masum insanların hayatlarının tehlikede oluşunu kayıtsızlıkla izlemek nasıl mümkün??  

Bu tip felaketlerde karşı tarafta hangi ülke olursa olsun, buna İran da dahil olmak üzere, Israel elinden gelen yardımları yapmaya hazır olduğunu açıklar ve ilk yardım ekiplerini gönderen ülkelerin başında gelir fakat bu defa şimdilik bu konuda burada da hiç bir  haber görmedim. Sadece birisinden, Türkiye'nin Israel'in yardım teklifini reddettiğini yazdığını okudum. Bu haberin doğruluğunu ıspatlayan bir yazıya da daha rastlamadım.

Bu insanlar sizin dostunuzdur ya da değillerdir. Bunun hiç önemi yoktur. İnsan ya da canlı olan her varlığın acısı herkesin acısıdır.  Yeri geldiğinde size lanet okusalar da böyle bir anda tek düşündüğünüz, sizden bilinçsizce nefret eden o insanların da aslında tek amaçlarının çevrelerine karşı çoğu zaman iyi insanlar olmak, ailelerine bakmak, yaşadikları toplumda başkaları için yardıma koşmak olabilir. 

Elinizden tek gelen, sizi hiç sevmediklerini bir kenara bırakıp Tanrının bu insanlar için bir şeyler yapması dileklerinizle dua etmektir yine de.

Ancak sosyal medya'da olayla ilgili geçmiş olsun mesajlarının altına kimi insanların yaptıkları temeli olmayan suçlamalar olayı hem kişileştirirken, söylenilen sözler, kimi yerde lanet okuyanlar insanı bir defa daha şaşırtırıtyor. Lanet olsun sizlere gibi sözler, Türkiye'de beyinlere sokulan komplo teorilerinin toplumdaki etkilerini göstermektedir.. Mantığınıza yatan her teorinin, ispatı olmayan iddiaların gerçekliklerine inanıp, paranoik tepkiler vermek budur!!!  

Büyük bir ihtimalle,  Amerika, Kanada, Avustralya gibi ülkelerde de yaşanmış yangınlar benzeri  bir durumdur bu da. Kırk derecelere varan sıcağın esen rüzgarların  birlikteliği sonucu çıkan orman yangınlarının kısa sürede büyümeleri sonucu gelinen facianın  arkasında  düşman odakları aramak insanların akıl sağlığının ne derece bozulduğunun bir işaretidir bence.

Geçen akşam yazılan nefret dolu kimi kişisel görüşlerin arkasından dün duygularımı döktüğüm bir yazı yazdım, İstanbul için... 

Dilerim karşılıklı daha güzel bir dünya yaratmayı başarırız sonunda, dilerim ön yargıları, teorileri, nefretleri bir kenara bırakabiliriz.. düşmanlıkları ve politikaları kişileştirmeden yaşamayı öğreniriz en sonunda....


Batya R. GALANTI



Yeniköy'de bir yalı....

  Yeniköy'de bir yalı....


Geçtiğimiz günlerde bir fotoğraf çıktı karşıma. Karlı bir günde çekilmiş enfes bir boğaz manzarası. Gri fonda bembeyaz yalılar karanlığı aydınlatan fenerler  gibi on plana çıkarlarken resim beni bir yerlere, bir döneme götürdü yeniden..benim için zaman içinde kaybolmuş bir şehrin manzarası çok eskilerde bıraktıklarımı anımsattı.

Ailemi, çocukluğumu, geçmişte kalan ve bugüne yetişemeyen bir çok şeyi hatırladım. Resimdeki beyaz yalıyı o kadar iyi hatırlıyorum ki. Yeniköy'de bir yalıdır bu.  Sarıyer istikametine giderken , sağ tarafta kalan en son yalıydı bu. Bu yalının ardından uzun bir süre denize bakan tek şey, o yolun sağındaki daracık kaldırımda oltaları ellerinde balık tutan amatör balıkçılardı. Ve kimi küçük kayıklar ve tekneler.. Ve zaman zaman kıyıya demirlemiş balıkçı tekneleriydi. Hani o teknelerin kıç taraflarında, yakaladıkları balıkları,  koydukları derin bir kazanın içindeki yağda kızarttıktan sonra bol salatayla birlikte ortadan yardıkları ekmeğin içinde  satan ,  yün şapkalı, şalvar pantalonlarını lastik botlarının içine sokmuş olan balıkçılardı bir de..

En son kuzinimle yemiştik böyle bir teknenin içinde. Oevin hemen yanındaydı.  Kocaman bir tabağa özenle sıralanmış hamsiler ne de lezzetliydi. En sonunda da fırınlanmış helva yemiştik. Bu da en son o zamanlar moda olmaya başlamış yeni bir alışkanlıktı hatırlıyorum. Balığın arkasından yenilen sıcak helva..

Yeniköy'deki o yalının bana en çok hatırlattıklarıysa zaman zaman o beyaz evin hemen karşısına düşen yemyeşil tepenin altındaki ağaçlık yerde yerleştirilmiş küçücük masalarda annemlerin arada bir birlikte içmeye gittikleri çaylardı.

Annem, Berta (Z'L), teyzem ve Tant Suzi (Z'L) ... Bu dört kafadarın en sevdikleri yerlerdendi bu tepe. Bir defa ben de bulunmuştum orada. Her tarafın yeşerdiği bir bahar ayıydı. O gün nasılsa onlarlaydım. "Sizin burayı neden bu kadar sevdiğinizi şimdi anladım"dediğimi hala hatırlıyorum. Doyasıya yeşilin masmavi denizle buluştuğu bu nadide yerde oturan insanlar da çok başkaydılar. Gerçekten ayrı bir güzellikteydi bu köşe..

Bugün ne Berta ne Tant Suzi hayatta.. Boğazıno  güzel manzaraları hala mevcutken. O beyaz köşk tüm güzelliğiyle aynı yerde boğazın havasını solumaya devam ederken benim artık çok uzun bir süredir gidecek bir adresim bile yok bu şehirde. Ait olduğumu hissettiren herşey iz bile bırakmadan yok oluvermişler...Oyuncularsa artık tamamen farklı. Benim yaşadığım dönemlerden bugüne herşey başkalarıyla yer değiştirmiş gibi. Tanıdığım insanların çoğu artık orada değiller. Yerlerinde hep başkaları var!

İçimdeki nostaljiyse bugüne ait değil,  bir yerlerde hala çocukluğuma ait kimi şeyleri barındıran hatıralarıyla yaşayan o şehirde kaldı herşey. Bugünle benim aramda hiç bir ortak şey kalmamışçasına koptuğumu hissettiğim, kimi yerde gücendiğim, bana varla yok araşıymış gibi hisler yaşatan, orada bir yerlerde kendi halinde yaşayan bir şehir İstanbul !

Benim için puslu bir zihnin arkasında kalmış. Gün boyu aklımdan bile geçmeyen, yarı karanlıkta, gölgede yaşayan bir şehir İstanbul.  Beni zaten hiç kucaklamamış dediğim İstanbul. Dost bilipte, sevdiğim herşeyinin bana ve dostluğuma sırt çevirdiği şehir İstanbul..

Bir resim ya da bir manzara gördüğüm bir ana kadar hiç hayalini kurmadığım bir yer İstanbul. Ne varlığı  ne kavgaları, ne karmaşası ne de güzellikleriyle ne de insanıyla..benim adıma  anlamını büyük ölçüde kaybetmiş bir şehrin kırıntıları gibi İstanbul. Hakkında yazabileceğim tonla sey varken  de önemsizleşen bir yer artık İstanbul. Sadece eski bir hatıra.  Geçmişte kalanlardan ibaret bir yerdir İstanbul. Kimi hayallerdir.....Istanbul .

Bize kalan tek yadigar iki üç dostun azıcık sevgisiyle birlikte var olan o koca nefretten ibaret bir Istanbul...


Batya R. GALANTI

29 Temmuz 2021 Perşembe

Bizi diğerimizden ne kadar farklı zannetsekte benzediğimiz taraflarımız bir o kadar çoktur.

 Aynı kültürde yaşayan kimi farklı benzerler ve bizler!


Genç kızken esmer, kısa boylu, sevdiğim samimi bir  arkadaşım vardı.. Birlikte girip çıktığımız grubumuzdan, 14 yaşımdan beri tanıdığım kimi arkadaşlarımdan biriydi.

Bu çocuk biraz sıra dışıydı.. Yazın ortasında herkes şortla dolaşırken o asker postallarıyla gezerdi.. Bir ağustos gününün kavurucu sıcağında kulübün trapezinden neredeyse kışlık kıyafetle denize atladığını hatırlarım. Ne kadar tuhaflık,  ne kadar acayiplik varsa ondaydı. Ha bir de Elvis Presley gibi favorileri vardı,. O zamanlar İTÜ'de Kimya Mühendiği okuyordu bu çocuk ve sınıfından bir arkadaşıyla ayrılmaz bir ikili olmuşlardı. Arkadaşım Yahudi ve onun en samimi dostu ise Ankaralı müslüman bir aileden çocuğuydu.. Arkadaşı da çok efendi bir gençti.. Hatırlıyorum tam iki kafadar olmuşlardı.

Bir gün o arkadaşım üniversite'deki dostunun Ankara'daki ailesinin evinde misafir olmuştu. Bize sonradan misafirliğini anlatıyordu gülerek... Hiç bir şeyi de saklamazdı.. O dostunun yanında, evlerinde annesi babasıyla ilk tanışma merasimini gülerek anlatırken dalga geçiyor, arkadaşı da ona kızmıyordu,  onunla beraber gülüyordu..

Çocuklar eve geldiklerinde annesi bizimkini kapıda çok sıcak çok sevecen bir tavırla karşılamış. Ve tabi bir o kadar da saygılı imiş. Hoş geldiklerini söylerken kapının ağzından içerisini işaret ederek ; "Buyrun efendim demiş. Arkadaşımsa  rahat bir tarzda,  ( hem genç olmanın verdiği tavrı, hem tanıdığım kişiliğinin rahatlığı, hem bizlerden onlara hafiften değişen karşılama şekillerindeki farlılıklar ) aceleyle hemen girerken, kadın takrar, " Şöyle buyrun efendim!" dediginde o zaten çoktan buyurmuş bile.. çocuğun annesi karşısındaki iskemleye iliştikten hemen sonra gülümserken! Bu defa oturduğu yerden  yine Hoş geldiniz! demiş.. Arkadaşıma daha önce söylenen hoşgeldinizin bir tekrarından gülesi gelmiş. Zaten hiç bir şeyi ciddiye almazdı ya!! Kadınsa çok kibar; " Nasılsınız?" Çocuk, teşekkür ederim iyiyim.. Kadın gülümsüyor..... Bir iki dakika sonra bir kez daha ; "Eeee daha nasılsınız?"..  İki dakika önce iyiydim, şimdi nasıl olayım?!! diyor bizimki kendi kendine,,  Gülecek, gülemiyor herşeye rağmen ayıp olur diye.. Kadın kalkmış, içeriden kolonyayı getirmiş.. Bazen en olmadık durumlarda saçmalamanız tutar ya. Çocuğa tutmuş bir kriz. Arkadaşım avucunu açarken digeri kolonyayı koyarken son bir kez daha hoş gelmiş!!  olmuş..

Bu seremoni ne kadar sürmüş bilmem . ( Bu tip alışkanlıklar Türk ailelerinde de bir yerden diğerine, bölgeden bölgeye, kişiden kişiye değişiklikler gösteriyordur  )

Misafir kabul edilirken devam eden bu tür giriş merasimleri sanırım Türk toplumunda, insanların aralarındaki mesafeyi kırmakta yaşadıkları zorluktan kaynaklanıyor olabilir.  Bu da kısmen tutuculuğa varan toplumsal bir çekingenliğin sonucu olan bir alışkanlık olabilir diye düşünüyorum.  İlk anda hemen rahatlayamayan, serbest bırakılamayan davranışların fazla denetiminden gelen törenselliğe dönüşmüş jestler, konuşmaları gibi..... Ve Türkiye'de elit kesimde bu daha da fazla var gibiydi. Kendilerini kontrole, denetlemeye  çalıştıkça daha da çekimserlikle samimiyet karışımı olan adet haline gelmiş kimi durumlar..

Bir gün Hilton Hotel'inin lobisinde birisiyle bir randevum vardı..Bekliyorum.. kürk mantolu kadınlar ve takım elbiseli erkekler gelmişlerdi.. Bense buluşmak için randevulaştığım kişinin gecikmesiyle sıkıntıdan etrafımı seyretmekle meşguldüm. ( Bugünkü akıllı telefonlar olmayınca sıkıldığinızda o zaman daha fazla etrafınızla ilgilenmek zorunda kalırdınız.  Bugün yanınızda arkadaşınız olduğu halde etrafınız yerine elinidekiyle uğraşamaya başlarken kendinize dönüyorsunuz...) 

Neyse, kürklü bayanlar, şık giyinmiş erkekler birbirlerini buldular hemen lobide.. Bilmem kim bey nasılsınız efendim..diye başlayan merasim yine aynı.. Ben yaşadığım toplumdaki bu tip davranışları peki tanımıyormuydum?. Sanırım bizde biraz daha az resmiyet vardı. Aradaki ufak tefek değişiklikler bile dikkatimizi çekebiliyor.

Her milletin..her toplumun kendi kuralları vardır.. Herşey alışkanlıktır.. Alıştınız mı tuhaf gelmez işte!!

Eşim bana Sina çölünde,  Israel-Mısır sınırındaki askerleri anlatmıştı..  Sınırda nöbet beklerken karşıda Mısırlı askerler olurmuş.. Onlar da böyleydi der.. Karşıdan durup gülümserdik birbirimize..İki dakikada bir  Ahlaaan derlermiş.. Arapça merhaba .. Her bir tur atışında asker, olduğu nokataya geri döndüğünde yeniden verdiği selamında bir kez daha "Ahlan!!" 

Ahlan ve sahlan!

Bu  bölge insanı..aynı din, benzer alışkanlıklar, kimileri değişik sansalar da..kültür yapısı..tarzlar..saygı kriterleri benzeşiyor..

Son bir senedir. arabada alcogel bulunur oldu hep.. Gal'le ne zaman bir yerlere gidip geri dönsek, arabaya biner binmez alcogel'i uzatarak avucunu aç diyorum.. Ve aklıma arkadaşımın anlattığı  o kibar bayan, ve  hep Türk insanının gelen misafire kolonyayı uzatmak alışkanlıkları geliyor.. ( Eskiden olan bu alışkanlık bugün hala var mı bilmiyorum) Ve işte o zaman durup Gal'e gülerek ben de, Türkçe;  "Hoşgeldin!" diyorum..  İlk dediğimde tabi oğlum anlamamıştı.. Ona Türkiye'deki o eski alışkanlığı anlatmıştım.

.............................

Biz Yahudilerin , Pesah'ta Dulce Blanco diye bir tatlı hazırlamak geleneğimiz vardı..


Dulce blanco, beyaz tatlı demektir...

Fakirliğin, imkansızlıkların olduğu eski devirlerden kalma bir alışkanlıktı bu sanırım....çikolataların, pahalı tatlıların yerini alan bir şey olduğunu tahmin etdiyorum ! Sadece şeker, su ve biraz da limon kabuğu rendesi karışımının uzun süre kısık ateşte çevrilmesiyle hazırlanan bir şekerdi bu!

Eskiden çok yapılırdı. Hani insan kültüründen, davranış farklılıklarından konu açılmışken anlatıyorum bunu da!! Beyaz tatlı, bayram'da Yahudi evine gelen misafirlere, tatlı bir bayram  için sunulan bir şeydi..

Genelde gümüş ya da kristal bir servis tabağının içine yerleştirilmiş yine gümüş kaşıklarla birlikte, yanında birer bardak soğuk suyla birlikte verilirdi.. 

Bir arkadaşımın bununla ilgili komik bir hikayesi vardı..

Pesah'ta onlara gelen Müslüman bir arkadaşına getirmiş annesi, dulce blanco.. Kız tepside konulmuş olan diğer kaşıkları farketmediğinden, bütün kaseyi kendisi için zannederek,  gümüş kaşıkla  çanağı da birlikte alarak tatlıyı kaşıklamaya başlamış.. bir kaşık iki kaşık.. üç..dört!!!.... Arkadaşım kız kendini salak zannedecek diye susuyor.  Arkadaşı bir süre yemeğe devam ettiği şekerden bulanan midesi yüzünden sonunda dayanamayarak: " Kusuruma bakmayan, çok güzel ama ben bitiremeyeceğim!"dediğinde çanaktaki saf şekerden ne kadarını tüketmeyi başarmıştı bilmiyorum! :)

İşte gereğinden mesafe ve kibarlığın zararları bunlar.. Biri yer biri susar.. kız neredeyse kusar (!) hahaha

Zavallı kan şekeri kaça çıkmıştı acaba?!!

............................

Dulce Blanco'dan laf açmışken, annemin ilk evlendiği yıllar, Ortaköy'deki evinde üst katında Rum bir aile otururmuş..

Annem onları bana çok anlatmıştır..  İleriki yıllarda ülkeyi terkedecek azınlıklardan birileriydi onlar da..

Her pazar onların baş misafiriydim der..

Kiliseden döndüklerinde kurdukları masanın güzelliğini anlatamam sana!!!.  Bembeyaz örtünün üzerindeki porselen tabaklarla  kristal bardaklar ve çeşit çeşit kahvaltılıklar...Her kilise dönüşü, her defasında zengin bir bayram sofrası gibiydi pazar kahvaltıları.....

Ve işte bizim dulce blanco'dan onlar da yaparlarmış. Kahvaltı sonrasında kahvenin yanında sunarlarmış.

Acaba kim kimden almıştı bu geleneği, bizler mi onlardan onlar mı bizden?

Farkeder mi? Bilmem.... Sadece onların her Pazar kilise dönüşü verdikleri dulce blanco'yu biz Pesah'ta yerdik. Onların her Pazar kilise dönüşü kurulan sofraları bizde Şabat masasiyle yer değiştirirken, Noel Ayini çıkışındaki  bayram yemeklerinde odaklanan aile toplantılarının yerini bizde Rosh Ha Shana ziyafetleri alırdı.  Esasen dinlenilen müzikler, aileye verilen değer ve insan ilişkilerinin sıcaklığı birbirinden pek farklı değildi. Birinin alt komşusu diğerinin yanındakiyle birlikte,  uzun seneler aynı memleket içinde oluşmuş geleneklerle birbirinden yeterince etkilenmiş insanlar aynı şehirde ayni mekanlarda ikamet ediyorlardı..

Bizi diğerimizden ne kadar farklı zannetsekte benzediğimiz taraflarımız bir o kadar çoktur.


Batya R. Galanti

27 Temmuz 2021 Salı

Şu an için Israel'de FDA'in onayı çıkmadan 60 yaş üzerine bir an önce aşılara başlamak için onay verseler de bunun için yeterli aşı hala elde yok.

Bir kez daha Korona yakınlarımızda dolaşmaya başladı.


Israel yeni bir dalgayla karşı karşıya..

Başbakan Bennett'in  Korona'yla ilgili ilk adımlarına baktığımda onun açık ve net açıklamalarına kanmış kararlılığından emin olmuştum. Verdiği komutlarda ne yaptığını bilen biri izlenimi vardı bende. Ancak çok geçmeden işler sarpa sardı. Fazla bir süre geçmeden kararlılıklar en büyük kararsızlıklarla yer değiştirdi. Çünkü konuşmakla yapmak arasındaki farklar ortaya çıkmaya başladı. 2020'de Koronayı nasıl yeneriz diye bir kitap yayınlayan Naftali Bennett, teoride her zaman herşeyin daha kolay yürüdüğünü bir kez daha kanıtlarken geçen seneyi mumla aramaktan korkar olduk bir anda!!

Geçen yıl Corona ilk yayılmaya başladığı gibi Netanyahu zaman kaybetmeden Israel Havaalanını bütün uçuşlara kapattığında, Koreli turistlerle bu konuda problem yaşanmış ve Israel havaalınını kapattığı için suçlanmıştı.  Fakat çok geçmeden Israel'in bu kararını diğer ülkeler de tatbik etmişlerdi.

Ve Netahyahu aşıları herkesten evvel ülkeye getirtip nüfusun büyük bir bölümünü çok kısa bir zamanda aşılayabilmişlerdi.

Şimdilik bugünkü Hükümet konuşmaktan başka bir şey yapmazken. Corona'nın yeni ve daha yapışkan bir variant'i olan Delta'nın bile bile ülkeye sokulmasına engel olamadılar. Ülkeyi giriş çıkışlara büyük oranda kapatıp, sağlığına kavuşmuş olan Israel nüfusunu kısmen izole etmek yerine Israel havaalanından her gün dünyanın farklı yerlerine binlerce turistin girip çıkmasına izin verdiler. Havaalanında doğru dürüst testler ve kontroller yapmadan giren çıkan insanlar  yeni variantları serbestçe sokarlarken şu an 8 milyonluk ülkede her gün katlanarak yayılan virüs'ü durdurmek için tam olarak hiç bir tedbir alınmıyor. Bir hafta evveline kadar günde 800 cıvarlarında olan pozitif vaka sayısı kısa bir zaman içinde 2000'i geçti. Son günlerde 80 ağır hasta sayısı bir anda 100 kusurlara çıktı.

Bir buçuk sene aradan sonra tekrar tekrar kapanmaya gitmenin ülke ekonomisini nasıl çökertebileceğini tahmin etmek zor değilsede kimi başka tedbirler alınabilir. Ve daha sıkı bir gözetim söz konusu olabilir.

Bu son dalgaya rağmen insanlar artık doğru dürüst maske bile takmak istemiyorlar. Gençler ne pandemiye ne de bunun getirdiği sonuçları önemsiyorlar. Onları bir derece anlamak mümkünse de insanların aymazlıkları yüzünden bağışıklık sistemleri zayıf olan ve belli bir yaşın üzerindekiler bir kez daha tehlike altındalar.

Şu an için Israel'de FDA'in onayı çıkmadan 60 yaş üzerine bir an önce aşılara başlamak için onay verseler de bunun için yeterli aşı hala elde yok. Depolarda bekleyen bir miktar aşıdan başka geçen gün 200.000 yeni Pfızer aşısı getirtilmiş.

Bu aşılar yeni bir madde içermiyorlar. Sadece altı ay sonra vücutta iyice azalan antikorları desteklemek için aynı aşıdan verilmesi planlanan bir doz bu. Sonuçta bir taraftan kendinizi korumak isterken diğer taraftan yeniden ve yeniden vücudunuza sokulan bu maddenin gelecekte nasıl etkileri olacağını bilmedğiniz için girdiğiniz ikilem de ayrı problem.

Çok kalabalıklaşan dünya nüfusunu kaldırmakta zorlanan doğanın zayıfları elemesi gibi bir şeymidir bu yaşadığımız bilmiyorum.

Şimdilik Israel'de hayat tamamen normal bir seyirde devam ederken, hızla yayılan Deltaya rağmen önümüzdeki Eylül ayında okullar normal şekilde açılıp çocuklar okula her gün, ve hep birlikte öğrenim görecekleri bir seneye hazırlanıyorlar. Bu hızla yayılan virüsün önümüzdeki bir kaç hafta içinde her yeni gün yaklaşık 11.000 yeni hasta demek olacakken normal hayata devam etmeyi düşünmek nasıl mümkün bilmiyorum.

Şimdilik, kızımın çalıştığı yerde birlikte ders verdiği bir genç çocuk bir hastanın yanında bulunduğu için kendisini bir hafta karantinaya sokması gerektiği haberini almış, eğer bu genç çocuğun yaptığı test pozitif çıkarsa bu kez kızıma haber gelecek.. Bir kez daha Korona yakınlarımızda dolaşmaya başladı. 


Batya R. GALANTI

Gazetecilikte algı oyunları

Her gün gazetelerde, internet sitelerinde, televizyon ve radyolarda karşımıza bin bir çeşit haber çıkar. Bu haberlerin büyük bir bölümü iç haberlerdir. Politik, sosyal, ekonomik olayları içerirler. Bir diğerleri de uluslararası haberlerdir. Çoğu günler okuduklarımız bir gün önce bildiklerimizin bir devamıdır. Yakın olaylardır. Hatta cok kez belli bir monotoni bile içerebilirler. Politikalar, günlük yaşanan şeylerin büyük bir bölümü bir günden diğerine genelde çok dramatik bir değişiklik göstermezler.

Bir de sabah gerekli yayın organlarını açtığınızda karşınıza çıkan kimi başka haberler daha vardır. Ülkenizin bir köşesinde, ya da dünyanın hiç bilmediğiniz yerlerinde yaşayan insanları taşırlar bu haberler  size. Okuyucuyu yeterli derecede ilgilendirecek ilginç olaylar olabilir bunlar. Bazen de yaşanan çok kişisel  dramalar öyle bir boyut taşıyabilirler ki sadece kişisel bir olay olmaktan çıkıp toplumsal bir sansasyona dönüşürler.

Yeterli derecede ilgi uyandıracak herşey haber olabilir.

Ve satır aralarına karışan haberler de vardır. Bir yerlerde bir işçinin bir inşaat alanındaki kazada ölümü gibi. Kulağımızın yanından geçiveren haberlerdir bunlar çoğu zaman. Gündelik. Çok fazla üzerinde durmadığımız bir çok diğer kaza haberlerinden biri gibi. Hiç tanımadığımız insanların dramatik ölümleri satır aralarında kalarak kaybolurlar. Tanımadığımız, ismini,  simasını bilmediğimiz bir adam, bir kadın hatta bazen bir çocuk... Bu tip haberler devamlı güncellenir. Kayıtsızlıktan çok, sizinle ilgili olmayan şeyler üzerinde çok fazla durmama eyilimiminizdendir bu. Bağlantınız olmadığı zaman insani içgüdüleriniz size kendi yolunuzda devam etme emri verir. Sadece tanıdığımız şeylere karşı biraz daha hassasiyet göstermek eğilimindeyizdir biz insanlar.

Örneğin dramatik bir kaza haberi, bir resim bile olmadan paylaşıldığında neredeyse hiç bir tepki vermezsiniz..aynı haber genç bir çocuğun resmi iliştirilerek yayınlandığında; "Aaaa yazık çok gençmiş!"diye bir tepkiyle bir adım olayın dramatik yönüne yaklaşırsınız.

Aynı haber daha fazla detayla seyirciye ya da okuyucuya ulaştığında seyirci kendini biraz daha olayla bütünleşmiş bulmaya başlar. Arada, yaşanmış bir hikaye çıkar ortaya, bahsedilen  acıyla haberdeki insana bir adım daha fazla yaklaşırsınız. Ve o insanın ölümü sizi daha çok etkiler.  Bu durumda onlara empati göstermemiz çok daha doğal bir hale gelir. Hikayesini bildikçe bizden biriymiş gibi hissettiğimiz kişilerin yaşamlarına daha yakın bir noktadan bakmaya başlıyoruz.

Halbuki hakkında en ufak bir bilgimiz olmadığı çok fazla insan, her gün, her an en dramatik şekilde sonlarla karşılaşırken biz hayatımıza doğal olarak hiç bir şey olmamış gibi devam ediyoruz.

Dün Israel'de çok ünlü  bir muhabir-gazeteci ani şekilde hayatını kaybetti. İnsanlar her gün, akşam haberlerinde görmeye alışkın oldukları bu şahsın birden bire olan ölümünden büyük üzüntü duydular. Kimse o kişiyi yakından tanımasa da, her gün ekranda görmeğe alışkın oldukları bir insanı yakından tanıyormuş gibi ölümünden etkilendiler.

İnsanlar dünyanın bir köşesinde olan dramatik toplumsal olaylara da bu şekilde empati gösterebiliyorlar. Güney Amerika'daki mültecilerin sefilliğini her gün yansıtan televizyoncuların amaçları da budur.  Sonuçta ABD sınırında yaşadıkları dramayla kendilerini özdeşleştiren insanlar Amerika'ya karşı tepki duymaya başlıyorlar.

Dünyanın neredeyse en büyük sorununa dönen Filistin Problemi de aynıdır. Afrika'da, Çin'de, Ortadoğu'da yaşanan dramalardan bahsetmeyen televizyonun en fazla konuştuğu, adeta global bir soruna dönüştürülmüş olan Filistin sorununda, insanların yaşadıkları dramada, doğrularıyla, yanlışları ya da eksikleriyle gösterilenler insanların beyinlerinde bir halkla bütünleşmeye varan bir duygusal yakınlık kurulmaktadır. Devleterin siyasi duruşlarını düşünmeden, haber ajanslarının politik çizgilerinin olayları nasıl çizdikleriyle fazla uğraşmadan ekrana yansıyan dramayı görürler. Ekranda kucağ

ında kanlar içindeki küçücük bir çocuğunu taşıyan bir babanın dramına kim kayıtsız kalabilir? Filistin sorunu ekranları en çok meşgul eden uluslararası çekişmelerden biri. Hatta belki de en başında gelendir. İnsanlara bu sorunun getirdiği dramanın oyuncularıyla ilgili ne kadar çok hikaye taşırsanız toplumsal tepki bir o kadar büyür. Bir tarafa karşı olan merhamet diğer tarafa olan nefreti de aynı oranda büyütür.

Taraf olmayan kişilerde olayları dilediği gibi yorumlama lüksü varken, yaşanan dramanın boyutlarını kavramak için çok uzun bir hikayenin en başından en sonuna tüm detayları bilmek gereklidir. Her görülen şeyin altında yatan gerçeklerin gözümüzün resimde ilk algıladıklarımızdan ibaret olmadığını anlatmaksa kolay değildir. Kimseye, istemedikleri bir şeyi zorla anlatmanız da mümkün değildir.

Objektifleri kendi diledikleri gibi kullanma gücüne, imkanına  sahip olan medya kurumları insanların bilinçlerinde hangi etkiyi yaratmak istiyorlarsa onu inşa edebildiklerini çok iyi biliyorlar.

Kısacası, biz insanların çok basit bir şekilde işleyen beynimiz vardır. Çok fazla düşünmeyiz. Primitif algılarımız herşeyin önünde gelir, İlk neyi benimsersek ona inanırız. Bize verilen ve ilk bildiğimiz ilk doğru da budur. Bir şeye nasıl inandılrildiysak fikrimizi değiştirmemiz neredeyse imkansızdır


Batya R. GALANTI