17 Eylül 2020 Perşembe

 

                             

                                                           Barışa Filistin tepkisi


Geçtiğimiz Salı günü ,  Arap Emirlikleri , Bahreyn ve Israel'in imza koydukları barış antlaşması töreni televizyonlardan canlı yayınlandığı sırada Israel'in güneyinde sirenler çalmaya başladı.. Aşdod ve Aşkalon şehirlerin'de de duyulan sirenler, o an Gazze'den Israel'deki sivilleri hedef alan roketler  Filistinlilerin Israelle yapılan barış'la ilgili duygularının en açık ifadesiyidi..

Televizyonlarda yüzleri mutlulukla parlayan dört lidere gözlerim iliştiğinde ise şu anki şartlarda bu barışa bu dört ülkenin ne kadar olumlu ve sıcak baktıklarını en net şekilde ifade bulduğunu gördüm..

1948'de Israel'in kuruluş ilanının ertesi günü Filistinlilerin Yahudi devletine karşı zaman kaybetmeksizin  başlattıkları saldırılara o zaman bilffil destek verdiği bilinen Suudi Arabistan'ın bugün imzalanan barışın altında şimdilik imzası olmasa da  tam destekçisi ve aktif parçası , hatta öncüsü olduğu biliniyor.

Bu barışın geleceğine yıllar evvel inanmak zordu belki. Ancak geçen zamanla değişen koşullar ülkeleri yaklaştırabiliyor. Eski düşmanları yakın startejik dostlar olmaya bile itebiliyor...

2015'te Barak  Hüseyin  Obama'nın İranla imzaladığı Nükleer Antlaşma'ya inananlar Amerika'da Demokratlar ve İran parasını özleyen Avrupaydı.. Bölge ülkeleriyse bu antlaşmanın kesinlikle hiç bir şeyi güvence altına almadığını biliyordu..

Hüseyin Obama görevde olduğu sürece İslamcılara verdiği destekle Israel düşmanlığını göstermeğe devamn etti. Obama'nın görev süresi boyunca Israel hiç olmadığı kadar yanlız bırakıldı .

Amerika'nın  İran'a verdiği ödünler ve hiç bir gerçekliği olmayan bir antlaşmayla Israel ve bölge'de Şii İran'ın tehdit ettiği sünni ülkeler kendilerini hiç bir zaman oilmadığı kadar tehlikede hissettiler. Ve bu durum, Arap ülkelerini kendileriyle aynı düşmana karşı mücadele veren Israel'le yakınlaşmsaya itti. 2015'ten itibaren Israel'le Körfez ülkeleri arasında devam eden bu gizli yakınlaşma , karşılıklı bir anlayışa ve stratejik destek arayışına dönüştü..

Obama'nın gidişi ve Trump'ın gelişi Amerikan politikasının yönünü tamamen değiştirdi...

Hamas ve Abu Mazen şu an tarihte görülmediği kadar yanlızlaştılar..

Kendilerini adil olmayan bir barışın karşısında bulduklarını ve kardeşleri tarafından ihanete uğradıklarını iddia ediyorlar..

Oslo Antlaşmasına göre Körfez ülkeleri Israel ve Filistinlilerle adil bir barış olmadığı sürece normalleşmeyi reddetmişlerdi..

Geçen zamansa Arapların bu konuda sabrını taşırmışa benziyor. Defalarca  Israel'in kendilerine yaptıkları önerileri ellerinin tersiyle geri çevirmeyi tercih eden Filistinliler hakkındaki gerçekleri Avrupa'dan daha iyi bilenler Araplardır.

Zaman değişti, koşullar değişti ve kaybedilecek çok şey var. Sanırım bunu tek göremeyen Filistinliler. 

Filistinli Yöneticiler bugüne dek  halklarını zavallı konumunda tutup, onların sırtlarında kurdukları sömürü rejimiyle istedikleri gibi saltanat sürmeyi, gücü ellerinde tutmayı tercih ettiler. Ve bu oyuna bugün de devam etmek istiyorlar.

Acındırma politikalarıyla aldıkları yardımlarla bu sistemi devam ettirdiler. Savaş, kan, mülteci kamplarında devam eden sefil hayat onların ilacı oldu.

Filistinliler geçen zamanın farkında olmadılar hiç.  Artık kaybettikleri destekle nasil idare edecekler? . Bugün ellerinde kalan İran, Katar, Türkiye ve Müslüman kardeşler grubuyla Amerika'ya ve Körfez ülkelerine karşı cephe alıyorlar.

Halbuki Israel Körfez ülkeleriyle barış masasına oturmak için Yehuda ve Somran'daki ilhak kararını durdurdu.  Son aylarda Batı Şeria'da yeni yerleşim yerleri kurmak için olan tüm faaliyetler donduruldu.

Bunun Filistinliler açısından büyük bir anlamdı olmalıydı bence. Gerçekten istedikleri barışsa eğer!!?

Israel defalarca Araplardan ve Israel'den gelecek destekle Gazze'nin Ortadoğunun Hong Kong'u olabileceğini tekrarladı.

Körfezden gelen yardımları ellerinin tersiyle geri çevirmeyi tercih eden Abu Mazen hala neyine güveniyor.?

Barış antlaşmasının imzalandığı akşam Israel'i tanıyan arap kardeşlerine meydan okuyan Filistinliler sorunlarının Israel'in " varlığıyla"  olduğunu bir kez daha ispatlıyorlar.

Israelli sivilleri hedef alarak tepkisini gösteren, düne kadar yardımlarını bekledikleri Arap kardeşlerinin bayraklarını yakıp üzerlerinde tepinenler  adil barıştan bahsediyorlar.



Batya R. GALANTI

13 Eylül 2020 Pazar

 

                                  

                                                



                                            Böylesi karmaşık günlerde gelen barış



Yeniden ve yeniden yaşadığımız, bitmeyen inişli çıkışlı günler.. Bizi tekrardan bekleyen karantina'nın sadece düşüncesinin bile insanları çileden çıkardığı bambaşka bir sonbaharla,  bitmeyen  upuzun bir hikayeye dönen pandeminin karıştırdığı akıllarla, bunaltıcı sıcaklarla, sosyal, ekonomik, toplumsal ve kişisel problemlerin birbirine geçtiği tuhaf bir yazı arkada bırakıyoruz yavaş yavaş.. Ne yazdan ne de yaz tatilinden bir şey anlayamadan zaman geçip gitti bir çokları için.. Kimilerine göre dünya sonu gibi olsa da bu güncel durum kafamızı toparlayıp hayatın sadece alıştıklarımızdan , bildiklerimizden ibaret olmadığını, dünyanın, hayatın  çok farklı yüzleri olduğunu ve şımarık birer çocuk gibi davranacağımıza kendimizi şu anki duruma kısmen de olsa adapte etmenin en doğrusu olduğunu hatırlamamız belki de  elimizde tek kalan seçenek....

Bunların neden başımıza geldiğini düşünüp aklımıza kaçırmamız da mümkün belki. Israel'de gittikçe artan  toplumsal hareketlilik, huzursuzluk her gün daha fazla batağa batıyormuşuz gibi bir his yaşatıyor  şu son zamanlarda. Bir tarafta koalisyonda yer alan partiler arasındaki güç kavgası, kişisel hesaplaşmalar yüzünden alınması gereken  her kararda ha dağıldı ha dağılacak durumdaki bir hükümet ortamında yürümeye çalışan devlet politikası..gün gün demokratik hakların ilk koşullarından biri olan gösteri özgürülüğü adına Bibi'yi görevini bırakmaya çağıran kimi kitlelerin Tel Aviv'de, Yeruşalayim'de pandeminin tüm hızla yayılmasına rağmen hınca hınç kalabalıklar içinde birbirilerinin nefeslerinin gölgesinde etrafa yaydıkları virüsü birinden diğerine hızla solumaya devam ederlerken, diğer tarafta her gün artan ağır hasta sayısıyla nasıl mücadele edeceğini belki de bilemeyecekleri günlere doğru hızla ilerlediklerini beyan eden kimi profesörlerin medya'ya yansıyan röportajları..İflas etme noktasına gelen bir çok ekonomik sektör.. Ve işsiz gençlerin sürüklendiği boşluk..

Ve tüm bunlar yetmemiş gibi orada burada karşıma çıkan teorisyenler .. Kendilerine uygun buldukları ortamlarda inandıkları masalları diğerlerine yayanlar .. Yarım akılları da karıştıran uçuk iddialarla , mantık çerçevesinden çıkmış hikayelerle belki de yavaş yavaş  delireceklerinden korktuğum kişiler de aramızda dolaşıyorlar... Her büyük krizde olduğu gibi, koronaya da kendilerince anlamlar bulan marjinal tipler, Israel'de ve Avrupa'da pandemiye karşı insanları hükümetlere karşı ayaklanmaya çağırıyorlar.. Bazen de başarıyorlar..Herşey tamamdi bir tek bunlar eksikti...

Günde yaklaşık 4000 pozitif vakayla rekora gidilen Israel'de salgına bir şekilde dur demenin vakti geldi deniyor. İşler tam manasıyla çığrından çıkıp  ilk zamanlar İtalya'nın yaşadığı durumlara  düşmemek için yeniden karantinaya girilecek  bir  bayramı daha karşılayacağız bu önümüzdeki cuma akşamı;  Yahudi Yeni Yılını. ..

Tüm bu  karamsarlığa rağmen, işsizliğin zirveye çıktığı, ekonomik dengelerin iyice alt üst olduğu bu günlerde  Israel ekonomisinin devlet olarak  aslında en baştan bu krize  gayet iyi bir durumda iken ve yeterli bir bütçeyle girmiş olduğu söyleniyor. Devlet kasastndaki 128 milyar dolarlık para kaynağından  ayrılan yardımların  kimi bürokratik engeller yüzünden  kanalize edilememiş olduğu iddiaları  çok şaşırtıcıdır. Hükümetin söz verdiği miktarlardaki paranın devletin yüksek mercilerindeki kimi memurlar tarafından bürokratik engellere takılmış olması anlaşılır gibi değildir.

Bibi geçtiğimiz günlerde tekrarlayacak yeni yardımları  hükümet onayından geçirdiyse de geçmişte ona oyunu vermiş belli bir kitle dahil olmak üzere Israel solu  artık Netanyahu'yu kesinlikle koltukta görmek istemiyorlar.

Yakın bir zamanda Hükümet dağılmazsa önümüzdeki Mart'ta Israel'de yeniden seçimlere gidilecek..

Sanırım tüm bu üzücü durumlar  insanları yeterince sıkıntıya sokarken şu an Israel açısından tek ama çok büyük ve son derece olumlu gelişme iki gün sonra  Arap Emirlikleri ile Israel'in Washington'da imzalayacakları tarihi barış antlaşmasıdır..


70 yıllık Arap-Israel düşmanlığının sona erdiği bugünler adeta inanılması zor bir rüya gibidir.. Bölge için çok büyük bir devrim olacağına inandığım bu son gelişmeler, geçen zamanın, değişen dengelerin ve sonunda mantığın, aklın tüm düşmanlıkları yenerek  herşeyin önüne geçebileceğini ispatlıyor..

Petrolün eski anlamını yavaş yavaş yitirmeye başladığı teknoloji devrinde Araplar geleceği görmeğe başladıklarını gösteriyorlar. Onlar da artık eski yoldan kopup  kendileri için daha güvenli, daha iyi bir gelecek için Israel'i yanlarına almanın doğrusu olduğunu anlamış görünüyorlar..

Dilerim bu çok çetrefilli günlerden geçerken bir diğer taraftan yaşadığımız kısmi  ( Şimdilik Filistinlilerin iştirak etmediği ) barış ortamı hepimize ( Filistinliler dahil )   çok daha iyi bir geleceğin yollarını açar !.




Batya R. Galanti




11 Eylül 2020 Cuma





Doğum günümde bir tek dileğim var



Doğum günüme çok az bir zaman kaldı.  Her defasında bu sene de keşke çok çabuk geçip gitmese ve ben artık büyümesem diyorum ama her geçen yıl zaman daha da çabuk geçiyor...

2 Ekim 1968'den bugüne tam 52 yıl geçmiş..Ne de çabuk büyüdüm (!)  diyorum bir an ..

Genç kızken aynadaki gergin ve pürüzsüz yüzüme baktığımı anımsıyorum ve  geçeceğini bildiğim  zamanı hayal ettiğimi,  olgunluk yaşlarımı ve arkasından gelecek olan yaşlılığı.... O zamanlar o kadar uzakmış gibi geliyordu ki o günler..



Daha 18'indeyseniz ya da yirmilerinde yaşlılığı kendinize çok uzak bir mevhum olarak görmeniz söz konusudur büyük ihtimalle. Hatta kendinizin hiç yaşlanmayacağınıza inanmanız olasıdır. Bu tuhaf bir insanı savunma mekanizması gibi bir şey sanırım. Hayat ilk gençlik yıllarında çok uzun bir yolculuk gibi bir his uyandırıyor kişide. Gençler hep genç kalacaklarmışta yaşlılar da sanki en başından yaşlı olarak doğmuşlar gibi aptalca bir olgu vardır çoğu kez gençlerin beyinlerinde.. Gençler yaşlılara bakıp zaman zaman dalga geçtiklerinde hiç bilmezler hayat denen sürecin adeta kısa metrajlı bir filme benzediğini. Ve en yaygın ayırımcılıklardan bir tanesi de bu yüzden gençler tarafından yaşlılara yapılır,
Aynadaki yüzümde gördüğüm o canlı ifadenin yavaş yavaş söneceğini düşünürken gelecekteki görünümümü kesin tahmin etmem kolay değildi o zamanlar..

Gerçi bugün için hala daha kendimi yeterince genç hissetsem de doğum günleri beni pek öyle sevindirmiyor. Aslında doğum günlerimi küçüklükten beri öyle çok sevinçle karşıladığımı anımsamıyorum. Bizimkilerin bu güne öyle çok ehemmiyet vermemeleriyle ilgiliydi bu durum sanırım.

Çocukluğumda, şerefime gerçek amlamda bir doğum günü partisi tek bir kez yapılmıştı ..O da beşinci sınıfı bitirdiğim seneydi

Hayatımda ilk defa bir sürü çocuk evimizi doldurmuştu.. Sanırım doğum günüme sınıfımdaki tüm çocukları davet etmişlerdi.. Pastalar , hediyeler süprizler.. Belkide hayatımda ilk kez kendimi bu kadar özel hissetmiştim.  Halbuki ilkokul hayatım baya yanlız geçmişti diye hatırlıyorum.

Öğretmenimiz gestapo gibi bir kadındı, o kadar ciddi, o kadar otoriter, o kadar şeytanca bir tipti ki bana  okulu bir tehtid olarak algılamam için yeterinden fazla tesir etmişti o kadın... Ve ben gittikçe içime kapanmış  kendimi  herkesten çektikçe çekmiştim.. Ya da böylesi bir durumla nasıl mücadele edeceğimi bilmediğim için gittikçe pasifize oluyor ve çekingenleşiyordum.. Böyle olunca da tenefüste yapayanlız dolaşırken seksek, ya da lastik oyunları oynayan kızların yanına gidip oyunlarına iştirak etmek istediğimi sözlemekten bile acizdim.. O zaman tek arkadaşım Eti'ydi..

Ve bu yüzden o okulu bitirmeme kısa bir zaman kala böylesi bir doğum günü partisi bana bir anda hiç olmadığım kadar popülerlik hissi vermişti birden bire. Adeta o gün başka birisi olup çıkıvermiştim.

Daha ileriki senelerdeyse okul hayatımda geçirdiğim tüm zorluklara rağmen her zaman çok arkadaşım olmuştu.. Espriyi, güldürmeyi seven bir tiptim.. arkadaşlarım beni çok seviyordu , tabii ki ben de onları..belki de okulu bırakmamış olmamın en önemli sebeplerinden biri de buydu..

Sadece lise son sınıfta  tekrardan kısmen içime kapanmıştım. Ama bu sefer bu benim kendi seçimimdi. Böylesini tercih etmiştim. Hatta yeni katıldığım sınıf olan 10. sınıfta yakınlaştığım bir çok kızdan bile uzaklaşmıştım o yıl. Böyle daha rahattım çünkü kendimce benim için önemli yer tutan bambaşka şeyler vardı...

Ve hayat geçti, ve ben büyüdüm..doğum günleri benim için hep saçmalık olarak kaldı kafamda. Bir kez öyle yer etmiş sanki..

Gündelik hayatınızda sevildiğinizi hissetmek sadece doğum günlerinde hatırlaktan daha değerli.
Sevgi, hediyelerin çok ötesinde bir duygu. Hatırlanmak her zaman güzelşe de  sevgi sızın için ayrılan zamanda, size gösterilen anlayışta ve sevdikleriniz sizin için yaptığı kimi küçücük ama anlamlı davranışlardadır.. Sevgi en çok ,büyük şeylerde değil küçücük anlarda  hissedilir ..

Doğum günleri belki küçük çocuklar için büyük mutluluklar demeksede bir zaman sonra sadece geçen yaşamın sizden neleri götürdüğünü anımsatıyorlar..

Bu yıl  koca bir doğum günü pastasının üzerinde dizili mumları söndürürsem eğer Tanrı'dan tek  dileğm olur herhalde o da. " içten bir gülüş" !!!





Batya R. Galanti








10 Eylül 2020 Perşembe

Insan yavrusunu terk etmez!

  

Köpeğimi sabahın erken saatlerinde indirdiğimde eve yakın bir bahçenin girişinde üç küçük kediye rastladım ..Üç minik kardeş  sabahtan bastıran sıcakla birlikte bir bahçe duvarının dibinde, gölgede birbirlerinin kuyruklarıyla oynuyorlardı . Öyle tatlıydılar ki bir yandan Pitzy'yi onlara yaklaştırmamak için gayret ederken diğer taraftan onları seyredaldım.

Acaba  kedi yavrularının neredeyse bir insan tavrıyla sarılışlarının , küçücük dilleriyle oralarını buralarını yalarken birbirlerinin boyunlarına kollarını dolamalarının bizim bildiğimiz "sevgi "yle bir ilgisi var mıdır diye düşündüm. .O an tek emin olduğum şey, dogada  uyum içinde var olan canlıların  birbirleriyle iç içe olan yaşamlarının mükemmelliğiydi..

Kedicikleri izlemeye  başladığım andan itibaren içimde ilginç bir şey oldu.. Biri kapkara bir panteri andıran, diğer ikisi gri olan yavruların oyunlarındaki sevimliliklerinin ve o an çevreye yaydıkları enerjinin benliğimde esen rüzgarları dindirdiğini hissettim..

Hayvanları  izlerken hep bambaşka bir ruh haline giriyorum ben. Biz insanların  içinde  var olan ve hiç bitmeyen sorular ve sorunlar ve sadece insana özgü stres onların dünyasında mevcut değil gibi.. İç güdülerinin peşinde devam ettirdikleri varoluş savaşı her ne kadar karmaşık ve bir o kadar acımasız olsa da bir an için  bir ağacın gölgesine uzandıklarındaki hallerini tarif edecek kelime sanırım huzurdur!

Etrafı çevreleyen apartmanların ortasındaki ağaçlık yerde o minik kediler yeşilliklerin üzerinde alt alta üst üste birbiriyle dövüşürlerken etraftan kulağıma çalınan ses;  kuş cıvıltıları..ağaçlarda hiç durmadan ötüşen kuşlar.. Doğa o kadar dingin ki o an..

Benimse aklıma 14 yaşım geldi bu kez. Yine ada'daydım ( ne yapayım, bir çok anlatılası  şeyler benim için hep ada'da geçenler galiba )  Yine yazlardan bir yaz..oturduğumuz evin bahçesinde bir kedi doğum yapmıştı.. Beş tane yavru, hepsi  başka başka renklerde minicik yaratıklar.. kapının önünde beşini sıraya dizip kuzenlerime onlara taktığım isimleri saydığımı anımsıyorum.. İşte o yavruların daha dünyaya ilk geldikleri gecelerden birinde pencere kenarında yattığım yatağımda ben uykuya dalmaya çalışırken birden şimşekler çakmaya gök gürlemeye başlamıştı durmadan.. Çok sıcak  geçen bir kaç günün ardından yağmur bastırmıştı.  Kopan fırtınanın gürültüsüne rağmen gecenin karanlığında ağlayan yavru kedileri duymuştum birden.. Sağnak yağışın içinden kulağıma çalınan miyav sesleri ağlayan bir bebeğin yardım isteyişini hatırlatıyordu. Kediciklerin anneleri neredeydi ki? Yağmurda onları emin bir yerde saklamamışmıydı bilmiyordum ama içimden bir ses onların açıkta bir yerlerde savunmasız kaldıklarını söylüyordu.. Yağmurun şiddeti hiç umurumda değilse de karanlıktan çok korkan bir çocuktum ben ama o yavrulara yardım etmek isteğim herşeyin önüne geçerek dolaptan çıkardığım kırmızı yağmurluğumu pijamamın üzerine geçirerek  kendimi dışarıya atmıştım. Bahçe duvarının gerisindeki kocaman arsaya inip seslerin geldiği noktada el yordamıyla bulduğum sırılsıklam olmuş minicik yavruları tek tek yağmurluğun içine koyarak eve dönmüştüm . O gece ben kendimi o yeni yetme halimle çok büyük bir kahramanlık yapmışım gibi hissettiğimi anımsıyorum.

Bir hayvana, bir canlıya en ufak bir  yardım ettiğinizde yaşadığınız şey öncelikle tatmin duygusu sanırım. Kuzenimse bir kez bana, iyilik yaptığımızda da aslında bunu kendimiz için yaptığımızı söylemişti. Kendi vicdanımızı rahatlatmak için başkalarına yardım ettiğimizi iddia etmişti.. Bunun adı kendi egomuzu tatminmiş!!   Ne farkeder ki?.Kendi egosunu tatmin etmek için kötülük yapanlar da  var!!

Seneler sonraysa bir gün Şişli'deki evimize yeni yeni büyüyen bir kedi dadanmıştı. Balkon kapısının yanındaki pencerenin oraya gelmiş ve bir daha da orayı bırakmaz olmuştu.. Bizden yemek bekliyordu.. Annesinin onu terk ettiği günden itibaren belkide hayatta kalmayı beceremeyecek kadar korkmuştu bir şeylerden ..O kadar da güzel bir kediydi ki bu. Bembeyaz tüylerinin kimi yerlerinde siyah benekleri vardı, ayrıca güzel bir suratı ve son derece masum bakışları...  Evimizin kömürden ve Şişli'nin is dolu havasından hep kirlenen balkonumuzu hiç terk etmeyen o kediyi yemek artıkları vererek beslerken  o  hep aynı noktada, pervazın diğer tarafında oturup ağlıyordu .. Bu yüzden de ismini Ladino'da sürekli ağlayan ve şikayet eden anlamına gelen " Mauyo !! koymuştuk.. Biz onu, bir gün sonunda cesaretini toplayıp balkonumuzu terkettiği güne dek bırakmamıştık ..Aylar sonra geri geldiğindeyse yüzündeki o masum ifade artık gitmişti..

Doğa'da yavrusunu bir ömür hiç terk etmeyen tek varlık insandır sanırım. Anne çocuğuna bütün bir hayat fedakarlık yapmaya hazırdır.. Kedi ise  ( ya da diğer tüm hayvanlar da aynı şekilde )  doğurdugu yavrularını büyüttükten sonra sonsuza dek terk eder.. Vahşi doğanın şartlarına terk edilen kediler büyüdüklerinde içgüdüsel olarak kendi kendilerine yetmeyi öğrenirler ve güçlerine göre mücadeleyi ya kazanır ya kaybederler.. Biz insanlar da ise çocuğun kendi kendine yetmeğe başlaması için ihtiyaç duyulan süre hayvanlardan çok daha uzundur..

Insan denen varlıksa hayvanlar gibi degil,,,,normal bir annenin yavrusunu bir ömur de geçse yüzüstü bırakıp gitmesi söz konusu bile olamaz


Batya R. Galanti



9 Eylül 2020 Çarşamba

 


                                     Böylesi belirsiz bir dönemde yaşadıklarımız..



Eylül ayının ortalarına doğru hızla yol alırken, Israel'de yavaş yavaş önümüzde bizi bekleyen bayramlara ve kutsal günlere doğru yaklaşıyoruz. Bir taraftan gün geçtikçe daha hızlı yayılan virüs'ün toplum içinde yarattığı  gerilim, belirsizlik ve bir çeşit çıkmaz yola girmişlik hissiyle gelen depresif durum herkesi az ya da çok etkiler gibi görünüyor.. Aylardan beri evden çok fazla dışarı adım atamadıkları için sağlıkları olumsuz etkilenen üçüncü yaş grubu insanlar, diğer tarafta Zoom'dan eğitim alan çocukların yine aylardan sonra tamamen  farklı bir sistemle, farklı bir ortamda başlayan yeni Öğrenim yılına kendilerini adapte etmeğe çalışırken yaşadıkları bocalamalar.. herşey bugün için sanki tarihte bir ilkmış gibi bir his yaşatıyor benim içimde..

Onlarca senelik hayatımda tanıklık ettiğim en belirsiz dönem gibi sanki bu..

Son bir kaç gündür okula gitmekte zorlanan oğlumu, çaresiz okula  her sabah kendi ellerimle teslim ederken,  anaokuluna ilk kez giden küçücük çaresiz çocuklar gibi omzuma başına koyarken ağlaması, girdiği panik yüzünden buz kesen ellerini boynuma sarması beni ne kadar üzsede ona bu durumun geçeceğini , sadece bazı şeylere yeniden alışmakta zorlandığını söylüyorum hiç durmadan.

Ben ona ne kadar anlayışla ve sabırla yaklaşırsam bu günleri o kadar kolay atlatacağımıza inanıyorum.. Halbuki Gal okula hep isteyerek gitti bugünlere dek. Ona gösterilen ilgi, destek ve sevgi her zaman meyvelerini verdi bu son dönemlere kadar.  Sanırım pandemi yüzünden uzun aylar süren eve kapanış, yine evden zoom'la devam eden eğitim onu tüm alışkanlıklarından kopardı bu son sene...

Her sabah servise binmemek için birden bire  bana  yalvarmaya başladı.. Öylesi çaresiz görünüyor ki! "Anne elimde değil!!"  diyor..durmadan..gözlerini kaygıyla oğuştururken , çaresizlik içindeki yalvaran bakışlarında; " Bana ne olur yardım et! " diyen oğlumu görüyorum...

Dün sabah minibüs yanımıza yaklaştığında neredeyse koşarak kaçmak isteyecek gibi olunca ona; " Gal bak ben biniyorum !" dedim. Ve bir anda daha önce aklımda olmayan bir şeyi yaptım, ondan evvel servise ben bindim...tabii  o da çaresiz arkamdan.. Onunla okula vardığımızda rahatlamıştı..

Yine de umutluyum..çünkü öyle olmak zorundayım. Ayakta durmaya devam etmek için herşeyi sabırla, sevgiyle karşılamak zorundayım.. Korkusunu adım adım, yavaş yavaş atmasını sağlamalıyım.. 

Kim demiski hayat kolay diye.?

Belki Gal, otistik bir çocuk olarak geçirdiğimiz bu karmaşık dönemden daha da fazla etkilenmiş olsa da yapılan açıklamalarda son aylarda antidepresan kullanımında en az yüzde yirmi artış olduğunu ve çocukların başlayan bu yeni okul döneminde  daha sık ve yoğun kaygı yasadıklarını duyuyor ve okuyorum..

Şimdilik Korona bizi bırakacağa benzemiyor.  Belki de kocaman bir seneyi bu şekilde geçirmek zorunda kalacağız.. Bayramlar ve tüm özel günler de buna dahil..Belki yeniden karantinaya sokarlar tüm Israel'i.. Her gün üç binden fazla insan korona taşıdıklarına dair istatistikleri yükseltmeğe devam ediyor..

Rakkamlar korkutucu olsa da hayat hiç olmadığı kadar kaldığı yerden devam ediyor. İnsanlar artık bir anda bunu kanıksamış gibi de görünüyor ister istemez. İş hayatı, okul, herşey kaldığı yerden devam etmek zorunda kaldı bir süre sonra.

Bugünlerde,  Rosh Hahana gelmeden edilen  Selihot (sliha'dan yani özür)  duaları  Kipur'a kadar devam edecek .

Belki bu yıl her dileğin arkasından insanların ağızlarından çıkacak her Amen çok daha büyük yankı yapacak; göklere yükselen yakarışlarla beraber..

Bana ne kadar özür dilesek az gibi geliyor.. . Birbirimize, hayvanlara ve çevreye verdiğimiz zarar o kadar büyük ki.

Hiç bir şeyi umursamamaya  devam ettiğimiz müddetçe Tanrı sessiz kalmaya devam edecek belki de....



Batya R. Galanti












6 Eylül 2020 Pazar

 Rüyalar...


Bu ara her gece bir maceradan diğerine atlar gibiyim rüyalarımda.. Ne mutlu bana ki senelerden sonra yeniden rüya görmeğe başladım..

Nasıl da sinir oluyordum bir anda hiç rüya görmez olduğum için.. Ne öyle, hiç rüya görmeden uyku mu  olur diyordum!!  Sinemaya kadar gidip film seyretmeden eve dönmek gibi bir şey bu!..

Aslında son günlerde Israel'de havalar o kadar ısındi kı .. Rüyalara gelene kadar insanın ilk etapta nasıl uykuya dalacağım sorununu halletmesi gerekiyor. Nefes bile alınamayan gecelerin içinde kendi kendinize boğuştuğunuz yatakta bir oraya bir buraya dönmekten usanıp  evin her bir ucundaki  pencereleri sonuna kadar açıp içeriye hafif bir rüzgar, bir meltem girmesi umuduyla dolanırken yine de bulamadığınız esintiyi bu defa balkonda yakalarım derken gecenin bir vakti kendinizi açık havaya teslim etseniz de nafile.. belki bir  kez de  klimayla uyumayı denesem,  acaba  desem de, çekilmez ki şimdi gürültüsü diyerek vazgeçip yorgun bedeninizi yatağınıza yeniden atarken ,  üzerinizdeki kısacık geceliğin ipince kumaşına rağmen size fazla gelmesiyle  birlikte kollarınız, bacaklarınız yataktan dışarılara taşmış bir durumda uyuya kaldığınızı farketmiyorsunuz...

Ama ilginç bir durum var ki. Tüm bu sıcaklara  ve  uykuya dalabilmek için sarf ettiğim enerjiye rağmen son zamanlarda yeniden rüya görmeye başladığımı farkettim.

Eh artık , madem yeniden rüya görmeğe başladım bu şekilde uykuya dalmak belki daha zevkli olabilir.

Aslında rüya görmeyen insan yoktur denir. Uzmanlar öyle diyorlarsa bu gerçekten öyledir herhalde. Her insan rüya görürmüş.. O yüzden rüya görmediklerini iddia edenler sadece rüyalarını hatırlamayanlardır denir..

Çoğu zaman rüyalarımızda gün boyu yaşadıklarımız, düşündüklerimiz farklı farklı parçalar halinde birleşerek adeta bir puzzle gibi bir bütün haline gelip bir senaryoya dönüşürler.. Hem de ne senaryolar!!! .Bazense zihnimizde  yer eden hislerin, yaşanmışların, hüsranların ve bir çok farklı hissiyatların bir uzantısı olarak çıkıverirler karşımıza ... Şuur altında yer etmiş korkularımız tekrar tekrar sembolleşerek rüyalarımızda  özgürce yerlerini bulurlar. Kimi zaman kafamızı karıştırırlar kimi rüyalar.. kimi zaman bir anda bazı şeylere çözüm olurlar..

Freud'a  gore rüyalar " bastırılmış arzuların " üstü örtük bir şekilde dışavurumuymuş....

Kimi klasik rüyalar vardır , herkesin gördüğü türden . Mesela her insan rüyasında bir kez uçmuştur.  Neredeyse her insan en az bir kez hiç olmadık bir yerlerde çırılçıplak kaldığını ve ne yapacağını bilemediğini görmüştür rüyasında..ya da bir anda bütün bedeninizin ağırlaştığını ve  yürüyemediğinizi hissetmişsinizdir ..ya da dişlerinizin döküldüğünü...ve ne kadar da korkutucudur bu tip rüyalar..o anı rüya değil de sanki gerçek gibi yaşarsınız..Ne yapacağınızı bilemezsiniz..ve gözlerinizi açtığınızda .." Ohh be rüyaymış! " dersiniz!!!

Bir de benim gecenlerde gördüğüm rüya gibileri var ..Seneler evvelinde hep gördüğüm tipik bir tekrar rüyası bu.. Yeniden kendini hatırlattı bana.. Zihnime yer etmiş bir çeşit travmanın dışa vurumu gibi bir rüya bu..




Rüyamda 32 sene sonra yeniden liseyi  bitiremediğimi gördüm. Bu rüya beni uzun zaman meşgul eden rüyalarımdan biriydi .. Seneler sonra bir daha gördüm .. İşin ilginç tarafı üniversiteyi değil, liseyi bitirememişim. Kendimi 11.sınıfta görüyorum..sınıfta bu kez bir kaç kel kafalı kocaman yaşlı başlı öğrenciler var. Bu adamların lise'de ne işleri var derken. yetkili kişi bana lise'de kimi derslerden geçemediğimi ve bu derslerin yanına  şimdi yeni derslerin de eklendiğini benim bunlardan da sınav vermem gerektiğini ve ancak bu şekilde diploma alabileceğimi söylüyor. Ve o an kendime; " Peki ama eğer ben liseden diploma alamamışsam nasıl oldu da üniversiteye devam ettim?  diye soruyorum...  Olur olmaz derslerden ikmale kaldığım o senenin bende yarattığı hüsran bugün bile rüyalarımda beni yoklar gibi..

Aradan kaç yıl geçerse geçsin yaşadığımız kimi yoğun hisler, senelerden sonra bile beynimizin bir yerlerinde kimi anlamda bizi etkilemeye devam ediyor bazen.

Upuzun bir hayat geçse de ardından hala lisede geçemediğiniz bir dersin sınavında bulabiliyorsunuz kendinizi..

Tüm bunlara rağmen aynı rüyada o döneme karşı  belli anlamda hissettiğim nostaljiyse yine bir o kadar ilginç .. Başlıbaşına duygusal bir çelişki , bir paradoks gibi.

Ama sanmayın ki , yanlız mücadele ederim ben rüyalarda..O zaman niye özleyeyim ki rüya görmeyi?

Beynimin ürettiği, sonu gelmez senaryolar beni en olmadık mekanlara taşıdı hayat boyu..

Hani insanlar boşuna demezler çok hoşlarına giden bir şey için rüya gibi diye.. Güzel bir yer gördüklerinde, karşılaştıkları şeyi en iyi tarif edecek kelimelerden biri;  " rüya gibi" dir.

Gerçek hayatta sanki hiç bir şey rüyalardaki kadar kusursuz değildir.. Rüyalarda başka türlü bir büyü var gibidir.. Sanki ruhumuz bir anda tüm ağırlıklarından kurtulup , bedeni bir an için bırakarak bir seyahate çıkar gibidir rüyalarda.. Sanki o an ayrı bir faza geçer gibidir insan..Tüm olumsuzluklardan arınmış ve normalde hissetmediğimiz kadar hafif bir duygu dünyasının içindeyizdir o an. Hiç bir şey o büyüyü bozamaz gibidir. Nerede olduğumuz önemli değildir.. Bambaşka bir histir bu..  İşte bu duygu öylesine kuvvetli yaşanır ki bazen o rüya hiç bitmesin istersiniz.  Ben mesela hala çocuklar gibi uçarım  rüyamlarımda. Her defasında; " Bak rüya değil işte.. gerçekten uçmayı başarabiliyorum...bunu beceriyorum..Yeniden uçtum işte !!" derim...

Gerçek hayatın yüklerinden  kurtulurken bir an hafifleyen ruhumuzun uçuyor olduğu hissi hiç olmadığı kadar özgürleştiriyor insanı... Sanırım bu yüzden  rüyalara ihtiyacımız var.. Gerçekte olamayacağımız kadar özgür olabilmek için geceleri zaman zaman kaçtığımız bir yerler var sanki.




Batya R. Galanti

28 Ağustos 2020 Cuma






                                          Toplum içindeki mesafeleri azaltmak, gelişimin,
                                              değişimin anahtarlarından birimidir acaba?



Geçenlerde kimi ortaokul arkadaşlarımın Sainte-Pulcherie yıllarından tanıdığımız gençten bir öğretmenimizle olan yazışmalarını okuyordum  Bizden yaşça çok büyük olmayan,, bizim talebeliğimiz yıllarında daha yeni bir eğitmen olan bu samimi bayanla senelerden sonra yazışan dostlarımın bu öğretmene hala daha " Hocam ! " diye hitap ettiklerini okudukça kendi kendime ; " Kulağa artık tuhaf geliyor!" diye düşündüm... Biz artık gelmişiz orta yaşa , o öğretmen de orta yaşın çok üzerinde bir bayan da değil. Kocaman çocuklarımız var, aramızdan kimilerinin çocukları  evlenmiş bile, hala daha bundan otuz beş sene evvel size eğitmenlik yapmış birine bugün " Hocam!" demek , Fikrimce gereksiz bir saygı anlayışı bu.   Ancak bunu eleştirmeye hakkım var mı bilmiyorum. Tabi ki kimseye ; " Ne gerek var bu tarz bir hitaba, bu yaştan sonra ..demedim  . Bu tamamen gereksiz bir çıkış olurdu herhalde. Ancak  sadece burada, bu konudaki fikirlerimi yazmakta kendimi serbest hissediyorum.


Kültür farkllılıkları nicedir.. Dünyanın değişik kıtalarında, her değişik ülkede ve hatta her ülkenin farklı farklı bölgelerinde farklı kültürel alışkanlıklar görürüz.. Bunlar yemek ve içmekten, insan ilişkilerindeki mesafelere ve konuşma adabına kadar farklılıkla gösterir.

Aynı toplumda bir aileden bir diğerine bile insan davranış kalıplarının değiştiğini farkediyoruz çoğu zaman... Örneğin,  illede Yahudi Sefarad ailesi olduğumuz için, sefaradi kültürünü en ince noktasına kadar her yönüyle aynı yaşamayabiliyor her aile. Bunlar bireysel alışkanlıklar , eğitimle, insanların kendi karakteristik özellikleri ve tutumlariyla da  yakından ilintili şeyler.

Örneğin benim yetiştiğim toplumda da kimi aileler daha dışa açılırken , bir diğer aile kendisini , kendi değerleri içinde  muhafaza etmiş olabiliyordu. Bir aile, kısmen de olsa  Fransız diline ve kimi anlamda kültürüne yaklaşırken bir diğeri 500 yıllık sefarad alışkanlıkları  çevresinde şekillenmiş yaşam  tarzı ve anlayışı ile büyütülmüş olabiliyordu. Kimileri yakın Türk dostlarının kimi alışkanlıklarını daha bir benimserken  bir başkası Ermeni ya da Rum komşularıyla iç içe yaşarken  onlardan gördükleri gelenekleri kendi kültürüne entegre etmeye başlayabiliyordu..

Ve bu şekilde farklı farklı kültürlerle karşılaşırken kimi zaman kendimizi bazı insanlara daha yakın hissederken kimi zaman kimi grupların davranışlarını  kimi anlamda kendimize daha bir yabancı görebiliyoruz.. Kısaca bazen insanların konuşma tarzı bile bazen tanıdık , bazense tuhaf gelebiliyor kulağımıza..

Peki kültürel farklılıklardan gelen davranışları eleştirmek hakkımızmıdır?

Derler ki. Hayır! Kültürel farklılıkları saygıyla, eleştirmeden almak lazım..

Saygı adına Türkiye'de bu çok yaygın olan, Hocam, teyzecim , abi,. abla türünden hitap şekillerini düşündüğümde, diyorum ki ben kimi şeyler zamanla değişebilir. Bence zaman zaten bir çok şeyi değiştiriyor. Toplumlar hep bir evrim geçiriyorlar. İnsanlar, bireyler nasıl dönem dönem değişime uğruyorlarsa toplumlar da modern hayatın akışına göre, mesela  bugün sanki saha serbest, daha rahatlamış gibiler. Saygıya her zaman evet ancak saygı adına çekimserlik yaratan gereksiz meafeler koyan hitapları artık azaltmak lazım. Bayan , sayın gibi sözler , siz şeklinde hitaplar samimi olmadığınız kişilere doğal olarak kullanılmalı ancak herşey o kişiyle aranızdaki tanışıklığa göre değişim göstermeli.

Ellili  yaşlara gelmiş kadınların, 60 yaşındaki öğretmenlerine hala Hocam derken aralarına koydukları o mesafe herşeyi değiştiriyor bence... Birincisi, bir insana abla, ağbi ya da hocam demeden de saygı göstermek mümkün bence.   İkincisi , bir insana böylesi bir hitapla konuştuğunuzda aranıza direk hiyerarşik bir basamak koyuyorsunuz sanki. Biri ister istemez sizin üstünüzde oluyor.  Ve o insanla konuşurken sanki sizin üzerinizde olduğu için her düşündüğünüzü , her eleştirinizi kendi eşit mesafede tuttuğunuz insanlar kadar rahat beyan etmek şansınız yokmuş gibi bir durum yaratıyorsunuz. Ve bu toplumu baştan aşağı etkiliyor.

Aynı şekilde , ille de müdürüm diye hitap ettiklerinde, ya da  abla dediklerinde tutuk bir toplum yaratıyorlar   Bu, insan ilişkilerini son derece etkiler çünkü bu tip bir anlayış tarzı toplumsal dinamizmi yok eder. Siz mesafeler koydukça araya kimi düşünceleriniz size onları herkesin yanında  duyuramayacağınız kadar cüretkar görünür . Ablaların , ağbilerin, hocamların toplumunda kimi fikirler  taşıyanın o küçücük kafalarına yakışmaz gibi görünür, o çok fazla kıymete binen yüksek rütbeler verilmiş kimi diğer insanların karşısında..

Hocam dediğinizde , yenilikçi, özgür ve kimi anlamda cesaret isteyen değişimi yaratmak için koyduğunuz sınırlar sizi durdurur bence..

Bence kimi değişimler toplumların yararınadır.  Fazla mesafe, fazla alt üst ilişkileriyle,sınıflara ayırmalarla toplumu ancak askeri bir disipline, körü körüne itaate alıştıabilirsiniz. İleriye gitmek içinse , demir perdelerden, engellerden kurtulmak, onları yıkmak gerekir!! Fikrimce!!



Batya R. Galanti