17 Mart 2021 Çarşamba

İstanbul'da trafik!


İlkokul kitaplarımızın birinde trafik kuralları işlenmişti. Trafik kuralları ve trafik ışıklarının ne olduğu konusunda okulda bir defa (!) konuşulduğunu anımsıyorum. Kırmızı, sarı ve yeşil ışığın ne olduğunu anlatmışlardı bize...Bir kez!!  O bile fazlaydi :) . Renkli olarak çizilmiş trafik lambasının ışıkları kitapta ne güzel duruyorlardı.  Hangisinde durulur, hangisinde hazır olunup ne zaman geçilir.. E önemliydi tabii!! Bilmek lazımdı! Trafik kuralları olmadan insanın yoldaki güvenliği nasıl sağlanır, trafiğin işleyişi nasıl düzenlenebilirdi diyecem de hangi trafik düzenlemesinden bahsediyorum ben? Ya kimin güvenliğinden?

Benim kitapta okuduğum trafik kuralları kimi ülkelerde olduğu gibiydi. Ama biz ne trafik düzeni, ne trafik güvenliği tanıyorduk!  Trafik lambalarını, yaşadığım mega şehirde o yaşlarda belki bir ya da iki noktada ya görmüş ya da görmemiştim.

İstanbul'da geçen 28 yıllık hayatımda, Allaha emanet büyüyen bir toplum içinde şansa başıma bir şeyler gelmemişti. O kadar fazla yanlış, o kadar fazla kaderciliğin ellerine teslim, bir o kadar eksiklerle dolu bir yaşam sizi ölümle hayat arası ince bir ip cambazına bile çevirebilirdi.


12 yaşıma gelinceye kadar okula servisle gidip geldikten sonra Sainte-Pulcherie'de 6. sınıfa geçtiğimde artık otobüse binmeye başlamıştım. Ben bugünkü kafamla düşündüğümde, annemle babamda iyi cesaret varmış diyorum. Gerçi çok bilinçliydim. Gerçekten çok temkinli hareket ettiğimi anımsarım. Karşıdan karşıya geçerken dikkatliydim. Ama ne olursa olsun böylesi bir karmaşanın içinde Şişli Taksim arası gidip gelmek  bir çocuk için büyük riskti. İstanbul'da yaya geçidi olmayan bir şehirde karşıdan karşıya geçmenin tehlikeleri bir tarafa her bindiğim otobüste cinsel tacize uğramak işin bir ayrı problematik  tarafıydı.

İstanbullu şoförler için araba kullanmanın hiç bir şekilde ciddi tarafı yoktu. Sanki bir oyundu bu. Bir labirentte gidip gelen arabaların keşmekeşi içinde ellerinden geldiğince manevralar yaparak, adeta bir arabanın bir diğerini alt etmeye çalıştığı kaotik trafiğin içinde en atak davranana yol verilen caddelerde araba kullanan insanlar vardı. Ve aynı arabaların aralarında gezinen yayalar.... Burası sanki bir Lunaparktı. Çarpışan arabalar gibi bir trafikte yol almaktı bu.

Hem halk eğitimsizdi hem yollara bir duzen verilmemişti. Ortaları çukurlar, deliklerle dolu caddelerde , yarım yamalak bir asfaltın üzerinde şeritler bile belirlenmemişti. İnsanlarsa nasıl isterlerse öyle hareket ediyorlardı. Kendi kurallarını kendileri belirliyorlardı. Sağ, sol..kimin kimi solladığı, salladığı belli değildi..Ve her an biri diğerini uyarmakla, bir taraftan klakson  çalarken diğer taraftan camını açıp bazen el kol hareketleriyle; " Ne yapıyosun sen lan?! " diye kızanlar çoktu. Bazen işler bunun ötesine geçerken. arabalarını durdurup iki serserinin yaka paça giriştikleri az görülen şeyler değildi.t

Yayalarınsa caddelerin en olmadık yerlerinde yüksek atlamadaki maharetlerini sergilemeleri ise ayrı bir show'du. Birden bir çevre yolu üzerinde bile, en olmadık yerlerden, ortadaki demir parmaklıkları olimpik bir beceriyle atlayarak ölüme meydan okuyan kahraman insanlar arabaların karmaşasına ayrı bir atraksyon katarlardı.

Böylece ilginç bir şekilde siz de bu karmaşanın bir parçası olmaya alışıyorsunuz.

Ancak gençliğimde br kaç tanıdığım insan bu korkunç trafiğin cezasını eğir ödemişlerdi.

Sainte-Pulcherie'den tanıdığım bir Yahudi arkadaşımın,  ki Sıracevizler'deki evimizin hemen karşısında otuturdu, bir gün Kütüphane'de ailesiyle tatile çıkacaklarından bahsettiğini anımsıyorum. Ertesi günlerde trafik kazasında öldüğünü duyduğumda şok olmuştum. Daha 13-14 yaşlarındaydım ve yaşıtım bir genç kızın ölümü bana inanılmaz bir şey gibi gelmişti. Onun bize tatile gideceğini anlattığı anlar aklımdan çıkmamıştı hiç..

Bir defa da komik bir şey başıma gelmişti. Harbiye'de ışıklarda bekliyordum. Ve ileriden ambulans sireni duyuluyordu. Olduğum yerde beklerken yanımdan birden üstü başı berduş halde bir adam kendini caddeye attınca ambulans adamı bir anda havada uçurmuştu ( ambulans çok hızlı gelmiyordu ) Derbeder haldeki adam popo üstü caddenin ortasına düşerken ayakkabıları oraya buraya dağılmıştı. Ambulanstan şoför ve yanındaki adam birlikte inmiş adama bakarlarken biri diğerine, " Abi alalım onu da!" demişti.  Öteki de tamam deyip, arka kapıları açıp yerden toparladıkları zavallıyı da içeri soktuktan sonra yeniden çalıştırdıkları sirenle beraber hızla yola koyulmuşlardı . Ambulansın arkasından bakarken, Şişli yönündeki bildiğim tek hastane olan Etfal'e varana kadar acaba daha kaç kişiyi toparlarlar diye düşünmüştüm. Dolmuş gibi toplama müşterilerle seyahat eden bir ambulans tahayül etmiştim kafamda.

Yıllar sonra Türkiye'nin Avrupa Birliğine kabul edilebilmesi için konulan şartlardan biri toplumdaki ehliyetli insan sayısı yüzdesiydi. Yani ileri bir toplum olmanın gereklerinden bir tanesi de insanların ehliyet sahibi olmalarıydı. Tabi AB, Türkiye'den  bakkaldan ehliyet alır gibi ehliyet dağıtmasını beklememişti diye tahmin ediyorum ama olan buydu. O zamanlar ben 20 yaşlarındaydım  Ağbim bana araba kullanmayı öğretmeye başladığı gibi ehliyet için başvurmuştum.

Sınav Maslakta bir yerlerdeydi. Arabayla kuyruktayım, sıram geldi. Trafik polisi arabaya bindi ve hemen bana; " Arabayı çalıştır!" demesinin ardından, " Devam et ! dedi.

Sonuçta en fazla beş metre ileri gidip, arabayı geri vitese koyduktan sonra iki metre de geri sürmemin ardından  bana önündeki belgeyi imzalatarak ehliyet vermişti Türk Trafik Polisi.

Trafikte nasıl kullandığım, arabaya gerçekten hakim olup olmadığım hiç önemli değildi. Bu şekilde kaç kişiye ehliyet vermişlerdi o dönem bilmiyorum ama ehliyeti aldığımda araba kullanmayı  bilmediğimden eminim. Ve tabii ki arabayı alıp hemen yola çıkmamıştım. Ağbim bana uzun süre trafikte eşlik etmişti.  Bugünkü Türkiye'de ehliyet almanın koşullarını bilmiyorum o zamansa o insanlar yeni şoförlere değil trafik canavarlarına yol açıyorlardı.

Yıllar sonra İstanbul'da trafik eskiye göre biraz daha düzene girmişse de toplumun agresif yapısı sanırım hala değişmedi.  Hatta Türkiye'nin bugününü yakından tanıyanlar Türk insanının eskisinden daha da agresif olduğunu söylüyorlar. Ve tabii bu agresif yapı kendini trafikte de fazlasıyla belli ediyordur diye tahmin ediyorum. 

2007'deki son Istanbul seyahatimde hiç unutmadığım bir olay olmuştu. Ağbimin arabasında gidiyorduk, eşi yanında ben de arkada oturuyordum. Trafik içinde birisi ağbimi sıkıştırınca ağbimin ne yapıyorsun  demesine kalmadan serseri kullandığı cibi bir anda trafiğin ortasında durdurarak arabadan hışımla indi, o an arabadan çıkan kıronun sinirle güneş gözlüğünü arabanın içine fırlattığını gördüğümde birden o kadar korktum ki. Türkiye'de gazetelerde öyle tuhaf cinayetler okurduk ki, hiç yoktan adam öldüren insanlarla dolu bir şehirdi bu  O an tek düşündüğüm adamın ağbimi öldüreceği idi. Ona panikle bağırmaya başlamıştım camını kapatsın diye. Serseri neyseki bütün pozuna rağmen bir iki bağırıp arabasına geri dönmüştü. Ancak o bir kaç saniyelik anlar hayatımda en çok korktuğum anlardandı diye tahmin ediyorum.

Benim bıraktığım Türkiye'den bugünlere geriye ne kaldı. Neler aynı? Neler tam olarak değişti..bunları ancak oralara bir gün yeniden gittiğimde (?!) , kendi gözlemlerimle daha iyi anlayacağım diye tahmin ediyorum.

İnsanın Kültür yapısı günlük yaşamın her alanına yansıyor. Yemenizden, içmenize, sokaktaki yürüyüşünüzden, giyiminize, konuşmanıza.. Hayatınızı yaşayış tarzınızdan, insanlarla olan tüm iletişiminize ve trafik içinde nasıl hareket ettiğinize kadar her konuda doğup büyüdüğünüz, yaşadığınız toplumun izleri var.  Ve toplumlar da insanlar gibi zamanla değişiyorlar. Bazen daha iyiye bir gidiş oluyor, bazen herşey çok daha olumsuz yönde değişebiliyor. Toplumun nasıl olaylardan, ne gibi süreçlerden geçtiğine bağlı bu değişimler.

Dünya da aynı şekilde değişiyor. Kimi yönlerden iletişim çağının getirdiği bambaşka bir ilerleyiş ve etkiler söz konusu diğer taraftan insanların makineler yüzünden birbirlerine daha da yabancılaştıkları, kimi anlamda daha hırçınlaştıkları bir süreç yaşıyoruz. Yaşayabildiğimiz kadar yaşayıp daha neler göreceğiz bakalım!


Batya R. Galanti






 

 Babamın anısına!


 

Geçenlerde bir arkadaşıma sordum İstanbul'da hala Murat araba görmek mümkün mü diye? Artık sadece Anadolu'nun kimi şehirlerinde rastlarsın Murat arabaya dedi. İstanbul'da çok daha lüks arabalar varmış şimdilerde ve daha fazla markalar..

Çocukluğumda Doğu Bloku ülkeleri gibiydi Türkiye de.  Murat,  yani İtalyan markası Fiat'ın Türk imalatı olan Murat'ın Şahin ya da Doğan modelleri şehir trafiğinin büyük bir bölümünü kapsıyorlardı.

Aslında ben doğmadan evvel babamın Opel'i varmış bir tane, Benim ilk çocukluk yıllarımdaysa arabamız yoktu. Annem araba kullanacak biri değildi. Zaten gözleriyle problemleri vardı. Babam'da da bir aralar trafiğe çıkma korkusu vardı.  Derken yıllar sonra ağbimin ısrarlarına dayanamayarak babam da çoğunluğa uyarak, bir Murat almıştı. Hem de "Kahverengi" bir Murat. Nereden buldysa?? Neyi mi? Kahverengi arabayı!! :)  Bir araba için en olmayacak renkti herhalde. Ama derler ya renkler ve zevkler tartışılmaz diye.

İlk günler kapının önüne koyduğu arabayı hemen kullanamamıştı. Bir zaman bu işi nasıl becereceğinin kaygısı onu kısmen engeller gibiydi ama annemin ona bir iki çıkışıyla ister istemez cesaretini toplayarak  işe arabayla gidip gelmeye başlamıştı.

İstanbul'da arabası olan birine o zamanlar neredeyse zengin biriymiş gibi bakabilirlerdi bir çokları. Mesela apartmandan çıkarken, kapının ağzında oturan kapıcımızın bakışlarını gördüğümde adeta tuhaf hissederdim. Sanki çok matah insanlar gibiydik. Bizler arabamıza binip çıkıyorduk. Onlarsa kapının eşiğinde oturuyorlardı. Toplumdaki eşitsizlikler Türkiye'de çok fazla göze çarpan bir şeydi hep. Sadece aptal bir Murat arabanız var diye kendinizi suçlu gibi hissedecek kadar fakirlik vardı toplumda. Halbuki biz de alelade  insanlardık. Sadece ekonomik seviyeler arasındaki uçurum büyüktü.

Ve işte ilk o zamanlar sabahları babam beni arabayla okula bırakmaya başlamıştı.  Yanıma kasetler alırdım okula giderken . Biraz olsun keyfimi yerine getiren tek şey özellikle Mireille Mathieu'nun sesiydi.Ve çok kez yarı yolda, Pangaltı civarlarında  Sciences Naturelles ( Yani Doğa Bilgisi ) hocamız olan Mme Satenik Şahiner' i toplardık. Her sabah aynı noktada dolmuş beklerdi. Biz de onu görünce arabamıza alırdık. Hep beraber konuşa konuşa okula giderdik. Okulda en sevdiğim hocalardandı bu kadın.. Çünkü Mme Satenik sadece Sciences Naturelles öğretmezdi. Bizimle herşeyi konuşurdu. Bize hayatı anlatırdı. İnsan seven bir kişiydi. İnsancıl olduğu kadar da akıllıydı. Güleryüzlü ve dersinde bulunmaktan memnuniyet duyacağınız bir öğretmendi. ( Hayattaysa ki pek sanmıyorum uzun ömürler diliyorum kendisine..ölmüşse de mekanı cennet olsun ).

Ve derken, çocukluğumun babamla en yakın olduğum dönemleriydi bu dönemler. Kavgasız, gürültüsüz,  genel olarak rahat bir ilişkimiz olmuştu. Çok fazla beklentileri olmayan bir insan olduğu için miydi bilmem ya da etrafına asi davranışları olmayan benim ılımlı ve uyumlu karakterim miydi ?

Eşime hep derim, ben ergenlik çağı krizi falan geçirmedim diye. Belki de karşımda bu krizi karşılayacak taraf yoktu. Bir çok açıdan kendi halimde büyümüştüm. Sorunlar peş peşe gelince Insanlar kendi dünyalarına, kendi şahsi problemlerine daldıkça çocuklar bazen ikinci plana düşebiliyorlar.

Aynı dönemlerde en sonunda, her fırsatta doktorlardan kaçan babamın en büyük endişesinin ona koyulacak teşhis olduğunu anlamıştık. Sol elinin eskisi gibi hareket edemediğinin getirdiği soru işaretleri annemi fazlasıyla meşgul ederken babam gerçeklerden kaçma mücadelesine girmişti. Bir eli kısmen donmuş gibiydi. Ve bunun ardından adımları yavaşlamış, ayaklarını yerde sürer şekilde yürümeye başlamıştı.

Sağlığının düşüşüyle birlikte, ben 20 yaşıma geldiğimde bu kez babamın işindeki hissesi elimize verilerek, kendi kurduğu şirketten çıkarılmıştı. Çünkü rahatsızlığı artık işte yeterlilik gösterebilmesine engeldi.

1963'te ağbimin adı Moşe' yi Türkleştirerek kurduğu Metin Çamaşırları Anonim Şirketi,  Mahmutpaşa'da, yani İstanbul Toptan Piyasasının ana merkezinde bulunan dükkan senelerle ilerleyerek büyümüştü. Üç katlı kocaman bir mağazayı birlikte yola çıktığı ortağıyla idare etmişlerdi. Fakat hastalığıyla birlikte oyunun kuralları bu kez tamamen değişmişti. Zamanla büyüyen işe giren üçüncü ortakla birlikte babamı işte tutmak işlerine gelmeyince kendimizi, işin esas kurucusu olan taraf dışarıda bulmuştuk.

Babam  durumuna ve yaşadıklarına karşı küsmeden hayata devam etmeyi tercih ederken bir seneden diğerine ağırlaşan bedenine rağmen annemin teşvikleriyle, ne kadar zorlansa da her gün çıktığı yürüyüşlerinden yılmamaya gayret ederken onun bir gün olsun şikayet ettiğini hatırlamıyorum..Hastalığıının getirdiği kısmi engellerle bile en büyük tutkusu hala araba kullanmaktı. Yıllarca araba sürmekten vazgeçmemişti. Bu her ne kadar büyük bir hata idiyse de . Başka bir ülkede zaten ehliyetine çoktan el konulmuş olmalıydı. O her ne kadar dikkatli bir sürücüyse de böylesi bir hastalıkla trafiğe çıkmanın getirebileceği zorlukları ve tehlikeleri tahmin etmek zor değil.

Dün, uzun zamandan sonra babamı düşündüm yeniden.. Christina Aguilera'nın " Hurt " şarkısını dinlerken birden göz yaşlarımı tutamadım. Hayatının son senesini düşündüm. O son seneye kadar sürdürdüğü gayreti ilk kez kırılmıştı. Artık elinde geriye hiç bir şey kalmamıştı, görüşünü de kaybettikten sonra! Artık hiç işlemeyen bedeni sadece başkasının ellerinde bakıma muhtaç olduğu son yılları zor olmanın ötesinde bir yaşama dönmüştü.

Dün onun yaşadıklarını hatırladım. Kendi hayat bocalamamın ortasında ona yeterli olamadığımı hissettim.  Ona veda ettiğim son sabah içtiği şeyin boğazında kalmasının ardından girdiği komadan çıkmamıştı.

1 Nisan 2006'da kaybettiğim babamın dün  İbrani tarihine göre  vefaatının 15. yılıydı.  Dilerim huzur içinde uyuyordur!

יהיה זכרו ברוך


Batya R. Galanti


15 Mart 2021 Pazartesi

Her insan bitlenebilir!

Hayatında hiç bitlenmemiş insan varmıdır bilmiyorum.  Benim çocukluğumdaki Türkiye'de bit yeterince yaygın bir sorundu. 

Aslında bugünlere dek Israel'de de ana okullarıyla ilkokullarda bit salgınları olur ve aileler çocuklarını kontrol edip,  tedavilerini yapmaları konusunda sürekli uyarılırlar.

Eskiden en anlamsız tabulardan biri de bitlenmek konusuyla ilgiliydi. 

Bitlenmeyen çocuk yoktu ama sorarsanız tek bitli sizsiniz zannedebilirdiniz. Bitin iğrençliği yetmemiş gibi bir de işin yerin dibine girmek tarafı vardı. Sosyal normlar sizi böyle konularda çok fazla sır saklamak zorunda bırakırlardı.

Bu yüzden bir çokları gibi sizin de başınıza bu nahoş durum geldiğinde, kendinizi zaten yeterince huzursuz hissettiren bu korkunç yaratıklardan bir an önce kurtulmaya çalışırken bir de çevrenizdeki insanların sizde ya da yanlışlıkla çocuğunuzda bit olduğunu bilmemeleri için gayretlere girerdiniz. 

Aslında siz istemeden bir yerden bitlenmişseniz yapmanız gereken esas şey, sizinle muhatap olmuş diğer insanları bir an önce uyararak saçlarına büyük ihtimalle sıçramış olan tek bir bitin bile kafalarında bir kasabaya dönüşmeden bir an önce tedaviye başlamaları için uyarmak olmalıydı. Hiç kimse pis olduğundan bitlenmez . Ve bu konu herkes tarafından biliniyor olmalı. Bu sadece bir salgındır.

İşin ilginç tarafı ben okulda değil de yazları adada bitlendiğimi anımsıyorum. Acaba sıcak yerlerde, ve sıcak ortamlarda daha çok mu bit salgını oluyor, onu da bilmiyorum. Çünkü Israel'de de bu konuda baya problemler oluyor.

Bir başka bilinen gerçekse kimi insanların bu yaratıklara daha cazip göründükleridir.  Bunun sebebi kan grubunuzla ilgili bir şey mi? Ciltle mi alakalıdır bilmem ? Ancak çocukluğumda bitlere çok çekici görünen insanlardan olduğumdan eminim.

Bir yazı hatırlarım, kuzenlerimle beraber üçümüz de bitlenmiştik. Annemler panik, büyük kuzenimi ezcaneye bit ilacı almaya göndermişti teyzem. O zaman Kwell Şampuan vardı. Arada tek tek  bizi taramaya başlamışlardı. Başımızda gördükleri küçücük yaratıklardan dehşete düşmekle meşgullerken birden kapının çalındığını hatırlıyorum. Kuzenimin arkadaşı gelmişti. Kardeşiyse,  ufaklık daha, ne yapsın;  "Ağbim yok,  bit şampuanı almaya gitti deyince!"Çocuk tabana kuvvet bir an önce olay merciinden uzaklaşmıştı bile.

Aynı günlerde, annemlerin arkadaşları gelmişlerdi bir akşam. Kuzenimin Down Sendromlu amcası evde bütün gün bit temizleme işlemlerini izlemekten çok etkilenmiş olacak, annemlerin arkadaşlarının küçük oğlunu yanına çekerek iki yaşındaki oğlanın başında bit aramaya başlamıştı.. Kadın birden durup. "Beto ne yapıyor, oğlumun başında bit mi arıyor? " derken annemler ne tepki vereceklerini bilememişlerdi. Allahtan biz artık temizlenmiştik.

Senelerden sonra artık 17 yaşımda bir genç kızken Israel'e gelmiştim annemle beraber. Aynı günlerde Amerika'da seyahatte olan kuzinimin evinde amcam ve eşiyle birlikte kalıyorduk.  Onlar torunlarıyla ilgilenirken, bizde onlarla birlikteydik.  Kuzinimin iki oğlu çok tatlı çocuklardı. Küçük olan daha ilkokula yeni başlamıştı. Beni çok seviyordu ve sürekli yanımda oturup omzuma başını koyuyordu.

Onlarla birlikte kaldığımız iki haftanın sonunda İstanbul'a dönmüştük. Ve Israel'den İstanbul'a döndüğümüz uçakta annem benim kaşınmaya başladığımı farketmişti. Alerjik bir tip olduğumu bildiği için,  kaşıntıların başladı yine senin derken, aklımıza Israel'den İstanbul'a bit nakliyatı yaptığımız gelmiyordu bile. İstanbul'da bir kaç gün içinde kaşıntım iyice artınca annem, "Gel ben senin başına bakayım,  çocukluğundaki gibi tuhaf tuhaf kaşınıyorsun sen! " demesiyle, kafamda Israel mahsulü sevimli yaratıklar bulduğunda ne derece mutlu olduğumu anlatamam.

Seneler sonra Israel'de, Danielle'in ilk yuva günlerinde , sürekli uyarılar olurdu. Yuva'da bit var, çocuklarınızı kontrol edip gerekeni yapın lütfen diye bildiriler konulur ve öğretmenler uyarı yapardı. Ancak Danielle ile bu konuda çok şanslı olduğumu anlamıştım. Kızım kesinlikle benim gibi değildi. Hiç bir defasında Danielle'de bit çıkmamıştı.

Bu şekilde okul zamanına aylar kalaydı. Bir gün bir tanıdığım, eşi yolculuğa çıkınca koca bir villa'da yanlız kaldığı için benden onu bir kaç günlüğüne evimde ağırlayabilip ağırlayamayacağımı sormuştu. Ben de tabii neden olmasın diyerek, aynı gün bana gelmesini söylemiştim.

Genç bayanın bana gelmesinin ertesi gününe ilk defa Danielle'in kafasını birden iyice kaşımaya başladığını farkettiğimi hatırlıyorum. Buna rağmen hala Danielle'ın kafasında bit olacağına inanmıyordum çünkü o nice salgınları tertemiz kalarak atlatmıştı o günlere dek.

Ancak bu kez yanılıyordum. Hayatında tek bir kez bitlenen kızım, tam eve misafir kabul ettiğimiz o günlerde bitlenmişti. Üstüne üstlük misafire de anında bulaştırmıştık. Bense tam Türk kafasıyla; " Şimdi  ne diyecek?! "fikirleriyle kendi kendimi ekstradan sıkıntıya sokuyordum. Biz böyle bitli bir aileymişiz gibi şeyler düşüneceği fikirleri nasıl beni huzursuz etmişti. Birine iyilik yapmak isterken zarar vermişim gibi bir his yaşıyordum.

Neyse bir şekilde hepimiz temizlenmiştik sonunda.

Şu satırları yazarken klavyeye mi basayım yoksa bit mevzusunu açmışken kafamda hissetmeye başladığım kaşıntılar yüzünden kafamı mı kaşıyayım bilemedim.

Artık en büyük umudum torunlarımdan yapışacağım günlerde 😂.


Batya R. Galanti 




26 Şubat 2021 Cuma

 


                                  

                     Hasidik yaşlıya son görevi yapan Müslüman hemşire


Korona günleri başladığından beri her gün basına, gazetelere farklı farklı hikayeler yansıyor.

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki insanların hayatları bazen pamuk ipliğine bağlıymış gibi bir his yaşatırken bazen kimi genç ya da yaşlı insanların yaşamı ölümle hayat arası bir maceraya dönmüş gibi...

Son bir senede Korona'yla birlikte inanılmaz hikayeler duyar olduk. Hiç beklenmedik şeylerin yaşandığı son bir senede . Haberlerde hava durumu raporu gibi günlük hasta ve ölüm rakkamları verlir oldu. 

Bir de Israel'de son günlerde televizyonlarda  insanları aşı olmaları için devamlı iknaya çalışırlarken, her gün hiç beklenmedik bir şekilde Korona'dan hayatlarını kaybetmiş insanların hikayeleri anlatılıyor.

Tüm bu durumların içinde her zaman insani duygulandıran olaylar yaşanıyor.

Geçen günlerde Israel'in Kuzeyindeki,  Ha' Emek Medical Center 'da ( Kuzey'de bir Hastane'de  )  yine insanları duygulandıran bir olay yaşandı.

Geçmişte anlatmıştım; Israel hastanelerinde çalışan personel içinde hatırı sayılır miktarda Arap kökenli Israelliler vardır.. Bunlar hademelik, hemşirelik, doktorluk ve hastane yönetimi içinde farklı farklı bölümlerde çalışan insanlardır.

Afula'daki bu hastane'ye bundan bir ay evvel Shlomo Glaster isminde bir Covid-19 hastası getirilmiş.

Hasidik akımdan olan yaşlı adamın bakımını üstlenen sağlık ekibi bir ay boyunca yaşlı adamın hayatını kurtarmak için yoğun çaba harcamalarına rağmen  Glaster'in durumu gittikçe ağırlaşmaya devam etmiş.

Geçtiğimiz haftasonu, bir sabah sağlık ekibi yaşlının sayılı saatleri kaldığını anladıklarında aileyi arayarak bir an önce gelmelerinde fayda olduğunu bildirmişler.

Ancak aynı gün  Israel'in Kuzeyi'nde olan yoğun kar yağışıyla yolların kapanması yüzünden ailenin babalarından ayrılmak için yetişmelerinin imkansız olduğu belli olunca, Glaster'in son anlarında yanında olup, son bir aydır onu yakından takip eden Müslüman hemşire İbrahim Maher bu dindar adam için kendisine bir görev düştüğünü hissetmiş..

Yaşlı adamın inancına göre bu hayattan ayrılmasının ne kadar önemli olduğunu hisseden Maher,  Te'ilim kitabını bularak ailesi yerine son vazifenin kendisine düştüğünden emin bir şekilde " Shema!" ( Sh'ma Yisrael Adonai )  duasını hiç tecrübesi olmadığı halde onun için okumuş.

Bu dua Yahudilikte en önemli duadir.  Dindar Yahudilerde bu dua sabah ve akşam okunarak, yaşadığımız, nefes aldığımız sürece bu dünyayı, bu evreni ve bizleri yaratan tek bir kuvvetin varlığını hatırlatır bize. 

Göklerdeki Kralımız, Efendimiz ve Babamız olan , evrenin tek bir gücün elinden çıktığını unutmamamızı hatırlatan bu duayı her fırsatta, her an okumak mümkündür.

Bu dua Yahudiliğin, Yahudi inancının temelidir ve tek Tanrılı din olmanın, tek bir kuvvete inanmanın sembolüdür.

Beklediğimiz herşeyin sadece o kuvvete dayandığını biliriz.

Ve bir Yahudi son nefesini verirken okunan dua yine budur... Sh'ma Yisrael Adonai , Eloheinu Adonai Ehad!

İbrahim Maher, İslam inancına göre büyüyen biri de olsa, bir başkasına son görevini yerine getirirken, kendi alışmadığı bir duayı okumakta en ufak bir çekinge göstermemiş, tersine bunun en doğru hareket olduğuna inanarak ve içtenlikle yaparak insanlararası gerçek dostluğun tekrar bir örneği olmuştur.

Shlomo Glatser, Maher'in ona okuduğu Shema ile gözlerini kapatırken eminim onun için minettardı.

Glatser 'ín ailesi Maher'i sevgiyle kucaklarken aralarında özel bir dostluk kurulduğunu görmek mümkündü.

İşte bu şekilde bazı dostluklar kimi acı olayların içinden filizleniyor. Ve aramızdaki ufak tefek farklılıkların hepimizin insan olduğumuz gerçeğini değiştirmediğini yeniden hatırlatıyor.



Batya R. Galanti















Unutulmayan kostümler 


2020' de Korona'nın gölgesinde kalan Purim'den bir yıl geçmişPandemi'nin getirdiği koşullarda farklılaşan bayramlardı peş peşe gelen... Pesah, Lag Ba Omer, Yom Atsmaut ( Cumhuriyet Bayramı ) ve diğerleri....Tekleşen, yanlızlaşan insanlarla doluydu heryer...

Bu sene yapılan aşıların ardından bir çokları kendilerini artık biraz rahatlamış hissetseler de daha bildiğimiz o büyük Purim Festivali geri gelmedi. Partiler yine yok... Gençlerin içkili gece eğlenceleri ve kıyafet baloları iptal. Hatta dün geceden itibaren  Pazara kadar gece sokağa çıkmak yasak. Tabi birileri yasakları delmeye devam etselerde..

Çocuklar okul avlularında kısmen biraraya geldiler. Okullarda müzik ve yine kimi kısıtlı eğlenceler tertiplendi..  Halbuki Purim ne güzeldir. Rengarenk bir bayramdır bu. Çok renkli ve çok gürültülüdür,  Bir o kadar da  şekerlemelerle doludur.. Caddelerin insan kaynadığı bir festivaldir bu.Daha aylar öncesinden organize edilen,  düşünülen sevinilen, yenilen içilen ve danslar edilinen bir bayram!

Özellikle çocukların giyecekleri kostümlerin, fikirleri ve ortaya çıkışları baya bir zaman alır kimi anneler, ya da büyükanneler için..

Ya her Purim yeni bir kostüm düşünülüp dikilir ya bir sürü para verilerek en çok sevilen, en çok arzu edilen satın alınır ya da en basit ve en  pratik ve bir o kadar da yaratıcı fikirlerle yepyeni kostümler yaratılır. Şansınız varsa da bazen çocuğunuz bir önceki yıl giydiği kıyafeti yeniden giymek ister!!

Gençlerse hep birlikte kendi elleriyle kendileri için fikirler yaratırlar. Kartonlardan, naylon ya da kutulardan,  hiç akla gelmeyecek bir çok günlük atıklardan Purim kıyafetleri çıkarırlar kendilerine. Bazen grup halinde aynı kostümü giyerler, mesela bazen bütün bir sınıf  "Smurfs!' olur. İş yerlerinde de hafif  içkiler içmek, tatlılar ve güzel yemekler ısmarlamak ve yine aksesuarlar ve zaman zaman  yaratıcı kıyafetler ve peruklarla  gelip insanlara süprizler yapmak bu bayrama özgü geleneklerdir.

Bazıları içinse Purim de diğerleri gibi bir gündür.

Gal'e geçenlerde sordum,  herhangi bir kıyafet düşünüp düşünmediğini? Oğlum durur durur insanı güldürür birden..Nereden aklına gelmişse? "Ortodoks Yahudi Cowboy!" olacakmış! Gal öyle bir kıyafet mi olur ? diye güldüm Neyse sonunda  geçen sene satın aldığı güzel ceketi yeniden giymek istedi.. Şapkası ve kravatıyla.. ve tabii jeans pantalonla.. Bu kadarı yetti ona. Zaten suratini yarım yamalak kaplayan tüylerini de traş etmemek için  (sakalı) Ortodoks Yahudilik tam bir sebep olarak çıkınca ondan mutlusu yoktu.

Daniellese artık umursamıyor böyle eğlenceleri.. Ama aklına geldi birden onun ilk Purim macerası. "Anne hatırlıyormusun, üç yaşımdayken fil olmuştum ben!" dedi.

"Nasıl unuturum ki!".  Üç yaşında iken  Purim Partisi vardı yuvasında. Bütün çocuklar kıyafetle geleceklerdi. Danielle tutturmuştu, "Anne ben fil olmak istiyorum!"diye.. İlle ben Fil olacam!! Ben de nasıl istersen demiştim.. Gidip ona, fil kıyafeti bulmuştuk.

Purim sabahı sadece fil kıyafetini giydirmekle kalmamış, öyle her tarafı dökülen zapzayıf bir fil olmasın, kıyafetin içinde kaybolmasın diye, içine de şişirdiğim can simidini koymuştum. İşte bu fikirle Danielle tam küçük bir file dönmüştü.  Yuva'nın kapısına kadar keyifle gelmişti. Halinden gayet memnundu.. Yanlardan içine koyduğum simidi yakalayarak yuvadan güle güle içeri girmişti.

Herşey işte o kapıdan içeriye attığı ilk adımdan sonra alt üst olmuştu. Çocuğun yüzü bir anda değişmişti. Kızların büyük çoğunluğu rengarenk elbiseler içinde, tüllerle, saten eteklerle, masal kitaplarından fırlamış tiplemeler gibi duruyorlardı. Bir çokları ya kraliçe ya da prensestiler. Bir diğerleri Walt Disney'in eserleriydiler sanki.. Bir tek o National Geographic'teki vahşi hayvanlardan biriydi! 😄Küçücük, şirin bir fildi ama o böyle düşünmüyordu! Çocuklar Danielle'e bakıyorlardı. Aslında onu o simitle şişirmem çocukların ilgisini çekmişti. O ise  olduğu halden utanmıştı birden. Hem de öyle çok utanmıştı ki daha bir ya da iki fotoğraf çekmeme kalmadan,  "Ben fil olmak istemiyorum!"diye ağlamaya başlamıştı.  Yaşadığı hayalkırıklığı kocamandı. Farklı olmaktan utanmış gibiydi.  Kendini dünyalılar arasına düşmüş bir uzaylı gibi hissetiği belliydi. Diğerleri gibi cici bici bir kız çocuğu değildi.Kıyafetini orada o anda üzerinden çıkarmıştı.  O senenin ardından yaşı biraz büyüyene kadar bir dahaki tüm Purimler'de Danielle ısrarla her seferinde prenses olmuştu.

Bu da bana benim ondan çok daha büyük bir yaşta yaşadığım benzer bir anımı hatırlattı bana.. Liseyi bitireceğimiz zaman Hilton Otelinde okulun balosu olacaktı. Benim kafamda ille de sade, gereksiz şatafattan, saten kumaşlardan uzak bir kıyafet giymemin en güzeli olacağı  düşüncesi saplanmıştı. Kimi arkadaşlarımın uzun tualetlerden, saten kumaşlardan elbiseler diktirmekten bahsettiklerini duyduğumda bunun çok abartılı olacağında ikna olmuş bir şekilde, ne gerek var diyordum hep. Ama partinin ismi belliydi, bu bir "Balo'ydu "ve ben işin içeriğini hala pek anlıyamamıştım.

Baloya bir kaç gün kala, Nişantaşı'ndan gayet alelade bir beyaz takım, etek ve kısa bir ceket almıştım. Sorun bunun uzun bir elbise olmamasından çok kumaşıydı.  Kumaşı tamamen alelade bir pamukluydu. Gece için değildi. Ben o yaşlara kadar arkadaş partilerine, sıradan eğlencelere gitmeye alışkındım ama böylesi ciddi bir balo tecrübem yoktu. Peki diğerlerinin varmıydı? Evet, belki vardı. Belki diğerleri daha tecrübeliydiler belki de diğerlerine doğru fikirler veren birileri vardı. Beni uyaransa olmamıştı..

Babam beni otelin kapısında bırakıp gittiğinde, içeri girdiğim gibi tüm kızların, istisnasız herkesin saten kumaşlardan diktirilmiş gece elbiseleri içinde olduklarını görünce ne kadar yanıldığımı anlamıştım. Ancak yapacak bir şey yoktu. Saçlarım yapılı, makyajım yerindeydi.. Belki de kimse benim alelade kumaştan eteğime bakmıyordu bile.. Her biri yeterince kendileriyle meşgullerdi belki.

O şekilde merdivenlerden yukarı çıkarak, yerimi aradığımı anımsıyorum. Kocaman salonda rengarenk kıyafetler içindeki kızların ortasında kendime bir yer bulmuştum sonunda. Rejin de yakınlarımdaydı.. Sadece yerime yerleşeli dakikalar geçmişti ki  bir an için iskemlemden doğrularak masanın daha ilerisine konulmuş olan camdan su sürahisini almak için uzanmak istemiştim. Kolumu ileri attığımda birden bire caaaart diye bir ses duyduğum gibi elimi arkama atınca  eteğimin baştan aşağı söküldüğünü farketmiştim..  Öyle böyle değildi, eteğimi elimle tutmasam üzerimde durmayacak şekilde boydan boya sökülmüştü. İnanamıyordum, elbisemin ortamla hiç bir ilgisi olmadığı yetmemiş gibi şimdi bir de baştan aşağı ikiye ayrılmıştı.

Herşeyi bırakarak, elim arkamı yakalamış şekilde Lobby'ye indiğimde evi telefonla aramaktan başka çarem olmadığını biliyordum. Ama o zaman daha cep telefonları da yoktu. Nasıl ve nereden bilmiyorum  otel'in telefonunu kullanmak için izin isteyerek annemi aramıştım. "Anne lütfen hemen gel, eteğimi dikmek zorundasın derken ağlamıyordum ama epey büyük bir sıkıntı içindeydim!"

Yarım saat tualetlerde annemi beklemiştim. Geldiğinde en çabuk şekilde içeriden eteği yeniden dikmişti. Arkadan eteğin dikilmiş olduğu bellimiydi, onu bile pek bilemiyordum.. Bir süre sonra herkes müziğe kendisini kaptırıp resmiyet yerini eğlenceye bıraktığında ben de ister istemez biraz rahatlamaya çalışmıştım, ( böyle şeylerde yine de daha mülayimdim )

Danielle'in küçüklüğünde yaşadığı o bir anlık olduğu gibi olmaktan utanç duymanın çok daha ağırıydı belki de bu. Çünkü artık genç bir bayandım ben ve bu Purim değil ciddi bir baloydu. Fakat eminim ki yine de hangi yaşta ya da durumda olursa olsun yaşanılan yoğun utanç duygusu insan için bir unutulmaza dönüşebilir!


Batya R. Galanti






25 Şubat 2021 Perşembe

Balkona tırmanmayı seven küçük kız


Danielle, salondaki Laptop'ta uzun seneler önce ada'da çektiğim bir diski koymuş.. Yanında bebekliğine ait bir sürü başka disklerle beraber.  Kimi yerde, bir yaşında, kimi yerde yuva'da ve Purim kıyafetleriyle bir sürü videoyu izlerken o da çocukluğunu hatırlamak istemiş gibi birden..

Tüm disklerin arasında, bebekliğindeki İstanbul ziyaretimizi bulmuş. Ağbimin Zekeriyaköy'deki evinde kaldığımız sefer çekilmiş videolardan biri. Bu tip şeyler bir zaman sonra o kadar değerleniyorlar ki. Hele kimi kaybettiğiniz sevdiklerinizin ardından geriye kalan tek değerli hatıralar oluyorlar bu görüntüler..

Danielle beni yanına çağırdı bir an; "Bak burada genç kız gibisin anne !"diyor..  ! O ise sanki küçük bir " ben" gibi duruyor.. Benim çocukluğuma ait çekimler yoksa da bu videolardaki Danielle'de ben hem onu hem de sanki kendimi görür gibi oluyorum. Küçüklüğünde kızım bana çok benziyordu. Bugünse biraz daha az...

Nasıl da rahat bir çocuktu Danielle.. her ortama, her duruma çok çabuk uyum sağlardı..kaprisleri yoktu. Ağlamazdı ve kısacası bir annenin isteyebileceği en ideal çocuktu!

Görüntülerdeki Danielle'ín o bebek halinden kocaman erişkin bir insan olduğu bugünlere gelişi sanki bir anlık bir film gibi   Bazı şeyleri belki de düşünmeye vaktiniz olmadan yaşamış ve geride bırakmış gibi hissediyorsunuz.. Hayat bir göz kırpışı kadar hızlı geçerken uzun zamanlar evvel yaşadığınız kimi dakikaları bile bazen o an gibi anımsıyorsunuz. Sanki tüm geçenler bir rüyaymış gibi bir his veriyorlar insana..

O an video'daki görüntüleri çekerken düşündüklerim şimdiye kadar hafızamdalar.. Kızımın doğumundan yaklaşık altı ay sonra bir bahar günü Büyükada'ya gitmiştik, ağbimle.. Senelerden sonra adanın sokaklarında dolaşmıştık, hep birlikte.. Çocukken, aynı mevsimde. yaz sezonu için ev bakmaya giderdik oralara.. Sanırım nisan gibiydi. Eğer mayıs olsaydı tam mimozalara denk gelirdik sanıyorum. 

Çamlarda, orada burada hafiften ısınmaya başlayan havayla birlikte sapsarı mimozalar açardı ben çocukken. Mimozalar, muhteşem kokuları ve renkleriyle, zihnimde yaklaşan yazın müjdecileriydiler.. 

O gün mimozalar gördüğümüzü hatırlamıyorum ama günün ileri saatlerinde üzerimdeki paltomu çıkarmak ihtiyacı hissedeceğim bir hava vardı..Artık oralara bahar gelmişti. Çamların arkalarına vardığımızda  adanın yemyeşil ortamını çevreleyen masmavi denizin görüntüsü gözlerimde hala..

O günkü gezimizin büyük bir bölümünü kameraya çekmiştim. Bazı anları özellikle belgelemek istersiniz...İki ya da üç neslin geçmişle buluşmasıydı o saatler..

O eski büyük, yandan minik bir kaset sokulan kamerlaradan vardı elimde.. Herkes  önden giderken ben gerilerde kalıyordum.. Kameraya sürekli konuşurken, o gün için geçmişte bıraktıklarıma bakıp bir an geleceği yaşadığımı zannederken o günlerden bugüne bir yirmi sene daha geçtikten sonra  geçmişle  gelecek arası geçen zaman dilimlerinin adeta bir algı oyunundan ibaret olduğu hissine kapılıyorum artık.

O gün, Kumsal caddesi..yani iskeleden lokantaları kıyı boyunca takip eden cadde üzerinden yürümüştük.. Çarşının sonunda oturduğumuz evin ilerisinde o zamanlar adanın belki de tek otel'i olan Plaj Otelínin karşısında oturduğumuz kocaman balkonlu küçücük karanlık evi özellikle  görüntülemişim.

Benim için hayat sanki o sene o yerlerde, o zamanlarda başlamıştı. İlk sosyalleşmem, üç tekerlekli bisikletimle etrafta ilk turlayışlarım ve belki yine yüzmeyi ilk kez öğrendiğim zamanlardı bu zamanlar..

O sene çok fazla ilkler vardı sanki.. Ve Plaj Oteli karşısındaki  o ev giriş katıydı.. Balkon yerle birdi.  İşte o ziyaretimizde, uzun zamandan sonra o evin yanından geçtiğimde şaşırmıştım. Çünkü daha ilkokula bile başlamadığım o evde,  en sevdiğim şeyin  kapıdan değil, balkondan eve girmek olduğunu hatırlıyorum. Ve yanından geçerken balkonun altı yaşına daha varmamış küçük bir çocuk için hiçte alçak olmadığını görünce baya şaşırmıştım.

Ben o balkona nasıl tırmanıyordum? Aşağıdan demirleri yakalayıp kendimi yavaş yavaş yukarı çektiğimi hatırlarım.

Ve o yaz bir de arkadaşım vardı. Ama ne tipini ne de yüzünü hiç ama hiç anımsamadığım bir çocuktu bu. Sadece ismi aklımda kalmış; Danny!  Danny'nin içeriden pedalli, direksyonlu, kırmızı bir arabası vardı.

Sanırım Danny'nin kendisinden çok o dört tekerlekli yarış arabasını seviyordum.  Ben ona üç tekerlekli bisikletimi veriyordum o da bana kırmızı arabasını.  Galiba o da halinden memnundu. Kısaca o sene o balkon ve Danny'nin arabası benim en büyük iki eğlencemdi

Danny ve balkona tırmanışlarımdan başka aklımda kalan bir olay daha vardır.. O da  evin iki sokak gerisinde kuzenlerimle koştururken ağaca çarpmışımdı.

Genel olarak sessiz ve söz dinleyen bir çocuk olmamla beraber yine de çok hareketliymişim.. Koşmayı her zaman sevdiğimi hatırlarım . ( Şimdi artık sadece hızlı adım yürümeyi sevsem de )

Kumsalın ağaçlı yolunda bir gün koştururken bir an dönüp arkama bakmak istemiştim. Sonrası ağaca hızla çarpışım ve yere düşüp kendimden geçmem olmuş. Etraftan gelen insanlar benim yüzüme sular koyarak beni ayıltmaya çalışmışlar. Daha sonra eve geri yürüdüğümde yanımda kim vardı hatırlamıyorum. Kapıya geldiğimde başım hala yana düşüyormuş. Anneme, zar zor " Anne ben bayıldım " demişim..

Ve sonra anneme tedbir olarak birileri; "Onu hep dolaştır" demişler. Ve annem saatlerce beni dolaştırmaya kalkmış.  Durumumun pek normal olmadığını görünce beni doktora götürmüş akşam.

Başkalarının sözleriyle hiç bir zaman sağlık konusunda kafanıza göre iş yapmamanız gerektiği bu olayda da ortaya çıkmış. Doktor, kesinlikle dolaştırmanın tehlikeli olduğunu ve hareketsiz yatmam gerektiğini ve o gece uyumamam ve bir kusma durumunda acilen hastaneye götürülmemin şart olduğunu söylemiş.

Seneler sonra, hayatımda bir kez daha bir balkona tırmandığımı anımsadım . Bu kez 27 yaşımdaydım . 

Bir pazar öğleden sonra eve işten yorgun döndüğümde anahtarımı almadığımı görünce, kapıcının yerinden arkadaki bahçeye çıkarak evin arka penceresinin açık olup olmadığına bakmıştım.

Yazdı ve annemler çıkmışlardı ve biliyordum ki yakın bir saatte gelecekleri yoktu. Giriş katından bizim evin balkonuna tırmanmıştım. Oradan da pencereden içeri girmiştim..

Annem duyduğunda sen delisin demişti..

Bugün artık en fazla iskemleye tırmanıyorum 😂

Bir çok şeye rağmen içimde hala Büyükada'da koşuşturan küçük kızın yaşadığını hissederim..

Hala daha yolda yürürken bir taş görsem tekme atarım..

Hala daha kaldırımın kenarında dengemi kaybetmeden yürümeye çalışırım.

Hala daha bizim parkta Pitzi' yi gezdirirken , yandaki alçak duvarın kenarına sıçrayıp, önce orada yürür sonra  yeniden aşağı atlarım.  Sadece bunları yapmadan önce etrafa bir göz atarım bana deli diyecek birileri var mı diye !


Batya R. Galanti

Annemi anımsarım, bir yere gideceği zaman aynanın önünde kıyafetini inceden inceye gözden geçirirdi. Dakikalarca bir önden bir arkadan aynaya uzun uzun bakıp analiz ettikten sonra olmadı pantalonun ya da bluzun birini çıkarıp diğerini denerdi hiç bıkmadan.

   Kadın güzelliği maddi ve manevi bir sömürüye dönüştü.



Bilinen bir gerçektir, genç kızların estetiklerine olan düşkünlükleri.. Kendilerini büyüteç altında incelerken, en ufak bir noktaya nasıl takılıp kaldıkları. Onlar için dış görünümleri herşeyin çok ötesinde bir öneme sahiptir.

Aslında kadın dediğiniz zaman, hangi yaşta olursa olsun genelde aynanın önünde saatlerini geçiren bir varlıktır o. Mesela annemi anımsarım, bir yere gideceği zaman aynanın önünde kıyafetini inceden inceye gözden geçirirdi. Dakikalarca bir önden bir arkadan aynaya uzun uzun bakıp analiz ettikten sonra olmadı pantalonun ya da bluzun birini çıkarıp diğerini denerdi hiç bıkmadan. Ben oturduğum yatağın üzerinde onu şaşkınlıkla seyrederdim, bir kenardan!

En büyük sıkıntılarından biridir, bir yere gidileceği zaman, traş olmaktan başka herhangi bir süslenme derdi olmayan erkeğin, üzerine geçirdiği pantalon ve ceketten sonra kapının yanında dikilip; "Hadi hala hazır değilmisin? "diye seslendiği karısının onu saatlerce bekletmesi.

Benim eşim bu konuda şanslıdır.  Çünkü ben neredeyse hiç bir zaman makyajla zaman harcayan biri olmadım. Ne makyaj ne başka oyalanmalar!!. ne de ne giyineceğime karar vermek için gardrob'un önünde saatler harcamak. Boyle şeylerim genelde pek olmadı benim  Ancak yine de ben de iyi görünmek isterim tabi her zaman. Ama genelde  ne istediğimi bilirim galiba ve yüzlerce kıyafet satın almak yerine ihtiyacım olanı kullanırım, olmayanı bir süre sonra veririm ya da atarım.

Çok süslülük  bana göre değil . Ancak yakışanı giymek isterim mutlaka.. Kendimi beğenmeden bir yere gitmek istemem ben de. Sonuçta belki eşimden bir parça daha fazla zamana ihtiyaç duysam da onu beklettiğimi söyleyemem.

Giydiğim şeyi, kendi estetik değerlerime göre, kendi zevkime göre, kendime yakıştırmaya gayret ederim. Ancak benim için bir kadının esas bakımı başka şeylere dayanıyor sanki. Sağlıklı yaşamla  bedeninize elden geldiğince bakmak yani elden geldiğince kilo almamak,  hijyene önem vermek ( temiz kokmak makyaj ya da parfümlerden çok daha önemli ) sigara kullanmamak, ve saç bakımı çok ayrı bir öneme sahip ve  karşınızdaki inasana gülümsemek hepsinden daha da önemli!!

Temiz dişlerle gülümseyen bir bayan olmak ! ( ya da erkek...beyaz dişlerse tamamen ayrı bir şans mutlaka!!)

Ergenlik döneminde başlar genelde kadınların o saplantısal ayna dostluğu..

Ben de kendime aynada hep bakardım.. Gördüğümden memnunmuydum. Genel olarak evet.. Ancak genç kızların hep bir takıntıları olur.. Ve tabi benim de vardı bir takıntım!!

Benimkisi  saçlarımdı.

Annemde benim saçlarım o kadar saplantı olmuştu ki bu konuda beni çok uyarırdı. Saçın kabardı yine, saçını düzelt. saçın iyi durmuyor. kıvırcıkta toplu iyi durmuyor, senin kuyruğun güzel olmuyor. Git berbere bir fön  çektir gibi uyarıları bitmezdi .. Bu şekilde bende saçıma karşı bir kompleks yaratmıştı artık.. En iyi durumda bile coğu kez saçımın işi bozduğunu düşünürdüm.

Saç gerçekten insanın yüzünün çerçevesi gibidir.

Güzel saçın insanı çok değiştirdiği bir gerçektir.

Özellikle bir kadını. Ya baştan yaratır ya da tamamen bozabilir,

Müslümanlıkta boşuna kapatmazlar başlarını. Bir kadının kadınlığını elinden almak istiyorsanız ilk iş saçlarını örtün yeter!! Aslında bu örtünme Müslümanlardan evvel Yahudiler'de vardır. Fakat Yahudi kadınları boyunlarını kapatmazlar.

Bense bu şekilde uyarıla uyarıla saçımı sürekli düzleştirmek isterken ardaşlarımın kıvırcık saçlarıma yaptıkları komplimanları duymuyordum bile. Halbuki bir çokları benim lülelerimi seviyorlardı. Hele yazın deniz mevsiminde belli bir parlaklık gelen o lüleler insanların baya ilgisini çekerdi. 

Benimse kendi kafamda yer etmiş,  "Saçların çok kabardı ! " cümlesinden başka şey düşünmüyordum!!

Bunun sadece seneler sonra farkına vardım..

Bugün kızımın kimi arkadaşlarına bakıyorum, bize geldikleri zaman, soruyorlar, nasıl göründüklerini, yeterli olup olmadıklarını..

Genç kızlığım aklıma geliyor benim..

Ben kaç saat harcardim kendimi bir şekle sokmak için.. Sanırım duruma göre değişirdi..ama hiç bir zaman bugünkü genç kızlarda gördüğüm düzeyde bir şey değildi bu..

Instagram ve bir çok sosyal media paylaşımlarında genç kızlar çok daha büyük bir yarışın içinde buldular kendilerini.

Sanki her biri birer top model.

Dudaklarını büzerek, öpücük verir gibi pozlarla, her gün onlarca resim paylaşanlar var.

Bu yüzden estetiklerine  olan meraklarının boyutları da saplantı seviyelerine  vardı artık.

Derken estetik ameliyatlar bile bugün eskisinden çok daha yaygın.

Seneler önce bir arkadaşımın daha 15 yaşında olan kızı tutturmutu burnunu ameliyat ettirecek diye,

Kızı babası bir plastik cerraha götürmüştü,

Doktor genç kızın ameliyat gerektirecek bir durumda olmadığını ve burnuna el sürmenin bazı şeyleri düzeltmek yerine bozabileceğini söylediğinde kızlarının ille de,  "Bu doktor değilse ben de başkasında yaptırtırım!! "  kaprisleriyle uğraşıyorlardı.

Daha lisedeyken Danielle'in sınıfında kaç genç kız hatta kimi genç çocuklar estetik operasyonlar geçirmişlerdi.

Eskiden sadece kimi defektleri düzeltmenin bir yolu olan estetik müdahaleler bugün neredeyse toplumda en yaygın şeylerden biri oldu.

Dişlerinde çok büyük bir hata olmadan tel takanlar, çenesine, yanaklarlına  ameliyatla gamze yaptıranlar.. Renkli lensler takanlar!! Göğüslerine silikon ekletenler ki eskiden yine sadece artistlerin yaptıkları bir şeydi bu....

Silikonun yapabileceği zararları kızlar düşünmüyor bile.  İllede büyük göğüs saplantısı olan bayanların hepsi yaptırıyor bunu .

Şu an aklıma gelen ve gelmeyen yığınla şeyler var.

Aslında ciddi bir kompleksle yaşamak yerine bazı ufak tefek hataları düzeltmek yanlış bir şey değil, eğer o insanı psikolojik olarak değiştirecekse..

Ama bir diğer taraftan, artık toplumsal standartlar genç kızları gereksiz bir yarışın bir parçası haline de getirdi.

Güzellik her zaman önemliydi ancak gittikçe yükselen ( ?! ) estetik standartlariyla artık tamamen bir obsesyon haline geldi.

Bugün kadın güzelliği maddi ve manevi bir  sömürüye dönüştü.

Ergenlerin akıllarıysa artık çok fazla yüzeyselleşiyor bu durumda. Sanki bir erkeği elde etmenin tek yolu  silikonlu göğüsler, silikonlu dudaklar ve sentetik şeylerden, amelilyatla ufaltılmış burunlardan ibaret oluyor.

İnsanların kendi doğal güzelliklerinin değeriyse gittikçe kayboluyor.

Çünkü normal  bir insanın mutlaka ufak tefek kusurları bulunur. Ama bugün bu kusurları hemen düzeltmekle uğraşıyorlar.

Mesela bazen biraz daha büyük bir burun bile o insanın yüz hatlarıyla daha uyumlu olabiliyor.

Bizi biz yapan tüm özelliklerimizi yok etmek doğal olan her şeye karşı olmak gibi!!

Halbuki hiç bir sonradan yapılan gerçeğiyle bir olmuyor.

Kendimizi olduğumuz gibi sevebilmeyi öğreten birileri çıksa keşke..

Çok büyük bir sorun yoksa kendimizi olduğumuz gibi sevebilmeyi bilmemiz lazim.

Ya da bilmiyorsak ogrenmemiz!!

Ve bu şekilde yüzeysel bir dünya'da dıştan gördüğümüz şey kadar içinde gizli olan insanın ne kadar büyük değer taşıdığını hatırlamak.

Dış güzellik kadar, sevgi dolu bir kalp . başkalarına verebilecek bir şeyleri olan bir beyin.. ve kimi moral değerlerin sahip olduğunuz o kocaman silikonlu göğüslerin üstünde olsa ..bu daha önemli değil mi?

Boş bir güzellik yerine!!!


Batya R. Galanti


.