4 Ocak 2022 Salı

 Golan Tepeleri

Geçtiğimiz Perşembe hiç durmayacakmış gibi yağan yağmurlarla, birden gecenin bir vakti oturduğum yazı masama geldi oğlum. Küçücük bir çocuğun ürkekliğiyle sordu; "Anne bu patlamalar nedir?"  Gal yağmur yağıyor ya. Gök gürültüleri işte!? Eminmisin?! Evet, korkma sen. Sadece yağmur yağıyor!!

Yılbaşı gecesi birlikte olduğumuz aile yemeğinde, "Şimşekler patlamaları andırıyordu!"dedi bir ara kuzenim. Gal demek haklıydı. Buralarda insanın kulağı bir süre sanra bombalara öyle bir alışıyor ki, şimşekler bile bir an insanı yanıltabiliyor. Çağrışım yapıyor insanın beyninde.... Geçen geceki yağmurda seri halde gelen şimşekler, sanki yeniden bir savaşın ortasındaymışıgibi bir his vermişti demek..

Ve Yılbaşının ertesi sabahının ilk saatlerinde,  insanlar daha yataklarından kalkmadan, bu defa  gerçekten iki büyük patlama duyuldu. İşte bu süprizdi. Rishon'da denize yakın evlerin camlarını titreten, kimi köpeklerin korkudan  yatakların altlarına sığınmak için koştukları bir sene başı hediyesiydi bu!!  Yeni Yıla Hamas'tan içten bir merhabaydı bu. Güzel dileklerle gönderilen iki "ROKET"

Bat Yam sahilleri açığına düşen roketler, Israel merkezindeki evleri sallamaya yeterken, Hamas'tan daha sonraki saatlerde, Mısır yoluyla bir açıklama geldi.

"Roketler hava şartlarının getirdiği koşullar yüzünden, rampalarından yanlışlıkla fırlamışlar!!"

Pek inandırıcı olmayan bu açıklamalar Hamas tarafından ilk kez ortaya atılan bahanelerden değil.

Hamas her defasında, Israel karşısında bir caydırıcılık politikası kurmak peşinde görünüyor. İlk zamanlar, Gazze çevresinde kurduğu korkutma politikasını, seneler içinde merkeze doğru genişletmeye devam etti.  Her defasında daha büyük bir alanı hedefleri altına sokarken, Israellileri bir roket mevzisi içinde yaşamaya alıştırıyor. Sonuçta, her defasında bu alan biraz daha genişliyor.

Gazze sınırlarındaki küçük yerleşim yerleriyle başlayan saldırılar Aşkalon ve daha sonra Aşdodl'a devam ettikten sonra,  bir adım ötede, Rişon Le Tsion ve Tel Aviv'e kadar  saldırılar genişledi. Sonra,  arada bir pardon (!)  yanlışlıkla oldu derken. bazen de, bu durum şöyle ya da böyle yaparsanız vururuza dönüştü..ve derken  koşullarımızı kabul etmezseniz Tel Aviv'i, ya da merkezi vururuz tehtidleri gittikçe sıklaştı.  Taşlarla başlayan, bıçaklarla, intihar bombacılarıyla  ve roketlerle devam eden bir hayatla yola devam.

Bir taraftan, Israel hapihanelerinde bulunan kimi teror suçu olan esirlerin devam ettirdikleri açlık grevi mi yoksa Filistin Özerk Bölgesi Başkanı Mahmud Abbas'la, Benny Gantz'in evinde yer alan görüşmesinin ardından, ona ve yeni Hükümete, buranın esas patronunun kim olduğu üzerine bir hatırlatma (?) mi acaba Hamas'ın rampalarından "yanlışlıkla" (!)  fırlayan bu son iki roket'in sebebi??

.....................................

Geçtiğimiz hafta, Israel Hükümeti Golan tepelerini geliştirmek için yeni kaynak ayıracağını açıkladı.

Bütçeden 1 milyar şekel ayırarak bu  bölgeyi kalkındıracaklarını söyleyen Bennett, merkezden bu bölgeye göçü teşvik çerçevesinde kurulacak yeni yerleşimler dışında, yaratılacak daha fazla iş imkanları da bu yeri ilerletmek için atılacak adımlardan biri olacak diye ekledi. 

2019'da, Amerikan Başkanı Trump'ın Golan Tepelerini Israel'in Egemenliğindeki bir bölge olarak tanıdığını açıklamasının ardından ilk kez buralarda yeni yerleşim yerleri kurma planlarından bahseden hükümet toplantısının ardından dış basında, "Israel'in işgali altındaki (!) Golan'da, kuracağı yeni yerleşim yerleri....." şeklinde çıkan başlıklar göze çarpıyordu.

Araplardan alarak el koyduğu topraklarda " kolonialist politikalara" devam eden Israel...demeye gelen  başlıklar.....

İsrael işgali altındaki yerler..?!!! 

Siz bu bölgede esas nerelerde işgal var bilmiyorsunuz.  

Dünyanın gözünün görmediği işgal, Ortadoğunun tümüne yayılmış, radikal inançların, diktatörlüklerin, tek adam hükümetlerinin, terör gruplarının ve bağnazlığındır işgalidir. İnsanların yaşam haklarına bile el koyulan bu bölgede, nefes almanın bile zor olduğunun bilinmediği total bir işgaldir Ortadoğuda devam eden...

Aydınlık devletlerin (?) karanlık yönetimlere verdikleri destek ve işbirliğiyle, el ele giden kanun dışı rejimlerin egemenliğinde sömürülen halkların yaşadıkları hayat "esas işgaldir".

Bölgede var olan bu işgali görmeyen Birleşmiş Milletlerin kararlarından etkilenen Batıdaki insana,  Israel-Suriye sınırında durup, buralarda olanlara sadece bir an için bakmalarını isterdim. Bir kez sınırda durup, karşı tarafta neler döndüğünü bir izleseler derdim.  Belki de farklı bir seyler keşfederlerdi? 

Hala yeterince objektif olabildiğinizi iddia ediyorlarsa?!

Düşündüğünüz, inandığınız ya da belki inandırıldığınız kimi gerçeklerin bir anda ters düz olabileceği fikrine kendinizi alıştırabilirmiydiniz onu bilemem.

Israel tarafından Suriye topraklarına çıplak gözle baktığınızda, karşı tarafta, her daim, bölge bölge dumanlar yükselir. Suriye tarafında bitmeyen savaşa, yıkıma, her an birilerini hedef alan patlamalara karşılık arka plandaki bağ ve bahçeler bir an bir ikilem yaratır. Sadece bir iki kilometre ötemizdeki insana verilen değerle, sınırın bizim tarafımızdaki insanın yaşama baktığı nokta birbirinden o kadar farklılıklar gösteriyor ki!! Biriyle diğeri arasında bambaşka bir dünya var. Sanki cennetle cehennem arasında çizilmiş bir çizgi üzerindeyken, iki taraf arasında kalmış gibisinizdir o an.  Bastığınız topraktaki sukunet, huzur size bir devamlılık hissi, bir hayat sözü verir. Bir nesilden diğerine devam eden bir yaşam,  bir güzelliktir bu. Ekili topraklardan yayılan mis gibi çiçek kokuları arasında sizi sarhoş eden bu yerden uzaklaşırken birden karşı tarafta hala devam eden savaşın izleriyle birlikte ölümü unutturmayan bu yerler aklınızı iyice karıştırabilir bir anda, 

Ve bu yüzden, Israel'in "işgali altında" (?!) Ramat Ha-Golan'da yaşayanlara buradaki özgürlüğün anlamını sormak gerekir. Bu kavramın esasen neleri ifade ettiğinin bir kez daha sorulması gerektiğini hatırlatabilirmiyiz acaba?

Savaş ve barutun darmadağan ettiği topraklara bakarken bile cevabın ne olduğu açıktır!!

Mesela, "İşgal topraklarındaki", Golan Tepelerinde yaşayan  Dürzülere sorsak ne derler?  Yahudi yerleşimlerine bitişik toplam dört farklı köyde  yaşayan yaklaşık 26.000 dürzüye!!

Kimileri kendilerini kesinlikle Israelli olarak görmeseler de   ( ki bu da doğaldır )  burada sahip oldukları koşullarla, Suriye'de yaşayan kardeşlerinin geçirdikleri zulüm ve savaşın etkilerinin getirdiği yıkımlar. Ve kaybedilen çocukları, tecavüze uğrayan kadınları ve bir yığın başka zor şartlar mukayese edilemilir mi??!!

Seneler evvel, Boğaz turumda iki Dürzüyle tanışmıştım. Golan Tepelerinde oturduklarından bahsetmişlerdi.  Israel ordusunda askerlik yaptıklarını duyduğumda şaşırmıştım.  Hele seçimlerde sağ partiyi tercih ettiklerini söylediklerinde iyice affalamıştım. Dürzülerin hayat felsefelerini daha tanımıyordum o zamanlar. Bir İbrahim dini olan Dürzülük, İslam'dan kopmuş bir din. Ve Dürzüler öncelikle yaşadıkları topraklara sadakat duyan bir millet.

Onlar da. azınlık oldukları bu topraklarda,  Müslüman Araplar gibi, askerlikten muaf olmayı seçmek özgürlüğüne sahip olmalarına rağmen, çoğu askerlik yapmayı tercih ediyorlar. Üstelik bir çoğu komando eri olarak hizmet veriyor.

26.000 Dürzünün yaşadıkları köylere Israel Devletinin verdiği destek ve kalkındırma planlarının getirdigi olumlu sonuclardan biri Dürzü liselerinin Israel'de en iyi puanlarla üniversitelere kabul edilerek, eğitim alanında gösterdikleri başarılarıdır. 

Israel Hükümetlerinin bu bölgedeki eğitimi yükseltme çabalarının, ve öğretmen yetiştirmek ve eğitimi geliştirmek için ayrılan bütçenin bir meyvesi olan bu güzel sonuçlara karşılık, Suriye ve Lübnan'ın güneyinde yaşayan Dürzü çocuklara ve gençlere, o topraklarda kendilerine layik görülen yaşamı sormak gerekiyor.

Suriye'de yaşayan halklara verilen zaiyatın kesin sayısı bile bilinmezken, bugünlere dek bitmeyen çatışmaların ardından milyonlarca insanın evlerinden, yaşadıkları yerlerden sökülüp atıldıkları ve bu konuda Birleşmiş Milletlerin hiç bir şey yapmadığı biliniyor. 

Acımasız bir savaşın arkasından, öldürülen, kaçırılan, ailelerinden ve sevdiklerinden, yuvalarından koparılan çocukların yerlerini  alt üst eden zalim güçlere elinizdeki en startejik yeri teslim edermiydiniz siz?

Neyin karşılığında?

Bu insanların bize vaad edecekleri şey nedir?

Başka savaşlar? Başka ölümler?

Sınırlarımıza, evlerimize dayanacak zalimler?

Suriye'de, açıklanan resmi rakkamlar 600.000'den fazla insanın öldürüldüğünü gösterse de bu verilerin ipinin çoktan kaçtığını biliyoruz.

Bu savaş süresince,  Assad'ın kendi halkına karşı kullandığı kimyasal silahların yaktığı küçücük çocuklar, yok ettiği masumlar karşısında, kuvvetlerini kaybeden karşı güçlerin, kimi  İslamcı milislerin ellerinden çıkan bir diğer katliamları da göz ardı edebilirler mi buradakiler?

Ve tüm bunlarla beraber, Suriye'ye ve tüm bölgeye Şii İslam Hakimiyetini sokmaya çalışan İran'ın zehirli kollarını kim ister hemen yanı başında?

Kim arzu eder, Daaş ve Hizbullah gibi terör örgütlerinden sizi koruyan bir tepeyi iade etmeyi?

Çevresindeki düşmanlara karşı her daim kendini savunmak zorunda kalan bir ülkenin sınırlarını garantiye alan yerleri hangi ve nasıl bir barış karşılığı  geri vereceğini de söylesinler?

Bizi, bizden başka savunacak birileri var mı?

Bugün birbirlerinin boğazlarını kesen komşularımızın bizleri nasıl bir keyifle boğazlayacaklarını umursamayan dünyaya karşı kendi güvenliğini düşünmeye devam etmek zorundadır  bu ülke.





 

30 Aralık 2021 Perşembe

Omikron'la gelen yeni sene

Korona'nın son atağı olan Omicron, heryerde olduğu gibi burada da hızla yayılırken akıllara iki ihtimal geliyor; ya bu defa başımız tam dertte ya da iki senedir dünyayı etkisine alan bu görünmez bela, hızla yayılan bu yeni variantla birlikte sona erecek.  Şu anki hızla bu pandemi bu safhada toplumun tümüne yayılarak hepimizin bu hastalığa bağışıklık göstermemizin yolunu açacakmış gibi görünüyor.

Zaten buralarda ilk zamanlar kısmen sıkı tutulan tedbirlere karşılık bugün artık lafını hiç geçiremeyen, ne yapacağını bilmeyen bir başbakanın, politik hesapların ardından bir saatten diğerine değişen kararlarıyla, hiç olmadığı kadar başı boşluğun hakim olduğu bir yerde yaşıyor gibiyiz! 

Halka yurt dışına çıkılmamasını tavsiye ettiği günlerde, kendi eşinin çocuklarını da alarak seyahate çıkarak  gösterdiği umursamazlıkla inanılırlığını iyice yitiren bu lider, zaten öz disiplinden uzak olan bu milleti iyice hiç laf dinlemeyen bir kıvama getirdi.

Kimileri  Omicron'un Covid-19' un "kuvvetten düşmeye" başlayan bir variant'i olduğunu iddia etseler de kimi profesörlere göre bundan emin olmak için şimdilik erken. Covid'e yakalanan kişi sayısı arttıkça, ağır hasta sayısının artacağıysa belli bir şey. 

Bu yetmezmiş gibi Israel'de her sene yapılan grip aşısını olanlarda da olan düşüş sonucu bir de gripten dolayı ağır yatan hastalar  hastanelerdeki yoğunluğu şimdiden yükseltiyor.

O zaman çocuk gibi davranarak nereye varılır? Eğer  ıssız bir adada tek başımıza yaşamıyorsak, her birimizin bir parçası olduğu bir toplum içindeysek, canımızın istediğì gibi, başımıza buyruk, özgür ya da izole birer yaratıkmışız gibi davranamayız.

Madem ki başka insanlarla birlikte yaşamak durumundayız, birlikte aynı mekanı paylaştıklarımıza, aynı büroda çalıştıklarımıza, aynı ortamda yemek yediklerimize karşı yükümlülüklerimiz olduğunu hatırlamalıyız.

Madem ki bizler artık çocuk değil, topluma başka bireyler yetiştiren yetişkinleriz, kendimiz ve çevremiz için doğru olanı kavrayacak kadar bir mantığa sahibiz mutlaka. Eğer son derece egoist değilsek!! (?)

Toplumun sağlığını korumanın sadece kendimizi düşünerek mümkün olmayacağını bilmeliyiz.

Bir başbakan yeteri derecede inandırıcı değilse bile ne farkeder??  Bir başbakan iyi bir lider değilse, yetkilerini doğru kullanmayı beceremiyorsa  da bize ne bu durumdan?? Böyle bir pandemide insan sevdikleri için,  " büyükleri " için ve diğerleri için gerekli kurallara uymalıdır.

Siz çok genç olabilirsiniz, ancak orta yaşa gelmiş anne babanız, ileri yaşta olan büyükleriniz vardır. Kişi yakınlarına ve diğerlerine karşı yükümlüdür.

Konserler iptal edilmedi diye anne  babasını ya da anneannesini düşünmeden bir konserden diğerine gidiyorsa bir genç,  bir de her konserde tahminen maskesini de kısmen indiriyorsa, yapabileceğimiz çok fazla bir şey kalırmı?

Gençlerin özgür yaşantılarına karışmamız mümkün değilken yeterince büyümüş bir insanın kimi şeyleri kendisinin tartabilmesi gerekir

Şimdi keyfime bakayım, hasta olursak düşünürüz deme lüksüne sahip olduklarını inanan insanlar çok!! Ve onlar  diğerlerinin kaderlerini değiştirenler olabilirler.

Şu an tek bildiğimiz, Hükümetin geçtiğimiz hafta bahsedilen, Pfızer firmasının, her kutusu yüksek fiyata mal olan ilacını Israel'e getirdiği. Bu ilaçları durumu ağırlaşma gösteren hastalarda kullanacak olan Israel Sağlık kurumlarının desteğiyle bir çok kişinin hayatı kurtulabilecek diye ümit  ediyorum.

Şimdilik ilacı kullanmış olan Amerikalı bir bayan, çok rahatsızlandığı andan itibaren kendisine yapılmaya başlanan tedavinin bir mucize yarattığını anlattı.

Arada Israel'de üretilip, deneme safhasında %100 başarı gösterdiğini iddia ettikleri " amore18"  (akla bambaşka şeyler getirse de 😅 Corona'ya karşı kullanılmak üzere üretilmiş bir ilaç bu) hastaları bir iki günde ayağa kaldırırken, semtomlarda büyük oranda iyileşme görüldüğü söylenirken şimdilik bu ilaç daha  Israel Sağlık Bakanlığı tarafından onaylanmamış.

Dilerim şimdilik Pfizer'dan getirtilen ilaç insanlara bir kurtarıcı olsun. Dilerim dünyanın her köşesinde ihtiyacı olacak herkese bu ilaç ulaştırılsın bir şekilde. (!?) Dilerim, iki senedir dünyayı kısmen felç eden pandeminin, bu yaşadığımız son dalgası olsun.

Bu cuma günü gireceğimiz yeni senede artık  Covid-19'un sonunu görmemizi diliyorum!




28 Aralık 2021 Salı

Parfüm severmisin diye sordu birisi 

                 

Geçen gün birisi sordu; "Parfüm severmisin?" diye...

Güzel kokan, insana mutluluk ve keyif veren bir şey neden sevilmesin?

Tabi alerjik değilseniz eğer....

İçimize çektiğimiz gibi ruhumuzda bir anda devrim yapan hoş bir kokunun olumlu etkisinden hoşlanmamak mümkün mü?...

Güzel olan herşey gibi. Hayatımıza olumlu etki yapan herşeyi severiz biz insanlar.... Gözümüze, kulağımıza, ruhumuza hoş gelen şeyleri sevmek doğamızın vazgeçilmez bir parçasıdır. 

Ve sevdiğimiz şeylere sahip olmayı arzu etmek....Bazen  sadece dokunmak,  hissetmek ve koklamak....bazen de  hayal etmek....kokusunu ve dokusunu..

Hayallerimiz, duygularımız ve duyularımız..... bir orkestra gibi,  aynı bedende ortak bir amaç için hizmet ederler.... bir bütünün parçaları gibi.....ve  ahenk içinde işlerler...Hayatı, olayları, insanlarıhep duyularımızla algılarız. Bizde olumlu hisler yaratanları kendimiz için isteriz..  gözümüzden kalbimize yansıyan güzellikleriyle, kokuları ve dokunuşlarıyla...

Beynimize. kalbimize sinyal veren herhangi bir duyumuz diğerlerini de harekete geçirir. Bedenimizde uyanan olumlu hislere neden olan bir şeye dönüşür bazen, tek bir ses, bir bakış ve bazen de bir koku..

Geçenlerde, Dove sabunlarının yeni bir esansla piyasaya sürülmüş bir ürününü aldım süpermarketten. Hatta öyle pek bilinçli bir seçim bile değildi bu.  Banyodan çıktığımda kendi bedenimden çıkan kokudan ben sarhoş oldum. Temizlik hissinin dışında bir şeydi bu. Bu defaki sabun kokusu o kadar farklı geldi ki. Sanki özellikle parfümlerle yıkanmışım gibiydi. Çok hafif ama adeta insanı bir anda mest eden bir esans gibiydi burnumu dolduran.

Kimi zaman bir insana, kimi bir şeye, hatta bazen bir yere bile bizi çeken kokular vardır.

Parfüm ne kadar doğal, ne kadar hafifse o kadar çekicidir bence. Ve bir o kadar da davetkar olabilir. Çoğu çiçeklerden yapılan esanslar, temiz bir bedene sürülmelidirler. Yapılan banyonun ardından,  güzel  bir temizlik ritüelinin bir parçası olarak kullanılmalıdır parfüm. Amacına ulaşması sadece bu şekilde mümkündür.

Sosyal ortamlarda, kadınların süründükleri parfümlerin bıraktığı kokunun etki alanına giren erkeklerin sayısı az değildir.  Belki bu da kocaman fiyatlara satılan parfümlere olan ilginin hala daha yeterince fazla olmasının nedenini açıklıyor.

Gecenin bir vakti girdiğimiz asansörde kalan parfümün  kendini yeni bir randevuya full hazırlamış genç bir bayanı hatırlatması tesadüf değildir sanırım.

Parfüm kendimizi hala daha taze ve genç hissetmemizi sağlayabilir.. Parfüm bize olumlu enerji verir.

Ancak hiç bir şeyin çok yoğun hali makbul değildir. Hafiften burnunuza dokunacak şekilde olmalı, sizi boğmayacak dozda bir şeydir bu.

Aslında seneler evvel  yapılmış bir araştırmada, insanın kendi doğal kokusunun karşı cinse en çekici gelen koku olduğunu keşfetmişler.

Temiz bir ten üzerindeki, insanın kendi hafif ter kokusunun olası her parfümden daha cazip olduğu ortaya çıkmış.

Deneklere, hangi bluzun üzerindeki parfümden hoşlandıklarını sorduklarında, kadınlar genelde erkeğin kendi beden kokusunun olduğu bluzu seçmişler. ( tabii bu günlerce yıkanmamış bir erkeğin beden kokusu değil, temiz bir bedenin bir an için terlemisiyle çıkan doğal kokusu bu )

Kokular bununla sınırlı değiller tabi... Mekanlara ait kokular da vardır.

Tarlalardan, bahçelerden geçtiğimizde burnumuza gelen bitkilerin, çimlerin, çiçeklerin kokuları vardır... yağan yağmurların ardından,  bize bizim belki de nereden gelmiş olduğumuzu hatırlatan toprağın kokusu vardır...

Çocukluğumuzu anımsatan kokular vardır; mesela çikolatalı kekin kokusu gibi, fırından çıkan kekin tüm eve yaydığı koku sıcak bir aile ortamını anımsatabilir... Gerilerde kalan, kardeş kavgalarımızı. Son kalan parçayı paylaşamadığınız küçük kardeşinizle birbirinizi iyice sinirlendirmeye başladığınızda sizi susturmaya çalışan, yine mi kavga ediyorsunuz diye azarlayan annenizin sesini anımsatır belki bir an.

Bir nostaljiyi geri getirebilir de kimileri. bir piponun kokusuyla birlikte eskilerden birini getiriverir aklınıza bazen

Kimi zaman bir ülkeyi bile hatırlatabilir size, bize belki de en çokta bana !

Vatanınızı..bazen de eskilerde kalan bir yeri..

Yosun kokusunu duyduğum zaman, İstanbul aklıma gelir.. Buradaki denizde yosun pek yoktur...yosunlar Tel Aviv sahillerinden, kuvvetli dalgalarla kopup derinlerde bir yerlere savrulmuşlardır sanırım....kala kala bembeyaz kum taneleriyle örtülü kumsallar kalmış bizlere...

Bana bir de buraları ilk gördüğümden aklımda kalan bir Israel kokusu vardır.. Buraya beni çeken kokuydu bu. Belki de bu kokuyu tek, hisseden benmiydim derken. İlk kez gördüğüne, kayıtsız şartsız aşık olmak gibiydi bu belkide.... Demek bir yere de aşık olur insan.

O  yer,  bazen bir memlekettir!! Çok tuhaf bir şey belki bu söylediğim. Benim için Israel öyleydi, çocukluğumda...O koku hep burnumdaydı. Başkaları ne hisseder, ne koklarlardı bilmem. Buraya ait olan herşeyde burnuma gelirdi o esans.

Eşim belki narenciye ( portokal, limon ve greypfurt) kokularıydı seni çeken der. Israel narenciye ülkesidir ya!!

Halbuki bir arkadaşım Israel'e en son turist olarak geldiğinde, merkez Tel Aviv'de kaldıkları otel'in hemen çevresinde geceleri volta atan homelesss'lerin bıraktıkları sidik kokusunu hatırlıyordu en çok. Onun için belki de Israel o çevredeki o yoğun idrar kokusuyla özdeşleşmiş bile olabilirdi. Bir başka arkadaşımsa, gittiğimiz Ulpan'ın hemen yanındaki falafelciden gelen ağır yağ kokusundan nefret ederdi.

Bense genç kızken Israel'den bana getirdikleri her hediyede, her pakette o hoş kokunun varlığını anımsarım. Ülkenin her yanına. her köşesine, her nesnesine sinmiş gibi gelirdi bana bu esans.... Çok eskiden, küçük kuzenimin de bu kokuyu aldığını hatırlarım...annemin de . O zaman demek ki ben o derece hayal görmüyor olmalıydım. 

Bu güzel koku Israel'e olan özlemimle bir olmuştu...

Bugüne dek her bahar geldiğinde, akşam yürüyüşlerine çıktığım gecelerde çiçeklenen dallardan yayılan yasemin kokuları beni mest eder.

Beynimde bir an için bir flaş etkisi yapar sanki.. Duyularımdan birinin bir anda tümünü harekete geçirmesiyle beraber, zihnimde kimi çağrışımlara sebep olur. Bahar aylarının gelişiyle uykuya dalmış taraflarınız yeniden canlanır gibi olur mu bilmem.  Bir defa daha hayata başlamak şansı verilmiş gibisinizdir bir an. Yeniden doğuş, yeni bir şans gibidir bu.  Çocukken, genç bir kızken kaybettiğim şansların arkasından Tanrı'dan bana yeniden bir kapı açılacağını ümit ederdim. Ve hayallerim o zamanlar çok daha geniştiler. Engeller daha önemsiz, umutlar en derin ufuklara kadar uzanabiliyorlardı benim için bir yerlerde. Ve her bahar gelişinde, her çiçeklerin yeniden canlanmasıyla bir kez daha içimdeki yeniden doğuş hissi başlardı uyanmaya.

Son senelerde artık, yeni gelen baharlar  etrafa yeniden saçılan parfümler kimi eskileri anımsatsalar da, hayatın omzunuza yüklediklerini taşırken bir çok şeyin farkına bile varmadan yanınızdan geçip gitmiş olduğunu anladığınızda, sevincinizi bir anlamda körelten zamanla bir anlamda belki de tekrar bir barış yapmanızın zamanının geldiğini hissediyorsunuz.



  


26 Aralık 2021 Pazar

Tabular

Kendinden 10 yaş genç bir sevgilisi olduğunu anlatmaktan çekinen bir dostumla konuşuyorduk geçenlerde. Türkiye'deki gibi mazbut bir toplumlarda, insanların sizin için belirlediği kimi sınırları aşmak daha zor olsa gerek. O insanla mutlu olup olmadığını sorduğumda, onunla çok mutlu olduğunu ancak çevresinin tepkilerinin onu rahatsız ettiğini söylüyordu.

Kimi tabuların hayatımızı yeterinden fazla etkileyebildikleri açık.

Aslında kadının erkekten yaşça büyük olmasının çevreyi rahatsız etmesini anlamak mümkün değil. Topluma zarar veren bir şey yapmadığınız halde, neden kişiler böylesi detaylarla kendilerini meşgul edip başkalarının hayatlarını burunlarından getirmeye kalkarlar acaba?

Ancak yine de, bazı üniversel tabulardan biri de birlikte olacak çiftin yaş farkları üzerine konulmuş sınırlardır sanırım. Genelde erkek kadından makul bir yaş farkıyla daha büyük olmalıdır diye bir algı epey yaygındır.

Kadınların erkeklerden daha çabuk çöktükleri fikri (?) üzerinden doğan bu kurala göre, erkek kadından daha büyük olmalıdır. Ancak bu standartta en fazla 10 yaş civarıdır. Bunun ötesindeki farlılıklar yeterince yadırganır. Sanki birilerinin hayatlarına zarar verecekmişsiniz gibi, sizi kınayanlara kadar yoğun tepkiler alabileceğiniz çevreler olabilir. Küçük bir kız çocuğu ya da reşit olmamış bir erkekle birlikte olmadığınız sürece başkalarının sizin özel hayatınıza karışmalarını anlamak mümkün değil desekte , toplumlar kendilerince belirledikleri sınırların aşılması kaygısını duyarlar hep.  Toplumu güvene alan, bildikleri, alıştıkları düzeni bozmamak önemlidir. Bu şekilde koyulan kurallar ve kimi toplumsal tabular bildikleri şekilde hayata devam etmelerini sağlar. Korktukları şey bu  çizgilerin aşılmasıdır. Kendilerini yeterince güvende hissedebilmeleri, tanıdık yaşam kurallarının,  toplumun tüm bireyleri tarafından itaatiyla mümkündür.

Örneğin, eskiden,  homoseksüelliğin yeterince tabu olduğu yıllarda insanlar bu olguyu ifade eden kelimeyi dahi ağızlarından çıkarmaktan çekinirlerdi. Böylece homoseksüalite öylesi bir yasağa dönüşmüştü ki,  homoseksüel eğilimleri olan insan kendi içinde sakladığı bu gerçekle, toplumdan dışlanmak korkusuyla, kendini büyük kompleksler ve yanlızlık içine terkedilmiş olarak bulurdu. Ve bu yolla homoseksüeller toplumdan uzak tutulurdu. 

Saint-Benoit'nin son sınıfındayken, hep birlikte fotoğraf çektirmek istediğimizde, Fransız öğretmenimiz, tahtada, hemen arkamızda yazılı olan,   Homo sözcüğünü silmelerini söylemişti.  ( ki  bu kelimenin birincil anlamı, human yani insan demekken, günlük konuşma dilindeki anlamıysa "Gay" yani homoseksüel demekti... )

35 sene önce bu kelime bile sadece Türkiye'de değil, dünyanın her yerinde tabuydu!!

Bugüne dek, kimi tabuların sadece, yeterince kozmopolitleşmiş,  kendini aşmayı becermiş belli başlı büyük şehirlerde yıkıldığını görürsünüz. Avrupa'da bile, küçük bir kasabada yaşayabileceğiniz yaşamla, büyük şehirdeki anlayış değişir.

Büyük şehrin kalabalığı arasına kapılıp giden kitleler içinde bireyler kendi seçimleriyle birlikte serbest bir hayat sürerler. Kimse kimsenin tam olarak ne yaptığına ne dikkat eder ne de umursar. İnsanlar birbirlerinden  haberdar bile değildir pek. Bu habersizlik olumlu ve olumsuz anlamda da mevcuttur.

Her ne kadar liberal bir yaşam içinde insanlar çok daha rahat bir ortamı yakalasalar da büyük şehirlerde kendi yanlızlıklarına terk edilmiş yığınla insan da vardır. Çünkü her kişinin kendi hayatını yaşadığı büyük kentlerde bir o kadar kayıtsızlık vardır. Bir taraftan, yolunda giden hayatlar en keyifli şekilde yaşanabilirlerken diğer taraftan bir şeyler ters gittiğinde, aynı yoğun hayatın içinde kaybolan insanlardan birine de dönüşebilirsiniz her an..

Tabu ne demektir peki? Tabu kelimesinin anlamına ve nereden geldiğine baktığımızda, kısa bir araştırmadan sonra, bu sözcüğün İngilizce'ye (taboo), Hawai'de yaşayan Polinezya halkının dillerinden biri olan Tongaca'dan girdiği söyleniyor.

1777'de İngiliz Kaptan James Cook'un Tonga'ya yaptığı ziyaretinde, bu toplumun içinde yeterince etkili olan kimi yasakları, kutsal sayılan kimi kural ve manevi kısıtlamaları açıklayan "tapu"sözcüğünü yeterince duymasıyla, bu sözü ingilizcede kullanmaya başlamış olmasindan sonra Tapu, İngilizcedeki şekliyle Taboo olarak çevrildikten sonra uluslararası kullanıma da bir şekilde yavaş yavaş geçmiş.

Tabu'ların bir kısmı evrensel olsalar da çoğu tabular, toplumdan topluma farklılıklar gösteriyor. Bir toplumda kesinlikle hoş karşılanmayan bir davranış başka bir toplumun temelini oluşturabiliyor.

Tabular konuya girdiğim noktadaki gibi sadece cinsel kimliklerimiz ya da toplumdaki cinsel hareketlerimizle sınırlı değiller tabi. Tabular hayatımızın her alanındalar.

Her toplum kendi gelenek ve görenekleriyle, kendi inançlarıyla kendi tabularını meydana getirmiş.

Toplumsal kodlar tabuları getirmişler.

Suudi Arabistan'daki giyim tarzıyla, Amerikan toplumunun alışkın olduğu kılık kıyafetler birbirleriyle kesinlikle benzeşmiyorlar.

Japonların yemek kültürü tamamen farklıyken, Hintlilerin sadece, çıplak haldeki sağ ellerini kullanarak yemek yemeleri Batı'da en az hoş karşılanacak hareketlerin başında gelebilir.

Birbirlerinin kültür yapılarını tanımayanların düştükleri hatalar büyük gaflara neden olsalar da, herhangi bir kültürü yerinde ziyaret ettiğinizde, o ülkeyle ilgili genel bir fikir sahibi olarak gitmemiz işimizi kolaylaştırabilir.

Sonuçta bu tip şeylerin tek kuralı vardır. Roma'da Romalı gibi yaşamak. Hindistan'da ellerinizle yemek yemeğe gayret göstermeniz gerekirken, yine Mısır'da da pita'yla humusu bandırarak yemeği becermek işin ince noktasına dönüşebilir.

Batı'ya gelen bir Ortadoğulu'nun çatal bıçak yerine hala daha ellerini kullanmaya çalışması insanlarda mide bulantısına yol açabilir.

Paris'te çarşafla gezen bir Suudi kadını kimi bakışları üzerinde hissettiğinde nedeninin ne olduğunu bilmek zorundadır. Geldiği yerin giyim kodunu benimsemeyen insanlar toplumsal tepkilere de açık olmak durumundadırlar.

Bazı tabular gerekli bazıları zamanla değişime uğrayabilecek türdendirler. Kimi tabular, eski toplumun, farklı zihniyetlerin geliştirdiği tabulardır ve modern hayatla değişen anlayış bazı yeni standartları hayata geçirmeye başlayarak bir devrim de yaratmaktadır.

Liberal toplumlar tabuları yıkmakta daha rahatlarken tutucu toplumlar buna daha az esnek bakabilmekteler.

Arada, gittikçe daha çok liberalleşen toplumlarda da zaman zaman kimi eski değerlere karşı geliştirilebilen "ters tabular" da ortaya çıkabilmektedir. Bu da benim anlamakta zorlandığım bir şeydir. Modernizasyonla kimi romantik değerlerin, kimi şeylerin birden bire yadırganması da liberal akımın standartlarıyla uyuşmamaktadır diye düşünüyorum. Liberal olduklarını iddia edenlerin liberal olmayan herşeye karşı gelebilmeleri de ayrı bir ikilemdir.Çünkü, " liberalizm" kelimenin tam anlamıyla insanların oldukları gibi yaşamalarına, her inanışa ve harekete toleransla bakmaksa, o zaman, liberal tabular da nereden çıkıyorlar birden? Örneğin bekaretini hala koruyan bir genç kıza karşı olmak ve onu yadırgamak toleranstan yana olan toplumla bağdaşmayacak bir çeşit ikilem değilmidir?

Derken, insanlar var oldukça,  her toplumun kendi tabuları ne yapsak var olacaklar. Tabuların bir kısmını yıkarken, diğer bir kısım yeni standartlar hep olacak, çünkü kişiler kendilerine göre sınırlar belirlemeyi severler. Herkes yaşadığı tolumdaki yeri bilmek ister. İnsanlar benimsedikleri yaşam feksefesini kanunlaştırarak kendilerini garantiye alırlar.  Böylece kendi standartlarında bir hayat sürmeleri mümkün olur.  Amaç hep bizim gibilerle yaşamaktır. Ve buna uygun toplumlar yaratmak.  

Her yemeğe oturuşumuzda masadaki yerimiz bile belli değilmidir? Bu yüzden insanların tabular belirlemesi de kendi sınırlarını bilmek için ihtiyaç duydukları hayat düzenini belirler sanırım.



25 Aralık 2021 Cumartesi

Yeni bir seneye girmeden en son karamalarımdan biriyle... Noel'i kutlayan dostlarıma sevdiklerimle en içten dileklerimi gönderiyorum

 

Kişisel şeylerimin olduğu çekmecemde eskilerden bir sürü kartpostallar vardır. Atmaya kıyamadığım kimi ufak tefek şeylerden biri de, insanların beni hatırlayarak, yazdıkları bir kaç satır kartlarıdır.

Bir kaç sene önce, Sainte Pulcherie'den çok sevdiğim bir dostum, Face'te birbirini bulmuş çoğu sınıf arkadaşımıza bir grup olarak mesaj atmıştı. Çocukluğumuz ya da gençliğimizde olduğu gibi birbirimize Yeni Yıl için kartpostal göndermeyi önermişti. Her birimiz grupta isimlerimizle adreslerimizi iliştirmiştik.

Ne güzel fikirdi yeniden eskiyi yaşatan bir anı bugün paylaşmak. Galiba  o da benim kafamda bir insandır. İlginçtir ki sevgili Anda'yla Sainte-Pulcherie yıllarında pek yakın değildik. Face'te bulduklarım içinde ise en çok yakınlaştıklarımdan birisi oldu...

Bundan beş altı sene evvel annesini kaybettiğinde birinden onun telefonunu bulmuştum. ( Aramızda kurulmuş güzel  dostluğun adına ) onla telefonda görüşmek istiyordum. Ve bir öğlen telefonunu çevirdiğimde, sesini otuz sene sonra ilk kez duyduğum Anda, onu tam mezarlıkta yakaladığımı söylediğinde, ( tam annesinin cenazesinden bir kaç gün sonraydı) ne diyeceğimi bilememiştim. Bu kadar zamansız aramak olamazdı diye düşünürken ben ( annesinin mezarını ilk ziyaretiydi)  Ondan özür dileyip kapatmak istediğimde bana konuşmamızın tam zamanı şimdi demişti. Telefonumu kapatmayı kesinlikle istemezken mezarlıkta yanlız bulunduğu o anlarda yaşadığı duygusal fırtına içinde ben istemeden onu yanlız bırakmamış olmuştum.

Anda sonraki günlerde bana, ona o çok zor gelen anlarda, çok sevdiği annesinin mezarını arkada bırakıp arabasına doğru yürürken yaşadığı özlem ve acısında kulağında ona konuşan dost bir sesin nasıl yardımcı olduğunu defalarca tekrarlamıştı.

Yaptığım ufacık bir şey kocaman bir anlam kazanmıştı. İstemeden ona bir anda büyük bir destek gibi gelmiştim.  Tanrı o an seni bana gönderdi dediğinde onunla aramızda daha da anlamlı bir dostluk kurulmuş gibiydi.

Bazen yakından tanıma fırsatı bulamadan hayatımızdan geçip gitmiş olan insanları daha sonra bir şekilde tanıma fırsatı yakalamak bugüne özgü, heyecan veren bambaşka bir olgudur. Eskiden, internet ve sosyal media olmadığı zamanlar, hayatımızdan bir kez çıkmış birini bir daha bulmak zordu. Bugün artık böyle değil.

Kendisi de en az benim kadar duygusal olan sevgili Anda'nın fikriydi işte; " Birbirimize kartpostal göndermek!" Aynen geçmiş zamanlarda olduğu gibi.

İstanbul'da Aralık ayı geldiğinde Osmanbey'de, Karaköy meydanında,  caddenin çamurlu kaldırımlarının bir tarafında boydan boya bir sürü kartpostallar satılırdı. Yeni bir seneyi büyük bir heyecanla beklediğimde, o zamanlar o 12 ay öyle kolay kolay geçmezdi. Sanki her bir sene benim için çooook uzun bir dönem gibiydi. Daha herşeyin başındaydık diye herhalde..O zamanlar hayat daha uzun gibiydi!!

O koca senenin başında  sevdiğim kişilere bir kaç satır bir şeyler karalamak bambaşka bir anlam taşırdı sanki. Kısaca unutmadan geçmeyeceğim kişilere kartpostallar alırdım...(  Manzara resimli kartpostalları, baka baka aynılarını çizmek için satın alırdım. Evet, kimi tabloların resimlerinin aynılarını kopyalamaya çalışırdım, pastel boyalarımla.)  Bir de karlı manzaralarıyla, Noel ağaçlı karpostallar vardı, Yeni Yıl için onlar seçilirdi.

Ve kartpostalın üzerine ne yazacağımı düşünürdüm bazen uzun uzun. Çok kısa olmasın, ama çok uzun da olmaz derdim. Şöyle desem böyle yazsam diye planlamaya başlardım. Ve benim için en zor şey de titrek ellerimden doğru dürüst bir yazı çıkarmaktı :))). Sinir olurdum. Kisiye gore, doğru dürüst yazmak benim için ne derece önemliyse ellerimi o kadar kasardım. Yazım titrek çıkmasın diye ne kadar çaba sarfetsem tam tersi olurdu.  Bu sefer kocaman kartpostalın ortasında ufacık kalan kelimeler yeterinden fazla bastırılmış satırlar herşeyi bozardı.  Bazen bir kartpostalı atar ister istemez yenisini yazardım.

Yazınızın boyutları, serbestliği ve hızı, hakkınızda çok fazla şeyi ele verdiğini bildiğinizde daha iyisini çıkarmak için daha çok uğraşabiliyorsunuz (!).  Bugün internetten klavye yoluyla gönderilen mesajlar, benim gibi insanlar için süper bir çözüm olduysa da aslında elden çıkmış  bir kart almanın genel anlamda ne kadar daha değerli olduğu açıktır.

Tüm olay bir törensel anlam taşırdı. Kartpostalı seçmek, yazmak ve daha sonra postaneye gidip o adrese göndermek.  Ve aynı günlerde posta kutunuzda bulmayı beklediğiniz süpriz mesajları beklerken yaşadığınız heyecan da ayrı bir mutluluktu.  Her okul ya da iş sonrası eve vardığınızda, kutunuzda bulduğunuz kimi beyaz zarfların içinden çıkan rengarenk kartlar. Ve sizi unutmayanlar...

Hiç beklemediklerimden kartlar aldım o yıl. Bir defalığına hepimiz hatır yaptık. Bir defalığına her gün kutumda gençliğimden kimilerinden, kimilerini hayal meyal hatırladıklarımdan güzel dilekler ulaştılar bana. Gerçekten heyecanlandım, sevindim, mutlu oldum...

Ve yeni yıl bir dafa daha kapımızda. Ne tuhaf, kırk yaşlarım için aklımda bazı fikirler vardı. Kırklar bir anda full gaz geride kaldılar.. Elliler buradalar. Her gece gözlerim kapanmadan, kartpostallara değmeyen ellerim yerine, hala daha kendim ve sevdiklerim için bugün güzel şeyler dilemeye devam ediyorum... Yeni yılsa eskisinden çok farklı artık.......


23 Aralık 2021 Perşembe

Yeni sene

Alışılmadık derecede serin ve soğuk geçen bir Aralık sonu...Israel'in masmavi gökyüzünü bir anda karartan gri havalar bu kez yakamıza iyice yapışmışken, birden gelen kış ve değişen ortamla beraber günlerdir yeniden Korona en çok konuşulan konular arasında liste başı olmaya devam ediyor.

Gözümüzü açıp kapayana kadar, ışık hızında geçip giden zamana inat aramızdan ayrılmayan bu yeni cins hastalığın üstesinden gelmeyi başaramayan insanlık yeniden kapanmaya başlarken, bir taraftan alelacele verilen kararlarla Pfızer'ın  piyasaya sürdüğü ilacın bir kutusunun şimdilik 500 dolar olan fiyatıyla, bu pahalı tedaviyi ihtiyacı olacak herkese uygulayabilecekleri zaman ne zamandır acaba?

Diğer taraftan aradan geçen 4-5 ay içinde etkisini kaybettiği düşünülen 3. aşının ardından, çıkan yeni kararlarla 60 yaş üstüne 4.aşının yapılmasını onaylayan hükümetimizin  attığı adım ne derece güvenlidir biliyormuyuz?  Bu sıklıkta vücudumuza enjekte edilen maddelerin kısa dönemli kimi araştırmaların (?!) sonucunda, problem yaratmayacağından (?) emin olduklarını iddia eden uzmanların yarı güvenli kollarına kendimizi teslim ediyoruz her defasında.

Şu anı atlatmak için elinden geleni yapmaya çalışan insanlar kendilerine verilen ilaçların ve aşıların ileride bedenlerine yapabilecekleri zararları düşünmemeyi tercih ediyorlar. Amaç bugünü kurtarmak. Amaç batan geminin daha fazla su almasını engellemek. Amaç, bugün için hayatın devamını sağlamak. Zayıfların, güçsüzlern ölmesine izin vermemek. Kendimiz kadar sevdiklerimizin güvenliği için elimizden geleni yapmak!!

Elden gidenlerin arkasından üzülürken, boşa çekilen küreklerin, bir hiç uğruna harcanmış emeklerin arkasından da ağlayanlarla doldu bu son iki sene.

Yeni açtıkları işlerini kapatanlar. Koronanın getirdiği ekonomik kriz karşısında zayıf düşenler. Çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmaya başlayanlar.... 

Ve kimileri de kaldıkları yerden yaşamaya devam ettiler.

En basit bir konuda bile insanların düştükleri sürüncemeler, kararsızlıklar, farklı düşünceler bugünlerde alınan kararların kusursuz işlemelerini büyük ölçüde engelliyor. Demokrasi adına zorla yerine getirilmesi mümkün olmayan tedbirler eksik uygulanınca sonuç bazen kendi kuyruğunun etrafında dönen bir kediyi anımsatıyor insana.

Geçmişte Delta gibi variantların belki bir haftada katlanarak yayıldıkları görülmüşse Omikron, bir günde katlanarak yayılıyor. Ülkeyi ilk günler, havalanına giriş çıkışları kısmen kapatarak virusun son atağını engellediklerini ikna edenlere rağmen yayılmaya başlayan bu yeni variant artık her yerde. Önümüzdeki bir iki haftada şu ana kadar hiç görülmedik şekilde yayılacaği soyleniyoryor. 

Şimdilik İngiltere'de yapılan araştırmalar, Omikron'un aşılı insanları ağır hasta düşürme olasılığı Delta'yanazaran daha az olsa da, sorun bu variant'ın 10 kat daha hızlı yayılması. Daha az insanı, ağır hasta düşürme şansı bir tarafa daha çok insana yayılacağı için herşey rağmen sağlık kurumlarına yine de büyük bir yük olabilecek ve bu yüzden ölüm oranı yine de yükselecek.

Arada hastanelerde yatan ağır hastaların %93'unun aşı olmamislar oldugu da unutulmamalı. 

Arada, yeniden binlerce insan evlerinden çalışmak, dışarı çıkmamak zorunda olacaklar. Çocuklarını aşılatanların oranı ise, tüm verilen güvencelere rağmen hala çok düşük. İnsanlar aşılardan, virüsün kendisinden daha çok korkuyorlar.

Yeni yılsa kapıda. Geçen sene kuzinime bu sene onunla Paris'e uçacağıma söz vermiştim. Tüm uçuş korkuma rağmen, Yeni Yılda, ışıklarla süslü bu romantik şehrin sokaklarında birlikte geçireceğimiz günleri konuşup durmuştu benimle. Bir yıl geçti ve şimdilik bir kez daha hayallerle avunmak var gibi görünüyor. Olsun, yeter ki sağlık olsun.


Bari maskelerini çıkarmasalar!!!!

 

Burada da kasırga olacak dediler....hatta bu sefer ona isim bile verdiler....

Geçtiğimiz günlerde Amerika'da, Filipinler'de korkunç fırtınalar meydana geldi. Zaten her yıl Amerika'da kasırgalar, tornadolar, hurricane'lar olur. Coğrafi konumu yüzünden doğal afetlere çok açık olan bu büyük ülkede yapılan evler bir çırpıda inşa edilmeleri mümkün olan hafif yapılardır. Bir taraftan inşa edilen hafif yapılar, diğer taraftan hayatlarını güvene alabilecekleri sığınaklar böylesi korkutucu fırtınaları genelde fazla can kayıpları yaşamadan atlatmalarını sağlar.

Geçtiğimiz hafta Amerika'nın orta batısıyla, güneyinde büyük bir kasırga yaşandı. Ekranlara yansıyan görüntüler bu kez tam bir yıkım yansıtıyordu. Küçük bir yerleşim yeri tamamen haritadan silinmiş görünüyordu. 

Yaşanan kimi fırtınaların saatte yaklaşık 300 km hiza ulaştıklarını düşündüğümüzde, bu ülkenin bu tip felaketlere neden en iyi şekilde hazır olması gerektiğini anlıyor insan. Dünyanın sayılı zengin ve ileri ülkelerinden biri olmasalardı her yıl bu ülkede yaşanılan doğal felaketlerde kaç insan hayatını kaybederdi acaba?

Senede, büyüklü küçüklü 1200'den fazla tornado yaşayan Amerika, Avrupa'dan dört kat daha fazla fırtınalarla boğuşmak durumunda. Bu da Amerika'nın okyanuslara açılan koylarından başka bu yerin genel coğrafyası ve iklim koşullarıyla ilgili bir sorun.

Her yıkan kasırganın bıraktığı yaklaşık zararsa, 125 milyar dolar. Sanırım Amerikan bütçesi bu zararı karşılamaya yetiyor. (!)

Arada, geçen hafta yaşanılan büyük kasırga'da bir anneannenin son anda küçük banyo küvetinin içine saklayarak üzerlerini örtüp, aralarına iliştirdiği kutsal kitapla birlikte Tanrıya teslim ettiği iki bebeği ( iki torun), herşeyi bir anda silen fırtınanın evden neredeyse eser bırakmamasının ardından, kurtarma ekipleri kalıntıların arasında tamamen mucizevi bir şekilde, sapasağlam kurtarmayı başardılar. 

Fırtınada ters dönen kuvvetin altından kurtarılan minik yavruların hayatta kalışları, anneannelerinin yanlarına iliştirmeyi unutmadığı kutsal kitabın bir mucizesimiydi acaba?!!!

Yeni bir sene, yeniden kutlanacak bir Noel gecesi  bu aile için sanırım  tam bir mucize gibi geldi.

Arada burada da  bir kaç gün önce,  Akdeniz'dan, buralara doğru yaklaşan bir kasırgadan bahsetmeye başladılar. Ah!! tamam bir de kasırgamız eksikti dedik biz de!! ( pek ciddiye almadan)...

Gel de bunlara inan desekte, bu kez meteorologlar çok ciddi görünüyorlardı. Önümüzdeki günlerde Israel'e ulaşması beklenen Karmel kasırgasına karşı hazırlıklar devam ediyor diye anonslar yapan uzmanların açıklamalarını dinlerken aklımda daha bir hafta evvel, bütün haftanın yağışlı geçeceğini söyledikleri halde tüm Israel'de full devam eden,  baharı aratmayan güneşli günleri düşünerek gülüyordum.

Buradaki meteorologların hava durumunu neye göre tahmin ettiklerini bilmiyorum ancak tahminlerinin doğru çıktığını pek söyleyemem. Bir tek Ağustos ayı raporlarında yanılmayan Israelli meteorologların diplomalarını kim veriyor onu da bilmiyorum. Ağustos Ayı hava durumu tahminlerini yapmak benim için bile pek zor olmazdı herhalde. Sıcak ve nemli bir gün olacak derdim ben de!!!

Neyse geçen gün buraya da gelecek bir kasırgadan bahsettiler. Hatta Amerika'daki gibi kasırgamıza isim bile verdiler. Yani bu defa durum ciddiymiş gibiydi. Bekledik o akşam. İlk anda ne gelen vardı ne de giden. Saatler sonra birden şiddetli yağmurlar başladı. Ve rüzgarlar. Ancak Amerika'daki gibi isim verecek kadar ciddi bir fırtınamıydı bu? Bence her sene yaşadığımız bir iki şiddetli yağmurla aynı şeyleri yaşatan bir fırtınaydı bu da.  Bir kaç yeri su bastı, bir kaç ağaç devrildi. Bir kişi ise çok ağır yaralandı. Yağmurlar hala aralıklı devam ediyorlar ama insanları, çocukları boş yere sıkıntıya sokmaya da hiç gerek yoktu.

Ancak sanırım haber bültenlerini hazırlayan haber ekiplerinin amaçlarından biri de biraz olsun sansasyon yaratarak, insanları haber kanallarına daha çok çekmek ve daha çok seyirci toplamak.

Reyting yaratmanın sağlıksız yollarından biri de istenmeyen dozda stres yaratacak başlıklarla başlayan, sansasyonel haberler.... Kimse kamu sağlığıyla ilgilenmiyor. Zaten yeterince felaketler yaşayan bu ülkede bir de ekstradan sansasyona ihtiyaç varmış gibi.

Yapılan hesaplar, insanların iyiliklerinden çok şahsi menfaatler üzerinde dönüyor. Bunun için babalarını satmaya hazır bir media olduğu sürece gerisi boş.