22 Şubat 2019 Cuma


                                                                                                                                    01.01.2019



                           2019'A UYANIRKEN


31 Aralık gecesi,  günün yorgunluğu üzerime öylesine çökmüş ki bir çok akşam olduğu gibi saat on civarı Laptop'umu alıp yatağıma girdim. Bir şeyler okur , hafif bir müzik dinler sonra da uyurum diye. Yıl Başı olduğunu düşünmeden . Genç kızlığımda her yıl başı nereye gidelim tartışmalarını hatırlasam da bir an. İntenette okuduğum bir makale ile beraber fonda çalan Michael Bolton'un aşka çağıran sesiyle gözlerimin yavaş yavaş kapanmaya başladığını farketmemişim bile. Aslında hani o farkında olmama halinde iken bile gözlerimi açmaya çalışıyorum bir an ve sonunda uykuya yenik düşerken gece on iki'de birisinin yanımdaki Laptop'u aldığını hissediyorum . Uyku arasında bir patlama sesleri kulağıma çalınıyor; " Neler oluyor?" diyorum.  Çatışma mı var. ??. Aman Allahım çok yakında bir yerlerde silahlar patlıyor. Birden hatırladım. Gençler Yıl Başı kutluyor ve şehrin bir yerlerinde  Havai Fişekler patlıyor bense çatışma var sanıyorum.

Ne kadar da uzaklaşmışım Yıl Başı'ndan.  Israel'de Yıl Başı ertesi normal bir çalışma günü olduğu için çoğu zaman bugünü  bekar gençler kutlar. Barlar, diskotekler ve restoranlar dolar  aslında. Yılbaşı gecesi için .. Eğlenmek için fırsat arayanlar için,  sabah çok erken kalkmak durumunda olmayanlar , çoluk çocuğunu okula göndermek zorunda olmayanlar ve yorgun olmayanlar için güzel bir fırsattır Yıl Başı.

Sabah kalktığımda kendi kendime güldüm, nasıl da çatışma oluyor sandım diye.. 2019 gelmiş benim şuur altımda ise  çatışmalar yer etmişe benziyor kutlamalardan çok..

Halbuki ne güzeldir yeni gelen bir yılı en olumlu şekilde kutlamak. Bense tüm olumlu dileklerime rağmen geride bıraktığımız yılın ardından dünyanın ya da bir yerde insanlığın geleceği için endişelenmeden yapamıyorum. Kendi kendime dünyayı ya da insanlığı kurtaracak olan sen değilsen o zaman endişelenmek neden desem de dünya genelinde yaşanan olaylara baktığımda,  tarihin kimi yönden dönüp dolaşıp yeniden yavaş yavaş aynı noktaya doğru gidişatına tanıklık ederken  farkında olmadan bir kaygı oluşuyor insanda. Kendi özel hayatımızın yoğun kavgası içinde , kişisel sorunlarımızla boğuşurken bir de küresel, ısınma, göçler, radikalizm, uluslararası alanda dramatik bir çok politik değişimlerle gelinen kaygı verici durumlar farkında olmadan yaşadığımız strese katkıda bulunuyor. Öyle değil mi?
Genç kızlığımdan bugünlere geçen tarihi düşünüyorum.. Zorlu yılların ardından umutla gelen yepyeni bir dünya düzenine tanıklık eder gibiydik .. Bugün yeniden kaygı vermeye başlayan yepyeni bir dönüm noktasına doğru gider gibi dünyamız..
Yaklaşık otuz yıl önce Sovyetler Birliğinin dağılışının ardından komünizmin Doğu Avrupa'da sonlanması ve Amerikanın dünyada tek süper güç olarak kalışı Avrupa'nın birleşmeye doğru gidişini de beraberinde getirmişti. Doksanlarda Batı kendi için yepyeni bir dönemin başladığına inanıyordu.
Belki bize yansıtılan gerçeklerin ardında Batı'nın Ortadoğu'da, Afrika'da yaptığı bir çok stratejik hatanın, kısa dönem çıkar hesaplarının uzun dönemdeki getirilerinin sonuçları bugün yavaş yavaş ortaya çıkıyor.
İkinci Cihan  Harbinin ardından ikiye bölünen dünya soğuk savaş yıllarının ardından Küresel savaşlara uzun zaman ara verilmişse de hiç durmadan devam eden  yerel savaşlar o zamandan bugünlere  büyük kitlelerin yaşamlarını son derece olumsuz etkiledi.. Ortadoğu'da, Afrika'da kurulan kukla Devletler'de,  kabile rejimleri ile yönetilen milyonların yaşadıkları dramlar artık sadece Ortadoğu ve Afrika sınırları içinde kalmama eğiliminde.. Globalleşen dünya  , hızla gelişen iletişim ve dünyanın kimi bölgelerinde devam eden dayanılmaz hayat şartları, artik savaşlarla sürekli yok edilen kitlelerin kıpırdanışları söz konusu.. Dün sadece Ortadoğu içinde olan ölümler, açlık, sefalet artık sınırları zorluyor.. Göçlerin getirdiği bir çok sorunlar Avrupa'da aşırı sağ'ın yükselişine katkıda bulunuyor.  Avrupa'nın gelişmiş toplumları artık eskisi gibi  emniyette olmadıklarını farkederlerken, ay sonunu getirmekte zorlandığını hissedenler yüzünden dengeler bozuluyor.
Dünya politikası yeniden değişim gösteriyor.. Trump Amerikan askerini Ortadoğu'dan çekerek Müteffiklerini  İslam Devletine karşı yanlız bırakırken, Rusya bölgedeki gücünü hiç olmadığı kadar kullabilecek boşluğu yakalamışken, Şii İran tüm ekonomik sorunlarına rağmen Sünni İslam dünyasına meydan okuyup Israel'in yok edilmesi gereken bir şeytan olduğunu haftada bir tekrar ederken Suriye'ye gelişmiş balistik silahlar sevkiyayla burada konuşlanmak için elinden geleni yapmakta iken, Avrupa'da , Dünya Ekonomi Devlerinden biri olan Fransa'da gelir eşitsizliği yüzünden kalkan işçi kesiminin son bir kaç aydır yarattığı karışıklıklara baktığım zaman.. Dün birleşirken bugün yeniden dağılma tehlikesiyle karşı karşıya olan Avrupa'da gün geçtikçe güçlenen milliyetçi akımların gelecekte neler getirebileceğinin kuşkuları varken dünya için olumlu bir gelecek hayalleri kurmakta biraz zorlanıyorum.
Sanırım toplumları, dünyayı tek başıma değiştirebilecek güce sahip değilim. Dünyanın en tehlikeli yerlerinden birinde kurulmuş olan küçücük devletime bir gün barışın geleceği günü beklerken, çevremizde yaşayan diğer masum insanlar için de daha adil bir dünya düzeninin gelmesi için dua ediyorum. Kukla yönetimler, diktatörlükler yerine eşitlikçi, adil , demokratik rejimler.. Bunlar şimdilik ütopia gibi olsa da.

Birileri bir yerlerde krallar gibi yaşarken hala açlıktan ölenlerin olduğu bir dünya'da kişiye düşen görev belki de en azından yaşadığımız toplum içinde daha adil , daha yardımsever bireyler olabilmeyi başarmak ..




Batya R. Galantı

18 Şubat 2019 Pazartesi

                   ST VALENTİNE



Aşk ne güzel şeydir..Sevmek, sevilmek..bir insanın ayaklarınızı yerden kestiğini hissetmek..hayatı bir anda toz pembe görmek..Ve sevdiğinizi her fırsatta ifade etmek.

Dün alışveriş merkezindeydim. Her tarafta çikolatalar, rengarenk şekerler,  balonlar, çiçekler. bin bir çeşit hediyeler vardi.

Sevdiklerine, aşık oldukları kişilere hediye seçen çoğu genç insanlarla doluydu her yer.

Bütün bunlar ne kadar güzel..

Sevgililer Gününde sevdiğini unutmamak.

Bir kez daha sevdiginiz insana hediye almak.

Hıristiyanlıktan tüm dünya'ya hediye edilen bir gün bu..

St-Valentine's in hikayesi de zamanla farklı farklı anlatımlarla bir efsaneye dönüşmüş hikayelerden. Bu günün hikayesi sonuçta III. yüzyılda Roma'da yaşamış olduğu söylenen bir rahibin hikayesidir.
İ.S  268 yılında İmparator olan Claudius II kuvvetli bir ordu kurmak fikriyle askere alınacak gençlerin evlenmelerini yasaklamış. Bu kararı duyan Peder Valentinus ise kararı çok acımasızca bularak seven gençleri gizliden evlendirmeye devam etmiş. Ve bu yaptığı ortaya çıkınca İmparator onu ölümle cezalandırmış.

Bir diğer anlatima göreyse  infaz kararını veren yargıcın kör kızına aşık olan Valentinus'ün kızın gözlerini açtığı ve infaza gitmeden evvel bıraktığı mektupta aşkını ilan ederek son olarak " Senin Valentine'in ! " diye imzaladığı anlatılmış.. Hikaye gerçekte olsa bir efsanede olsa yine de  heyecan verici . V. yüzyılda Papa Gelasıus I.  Valentinus'ü Aziz ilan etmiş.. 17. yüzyılda St Valentine insanların birbirlerine aşk kartları attıkları, artık sevenler tarafından kutlanmaya başlanan bir gün olmuş. 20. yüzyıl'da da neredeyse tüm dünyaya yayılmış bu sevgi günü.

Peki bir St-Valentine's günü tarih'te Yahudilerin başına neler gelmiş onu biliyormuyuz ?

1394 yılında  Alsace'ta yaşayan Yahudileri yakan Hıristiyan komşularının hikayesini kaç kişi duydu? . 2000'den fazla Yahudinin bir gecede diri diri yakıldıklarını ....? Her fırsatta sevgiden bahseden dinlerin tarihlerinde nasıl kusurlar da olduğunu bilmekte fayda var mı? Bilmiyorum.

 Bir yandan yaşanmışları bilmekte fayda varken bir diğer  taraftan belkide 21. Yüzyılda artık sevgiye yüreğimizde açık bir kapı bırakmak daha önemli galiba . .Sevmek , sevilmek ve mutlu olmak için yeni yepyeni fırsatlar yaratmak esas olmalı değil mi? Ve  böyle bir günün bize yine de güzel şeyleri hatırlatmaya devam etmesi..Herşeye rağmen!

Hayatın bize sunduğu güzel fırsatları kaçırmamak adına Sevgi adına.

Aslında bizde Tu B'av Sevgililer Günüdür ama bir gün  daha olsa ne fark eder ?
 Yıl Başı gibi !!!   Bir bizimki bir de üniversel versyonları. Deliye her gün bayram misali..

Oğlum bile biliyormuş. Dün gece yatağından beni çağırdı. Yarın Dünya sevgililer günü  senin de günün kutlu olsun Anne! demek için.

Kalpleri sevgiyle dolu olan yeryüzünün bu kanatsız meleklerinin yüreklerinde olduğu gibi gerçekten sevebilmek için bugün sadece Otist bir insanın saflığına mı sahip olmak gerekiyor diye merak ediyorum bazen ?

İnsanların çoğu için bugün sevginin neyi ifade ettiğini soruyorum kendime ?

Batı'da ya da Batılı yaşamı örnek almış toplumlarda bugün aşk neyi ifade ediyor. Doğu Kültüründe kadın erkek ilişkileri nasıl? Sevgililer Günü dünyanın farklı yerlerindeki insanlara neleri hatırlatıyor merak ediyorum.  Benim kafam yine karışık. Bugünün insanının sevgisine de çok fazla  inanamıyorum artık belki de ondan. . Tabii genel olarak konuşuyorum. Gerçek şeygiyi yaşayan insanların da mevcut olduğunu biliyorum. Fakat genel durum bana öyle görünmüyor. .

Modern toplumlarda seks çoktan aşkın yerini almış bir olgu gibi.. Aşk yerine önüne gelenle seks var. Seks her yerde aşk ise az.. Liberal toplumlar sınırları neredeyse tamamen kaldırdıkları zamanlardan bugüne tatmin olmak arayışındalar gibi. Bitmeyen bir açlık hissiyle devam eden tatminsiz bir hayat. Sevgi çok kısa, değerler çok eksik. Aile kavramı çöktüğünden beri ise insanlar bir ilişkiden diğerine arayış içindeler . Hiç bitmeyen bir arayış.  Gerçek, kalıcı hiç bir şey kalmamış gibi bir his uyandırıyorlar insanda.

Bunca yazılan aşk şarkıları kimin için o zaman?  Kaç kişi aynı insana bir ömür boyu sevgiyle bağlı kalıyor.

Doğu'da ise durum tam tersi . Herşey yüzde yüz faklı..

Bir milyardan fazla olan İslam nüfusuna bakınca göze ilk batan korkunç kapalılığın altındaki örtülü yozlaşmayı görüyorum. Bir erkeğin kendine dört kadınla kurduğu fuhuş yuvalarında yaşayan bağnaz aileler görüyorum mesela. Cinsel haz duymamaları için sünnet ettikleri genç kızlara neler yaptıklarını anlayamayacakları kadar geri kalmışlık içinde yaşayan sapık toplumlar görüyorum. Kadınları malları gibi gören, algılayan ve bu şekilde kullanan erkeklerin sevgilerinden ne beklenebilir? Ya bu tip toplumlardan genel olarak ne beklenir?

Peki yeryüzünde hiç bir şeyin ortasını bulamıyor mu insanlar?

Ya bağnazlık ya yozlaşmışlık içinde yaşayan farklı farklı insan grupları.

Bense sevgiye inanmak istiyorum. Daha genç bir kızken var olduğundan emin olduğum , saf temiz sevgiye. Kalıcı, gerçek.  Bağlılığa, sadakate inanmak istiyorum.

El ele, kol kola,  yürek yüreğe  yola çıkmış çiftlerin hayatı iyi ve kötü günde birlike sonsuza kadar paylaşacakları bir dünya hayal ediyorum. En azından genelin bunun doğru olduğuna inandığı bir dünya hayal ediyorum.  Birbirine aynı seviyeden bakan,  eşit beraberlikler.. Kimsenin kimseden üstün olmadığı ve sevginin ve saygının her şeyin önünde olduğu evliliklerin örnek gösterildiği bir dünya.

O zaman kutlanacak tüm Sevgililer Günleri daha anlamlı  şeyleri hatırlatır olacaklarmış gibi geliyorlar bana.



Batya R. Galanti

13 Şubat 2019 Çarşamba



                                                 FACEBOOK



2006 yılı idi sanırım. O zaman daha Üniversite'den arkadaşlarımla  mail'den yazışıyorduk. Bir gün bana  içlerinden kardeşim gibi sevdiğim bir tanesi  Facebook'a kaydolmak için giriş iletisi göndermişti. Daha hiç tanımadığım bir şeydi Facebook. Ne olduğunu hiç bilmiyordum .

Bu nedir ki acaba derken merakla  mail'imi yazdığım gibi aklıma ilk gelen sözcüklerden verdiğim parola ile kendimi bu büyük sosyal iletişim ağının içinde buluvermiştim. . O gün ilk kez sanal arkadaşlığa doğru attığım adımla bambaşka bir alemin içine girerken  beni bu alemde o an en çok heyecanlandıran şey yıllardır görmediğim konuşmadığım bir çok insanı aramaya başlamak olmuştu. Aklıma gelen her ismi yazıyor arıyordum. İlkokulda yanında oturduğum esmer çocuğu; hani matematik sınavında bir kez bana cevabı söylemesi için yalvardığım çocuk, Sainte -Pulcherie yıllarında , karanlık geçen okul senelerimin tek ışığı olan, tenefüslerde yaptığım muzurluklarla güldürdüğüm arkadaşlarımı , İstanbul'da turizmin içinde serpildiğim senelerde, her gün birlikte turlara çıktığım kimi meslektaşlarımı. Bir çoğundan nefret ettiğim öğretmenler içinden kimi sevdiklerimi.Bende hatırası olan bir çok tanıdığım insanları aradığımı anımsıyorum.

Bir de  kendimi geçmişte bıraktığım Türkiye'nin içinde buldum yeniden bu ortamda.  ( En azından belli bir dönem için !)  Sanal yoldan olsa da. Kimilerinin beni ekledikleri bazı tartışma gruplarında Yahudiler ve Müslümanların Israel konusunda bir çok zaman çatıştıkları, kimi zaman  anlaştıkları sayfalarda Israel'i anlatmaya çalıştığım zamanlar da oldu.
Eski dostların yanında kimi gruplarda yepyeni insanlar tanıdım..
Bazı ilgi alanlarım hakkında fikir paylaşabileceğim, çok değişik yerlerden, değişik kültürlerden , dünyanın çok farklı ülkelerinden insanlara ulaşma şansını yakaladım Facebook'ta. Kimi konulara farklı yönlerden bakmamı sağlayacak görüşleriyle hayatıma bambaşka renkleri getirenler , düşünce ve duygu dünyama farklı tonlar katanlar oldu. . Bazı destek gruplarında edindiğim can yoldaşlarıysa kimi yönleriyle hayatıma hiç bir yerde bulamayacağım bazı şeyleri verdiler.
Bu arada Facebook ortamının normal hayattan çok faklı olmadığını da öğrendim.
Facebook'ta bile insan karakterinin farklı yönlerinin ilişkileri nasıl etkilediğini; duyarlı insanların yanında  psikolojik sorunları olanların kendilerini nasıl da bir çırpıda ele verdiklerine tanık oldum.  Kabalık, agresivite, cinsel taciz ve bilimum herşeyin Facebook'ta da mümkün olduğunu devamlı hatırlatanlar oluyor.

15 yıldır insan hayatına giren Facebook, kimi insanların hayatını baştan sona değiştirebildi. Bazı insanlar Facebook'ta tanıdıkları kişilerle evlendiler.  Kimileri izlerini kaybettikleri aşklarına yeniden kavuştular. Bazı insanlar günlük yaşamlarındaki yanlızlığı Facebook'taki sanal dostluklarda  unuttular ve unutmaya devam ediyorlar.

Kimileri için her sabah çektikleri Selfie'yle " Merhaba dünya! "  diye güne başlamaya alıştıkları  sayfalar oldu Facebook.

Kimi zaman kimseye göstermek şansı bulamadığımız bazı hünerlerimizi paylaşmak şansını da getirdi.

İhtiyaç duyduğumuz ilgiyi verdi bize.  Bazen gerçek, bazen belki de biraz yapmacık olsa da ne farkeder.

Zaman zaman hepimizin aradığı güzel sözlere , sıcak bir dostluğa bir cevap oldu bazen Facebook.

İşte bu şekilde bir çok yönden insanları tatmin eden bu sosyal iletişim ortamı ilk yıllarda inanılmaz bir popülariteye ulaşmıştı. Uzun seneler her yaştan, her gruptan insan aktif kullanıcılardı.

Sanırım hayatın en temel kurallarından biri Facebook için de geçerli . Zamanın herşeyi değiştirme gerçeği. Son bir kaç yıldır gençler Facebook'u terk etti. Birden bire farklı sosyal ortamlar gençlere ve kendini hala genç hisedenlere daha cazip gelmeye başladı. Kısaca Facebook bir süredir daha olgun yaştaki insanların, emeklilerin buluşma yerine dönüşüverdi daha çok. Sanki kısmen bir terkedilmişlik hissi kapladı ortamı. Eskiden müdavimi olan bir çok dostunuz bir anda bu ortamı terk ettiler. Yavaş yavaş bir çok bilindik, tanıdık yüzler kayboldular yazışmalardan , paylaşımlardan.

Ben aslında Facebook'u her zaman sevdim. Benim için yazı yazmak, espri yapmak, gülmek, fikirlerimi arkadaşlarımla paylaşmak ve kimi zaman sıkıntımı unutmak için çok yerinde bir ortamdi Face.

Ama nedense son aylarda içimde bazı şeyler değişime uğramaya başladı. Bazı şeyler beni yormaya başladı nedense.

Kimi fikirlerden , kimi paylaşımlardan, kimi haddini bilmez sözlerden yorulduğunu hisseder olur  bir an insan . Hele sınırları aşmak söz konusu olunca birden ara veresi gelir..  Sanal zannettiğiniz ortam sizin o çok özel alanınızı zorlayınca bir anda duruveriyorsunuz.  Bir an durup kendinizi sessiz bir koya çekmek ihtiyacı duyabiliyorsunuz.

Bir daha ki sefere kadar.. Yeniden özleyip te geri dönmek ihtiyacınız herşeyin ötesine geçtiği günler gelene dek..




Batya R. Galanti


5 Şubat 2019 Salı






                                            PSİKİATRİK İLAÇLAR ÇÖZÜM MÜ?




Bundan yaklaşık bir ya da bir buçuk yıl evvel bir sabah oğlumla okul servisini beklemek için aşağıya inmiştik . Oğlum bunu çoktan  yanlız yapması gereken bir yaşa gelmesine rağmen kimi korkuları buna hala daha izin vermiyordu o zamana kadar . Aşağı indiğimizde yan blokumuzda oturan bir komşumuza rastladık. O da küçük kızıyla yine servis bekliyordu.
Kırk yaşlarında olan bu bayanla zaman zaman sohbet etmek imkanım olmuştur. Karşısındaki ile çabuk samimiyet kuran, gelişigüzel, ama bir o kadar hayat yorgunu bir ifadesi olan bu bayan açık sözlü, dediğim dedik tiplerden birine benzer. Bir gün bana ; " Senin oğlun da otist değil mi diye?" direk bir şekilde soruvermişti. Zaten aramızdaki iletişim bu soruyla başlamıştı. Bu bayanın iki çocuğu da otistti. Biri on beş diğeri iki yaşında iki çocuğu vardı.  Büyük olan oğlandı . Otizm erkek çocuklarında kız çocuklarına oranla beş kat fazla görülüyor. İkincisinin kız olduğunu duyunca çok sevinmiş. Bu ona ikinci çocuğunun otizmden muaf olduğuna dair bir işaret gibi gelmiş o zaman. Birinci çocuğunuz otist ise ikinci bir çocuk dünyaya getirmek alınacak büyük bir risktir her zaman.  Ama her şey insanın kendi kişisel özgür kararıdır bu hayatta.
İşte o sabah yine aşağı indiğimizde  bana şöyle bir selam verirken çok heyecanlı bir şekilde telefonda konuşmaya devam etmişti Orit .   Bir arkadaşıyla büyük oğlunun ilaçlar yüzünden girdiği zor durumunu tartışıyordu.
Otist çocukların yarısından  fazlası ne yazık ki psikiatrik ilaçlar altında bir yaşam sürüyorlar.
Neden mi? Bedenleri kocaman antenlerle donanmış bir makine gibi olan bu insanların alıcılarının son derece güçlü olması onların günlük hayatı devamlı bir duyu savaşı içinde geçirmelerine neden oluyor.
Normal insanların farkına bile varmadıkları sesler, dokunuşlar ve bilimum şeyler bu insanların hayatını çekilmez bir hale getirebiliyor.   Hele çok küçük yaştaki otist çocukların daha konuşamadıkları, kendilerini, duygularını hiç bir şekilde dile getiremedikleri çağlarda yaşanılan güçlük hem onlar hem yakınları için kimi zaman bir imkansızı becermek gibidir. Her an yaşanan zorluklar öfke nöbetleriyle biterken yaşam bir cehenneme dönebilir bu insanlar için .
İşte o sabah bu zorlukları birebir yaşayan Orit'in telefonda konuştuğu şeyler korkutucuydu.
Otist çocuklarıyla yaşadıkları çıkmaz yüzünden psikiatrik ilaçlara başvurmak zorunda kalan bir çok anne babanın düştüğü zor durumu anlatıyordu. " Çocuk deli gibi, ilaçlar artık fayda vermiyor..
Ya bırkması lazım  ya da başka bir ilaçla değiştirilmeleri şart." Arkadaşı ona, bir süre hastaneye yatırılmadan bu imkansız diyordu...  Aklıma Gal dört yaşlarında iken başlayan zor dönemimiz  geldi. Altı yaşına geldiğinde öfke nöbetleriyle daha fazla mücadele edemeyeceğimi hissederek çocuğumu bir psikiatriste götürmüştüm ben de. Gal altı yaşında iken ne yazık ki ona hala daha otizm teşhisi konulmamıştı. Fakat yaşadıklarımız sonuçta bizi son derece etkiliyordu. O gün elimizde otistik bir çocuk olduğunu  bilmeyen ve anlamayan bir doktor on beş dakika içinde psikiatrik ilaçlar içinden uygun gördüğü bir tanesini reçeteye yazarak elimize kağıdı tutuşturmayı becermişti. Bu ilaçlar göreceksiniz ki çocuğun nöbetlerini hemen kesecek, ayrıca tikleri için de bire bir bir çözüm olacak.Gerçekten de ilaca başlar başlamaz Gal bir anda bambaşka bir çocuk oluvermişti. Sadece stereotip hareketleri durmamıştı. Bir anda hayatım kolaylaşmış , Gal çok daha sakin bir çocuğa dönüşüvermişti. Sanki sihirli bir değnek değmiş gibiydi. Ne mutlu bize idi kısaca. Fakat aradan geçen aylar boyunca bir yandan kendi kendime peki bu ilaçları ne kadar süre daha vermemiz lazım soruları kafamda dönmeye başlarken diğer taraftan altıncı ayı yakaladığımız gibi öfke nöbetleri yavaş yavaş tekrarlamaya başlamıştı.

İlaç Sanayinin dünyanın en büyük sanayileri içinde olduğunu biliyoruz. Turizm, Bankacılık, Enformasyon, Seks ve İlaç en büyük getirilerin altında imzaları olan endüstri alanları..
Aslında tedavi etmeyip semtomları denetlemeye yarayan bir çok ilacı İlaç firmaları tüm dünyada pazarlamaya devam ediyor.  Placebo etkisi denen şeyi de bugün bir çoğumuz biliyoruz. Bizi iyileştireceğinden emin olduğumuz bir hapı yuttuğumuzda aslında içinde gerçek anlamda tedavi edici hiç bir madde olmayan sözde ilacın bizi iyi etmesidir. Bu bir deneydir.  İlacı alan kişinin kendini iyi olacağı yönde telkin etmesiyle ilişkili olan bir durum ıspatlıyor. Dünyada en çok tüketilen ilaçlar, kalp ve damar hastalıkları için verilen ilaçların yanında ağrı kesiciler, diabet ve ardından gelen Psikiatrik ilaçlar..  Örneğin Psikiatrik ilaçlar mental hastalıkları gerçekten tedavi eden ilaçlar değildirler.  Aslında sadece semtomları belli bir oranda ve yine belli bir zaman için ( kişiye göre değişen bir şey bu )  azaltarak kişinin normal bir hayat yaşayabilmesine yardımcı olan maddelerdir. Ve bu maddelerin doktorlar tarafından verilmesine rağmen çok tehlikeli olabileceklerini genelde insanların bir çoğu ya bilmez ya da kısmen bilir. Bu ilaçlara bir kez başlayan bir kişinin bir daha bunlardan kurtulma şansı neredeyse  yoktur.



Oğlum Risperidone'la yaklaşık altı ay rahat bir soluk almış gibiydi. Bu ilacı kendi elimle oğluma verdiğim günlerde ne tesadüftür ki bedenimde bir çok tuhaf semtomlar yaşamaya başlamıştım.
Yıllar evvel kuzinimin bana geçirdiğim zor zamanları görerek iyi niyetle önerdiği SSRİ sınıfından aldığım antidepresan'ın yan etkileri başlamıştı ve  bense ilk zamanlar bana neler olduğunu anlamıyordum bile. Hafızamda başlayan tuhaflıklar, bir saniyeden diğerine yaşadığım korkutucu unutkanlıklar ve ardından gelen kimi nörolojik başka semtomlar. Kendimi attığım ilk Nörolog bana ilaçları bırakmamın zamanının geldiğini söylediğinde jetonum düşmüştü. Halbuki o güne kadar SSRİ denilen ilaçların, alışkanlık yapmadıklarını ve tamamen zararsız oldukları anlatılıyordu . Yeni dönem ilaçlar olarak duyduğumu anmsiyorum SSRI sınıfına giren ilaçları. Ben bir gün kendimi bu ilaçlar yüzünden bu kadar kötü hissedeceğimi bilseydim hiç kullanırmıydım acaba????
Bıraktığım zamansa kısa süre içinde herşeyin normale döneceğinden çok emindim. Bu pek öyle olmadı.  Oğlumu altı ay sonra doktora tekrar götürdüğümde ise bana dozajı"  biraz arttırmak " lazım demişti .  İşte o gün doktorun dediğinin tam tersini yapmaya karar verdim.
Eğer daha altı yaşında bir çocuk bir kaç ayda bir dozajı yükesiltilmesi gereken bir ilacı kullanmaya devam ederse bu çocuğu nasıl bir gelecek bekliyor olabilirdi?
Aynı zamanlarda oğlumun sınıfından bir çocuğun annesi beni ;  " Onlara yardımcı olmamız şart, bu şekilde bir stresle yaşayamazlar  ilaç en iyi çözüm!!! "  diyerek beni ikna etmeye çalışıyordu.
Bense verdiğim kesin kararın ardından oğlumun ilacını son derece yavaş bir şekilde kestim. İlginç olan nedenini pek bilmediğim bir şekilde öfke nöbetleri o dönem azalmıştı tekrar. Bu benim haklılığımın ıspatı gibi geldiyse de zamanla yeniden yaşadığımız asabiyet hallerini çözmenin farklı yollarını aramaya başladık. Onu ata binmeye götürdüm, jimnastik yaptırdım, yüzdürdüm ve herşeyden önemlisi oğlumun davravislarina, takıntılarına ve kızgınlık anlarında yaşadığı kontrol kaybına karşın ona nasıl davranmamız gerektiğini bize öğretecek bir danışman psikologla görüşmeye başladık. Kendi kendimize de zamanla deneyerek, yanılarak, tecrübeyle onunla en doğru yolun ne olduğunu çözdük. Dönem dönem zorlandığımız hep oluyor. Fakat ilacın en doğru çözüm olmadığını kendi bedenimde de bizzat yaşadığım için Tanrı'dan her zaman bize oğluma yardımcı olabilmemiz için ilaçtan başka yollar bulmamız için yardım etmesini diliyorum.
Komşumun çocuğu olsun, oğlumun sıfında bu tip ilaçlarla yaşamak zorunda bırakılan diğer otist çocuklar olsun yaşadıkları cehennem bence her zamankinden daha büyük çünkü kendi beyinlerinden kaynaklanan karmaşık sorun yetmezmiş gibi vücutlarına sokulan yabancı maddelerin yarattığı yan etkiler çocukları ve anne babaları tam bir çıkmaza sürükleyebiliyor. (Buna bire bir sürekli şahit olduğum için söylüyorum . )  Bu ilaçların yarattığı yan etkileri yok etmek ya da  azaltmak için doktorların onlara yazdığı ikinci ya da üçüncü bir ilacı daha kullanmak zorunda kalan çocukların körpe bedenlerinde oluşabilecek zararların ileride çözümü olmayan kimi nörolojik sorunları da getirebileceğini insanların çoğu bilmiyor bile.

İlaç Endüstrisi kazandığı milyarlarla insanları bir çok kez zehirliyor. Evet doğru bu ilaçları kullanıp hayatları olumlu yönde değişmiş insanlar olduğunu da biliyorum. Psikiatrik ilaçlar kullanan bir insanı bir anda ilaçları bırakmaya ikna etmeğe çalışmak ise  kimsenin görevi kesinlikle değil çünkü öncelikle  bunun tehlikesi çok büyük . Fakat girdiğiniz Psikiatristin kapısından çıkarken elinizdeki prospektüste yazılı olan ilacı alıp başlamak için ikinci kez düşünmenizde fayda var diyorum . Kendi yaşadığım tecrübeler ve şahit olduğum durumlara bakarsam. Lütfen çocuğunuz ya da kendiniz için yapabilecek başka bir şey varsa onu deneyin önce. Gelecekte sürmek zorunda kalacağınız bağımlı bir hayat ya da olası daha fazla  sağlık sorunları yerine belki kendi bedeninizin sizden neler beklediğine kulak verin. Sorununuzu bedeninize sokacağınız suni maddeler yerine, bilinçli bir şekilde kendi kontrolünüzle çözmek çok daha etkili ve sağlıklı olacaktır inanın,


Batya R. Galanti.

22 Ocak 2019 Salı

HIZLA İLERLEYEN TEKNOLİYE RAĞMEN



Annemlerin ağbim ve benim evden ayrılışmızla birlikte evde başbaşa kaldıkları senelerden aklıma  gelen bir anıları bir an yüzüme hafiften buruk bir gülücük kondurdu.

2006 senesinde kaybettiğim babam uzun yıllar Parkinson hastalığı ile savaşmıştı. Hayatı bu hastalıkla genç denebilecek bir yaştan itibaren çok değişen babama annem uzun seneler  bakmak zorunda kalırken birlikte yaşadıkları zor hayatın içinden benim hatırladığım en önemli şey son derece metanetli bir insanın  " sessizce " verdiği gerçek bir yaşam mücadelesine rağmen hayata yine de hiç küsmemiş olması idi.
Parkinson  Hastası olan bir insan beynindeki hareket mekanizmasını harekete geçiren temel madde olan Dopamin'in salgılanmaması yüzünden günde en az üç kez Levopar denen bir ilacı yutmak zorundadır. Yoksa böyle bir hastanın bedeni işlemez;  en temel, en minimal hareketleri yerine getiremez . Babam bu hastalıkla 26 yıl sürdürdüğü mücadelesinin sonunda  yine Parkinson'un getirdiği komplikasyonlar yüzünden hayata veda ettiği zaman 80 yaşında idi.

Ona bu hastalığın teşhisi konulduğu günden neredeyse ölene dek hep bir umutla yaşadı ve yaşadık. Bir gün yeni bir ilaç çıkacak ve hayat daha kolay olacak diye.

Bazı hastalıkları teşhis ederken doktorlar hastaya " Bu hastalıkla yıllar boyu yaşayabilirsin ! " gibi yorumlar yaparlar zaman zaman. Eğer böyle bir hastalıkla yaşamaya yaşam denebilirse. Bu hastalıktan ölmez ancak sürünürsün deselerdi  belki zalimce olurdu değil mi? Ama hakikat ne yazik ki budur.

Beni gülümseten buruk anı ise, annemle babamın arasında geçmiş olan bir olaydır.

1996 yılında Israel'e göç ettiğimde annemler hala İstanbul'da yaşıyorlardı. Benim büyüdüğüm evden ayrılmışlar daha küçük bir eve geçmişlerdi. Ağbimin büyük yardımlarıyla becerdikleri bu taşınma karmaşasını yaşadıkları günlerde annem yorgunluktan iyice şaşkınlamış vaziyetlerdeymiş..

Bir gün beni telefonla arayarak başına gelen bir şeyi gülerek anlatmıştı..

" Bilemezsin ne yaptım. "

Bir yandan evi toparlamakla uğraşırken diğer taraftan babama dikkat etmiş . Bakmış babamın hareketleri durma noktasında;  " Leon ilacını içtin mi sen iyi değilsin ?  Babam o an;  " Galiba unuttum! . " Annem " Sen ağırlaştın birden nasıl da unuttun." . Dur bakayım ben hemen.... Annem mutfağa gitmiş ilaç kutusundaki ilaçları kontrol etmek için. Ya tabii, unutmuşsun diyerek bir bardak suyu doldurmuş. Aklında bin tane  düşünce ve yorgunluk ta cabası . İşte o an o halde hapı ağzına koymuş ve suyu dikmiş tepesine!! . Ve aynı saniyede " Aman Allahım ilacı  ben içtim iyi mi?? !!  " Öyle böyle değil Parkinson ilacı bu!! Kadın o durumda hem panik halinde  ve herşeye rağmen hem de gülme krizinde. Ben ne salağım, nasıl da yaptım bunu.. O an hemen tualette parmağını ağzına sokarak  içtiği hapı kendi kendini kusturarak çıkartmış çıkartabildiği kadar ve buna rağmen aradan geçen dakikalarda bütün bedeni uyuşmuş bir kaç saatl boyunca..

Otuz beş yıl evvel babama ilk teşhis konulduğunda doktor ona Madopar vermişti. Bugün hala bu hastalara verilen  ilaçların başında geliyor Madopar ya da Levopar.. Sonuçta ülkeden ülkeye ilaç adlarında ufak tefek farklılıklar görülse de , zamanla kimi yeni ilaçların çıktığı söylense de kullanılan maddelerin içeriğine bakıldığında büyük bir değişim yok sanırım.

Geçen hafta bizim televizyon bozuluverdi birden .. Eskiden bozulan elektrikli aletleri tamir eden insanlar vardı. Bugünse gidip yenisini alıyorsunuz hemen. Tamir için vereceğiniz yüksek ücretler yerine üzerine ekleyeceğiniz bir miktar para ile son teknoloji bir alet satın almanız mümkün.

Otuz yıl evvel  televizyonlar antikaydı.  Kocaman kasasıyla  ayarını yapmak için arkada düğmesi olan televizyonlarda görüntü bazen karlı olur antenle uğraşmak gerekirdi düzeltmek için.. Aradan geçen bir kaç yılda önce sanırım Plasma çıktı, sonra , Digital, daha sonra sırada  High Definition vardı. Şimdi piyasada  Led ve en son sanırım K4 var.  Ve tüm bu televizyon çeşitleri gayet uygun fiyatlara satılıyor..

Gelişen teknoloji ve bilgisayarlar sayesinde yeryüzünde bugün var olan bir çok meslek şimdiden yavaş yavaş kaybolurken yakın zamanda cerrahlara bile ihtiyaç kalmayacağını konuştuk daha dün ağbimle. 

Ama  2019'a girdiğimiz şu günlerde insanlar hala migren için Advil, Paracetamol gibi hapları yutmaya devam ediyor. En basit hastalıklardan en komplike nörolojik bozukluklara kadar çoğu hastalığa tam olarak  bir tedavi bulunabilmiş değil. Tıp bugüne kadar büyük çapta semtomları azaltmakla uğraşırken X bir hastalık için alınan bir hap başka bir tarafımızı bozabiliyor.

30 yıl sonra Parkinson hastaları hala aynı ilacı kullanıyor.

Evet doğru yaşam şartları gelişiyor her zaman. Ancak teknoloji  herşeyden daha da çabuk ilerliyor.. Bilgisayarlar, IPhone'lar.. Bazen bir kaç ay içinde yepyeni ürünler piyasaya sürülüyor.

Belki insanlar bugün geçmişe göre daha uzun ve daha kaliteli bir ömür sürüyorlar. Tıbbın  ilerlemediğini de söyleyemeyiz mutlaka.. Fakat bence bugün yaşamın uzamasının en önemli sebebi insanların daha bilinçli olmaları..

Sevgili Babam (Z"L ) da o zamanın şartları içinde kendisi için en doğrusunu yapmaya çalışmıştı hep. Keşke herşey bizim elimizde olsaydı.

Teknolojinin nimetlerinden elimizden geldiğince faydalanırken sağlığımız için dua edelim de bizleri haplarla doldurmaktan başka çok fazla bir şeyler yapamayan ( tabii ki kimi durumlar dışında ) doktorların ellerine düşmeyelim..



Batya R. Galanti



9 Ocak 2019 Çarşamba


                                            2019'A UYANIRKEN


31 Aralık gecesi,  günün yorgunluğu üzerime öylesine çökmüş ki bir çok akşam olduğu gibi saat on civarı Laptop'umu alıp yatağıma girdim. Bir şeyler okur , hafif bir müzik dinler sonra da uyurum diye. Yıl Başı olduğunu düşünmeden . Genç kızlığımda her yıl başı nereye gidelim tartışmalarını hatırlasam da bir an. İntenette okuduğum bir makale ile beraber fonda çalan Michael Bolton'un aşka çağıran sesiyle gözlerimin yavaş yavaş kapanmaya başladığını farketmemişim bile. Aslında hani o farkında olmama halinde iken bile gözlerimi açmaya çalışıyorum bir an ve sonunda uykuya yenik düşerken gece on iki'de birisinin yanımdaki Laptop'u aldığını hissediyorum . Uyku arasında bir patlama sesleri kulağıma çalınıyor; " Neler oluyor?" diyorum. Çatışma mı var. ??. Aman Allahım çok yakında bir yerlerde silahlar patlıyor. Birden hatırladım. Doğru ya , gençler Yıl Başı kutluyor ve şehrin bir yerlerinde  Havai Fişekler patlıyor bense çatışma var sanıyorum. Ne kadar da uzaklaşmışım Yıl Başı'ndan.  Israel'de Yıl Başı ertesi normal bir çalışma günü olduğu için çoğu zaman bugünü  bekar gençler kutluyor. Barlar, diskotekler ve restoranlar dolu aslında. Yılbaşı gecesi için .. Eğlenmek için fırsat arayanlar için,  sabah çok erken kalkmak zorunda olmayanlar , çoluk çocuğunu okula göndermek zorunda olmayanlar ve yorgun olmayanlar için güzel bir fırsattır Yıl Başı.

Sabah kalktığımda kendi kendime güldüm, nasıl da çatışma oluyor sandım diye.. 2019 gelmiş benim şuur altımda ise  çatışmalar yer etmişe benziyor kutlamalardan çok..
Ne güzeldir yeni gelen bir yılı en olumlu şekilde kutlamak. Bense tüm olumlu dileklerime rağmen geride bıraktığımız yılın ardından dünyanın ya da bir yerde insanlığın geleceği için endişelenmeden yapamıyorum. Kendi kendime dünyayı ya da insanlığı kurtaracak olan sen değilsen o zaman endişelenmek neden desem de dünya genelinde yaşanan olaylara baktığımda,  tarihin kimi yönden dönüp dolaşıp yeniden yavaş yavaş aynı noktaya doğru gidişatına tanıklık ederken  farkında olmadan bir kaygı oluşuyor insanda. Kendi özel hayatımızın yoğun kavgası içinde , kişisel sorunlarımızla boğuşurken bir de küresel, ısınma, göçler, radikalizm, uluslararası alanda dramatik bir çok politik değişimlerle gelinen kaygı verici durumlar farkında olmadan yaşadığımız strese katkıda bulunuyor. Öyle değil mi?
Genç kızlığımdan bugünlere geçen tarihi düşünüyorum.. Zorlu yılların ardından umutla gelen yepyeni bir dünya düzenine tanıklık eder gibiydik .. Bugün yeniden kaygı vermeye başlayan yepyeni bir dönüm noktasına doğru gider gibi dünyamız..
Yaklaşık otuz yıl önce Sovyetler Birliğinin dağılışının ardından komünizmin Doğu Avrupa'da sonlanması ve Amerikanın dünyada tek süper güç olarak kalışı Avrupa'nın birleşmeye doğru gidişini de beraberinde getirmişti. Doksanlarda Batı kendi için yepyeni bir dönemin başladığına inanıyordu.
Belki bize yansıtılan gerçeklerin ardında Batı'nın Ortadoğu'da, Afrika'da yaptığı bir çok stratejik hatanın, kısa dönem çıkar hesaplarının uzun dönemdeki getirilerinin sonuçları bugün yavaş yavaş ortaya çıkıyor.
İkinci Cihan  Harbinin ardından ikiye bölünen dünya soğuk savaş yıllarının ardından Küresel savaşlara uzun zaman ara verilmişse de hiç durmadan devam eden  yerel savaşlar o zamandan bugünlere  büyük kitlelerin yaşamlarını son derece olumsuz etkiledi.. Ortadoğu'da, Afrika'da kurulan kukla Devletler'de,  kabile rejimleri ile yönetilen milyonların yaşadıkları dramlar artık sadece Ortadoğu ve Afrika sınırları içinde kalmama eğiliminde.. Globalleşen dünya  , hızla gelişen iletişim ve dünyanın kimi bölgelerinde devam eden dayanılmaz hayat şartları, artik savaşlarla sürekli yok edilen kitlelerin kıpırdanışları söz konusu.. Dün sadece Ortadoğu içinde olan ölümler, açlık, sefalet artık sınırları zorluyor.. Göçlerin getirdiği bir çok sorunlar Avrupa'da aşırı sağ'ın yükselişine katkıda bulunuyor. Dünya Politikası , Avrupa'nın gelişmiş toplumları artık eskisi gibi  emniyette olmadıklarını farkederlerken, ay sonunu getirmekte zorlandığını hissedenler yüzünden dengeler bozuluyor.
Dünya politikası yeniden değişim gösteriyor.. Trump Amerikan askerini Ortadoğu'dan çekerek Müteffiklerini  İslam Devletine karşı yanlız bırakırken, Rusya bölgedeki gücünü hiç olmadığı kadar kullabilecek boşluğu yakalamışken, Şii İran tüm ekonomik sorunlarına rağmen Sünni İslam dünyasına meydan okuyup Israel'in yok edilmesi gereken bir şeytan olduğunu haftada bir tekrar edip dururken Suriye'ye gelişmiş balistik silahlar sevkiyatına  devam edip burada konuşlanmak için elinden geleni yapmakta iken.. Avrupa'da , Dünya Ekonomi Devlerinden biri olan Fransa'da gelir eşitsizliği yüzünden kalkan işçi kesiminin son bir kaç aydır yarattığı karışıklıklara baktığım zaman.. Dün birleşirken bugün yeniden dağılma tehlikesiyle karşı karşıya olan Avrupa'da gün geçtikçe güçlenen milliyetçi akımların gelecekte neler getirebileceğinin kuşkuları varken dünya için olumlu bir gelecek hayalleri kurmakta biraz zorlanıyorum.
Sanırım toplumları, dünyayı tek başıma değiştirebilecek güce sahip değilim. Dünyanın en tehlikeli yerlerinden birinde kurulmuş olan küçücük devletime bir gün barışın geleceği günü beklerken, çevremizde yaşayan diğer masum insanlar için de daha adil bir dünya düzeninin gelmesi için dua ediyorum. Kukla yönetimler, diktatörlükler yerine eşitlikçi, adil , demokratik rejimler.. Bunlar şimdilik ütopia gibi olsa da.

Birileri bir yerlerde krallar gibi yaşarken hala açlıktan ölenlerin olduğu bir dünya'da kişiye düşen görev belki de en azından yaşadığımız toplum içinde daha adil , daha yardımsever bireyler olabilmeyi başarmak ..




Batya R. Galantı





12 Aralık 2018 Çarşamba



                         DİN VE HOŞGÖRÜ

Geçtiğimiz günlerde Israel'de Hanukka bayramıydı. Aslında daha doğrusu tüm dünya Yahudilerinin Hanukka bayramıydı geçen hafta. Sekiz kollu şamdanın üzerinde sekiz gün boyunca yaktığımız her bir mumda Tanrının Yahudilere gösterdiği mucizesini bir kez daha hatırladık.   Sekiz gün boyunca süren bayramda yakılan her bir mumda tarihin bizlere tekrar ve tekrar nasıl yeni mucizeleri de armağan ettiğinin bilinciyle Tanrının gelecekte de bizi koruması için ve mucizelerinin hiç bitmemesi için dilek tuttuk kimilerimiz . Yüzyıllardan sonra Israel evine geri dönmüş olmanın  mucizesiyle canlanan umudumuzun ışığında çocuklarımızın  aydınlanan geleceklerinin bilinciyle şarkılar söyledik yeniden.. . Her gece sevdiklerimiz, dostlarımız, çocuklarımız ve torunlarımızla yaşadık bu güzeel Işıklar Bayramını. Sufganiyot ( Donuts ) yiyerek, tatlılarla, şekerlemelerle  sevivonlarla ( topaç çevirerek! ) . Bunlar bizi biz yapan şeyler. Hayatımıza anlam veren gelenekler. Aileyi birarada tutan, maddi değerlerin yanında,  yüzeysel, tensel ve anlık mutlulukların ardındaki esası bize hatırlatan şeyler.  Sadece geçmişimizi  unutmadığımız sürece  gelecek için kendimize daha emin bir temel kurmamızın mümkün olduğunu bilerek yaşamak. .                                                                                                                                                      Biz Hanuka'yı geride bırakırken Avrupa'da, Amerika'da Hıristiyanlar başka bir bayramı karşılamaya hazırlanıyorlar. Noel'i. Yani Yeshu'nun ( ya da Türkçe'deki adıyla İsa'nın )  doğumunu müjdeleyen gün için seviniyorlar şimdiden. . O gece bütün bir aile en güzel kıyafetleriyle gidecekleri gece ayininde Yeshu'nun onların kurtarıcıları olduğunu tekrarlayacakları dualarında yine yüzyıllardır devam eden bir gelenekle ailenin, birlikte ortak bir sevinci yaşamanın anlamını hatırlayacaklar..                                                                                                  Dinler toplumları bir anlamda  birarada tutan en temel kavramlardan biri . Aile denen mevhumu oluşturan çok şey dini geleneklerden gelir . Şabat olsun ya da Pazar günü ayini için kiliseye gitmek olsun çok ta farketmez aslında  Önemli olan kimi ritüellerin aileyi bir araya getirmek için geçerli bir sebep oluşturmaları..    Temelde birbirmizden çok farklı olmadığımızı anlamakta zorluk çeksekte, inançlarımızın bizi birbirimizden ayırmaktan çok birleştirmesi gerektiğini de anladığımız gün, Tanrının gerçek çocukları olabilmeyi başaracağız aslında. Her birimiz hangimizin inancının daha haklı olduğu tartışmasını bir kenara  bırakıp temelde hepimizin aynı şeyler için didindiğimizin farkına varmamız ne kadar önemli bir de bunu görebilsek. Çocuklarımız ve ailemiz için neleri göze aldığımızı. Yaşadığımız yer ya da inancımız ne olursa olsun biz küçük insanların tek amacımızın çocuklarımıza güzel bir gelecek verebilmek adına gösterdiğimiz çaba olduğunu unutmasak. Aynı evren üzerinde yaşarken küçücük şeylerin hesabıyla kocaman ayrışımlar içine düştüğümüzü görebilseydik keşke.. Kendi geleneklerimizi yaşarken başka insanların bizden kimi farklı alışkanlıklarını daha bir sevgiyle ve toleransla karşılayabilseydik keşke. Gerçekten birbirimizi daha iyi anlamak adına hareket edebilseydik ve bu farklılıklarla yaşamayı öğrenebilseydik hep beraber.                                                                                                                                Dün Strazburg'da bir Noel Pazarında alışveriş yapan insanları din adına kurşuna dizen kişi de Tanrı'ya inandığını söylüyor. Ve o kendi inancının içinde düştüğü radikalizmle geldiği noktada Tanrının adıyla insanların canını alabilecek kadar şeytanlaşabilmiş milyonlardan sadece biri. Kitaplarından  Cihad kavramını çıkaramayanların ılımlılık ve Tanrı sevgisinden bahsetmelerini anlamakta zorluk çekiyorum.       Bu dünyayı kurtaracak olanlarsa sanırım, dinleri, gelenekleri ve toplumsal değerleri ne olursa olsun  içlerinden nefreti söküp atarak  birbirlerine kucak açmayı başaranlar olacaktır. Eğer mümkünse.....
Batya R. Galanti