İstanbul'da trafik!
İlkokul kitaplarımızın birinde trafik kuralları işlenmişti. Trafik kuralları ve trafik ışıklarının ne olduğu konusunda okulda bir defa (!) konuşulduğunu anımsıyorum. Kırmızı, sarı ve yeşil ışığın ne olduğunu anlatmışlardı bize...Bir kez!! O bile fazlaydi :) . Renkli olarak çizilmiş trafik lambasının ışıkları kitapta ne güzel duruyorlardı. Hangisinde durulur, hangisinde hazır olunup ne zaman geçilir.. E önemliydi tabii!! Bilmek lazımdı! Trafik kuralları olmadan insanın yoldaki güvenliği nasıl sağlanır, trafiğin işleyişi nasıl düzenlenebilirdi diyecem de hangi trafik düzenlemesinden bahsediyorum ben? Ya kimin güvenliğinden?
Benim kitapta okuduğum trafik kuralları kimi ülkelerde olduğu gibiydi. Ama biz ne trafik düzeni, ne trafik güvenliği tanıyorduk! Trafik lambalarını, yaşadığım mega şehirde o yaşlarda belki bir ya da iki noktada ya görmüş ya da görmemiştim.
İstanbul'da geçen 28 yıllık hayatımda, Allaha emanet büyüyen bir toplum içinde şansa başıma bir şeyler gelmemişti. O kadar fazla yanlış, o kadar fazla kaderciliğin ellerine teslim, bir o kadar eksiklerle dolu bir yaşam sizi ölümle hayat arası ince bir ip cambazına bile çevirebilirdi.
12 yaşıma gelinceye kadar okula servisle gidip geldikten sonra Sainte-Pulcherie'de 6. sınıfa geçtiğimde artık otobüse binmeye başlamıştım. Ben bugünkü kafamla düşündüğümde, annemle babamda iyi cesaret varmış diyorum. Gerçi çok bilinçliydim. Gerçekten çok temkinli hareket ettiğimi anımsarım. Karşıdan karşıya geçerken dikkatliydim. Ama ne olursa olsun böylesi bir karmaşanın içinde Şişli Taksim arası gidip gelmek bir çocuk için büyük riskti. İstanbul'da yaya geçidi olmayan bir şehirde karşıdan karşıya geçmenin tehlikeleri bir tarafa her bindiğim otobüste cinsel tacize uğramak işin bir ayrı problematik tarafıydı.
İstanbullu şoförler için araba kullanmanın hiç bir şekilde ciddi tarafı yoktu. Sanki bir oyundu bu. Bir labirentte gidip gelen arabaların keşmekeşi içinde ellerinden geldiğince manevralar yaparak, adeta bir arabanın bir diğerini alt etmeye çalıştığı kaotik trafiğin içinde en atak davranana yol verilen caddelerde araba kullanan insanlar vardı. Ve aynı arabaların aralarında gezinen yayalar.... Burası sanki bir Lunaparktı. Çarpışan arabalar gibi bir trafikte yol almaktı bu.
Hem halk eğitimsizdi hem yollara bir duzen verilmemişti. Ortaları çukurlar, deliklerle dolu caddelerde , yarım yamalak bir asfaltın üzerinde şeritler bile belirlenmemişti. İnsanlarsa nasıl isterlerse öyle hareket ediyorlardı. Kendi kurallarını kendileri belirliyorlardı. Sağ, sol..kimin kimi solladığı, salladığı belli değildi..Ve her an biri diğerini uyarmakla, bir taraftan klakson çalarken diğer taraftan camını açıp bazen el kol hareketleriyle; " Ne yapıyosun sen lan?! " diye kızanlar çoktu. Bazen işler bunun ötesine geçerken. arabalarını durdurup iki serserinin yaka paça giriştikleri az görülen şeyler değildi.t
Yayalarınsa caddelerin en olmadık yerlerinde yüksek atlamadaki maharetlerini sergilemeleri ise ayrı bir show'du. Birden bir çevre yolu üzerinde bile, en olmadık yerlerden, ortadaki demir parmaklıkları olimpik bir beceriyle atlayarak ölüme meydan okuyan kahraman insanlar arabaların karmaşasına ayrı bir atraksyon katarlardı.
Böylece ilginç bir şekilde siz de bu karmaşanın bir parçası olmaya alışıyorsunuz.
Ancak gençliğimde br kaç tanıdığım insan bu korkunç trafiğin cezasını eğir ödemişlerdi.
Sainte-Pulcherie'den tanıdığım bir Yahudi arkadaşımın, ki Sıracevizler'deki evimizin hemen karşısında otuturdu, bir gün Kütüphane'de ailesiyle tatile çıkacaklarından bahsettiğini anımsıyorum. Ertesi günlerde trafik kazasında öldüğünü duyduğumda şok olmuştum. Daha 13-14 yaşlarındaydım ve yaşıtım bir genç kızın ölümü bana inanılmaz bir şey gibi gelmişti. Onun bize tatile gideceğini anlattığı anlar aklımdan çıkmamıştı hiç..
Bir defa da komik bir şey başıma gelmişti. Harbiye'de ışıklarda bekliyordum. Ve ileriden ambulans sireni duyuluyordu. Olduğum yerde beklerken yanımdan birden üstü başı berduş halde bir adam kendini caddeye attınca ambulans adamı bir anda havada uçurmuştu ( ambulans çok hızlı gelmiyordu ) Derbeder haldeki adam popo üstü caddenin ortasına düşerken ayakkabıları oraya buraya dağılmıştı. Ambulanstan şoför ve yanındaki adam birlikte inmiş adama bakarlarken biri diğerine, " Abi alalım onu da!" demişti. Öteki de tamam deyip, arka kapıları açıp yerden toparladıkları zavallıyı da içeri soktuktan sonra yeniden çalıştırdıkları sirenle beraber hızla yola koyulmuşlardı . Ambulansın arkasından bakarken, Şişli yönündeki bildiğim tek hastane olan Etfal'e varana kadar acaba daha kaç kişiyi toparlarlar diye düşünmüştüm. Dolmuş gibi toplama müşterilerle seyahat eden bir ambulans tahayül etmiştim kafamda.
Yıllar sonra Türkiye'nin Avrupa Birliğine kabul edilebilmesi için konulan şartlardan biri toplumdaki ehliyetli insan sayısı yüzdesiydi. Yani ileri bir toplum olmanın gereklerinden bir tanesi de insanların ehliyet sahibi olmalarıydı. Tabi AB, Türkiye'den bakkaldan ehliyet alır gibi ehliyet dağıtmasını beklememişti diye tahmin ediyorum ama olan buydu. O zamanlar ben 20 yaşlarındaydım Ağbim bana araba kullanmayı öğretmeye başladığı gibi ehliyet için başvurmuştum.
Sınav Maslakta bir yerlerdeydi. Arabayla kuyruktayım, sıram geldi. Trafik polisi arabaya bindi ve hemen bana; " Arabayı çalıştır!" demesinin ardından, " Devam et ! dedi.
Sonuçta en fazla beş metre ileri gidip, arabayı geri vitese koyduktan sonra iki metre de geri sürmemin ardından bana önündeki belgeyi imzalatarak ehliyet vermişti Türk Trafik Polisi.
Trafikte nasıl kullandığım, arabaya gerçekten hakim olup olmadığım hiç önemli değildi. Bu şekilde kaç kişiye ehliyet vermişlerdi o dönem bilmiyorum ama ehliyeti aldığımda araba kullanmayı bilmediğimden eminim. Ve tabii ki arabayı alıp hemen yola çıkmamıştım. Ağbim bana uzun süre trafikte eşlik etmişti. Bugünkü Türkiye'de ehliyet almanın koşullarını bilmiyorum o zamansa o insanlar yeni şoförlere değil trafik canavarlarına yol açıyorlardı.
Yıllar sonra İstanbul'da trafik eskiye göre biraz daha düzene girmişse de toplumun agresif yapısı sanırım hala değişmedi. Hatta Türkiye'nin bugününü yakından tanıyanlar Türk insanının eskisinden daha da agresif olduğunu söylüyorlar. Ve tabii bu agresif yapı kendini trafikte de fazlasıyla belli ediyordur diye tahmin ediyorum.
2007'deki son Istanbul seyahatimde hiç unutmadığım bir olay olmuştu. Ağbimin arabasında gidiyorduk, eşi yanında ben de arkada oturuyordum. Trafik içinde birisi ağbimi sıkıştırınca ağbimin ne yapıyorsun demesine kalmadan serseri kullandığı cibi bir anda trafiğin ortasında durdurarak arabadan hışımla indi, o an arabadan çıkan kıronun sinirle güneş gözlüğünü arabanın içine fırlattığını gördüğümde birden o kadar korktum ki. Türkiye'de gazetelerde öyle tuhaf cinayetler okurduk ki, hiç yoktan adam öldüren insanlarla dolu bir şehirdi bu O an tek düşündüğüm adamın ağbimi öldüreceği idi. Ona panikle bağırmaya başlamıştım camını kapatsın diye. Serseri neyseki bütün pozuna rağmen bir iki bağırıp arabasına geri dönmüştü. Ancak o bir kaç saniyelik anlar hayatımda en çok korktuğum anlardandı diye tahmin ediyorum.
Benim bıraktığım Türkiye'den bugünlere geriye ne kaldı. Neler aynı? Neler tam olarak değişti..bunları ancak oralara bir gün yeniden gittiğimde (?!) , kendi gözlemlerimle daha iyi anlayacağım diye tahmin ediyorum.
İnsanın Kültür yapısı günlük yaşamın her alanına yansıyor. Yemenizden, içmenize, sokaktaki yürüyüşünüzden, giyiminize, konuşmanıza.. Hayatınızı yaşayış tarzınızdan, insanlarla olan tüm iletişiminize ve trafik içinde nasıl hareket ettiğinize kadar her konuda doğup büyüdüğünüz, yaşadığınız toplumun izleri var. Ve toplumlar da insanlar gibi zamanla değişiyorlar. Bazen daha iyiye bir gidiş oluyor, bazen herşey çok daha olumsuz yönde değişebiliyor. Toplumun nasıl olaylardan, ne gibi süreçlerden geçtiğine bağlı bu değişimler.
Dünya da aynı şekilde değişiyor. Kimi yönlerden iletişim çağının getirdiği bambaşka bir ilerleyiş ve etkiler söz konusu diğer taraftan insanların makineler yüzünden birbirlerine daha da yabancılaştıkları, kimi anlamda daha hırçınlaştıkları bir süreç yaşıyoruz. Yaşayabildiğimiz kadar yaşayıp daha neler göreceğiz bakalım!
Batya R. Galanti