17 Ağustos 2016 Çarşamba



                                 TANRIDAN BANA HEDIYE



Bu yıl oğlum ilkokulu bitirdi.
Bir anda geçen zamana ve oğlumun artık 12 yasını tamamlamak üzere olan küçük bir ergen olduğuna inanmakta zorluk çekiyorum..
Geçen gün günlüğümün sayfalarında aradım onun ilk kez devlet yuvasına başlayacağı günleri.. Kaygılarımı , kafamdaki onlarca soru işaretini aradım... Onun otuz kişilik bir yuvada nasıl kendi kendini idare edebileceğini düşündüğüm ve Tanrının ona yardım etmesi için dua ettiğim günlere geri döndüm...
Bir buçuk ay evvel okulun bahçesinde büyük bir törenle bitirdiler koca bir yılı ve nasıl geçtiğini anlamadığım  altı yıllık uzun bir ilkokul dönemini.
Akşam saat sekizde toplandığımız okul bahçesinde ortam tam bir panayırı andırıyordu. Tüm çocuklar beyazlar içindeydiler. Hepsinin çok heyecanlı oldukları gözlerinden cıvıl cıvıl hallerinden belliydi.. Çocukların aylardır hazırlandıkları bu gösteri için gelen tüm veliler,  büyükanneler ,dedeler ve kardeşler bahçede dizilmiş iskemlelerde yerlerini aldılar..
Tören yerine kurulmuş ışık sistemi, kocaman hoparlörler ve kameralar, kısaca  herşey hazırdı.. Oğlumsa heyecandan bir yerde duramıyordu. Sürekli arkadaşlarını bırakıp yanımıza gelirken ne kadar kaygılı olduğunu hissediyordum.
En son birinci sınıfı bitirdiği gün sınıf içi yapılan o küçücük törende harika okuduğu tekstini bitiremeden heyecandan ağlamaya başlamıştı. Onu teskin etmek için dışarı çıkarken ona herşeyin yolunda olduğunu ve onunla gurur duyduğumu söylediğim anları hatırladım.
Evet  bu geçen yıllarda oğlumun bir adım daha olgunlaştığını biliyordum ama yine de onun heyecanı beni etkiliyordu..
Gal törenin açılış konuşmasını üç arkadaşıyla birlikte yapacaktı, .. İlk konuşacak olanın oğlum olmasının dışında , bu yıl emekliye ayrılan müdürlerine çiçeği yine onun vermesi için öğretmeni ona ısrar etti , çünkü o okulunun en sevilen talebelerinden biriydi.

Gal okulun sene sonu gösterisinin altından  büyük bir başarıyla çıktı. Benim hayat boyu yapmadığım şeyi yaptı, 700 kişinin önünde konuştu, dans etti ve müdürüne son vedayi o yaptı..

Gal özel bir çocuk..hem de çok..

Onun doğduğu günden bugüne geçirdiğimiz engebeli yolları düşündükçe, yaşadıklarımızı... ne de  çok şey yaşadık diyorum bir an..
.
Ne kadar çok şeyi başardık birlikte. Ve elinden tutarak çıktığımız bu yolda yapacak daha ne çok şey var aslında.

Gal'i benim kucağıma ilk verdiklerinde tam bir melekti.. ( tabii tüm bebekler gibi değil mi? ! ) Kendine özgü küçücük katlı kulakları vardı,  bembeyaz bir teni ve bol bol saçı..
İkinci kez anne olunca insan çocuğuna farklı bir noktadan bakıyor artık.. Farklı bir tecrübeyle, önceden yaşanmış aşina duygularla ve daha korkusuzca...

Fakat ilk aylardan itibaren  bir şeyler farklı gelişti.. Bir çok şey kızımla yaşadığım gibi değildi..
Gal üç aylık olduğu zaman başını kaldıramıyordu.. Objeleri takip edemiyordu..
İlk aylardan bazı şeyler soru işaretlerini bir biri arkasına getirdi bizim için..
Bağlı olduğumuz sağlık kurumunda dört aylıkken başladığımız fizik tedaviler Gal ile çıktığımız maceranın sadece başıydı.
Gelişiminde gösterdiği tüm gecikmelere rağmen onun gözlerinde gördüğüm pırıltılar, zayıf olan kasları yüzünden çektiği zorlukları aşmak için geliştirdiği tüm taktikler , ancak bir annenin gözlemleyebileceği bir çok işaret bana herşeye rağmen onun için her zaman ümit beslemem gerektiğini söylüyordu..
Yıllarca bir doktordan diğerine koşturmanın dışında , konuşma ve oyun terapilerinin ardından hayatımı adadığım bu çocuk için bugüne dek herşey engebeli bir yoldan geçiyor..
Hayat kimisi için kolay, kimisi ise en ufak şey için çok daha büyük bir  çaba harcamak zorunda..
Oğlum üç yaşına geldiğinde yaşadığı fiziki zorlukların yanında onunla en büyük savaşı davranış bozukluklarıyla vermeye başladık.
Her gün gelen öfke nöbetleri yaşantımı gerçekten bir kaç kat zorlaştırırken sorununun ne olduğunu anlayamıyordum..
Bir yere gitmek için onu giydermem gerektiğinde, arabaya bindiğimizde ya da indiğimizde, süpemarkette , alışveriş merkezinde  ve her tür durumda tutan nöbetler hepimizi yeterince hırpalarken  kendimce geliştirdiğim mizah yoluyla bunları atlamak için savaşıyordum.. Her öfke nöbetinde tiyatro yapmaya başlamıştım.
Mizah yönümün olduğunu her zaman bilirdim ancak bir anda çocuğun aklını çelmek için uydurduğum tuhaf ve hepimizi güldüren senaryolara ben bile inanamıyordum..
Çoğu zaman bu sayede, hem nöbetlerini daha çabuk atlatıyorduk hem sorun sanki bir komedinin tuhaf bir parçası imiş gibi geliyordu bir anda gözüme.. Bazen yorulsam da, çok kez nefesim tükense de..
Gal, çok sevimli ve konuşkan bir çocuk olduğu için yıllarca görüştüğüm nörologlar, psikiyatristler ve bilimum gelişim uzmanı doktorlar çocuğumun sorununu teşhis edemediler.
İlkokulda öğrenim güçlüğü olan çocuklarla eğitime başlayan Gal okumayı belki de normal bir çocuktan daha çabuk söktü..
Yıllarca teşhis konulamamasının verdiği bir yanlız savaştı bizim için hayat .. Taa dokuz yaşına dek...
İnternette aradığım tüm olasılıklarda  otizmi bulduysam da , Gal'in eğitmenleri bana , " insanlarla iletişimi gayet iyi ! " diyorlardı.. Benimse kafama Gal'in göz teması kurmakta zorluğu olmaması takılmıştı.. Yani kafam iyice karışmıştı.
Sonunda bir tanıdığımdan bir merkez telefonu buldum ve aradım..
Üç uzun görüşmenin, işin uzmanlarının yaptıkları saatler süren araştırmanın ardından dokuz senedir yaşadığımız durumun ismini koyduk sonunda ...  Otizm!!
Evet, dedim ya Gal çok özel bir çocuk.. Evet sanmayın, merkezde bile teşhiste zorlandılar çünkü Gal tam sınırda bir otist.  Bazı yönleriyle neredeyse tamamen normalken kimi  takıntılarıyla ve ilgi alanlarındaki saplantı şeklindeki zaaflarıyla o tam bir otist..

Oğlumu tanımadan önce  bana otizm nedir, otist çocuklar nasıldır diye sorsalardı ; kişilerle hiç iletişim kuramayan, oldukları yerde sürekli sallanan ve kendi alemlerinde yaşayan çocuklar aklıma gelirdi. Eminim bir çok insan bunu böyle bilir. Fakat aslı öyle değil.  Yüksek fonskyonlu otist çocuklar çok zaman normale yakın davranışları olan , normatıf zekalı ve gerekli destek ve ilgiyle  topluma kazandırılabilecek çocuklardır .Hatta aralarında  yüksek zekaya sahip olanların sık görüldüğü de  bilinen bir gerçektir.

Herşeyden en önemlisi çocuğuma teşhis konulduğundan beri oğlumu büyütürken yaşadığım zorlukların bir kısmının devletin bize tanıdığı bir çok haklar ve yardımlar sayesinde sırtımdan kalktığını hissettim. Oğluma tanınan haklar ve yardımlar hayatımızı büyük ölçüde kolaylaştırdı..

Bu arada büyüyor, yavaş yavaş olgunlaşıyor, yaşadığı zorlukların kendisi de farkında , hatta zaman zaman bana " Anne özür dilerim elimde olmadan yaptım ama bak şimdi geçti" deyip benden özür diler. Artık çoğu zaman öfkesini kontrol edebiliyor, edemediği zaman da  yaşadığı nöbet eskisi kadar uzun sürmüyor.

Herşeyden önemlisi, tüm mücadelemizle birlikte onun için gösterdiğimiz tüm çabanın o kocaman kalbi olan oğlum tarafından her an takdirle karşılanması.

Gal bize günde kaç kez şükranlarını sunar ben de bilmiyorum..

Onun duygusallığı, merhameti ve inceliğinin her çocukta bulunmadığını biliyorum.. Daha çok küçük yaştan karşındaki için kaygılanan, yardım edilmesi gereken yerde ilk koşan, anneannesine bir centilmen gibi el vermeyi hiç unutmayan, kalbinde herkese ayrı bir yer ayırabilen bambaşka bir çocuk o..

Evet belki tam 12 yıldır hayatım baştan sona değişti. Belki kendi hayatım yerine onunkini yaşamaya başladım.  Herşey sil baştan olsa da,  kafama göre program yapıp uygulama şansım olmasa da, seyahatler benim için şimdilik sadece hayal olsa da, her gün aynı sorulara sabırla tekrar tekrar yanıt vermek zorunda olsam da, hayatımı onun istediği monotoni içinde geçirmenin ötesine çok fazla gidemesem de Gal Tanrının bana bağışladığı bir hediye ............



Batya R. Galanti.




4 Ağustos 2016 Perşembe


                                                RADIKAL ISLAM



Temmuz 2014'te çekilmiş kısa bir dokümanter film izlemiştim.
Kalbinden çok ağır hasta olan ve  Gazze'deki hastanede kendisine çare bulamayan doktorların ricasıyla  annesiyle birlikte acil olarak Israel'deki hastanelerden birine nakledilen küçük bir çocuğun kısa hikayesi.
Israel'de her yıl özellikle Wolfson hastanesinde bir çok çocuğun hayatı gönüllü bir organizayson olan Save A Child's Heart ( SACH ) ( Bir Çocuğun kalbini Kurtar )  tarafından kurtarılmaktadır .
1996 yılında kurulan bu organizayon için çalışan gönüllü doktorlar, hemşireler ve diğer tüm ekip kendilerine gelen her hastanın hayatını kurtarmak için çabalamaktadır.
İzlediğim filmdeki küçük çocuk ta bu çerçevcede Israel'de bulunmaktaydı.
Bu kısa filmde uzun süredir kaldıkları hastanede kendileri için gösterilen çabanın o küçük masum çocuğun annesine ne kadar yansıdığını gözlemlemeye çalıştım.
Sadece sözlerinde değil, yüzündeki, gözlerindeki ifadede, tüm vücut dilinde duygularını çözmeye çalıştım.
Kendi öz evladının, o küçücük masum çocuğun  yaşamını kurtaran o özel insanlara karşı hissettiklerini anlamak istedim
Bir yıldan belkide daha fazla o hastanede bulunan ve artık Yahudilerin gelenekleri ve bayramları hakkında belli bir fikir edinmiş olan bu kadına sorduğu sorularda gazeteci belli ki ona uzatılan yardım elinin fikirlerinini ne kadar değiştirmiş olabileceğini anlamaya çalışıyordu.
Arada hastaneye gelen gönüllü kadınlar çocuklara hediyeler getirdiler. Kadın;  " Gelen gönüllüler hiç bir zaman yahudi veya arap ayırımı yapmıyorlar, herkese aynı davranıyorlar" demekten kendini alamadi.
Kimi zaman hüzün, kimi zaman sevinç ve gözyaşı olan o gözlerde herşeye rağmen hiç kaybolmayan o şüphe esas duyguyu oluşturuyordu. Kendisi ve çocuğu için gösterilen tüm dostane yaklaşım, insani çaba, harcanan binlerce dolar ve  manevi özveri içindeki şüpheyi yok edememiş görünüyor.
  Sözlerinde, gözlerindeki ifadede ve vücut dilinde bu şüpheyi, bu güvensizliği  her an gözlemlemek mümkün.
Gazeteci kendini tutamıyor konuyu Yerushalayim'den ( Kudüs'ten )  açıyor .... Filistinli kadın önce bunu konuşmayalım diyor.. Ve en sonunda ekliyor, hepimiz  " El  Kuds " için ölmeye hazırız..
Ardından bilindik kelimeler bir anda dudaklarından rahatça dökülüyor;
" Bizim için yaşamın bir değeri yok! "
O zaman ne için  bütün çaba? Neden çocuğunu kurtarmak için bu kadar savaştın, neden göz yaşı döktün, neden gecelerce uyumadın. Neden??
Sonunda Kudüs için Şehid olmaya giderse onu helal ederim demek için mi?
Evet Ortadoğu insanı için ölüm yaşamdan daha değerli..
17 yasında  evine zorla girerek  gencecik kadını küçük çocuklarının gözleri önünde kalbinden bıçaklayan çocuk için kendi hayatının hiç bir değeri olmadığı gibi başkasınınkini de elinden almak  en kolay şey..
Ya da yataklarında uyuyan üç beş yaşındaki minikleri delik deşik edenler için ölüm Tanrının emriyken şeytan kılığında gezen bu insanlar için canice katlettikleri çocuklar cenette sadece bir bilet.
Aklıma yıllar evvel çok sevdiğim bir arkadaşımın bana söylediği babaannesinin sözleri  geldi.. Birlikte İstiklal caddesi'nde yürüyorduk, arkadaşım zaman zaman islamdan , yahudilikten konuşmayı severdi benimle..
Durdu ve bana şöyle dedi " Babaannem dedi ki; bir yahudi ne kadar iyi bir insan olursa olsun cennete gitmeye hak kazanamaz " .  Sanırım arkadaşım da babaannesinin bu sözlerinin içindeki mantığı çok fazla sindirememişti. Ben se sustum.
Bugün, yüzyıllar evvelinde olduğu gibi bir inanç uğruna ölüme iman edenler bu dünyayı cehenneme çevirmeye hazırlar.
Filistinli Arabın Yahudiyi öldürmek için yeterli sebepleri var diyenlerin göremediği gerçekler se Ortadoğu'da ölümün yaşamdan daha çok değere sahip olduğu  halkların yüzyıllardır yaşadığı sefil hayat ve bu hayatın hesabını sordukları Batı'dan almak istedikleri intikamdır.
Bu durum Gazze, Yemen, Irak, Suriye vs.. için hiç bir farklılık göstermemektedir.
Hiç bitmeyen kin yüzyıllardır devam ederken dinin kölesi haline getirilmiş karanlık zihniyetin getirdiği savaşlar , kan ve barut artık Ortadoğunun  dışına taşmaktadır.
Bilgisayar devrini yaşayan Batının 21. Yüzyıl'da kendisi için planladığı gelecek muhakkak ki farklıydı.
 AB'nin ilk kuruluş yıllarıyla gelen umut dolu günler, kalkan sınırlar birleşen ve bütünleşen ekonomik güç ve kulturel değerler buradaki insan için umut dolu bir gelecek çiziyordu.
Bugünse Avrupa'nın kendi içinde yaşadığı ekonomik sorunlar bir yana Ortadoğu halklarının beklenmedik göçleriyle yeniden şekillenen coğrafi yapı, yıkılan dengeler ve herşeyden önemlisi Radikal İslamın başta Avrupa ve Amerika olmak üzere son bir kaç yıldır tehtid ettiği dünya huzuru..
Nasıl sa kimse bunları önceden göremedi..
Ortadoğu'da kaynayan kazandan taşan kızgın lavlar yavaş yavaş heryeri sararken internetin getirdiği hızla yayılan fanatizm Avrupa'da doğan büyüyen beyinlere hiç beklenmedik şekilde etki etmektedir..
Nice'te küçücük bir kız çocuğunu tekerleklerin altına alırken Allahu Akber diye bağıran genç , Brüksel'de metro'da işe giden kadınların gözlerinin içine bakarak kendini patlatan zehirli beyinler Tanrının katında birer "şehid " olacakları inancıyla dünyanın huzurunu kaçırmaya yeminliler. Girdikleri kilisedeki yaşlı rahibin boğazını keserken eski çağların barbarizmini hatırlatanlar için Avrupa hala inanılmaz bir şekilde ne tepki vereceğinin şaşkınlığını yaşamaktadır.
Israel'de  onlarca yıldır yaşanan terörü diğerinden ayıranların hala anlamak istemedikleri gerçek , bu dünyada  kendilerinden olmayan kitleleri yok etmek için Cihad yemini edenlerin inandıkları yolun bir olduğudur.

28 Temmuz 2016 Perşembe



     
                      TÜRKİYE'DE BİR YÜKSEK ÖĞRENİM KURUMU



1988 Yılının yazında bir lise arkadaşımla birlikte kaydımı yapmak üzere gittiğim Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu   binasını Harbiye Sokaklarının arkalarında bir yerlerde aradığım günü hiç unutmam.
Öncelikle ilk tercihim olan Psikolojiyi matematik puanım yetmediği için kazanamadığım halde Gazetecilik okumanın benim için hiç te kötü bir fikir olmadığından emindim; çünkü çocukluğumdan beri bazı şeyleri öğrenme merakım  yüzünden sık sık ansiklopedileri karıştıran biri
olduğum için sanırım ayrıca haber ve habercilik gibi alanlara ilgim yeterince fazla olduğu için  . " Aslında hiç te kötü olmamış ! " diye düşünüyordum o gün...
Notre Dame de Sion'un bir arka sokağından aşağıya doğru ilerlerken ;
" Şu daracık sokak arasında nasıl üniversite olabilir ki ! " diye düşünüyordum
Etrafta gördüğümüz bitişik evlerin çoğu iki üç katlı iken o dar sokaklara bir yüksek eğitim kurumunu nasıl sokmuş olacaklarını kafam almıyordu..
Ölçek Sokağın sonundaki merdivenlerden aşağı indikten sonra etrafıma şaşkın şaşkın bakarken arkadaşım, işte bak burada diye parmağıyla okulu işaret etmişti. Arkamda kalan dört katlı , gri duvarları ve büyük pis camları olan fabrika bozması binaya bakarken ,  " Hani nerede? "  dedim? Arkadaşım baksana şu bina ! Üzerinde Marmara Basın Yayın Yüksek Okulu yazıyor.
Ben binaya şaşkın şaşkın bakarken , Ben şimdi gazetecilik mesleğini, bu ciddi mesleğin eğitimini bu çarpık  binada mı alacağım diye düşünmeye başlamıştım bile.
Türkiye'de hiç bir zaman bir kamu binasının , bir devlet okulunun göze hitap etmediğini, modern ve çağdaş bir görüntü sergilemediğini çok iyi bildiğim halde bu kadarı yine de beni şoke etmişti..
İlkokuldan sonra hep özel okullarda okumuştum. Bu okullar paralı olmakla birlikte belki bugünkü lükse ve donanıma sahip değillerdi o zamanlar ama o tarihi değeri yüksek binalar en azından temiz ve insan gibi bir ortam sunuyorlardı öğrenciye.
Bir an ilkokulumu anımsadım; o okulun içindeki tualetler aklıma geldi, her taraf su içinde olurdu ve dehşet kokardı..
Neden Türkiye'de insan gibi yaşamak için ya da insan gibi hizmet görmek ya da doğru dürüst bir  eğitim için hep paranın getirdiği imkanlara sahip olmak gerekiyordu?
Bina'nın kapısından içeri girdiğim zaman iyice bunalıma girmiştim..
O güne dek bir kaç kez İstanbul Üniversitesinin Beyazıt Kampüsünden geçmişliğim olmuştu.
Bu kampüs te insana yaşam sevinci veren cıvıl cıvıl bir bina olmamakla beraber tarihi yapısıyla  görkemli durusuyla en azından bir üniversite karakteri çiziyordu..
O an kapısından girdiğim bina ise hiç bir yakıştırmaya uymayan kişiliksiz , bakımsız, tüm hijyen şartlarından uzak bir haldeydi. Bu çağdışı, köhne binada yüksek eğitim görecektim..
Herşeyi anlıyordum, belki yer sıkıntıları vardı, şimdilik bu binada eğitime devam ediyorlardı, peki ya en temel şey " temizlik ", neden bu da yoktu?
Toz toprak kaplı tuğlaları olan giriş katının hemen solunda dar merdivenlerden bir üst kata çıktık, sekreterliği arıyordum, yıllardır  boya görmemiş olduğu belli olan duvarlar ayakkabı tabanlarının izleriyle kaplıydı. Resmen korkunçtu..
Gerçekten moralim bozulmuştu. İnsanı kendine davet eden en ufak bir şey yoktu bu binada..
Belki içinde verilen eğitim önemli diye düşünsede insan imkanlar belliydi..
Ezberciliğin tek düze devam ettiği bir eğitim tekrardan beni bekliyordu, uygulamanın sıfıra yakın olduğu bir öğrenim kurumu daha..  Gazetecilik eğitimi veren bir yüksek öğrenim kurumunda olması gereken en temel imkanların dahi bulunmadığı bir okuldu burası.
Buna verilecek en basit örnek,  öğrencilerin basabilecekleri bir gazetenin basım imkanlarının bile bulunmaması idi.
İkinci kata çıktım, sekreterlik orada da değildi ama tualetlerin orada olduğu açıktı, çünkü bütün katı saran leş gibi koku sayesinde tualetlerin yerini sormaya gerek bile yoktu.
Üçüncü kattaki sekreterliğe girdiğimde karşıma çıkan sekreterler görevlerini yapmaktan hiç te memnuniyet duymayan bir havadaydılar..
O gün orada o suratsız kadınlar okula kaydımı yaptılar..
Üniversitenin ilk günü  kocaman tozlu sınıflarından birinde başlayacak ders için bir tarafında küçük masası olan tahta sandalyelerden birine iliştim. İlk gün hangi derse girdiğimi anımsamıyorum.
Etrafıma bakarken öğrenciler arasında toplumun çok farklı kesimlerinden kişiler gözlemledim. Anadolunun çeşitli yerlerinden gelen farklı insan manzaralarıyla karşılaşmak mümkündü.
Kızların çoğu modern görünümlüydü. İşte o ilk gün o ilk dersin ortalarında birden bire binanın sallanmaya başladığını hissettim.  Cok tuhaftı. Yanımda oturan  kişiye " Deprem mi oluyor ? " anlıyamadım derken, çocuk " Yok dedi, binanın Dolapdere girişi olan ilk iki katı fabrikadır bu yüzden makineler çalıştıkça bina biraz sallanıyor sanırım " demişti.
İlk günler derslere tüm bunaltıcı duygularıma rağmen girmeye özen gösteriyordum; en sıkıldığım derslerden biri yıllardır lisede okuduğumuz  İnkılap Tarihi idi .  Fakat onun dışında Siyasal Bilimler, Toplum Bilim gibi ilginç dersler de vardı.
Zaten bir süre sonra günde bir ya da iki saat okula gitmeye başlamıştım..
Bundan fazlasını psikolojim kaldırmazken benim için üniversite hayatı  haftada girdiğim beş on saatlik dersler dışında sınavlara yakın toparladığım ders notlarıyla birlikte kitaplara gömülmenin dışına çıkmıyordu.
Okulun yanındaki sigara dumanıyla kaplı küçük bir kafeteria dışında ise sosyal hiç bir faaliyet mümkün değildi..
Fakat o izbe binada çok yakın arkadaşlıklar kurdum.
Etrafına dikkatli bakan biri olmadığım hatta gören kör cinsi biri olduğum için insanlar beni tanırken ben kolay kolay simaları hatırlamam.. Bir gün ufak tefek, kumral güler yüzlü bir genç kız yanıma geldi, " Afedersiniz siz Saint-Benoit'lisiniz değil mi diye sorarken ben o kişiyi ilk kez gördüğümden emindim O gün o konuşmamızın ardından bir daha hiç ayrılmadığım arkadaşlarımdan biriydi Hale .. Ders araları yavaş yavaş kaynaştığım Aynil, Emine ve Tuna bugüne dek çok sevdiğim dostlarım..
Üniversite yıllarında Aynil sayesinde girdiğim Turizm acentesinde başladığım günlük şehir turlarıyla değişen hayatım Üniversite eğitimiyle birlikte daha renkli bir yaşamın başlangıcı olmuştu benim için..


Batya R. Galanti

13 Temmuz 2016 Çarşamba

GEÇMİŞTEN İZLER

İlkokulu bitirip te Sainte-Pulcherie'yi kazandığımda evdekilerin sevincini hiç unutmam. Babam bana hediye olarak güzel bir Seiko saat satın almıştı.

Sainte-Pulcherie'yi kazanmamın süpriz oluşunun ana sebebi berbat bir öğretmenle ilkokulu bitirişimdi. Emekliliğine girmeden öğrettiği son sınıf olduğumuz için mi bu kadar kötüydü diye çok kez kendi kendime sormuş olsam da  esas sorunun sadece öğretmenlik için yaratılmamış bir çok öğretmenden  birisi olduğun da karar kıldım. Ne karakter yapısı ne de mesleki uygunluk açısından öğretmenlik için yaratılmamış bir insan olduğu açıktı.

Sainte-Pulcherie ise hiç te kolay sayılmayacak bir okuldu. Öncelikle Fransızca gibi zor bir lisanı sıfırdan başlayarak öğrenip daha sonra okul müfredatında okutulan derslerin büyük çoğunluğunu yine bu lisanda öğrenecek seviyeye gelene dek verilen çaba kolay değildi.

Son derece büyük bir disiplin altında okutulan kızlara rahibelerin verdiği eğitimin ilk şartlarından biri onlardan  beklenilen erdemdi.

Sainte-Pulcherie yıllarımda tanıdığım öğretmenlerin büyük bir kısmını da ne yazık ki sevgi ile hatırlamam mümkün değilken, o hapishane misali gördüğüm karanlık okulda tanıdığm rahibeleri bugüne dek saygıyla anımsarım .

Zihnimde bir çok izler bırakan bu özel insanların hiç biri ne yazık ki bugün artık hayatta değiller.

Her şeyden önce onlardan öğrenecek çok şey vardı.
Her biri başka bir milliyetten gelen bu insanları birleştiren ortak nokta inançları uğrunda her şeylerini bırakarak geldikleri bu yabancı ülkede genç kızları en doğru şekilde eğitmek için sarf ettikleri büyük çabaydı.
Aralarında kimisi daha sert kimisi daha yumuşaktı. Soeur (Sör)  Marguerite-Marie benim dönemimde okulun müdürlüğünü yaparken rahibeler içinde belki en sert, en çekindiğimiz kişiydi.
Ufak tefek haliye disiplini önde tutan bu kadın ortalama 700 talebelik okuldaki kızları mumya gibi dizmeyi becermişti.
Sabah ilk işi tek tek tüm sınıflarda karatahtanın sağına son derece güzel bir kaligrafiyle o günün tarihini yazmak olan bu kadın  kolay kolay gülümseyen bir insan değildi.  Sınıflarda tarih yazma işlemi bittikten sonra indiği büyük salonda sıraya giren okula direktifler verirken en ufak bir çıt çakaran kızlara sesini yükseltmesini de çok iyi bilirdi.  Sık sık " Sizlerden beklediğim iffetli kızlar olmanızdır ! " dediğini anımsarım.
Belki de sadece ortaokul olması ve yine sadece kız çocuklarına eğitim verdikleri  için bu yaşlı rahibelerin  disiplini sağlamaları daha bir kolaydı.
Her sabah düzgün sıralar halinde toplandığımız alt salondan yukarı çıkarken birinci katın merdivenin başında, ileri yaşına rağmen dimdik duruşuyla  bizi bekleyen Soeur (Rahibe-kızkardeş ) Catherine  kendisine Bonjour Ma Soeur ( Günaydın Rahibem ) diyen kızların her birine tek tek  "Bonjour Ma fille! "  ( Günaydın kızım)  demeyi ihmal etmezdi.

Din dersinin azınlıklara zorunlu olmaması yasası ile bu ders sırasında  tüm gayrimüslümler dışarı çıkarken, Hıristiyan arkadaşlarımıza kendi dinlerini öğrettikleri gibi bizleri de ihmal etmemişlerdi.
Soeur Marguerite Marie her din dersi saatinde bizi kütüphane'de toplayarak Eski Ahiti yani bizim kitabımızı bize öğretirdi. Bu dersi çok severek takip ederdim. Öncelikle sınavdan geçmek zorunluluğu olmadığı için rahattım ve ayrıca bana okuduklarımız bir masal gibi gelirdi.
Soeur Marguerite-Marie  bir de eski ahıtten alınan bir kaç ilahi öğretmişti bizlere.
Senelerce o ilahiler ağzımdan düşmezken bugün hala sözlerini anımsarım.. Gece oldu gündüz oldu ve Tanrı bunun güzel olduğunu gördü diye başlayan ve dünyanın yaradılışını anlatan ilahi ile  Pesah'ta (Hamursuz Bayramı'nda ) öğrendiğimiz ,  Kenaan ülkesi ( Israel Toprakları )  için söylenen ilahi..
O doux Pays de Canaan qu'il est long le chemin vers toi...O Kenaan ulkesi sana  giden yol ne kadar da uzun .....bu da Yahudilerin çölde geçirdikleri 40 yılı anlatan bir ilahiydi .........

Benim çocukluğumda Türkiye'de insanlar azınlıkları çoğu kez birbirlerinden ayıramazlardı.
Genel olarak Hıristiyan ve Yahudi, ya da  Ermeni,  Rum , İtalyan ve Yahudi çoğu insan için  aynı şeydi, hepsi gavurdu..
Bu yüzden kim olduğunuzu söylediğinizde çoğu kişi tarafından ne olduğunuzu anlamamalarına alışık bir ortamda büyümüş oluyordunuz.

Sainte-Pulcherie'de hayatımda ilk kez Yahudi olmayan birileri benim kimliğimi ve kim olduğumu sonuna kadar biliyorlardı.
Pesah'ta çoğu kez Soeur Isabel'in yanıma gelerek Bonne Fete ma fille ( Iyi Bayramlar çocuğum ) dediğini anımsarım. Işte bu tip yaklaşımlar onlara karşı içimde gerçek bir sıcak dostane duyguyu geliştirmişti.
Onların Hıristiyanlıkla yahudilik arasındaki bağlantıdan dolayı bir çok şeyi bildiklerini zamanla daha iyi öğrendim..

Her yukarı sınıfa çıktığımda onların özel odalarının önünden geçerken içeri giresim gelirdi hep,; yaşantılarını, özel hayatlarını son derece merak ederken, bir insanın inancı uğrunda yapabileceklerinin ne kadar sınırsız olduğunu hatırlardım onları gördükçe.
Her birinin boyunlarında  taşıdıkları bir bağlılık yemini,  bir " alliance " ( alyans;  türkçede evlilik yüzüğü anlamında kullanılırken bu kelime antlasma anlamında olup fransızcadan türkçeye girmiş bir çok kelimeden biridir ) olan kolyeleri bir parçası oldukları cemaatin sembolü olan Saint Vincent-de -Paul'ün amblemi hep üzerlerindeydi. Son derece sade olan giyimleri ve şatafattan uzak tüm tutumlarıyla beraber ettikleri fakirlik yeminine bağlılıklarını gösteren bir kolyeydi bu.

Yıllar sonra Sainte-Pulcherie'deki rahibelerden bir tek Soeur Isabel kalmıştı ki bir arkadaşımdan rahatsız olduğunu duymuş onu aramıştım. Sesimi duyduğuna sevinmiş aradığım için teşekkür etmişti. Daha sonraki bir iki yıl içinde onu kimi zaman yanında bir iki İspanyol turist olmak üzere Aya Sofia'da görmüşlüğüm olmuştu..

Bugün o güzel insanlardan geriye hiç kimse kalmadı.

Sainte-Pulcherie ya da daha sonra devam ettiğim Saint-Benoit Lisesi uzun yıllardan sonra bir çok restorasyon geçirdiler, yenilendiler, bilgisayar odaları ve bilimum modern aletlerle modernize edilirlerken bugun o eski okullarımdan geriye hiç bir şey kalmamış görünüyor. Sanki o giden insanlarla beraber bu iki okul  gerçek kimliklerini de kaybettiler. O mütevazı binalar gidip yerine şatafatlı koridorlar gelmiş , içlerinde gezen o eski insanlardan eser kalmadığı gibi benim hatırladığım herşey, tüm hatıralar da bu restorasyonlarla silinip gitmiş gibi..
/
Evet Sainte-Pulcherie senelerini geride bırakalı çok uzun yıllar geçti.
 Kızıma o yıllardan çok bahsederim.  Manastır vari bir okulda okuduğumu duydukça heyecanlanır; hele bir de izlediği manastırda geçen bir dizi de olduğu için ona sanki bir filmin içinden sahneler paylaşıyormuşum gibi gelir anlattıklarım.
O sorar, ben durmadan anlatırım, Sainte-Pulcherie'yi ve ondan da esrarengiz olan Saint-Benoit Lisesindeki yıllarımdan ona bahsettikçe ben hüzünlenirim o ise mutlu olur.


B. Ruso Galanti

4 Temmuz 2016 Pazartesi


                           

                            İÇİMDEKİ GERÇEK İNANÇ




Küçük bir kız çocuğu iken her gece yatağıma girmeden evvel annem bana sakın dua etmeyi unutma diye tembihlerdi.
Aslında dindar bir ailede büyümedim . Annem babam dinle yakından uzaktan ilgileri olmayan insanlardı. Bizim için yahudiliğin dini kısmı sadece en temel gelenekleri üstün körü yerine getirmekten ibaretti. Rosh Hashana, Pesah ve Yom Kipur dışındaki bayramlar çoğu zaman yanımızdan geçip giderken bu bayramları neredeyse hatırlamazdık bile.
Aslında belkide Gola'da . Müslüman bir ülkede yaşayan bir Yahudinin geçirdiği doğal sürecin bir parçasıydı bu.  Yavaş yavaş kimliğini unutmak.  Nasıl ki 1930'larda çıkan " Vatandaş Türkçe konuş " yasası ile o güne kadar TürkYahudilerinin ana dili olan Ladino'nun benim dönemime gelindiğinde unutulmaya yüz tutması gibi....
Ağbim Israel'deki eğitimini tamamlayıp  döndüğünde ilk Kiduş'umuzu yaptığımız güne dek Kiddush nasıl yapılır hiç görmemiştim  ( Kiddush, Shabat yemeğine başlamadan evvel  şarapla shabbat günün kutsandığı dua ) . Fakat bizim Shabat soframızın mizahı bir yönü vardı, bir taraftan Kiddush okunurken diğer taraftan  etli yemeğin yanında peynirli " Filikazlar " yani kızarmış börekler masada yan yana dururdu.  Sanırım biz fazlasıyla reformisttik ...( Ortodoks yahudilikte peynir ve etli ürünler birarada yenilmez ve aynı sofrada bulunmaz)
Aslında annemin kendine öz bir Tanrı inancı vardı . Bu dinle, kurallarla şekillenen bir inanç değildi. İnsanla kendi kişisel seçimi içinde şekillenen bir inançtı ve özgürdü.. Bu inancın önceliği iyiliği temel almaktı..Benim annem her gece bana dua etmeyi öğretti. Bu dua da herhangi bir kitaptan alıntı değildi  Sadece " Fakirler ve hastalar, ihtiyacı olanlar için mutlaka her gece dua et " derdi.
Çocuk halimle yatağıma gittiğimde ilk aklıma gelen şey o anda ellerini Tanrı'ya açarak yalvaran milyonlarca çocuktu. Bu yüzden her duaya başlağıdımda " Tanrım eğer bunca çocuğun duası arasında benim de sesimi duyuyorsan ben de senden bir iki şey rica edeceğim " derdim..
Tanrıyı, doğanın bu muhteşem kuvvetini insallaştırdığım için Tanrının bir anda bu kadar çocuğu nasıl dinleyebildiğini algılayamazdım..
Annem için, bizim için dini kuralları uygulamanın çok ötesi bir inanç vardı evimizde, o da ihtiyacı olana yardım etmekti.. Ağbim Israel'den gelir gelmez kendine bir iş açtığında annem ona şunu söylemişti; " Eğer Tanrı'nın bereketini istiyorsan kazandığın paradan bir kısım mutlaka bir fakir aileye ayıracaksın! ".  Böylece ağbim iki hasta çocuğu olan yaşlı bir bayana kazancından  her ay belli bir miktar parayı yardıma ayırmıştı.
Babamsa  ona elini açan hiç kimseyi reddetmemişti o güne dek. Oyle ki Şişli Hasat Yokuşu civarında gezen bir mahalle sarhoşu vardı. Ismini şimdi hatırlamıyorum, onu herkes tanırdı. Bu adam her zaman kör kütük sarhoştu ama zararsızdı. Babamı her gördüğünde "Ağbi ne olur der" babam da hiç reddetmezdi. Bir defasında " Bak bu kez gerçekten üzerimde para yok " diyeceği tutmuş babamın.. Sarhoş " Ağbi ne kadar istiyorsun ben sana vereyim" diye ısrarlara başlamış !! .. ( Bu arada alkolik birine para yetiştirmek ne kadar sevap o da ayrı bir tartışma konusu tabii )
Ben bu şekilde dini duygular yerine vicdanın aşılandığı bir ortamda büyüdüm.
Sinagoga hiç gitmezmiydik, giderdik. Her Rosh Hashana'da Shofari ( Shofar, Yahudilerde özellikle Rosh Hashana ve Yom Kippour gibi bayram ve özel günlerde çalınan ve genelde keçinin boynuzundan yapılan bir boru ) duymak isterdim. Bu boynuzdan çıkan kırık ses bana Tanrıya olan bir haykırışı hatırlatırdı . Aynı şekilde her Kippour 12 yaşımdan beri yavaş yavaş tutmaya başladığım orucun çıkışına yakın  son bir iki saati sinagog'ta geçirmeyi severdim.
Bir güce inanmak insanı genelde  rahatlatır değil mi?
Küçük bir çocuğun anne babası vardır.  Onlar onun için  Tanrısal bir güce eş değerdirler. Her şeye muktedir, onu her durumdan kurtaracak ve hiç yanlız ve savunmasız bırakmayacak bir kuvvettir ebeveynleri..
Büyüdüğümüzde kaybettiğimiz bu kuvvetin yerini o bilinmedik kutsal güç alır. Onsuz kendimizi savunmasız hisseder oluruz. Zor durumda sığınacak bir limandır Tanrı. Ona olan inancımız hayatın zorluklarını göğüslememize yardım eder çoğu kez.
Ben Tanrıyı ender olarak tapınaklarda aradım. Sinagoga zaman zaman gitmeyi sevsem de, kilise veya değişik tüm tapınaklara gerçekten saygı duysam da benim için Tanrı mevhumu dindar bir insanınkine göre çok farklı.

Ben  Tanrıyı yıllar evvel her gece gezdiğim kumsalda buldum.  Kendimi bu olağanüstü kuvvete en yakın hissettiğim zamanlar sadece doğanın bir parçası olduğum yerlerdeydi hep.

Tarih boyu insanlık Tanrı için en muhteşem eserleri adamak istemiş, Tevratta tüm ölçüleriyle kayıtlara geçen Beit Hamikdash' ın muhteşemliği, Vatikan'da San-Pietro Bazılıkasının ihtişamı insanlığın Tanrının gücünü yüceltmek ve ona olan inancın sonsuzluğunu ve büyüklüğünü ispatlamak adına inşaa edilmiş nice tapınaklardan iki tanesi sadece...
Kanımca tüm bu paha biçilmez yapılar Tanrının gerçek eserinin yanında sönük kalmakta..
Gözlerimi doğaya diktiğimde, uçsuz bucaksız denizin maviliğine , yemyeşil ormanların güzelliğine  baktığımda gerçek mabeti ben orada buluyorum.
Tanrı bizimle her yerde, ve özellikle bu yüce kuvvetin yarattığı eserin bir parçası olan bizim kendi benliğimizde Tanrı..
Içimizde var olan güç Tanrının bize verdiği güçtür . Bu yaradılışın bir parçası olan sonsuz kuvvettir.. Var gücüyle inanan insanların kendi beyinlerinde yarattıkları büyük bir enerjidir Tanrı...
İçindeki bu güce inanmak ve iyi bir insan olmak için sadece ve sadece vicdan sahibi olmak..
Yaratabileceğimiz en muhteşem hayat kendi vicdanımızın sesini duyduğumuz , insanı insan olarak hiç ayırmadan sevebildiğimiz hayattır.
Yahudilik, Hıristiyanlık ya da Müslümanlık belki insanları kendi içlerinde birer aile haline getirdi ama diğerlerini dışladı. Halbuki Tanrının  çocuklarını hiç ayırt etmeden sevebileceğini bir kez anlayabilseydik. Kısaca bir parçası olduğumuz doğanın içindeki değerimizin aslında eşit olduğunu hatırlayabilseydik.
Dini vecibeler yerine vicdanın en büyük mahkeme olduğunu hiç unutmasaydık.
İşte gerçek iman bu değil mi?


Batya R. Galanti

26 Haziran 2016 Pazar

   
                                                   ÇOCUKLUĞUM




Buyukada, Şehbal Sokak, Fırının karşısı....
Cocuklugumdaki yazlar aklıma özellikle kazınmış gibidirler..
Adada geçirdiğim her anın  benim için ayrı bir mutluluk olduğu bir gerçekti. 
Hele bazi anılar belki bir parça daha özel olabiliyor insan için. 
Özellikle de bir çocuk için...
O yazın ilk günü hiç aklımdan gitmez. Belki de benim için zorlu geçen bir öğrenim yılının ardından yeniden nefes almak gibimiydi o yaz..
Güneşin ilk ışıklarıyla uyandığımda kulağıma ilk çalınan ses martıların çığlıklarıydı.
Heyyyy adadayım!! Şişli'nin karanlık, puslu ve hüzünlü havasından çıkıp yeniden  bisikletime kavuştuğumu müjdeleyen martılar...ve yatağımdan büyük bir mutlulukla fırladığım anlar sanki dün gibi.
Annem sabah sabah  yazlık kıyafetleri yatagin uzerine yigmis dolapları duzenliyordu..
İlk iş kırmızı tahta ceyolarımı ( bunlar her yaz adadaki eczaneden satin aldigimiz tahtadan, ortopedik terliklerdi ) aradım. Adanın benim için neyi ifade ettiğini  sorsalardı şöyle 10 yaşlarımda iken öncelikle turuncu bisikletim Daniela sonra Ceyo terliklerim ve ardından her gün olmazsa olmaz olan deniz sefam aklıma gelirdi sanırım.
Üst üste giyilen kalın kıyafetler ve paltolara verilen ara ise ayrı bir zevkti.
Daha kahvaltımı bile etmeden aşağıya indim. Babamın bisikletimi çıkarıp çıkarmadığına baktım, Ikinci el bisiklet aşağıdaydı. Turuncu gövdesi, beyaz jantları vardı. Hafif paslanmaya başlayan jantlar umurumda bile değildi.  Babama ya da anneme bana yeni bir bisiklet neden almıyorsunuz dememiştim ben.  Elindekiyle mutlu olan bir çocuktum. Belki de birazıcık saftım.
Benim için önemli olan bisiklete binip gezebilmekti . Daha fazlası çok fazla umurumda değildi.
Beş buçuk yaşımdayken bisiklete binmeyi babam öğretmişti. Bir kaç gün içinde yardımcı tekerlekler olmadan bir iki düşüş arkasından olmuştu bu iş.
Çevik ve hareketli bir çocuk olmakla birlikte minyon sayılırdım.  Buna rağmen bisiklete binmeyi ilk öğrendiğim yazdan itibaren babamın kız bisikleti olan (!) Peugeot'suna göz dikmiştim . ( kız bisikleti idi nede olsa ! )   .
O işteyken ben her gün onun bisikletini alıyordum. Boyum daha o kadar küçüktü ki ancak ayakta binebiliyordum.  Ama inatla her gün belki biraz boy atmışsam bu kez otururken ayaklarim pedallere yetisebilir  diye kontrol ediyordum.. Taa ki bir sefer yere kütük gibi düşene dek.. 
Sonunda bir gun Dkucuk turuncu bisikletimin pabucu dama atılırken çoğu zaman Peugeot'ya binmeye başlamıştım, Arkamdan küçücük kıza bak kocaman bisiklete biniyor dediklerini hatırlarım..
Annemin arkadaşları böylece bana yeni bir isim takmışlardı; Erkek Marika ....
Aslında çok haklılardı, karakterimdeki tum masumiyete rağmen  tam bir tomboy'dum..
Çok ta suçum varmıydı bilmem . Annemin arkadaşlarının çocukları hep oğlandılar.  Ben de mecburen onlarla top oynuyor ve koşturuyordum. Hayatımdan şikayetçimiydim?  Yok hayır gayet memnundum.  Bazı ufak tefek kazalar dışında hersey yolundaydi .
Bir defasinda birinci katın merdivenlerinden sokağa yuvarlanmistim , bir kez kuzenlerimin arkalarindan koşarken beni kim çağırıyor acaba diye arkama bakayım derken hizla ağaca toslayıp basima aldigim darbeyle bayılmistim, çığrından çıkan atın nalları altında kalmistim bir yaz, ve ellerim dizlerim her tarafim kan revan icinde annem beni ilk yardima goturmustu, baska bir sefer aramızdaki yaramazlardan en küçüğünün yerde buldugu tasi bana dogru firlatmasi ile alnımı yarmasının ardindan bu kez basima pensler takilmasinin dışında hayatımdan gerçekten çok memnundum..
Beş kafadarın oluşturduğu bir çete gibiydik, o yaz birarada oldugum minik arkadaslarimiz ve ikia biz iyi çocuklar çetesiydik. Içimizde hiç kötülük yoktu.  Ne birbirimize karşı ne de başkalarına.
Her gün beraber gittiğimiz denizden dönerken  adanın çoğu yokuş olan yollarında eve dönüşün beni nasıl zorladığını anımsarım. Denizin ve güneşin ben de yarattığı yorgunluğun ardından bisikletimden inip itiştire itiştire eve dönüşlerim hep aklımda.
Nevruz yokuşunun tepesinde kuzenlerimle beraber tuttuğumuz evin girişindeki küçücük toprak parçasına bir şeyleri ekmeyi önerdiğim gün hepimizin bunu ne büyük mutlulukla karşılayıp evden getirdiğimiz küçük balta , kaşık ve bilimum aletlerle önce samandan ve çöplerden temizlediğimiz toprağı kazdığımız günlerde hepimiz 10 -11 yaşlarındaydık.. Ekmek için aklımıza gelen tek şey   fasülye, mercümek gibi baklagillerdi. Her gün suladığımız topraktan çıkan filizler deniz dönüşünde ilk kontrol ettiğimiz şeydi.. O filizler bizim için sanki bir başarıya imzaydı.. Minik bahçemiz kuru bir samandan yeşeren küçücük bir alana dönmüştü.
Bir deniz dönüşü giriş kapısını itekleyerek giren koyunun sıra sıra açan yapraklarımızı yediği güne dek  bu küçük yaratıcılık bizim için çok büyük bir mutluluk olmuştu.
Haftada bir gittiğimiz film aralarında elimize verilen harçlığa göre her birimizin satın aldığı birer şeyle filme tekrar geri girerken , birimiz tost, diğeri kola bir üçüncüsü çubuk krakeri herkesle paylaşirdı . Her bir ısırık veya bir  yudum kola bizi mutlu etmeye yetiyordu..
Erkek çocuklarıyla oynarken hayatımdan şikayet etmedim ama neyseki yanımda bir de kuzinim vardı.  O da bana kız çocuklarının  ayrı bir cadı olduklarını hatırlatırdı hep. Benden üç yaş küçüktü ama benden inatçı ve diretkendi. Kızdığı zaman  bana cimcik atarken son yumruğu konuşturan ben olurdum. Azarı da sonunda hep ben işitirdim.

12 yaşıma gelene dek erkek çocukları adada bisikletlerle polis çete oyunları oynadığım, top koşturduğum oyun arkadaşlarım oldu ..

Yıldırım Spor'da  partilere katılmaya başlayıp kızlı erkekli oluşturduğumuz ilk gruba dek..
Dansı çok seven benim kavalyem olmuştu bir çocuk . Daha o yaştan bir kıza nasıl hitap etmesi gerektiğini bilen bu küçük Don juanla bütün kış paylaştığım özel arkadaşlığın sonunda gruba yeni katılan kızlarla birlikte pabucumun dama atılmasıyla terkettiğim son partiye dek erkekler beni hep güldürmüştü. Hayatımda ilk kez yaşadığım duygusal bağ , ilk çocukluk aşkı ve ilk hayalkırıklığı bana erkeklerin sadece top oynamaya yaramadıklarını öğretmişti..

Çocukluğu geride bırakalı çok uzun yıllar oldu. Yaşanmış tüm güzellikleri de beraberinde. Ilk arkadaşlıklar, ilk ilişkiler ve hayal kırıklıklarıyla hayata ilk açılan  bir pencere olan bu dönem bize gelecekte yaşanacakların sadece küçük bir promosu gibi..


Batya R. Galanti








14 Haziran 2016 Salı


                                        GERÇEK BİR DOST


Aylardan sonra çalan telefonda eski bir dost ses duydum..Ruth...Son bir kaç yıldır zaman zaman yaptığımız telefon konuşmalarıyla süren eski bir dostluk bizimkisi..  İstanbul'dan Israele uzanan ve yirmi yıllık bir geçmişe dayanan gerçek bir  dostluk  ....
Bana hatırımı sordu, çocuklar iyi mi?  esin nasıl , herşey yolunda mı? her zamanki olumlu sıcak haliyle...onu son zamanlarda arayamadığım için çok üzgün olduğumu söyledim, çok şey olmuştu son bir yılda, bazen insan en sevdiği dostlarını bile  ihmal edebiliyor bu yüzden..
Ağır bir ingiliz aksanıyla konuştuğu ibranice ona hala zor gelirken neredeyse yarım asır yaşadığı bu ülkede bana kucak açan ilk insanlardan belki de en vefalısı....
Tekrar yıllar evveline gittim, onu tesadüfen tanıdığım 1996 yılına, sanırım Mayıs ayıydı...
O yıllarda İstanbul'da şehir içi turist rehberliği yapıyordum. Dünyanın farklı ülkelerinden gelen birbirinden değişik kültürde insanları tanımak fırsatı bulduğum bu meslek içinde çok renkli bir dünyayla karşılaşmak mümkündü..
İşte o gün de diğer günler gibi  sabah farklı otellerden toplanan turistler beni beklerlerken  otobüse bindim, her sabah olduğu gibi insanlara tek tek nereden geldiklerini sordum, bu şekilde hangi lisanlarda rehberlik yapmam gerektiğini anlamanın dışında müşteriyle ilk iletişimimi kurmuş oluyordum.
Otobüsün en ön koltuğunda oturan ortayaşlı çifte de nereli olduklarını sordum, bana ingiliz olduklarını söylediler. Herkesle tek tek konuştuktan sonra mikrofonu alarak ismimin Batya olduğunu ve gün boyunca kendilerine rehberlik yapacağımı söyledim. Bu arada otobüs Mısır Çarşısına gelmişti. Herkes otobüsten inerken otobüsün ön koltuğunda oturan güler yüzlü İngiliz bayan yanıma yaklaşarak bana , " Özür dilerim, isminizin Batya olduğunu söylediniz değil mi? diye sordu, Ben
" Evet! ", "Fakat bu bir yahudi ismi dedi".  Ben de doğrudur çünkü ben yahudiyim dedim. Benim ismim Ruth, biz aslında Israel'den geliyoruz dedi.. Ona gülümseyerek çok memnun olduğumu söylerken  çarşıya varmıştık bile..
O gün Ruth ve en az onun kadar sempatik koca göbekli uzun boylu eşi beni tanımaktan çok memnun görünüyorlardı.. Rumeli Hisarında çok sevdiği fotoğraf makinesiyle hisarin en tepesine çıkmayı tercih eden Ruth bizi aşağıda bırakırken  böyle şeyleri fazlalık olarak gören eşi İtzhak yanımda kalmıştı. Sigarası elinden hiç düşmeyen bu sevimli adam mavi gözleri boğazın karşı yakasına dalmış bir şekilde İngiltere'den Israel'e göç hikayelerinden bahsetti kısaca .  Alında çok sevdikleri İngiltere'yi bırakmalarının tek sebebinin içlerindeki Yahudi inancı olduğunu ve bu inancı en doğru şekilde yaşayacakları tek ülkenin Israel olduğunu düşündükleri için göç etmeye karar verdiklerini anlattı.
O günün sonunda Ruth'a sonbaharda Israel'e gitmeyi planladığımı söylediğimde bana adresini yazarken ısrarla bizi mutlaka ara demişti..
Hayatımda çok insan tanıdım. Çok sevdiğim halde geçmişe gömmek zorunda kaldığım , kalbimde özel yeri olan insanlar oldu fakat hayat kimi yerde bu insanları benden kopardı, kimisi vefaakar çıktı, kimisi kısa bir zaman sonra unuttu.  Ruth  bana hayatım boyunca insan olmanın, sadakatin , iyiliğin dürüstlüğün ve her durumda herşeye rağmen olumlu olabilmenin örneği bir dost oldu.
1996 yılında Israel'e geldiğimde tek başıma bir oda tuttum. Aslında hayatımda ilk kez bu kadar özgür, bu kadar rahattım bu dönemde.. Bazen insan kendiyle kalmak isteyecek kadar yorulur hayattan ve insanlardan.. O dönem Israel'deki akrabalarımın hiç biri beni pek arayıp sormadılar ( aslında bunu çok ta önemsemedim) , kimisiyle bir iki kez görüşmüşlüğüm olduysa da bir ideal uğruna çıktığım bu yolda yanlız olduğumu en başından biliyordum.
İşte bu dönem içinde  bir kişi beni  ilk günlerden arayıp sormuştu.
O kişi Ruthtu.
Sadece bir kaç saatlik  tanışıklığımızın ardından bana gösterdiği ilgi inanılmazdı.
Yıllarca koruduğumuz samimiyetin temelinde onun kişilinde bulduğum insana insan olarak verdiği değer vardı. Yeni geldiğim bu ülkede atıldığım macerada yanlız olmağımı hissettirmek için kendi adına gösterdiği çaba inanılmazdı.
Çok kez akşamüstleri buluşup bir cafe'de sohbet ettiğimizi hatırlarım.
Her fırsatta beni aramanın dışında bir çok Sabat yanlızsan bize gel daveti bu hayatta kendi için yaşamayan insanların da olduğunun bir örneği oldu Ruth..
 Sevgisini , ilgisini sözle ifade eden insanlar çok vardır fakat gerçek dostluk yapılanlarla ölçüldüğünde hayatımızda böyle kaç insan bulabileceğimiz ayrı bir gerçektir.
Haredi ( Dindar yahudiler ) kökenli bir aileden olan Ruth ve İtzhak  Israel'e geldiklerinde önce çocukları sonra kendileri seküler yaşamı tercih etmişler.
İngiletere'de maddi sorun yaşamayan aile burada da bir şirket kurmuş ve ilerlemeyi  başarmışlar. Ruth'un hayat felsefesi olmak istediğin gibi ol  ama başkalarına hep saygı duy.  Bu yüzden yeri geldiğinde domuz eti de yiyen bu insanlar kardeşlerini ve ailenin diğer bireylerini evlerinde ağırlamakta problem yaşamamak için kendi mutfaklarında kaşeruta ( yahudi kurallarına göre yemek yemek sistemine )  uymaya devam etmişler...
Onunla yıllar evvel bir cuma gittiğimiz  yaşlılar yurdunda teyzesini ziyaret etmiştik.
 Ruth işinden kalan vaktinde her cuma öğleden sonrasını teyzesine ayırmıştı.. O öğle yemeğinde hayatımda ilk kez Gefilte fish'in ( Ashkenaz yahudilerinin hazırladıkları bir balık yemeği ) tadına bakmak fırsatım olmuştu.. Her yemeği sorunsuz yiyen ben hayatımda ilk kez bu kadar tatlı bir balık yemek şansını yakalamıştım (!)

Evlendiğimin ertesi haftasında bana postaladığı iki küçük albümde beni kendi kamerasından, kendi gözünden gördüğü şekilde görüntülediği resimlerde bana olan içten dostluğunu yeniden ifade etmeyi bilmişti..

Doğum yaptığımdaysa  elinde çiçeklerle hastaneye ilk gelenler arasında yine o vardı..

Her yıl doğum günlerinde süslediği güzel kart postallarla sevindirdiği çocuklarım da Ruth'un ne kadar özel bir insan olduğunun farkındadırlar..

Ruth iki yıl evvel hayat arkadaşı İtzhak'ı kaybetti.. En iyi çocukluk arkadaşı ile birleştirdiği hayatı, aralarındaki tüm farklılıklara rağmen ömür boyu mutlulukla , herşeye rağmen büyük bir uyumla sürdürmeyi başarmış olan bu iki insan bana farklılığın mutluluk için bir engel teşkil etmediğinin ispatı oldu..

Ruth eşinin son yılında ona büyük bir özveriyle ve sevgiyle bakarken bana en kötü günde geçmişte yaşanılmış her şeyden insanın nasıl şükredebileceğinin örneği oldu yeniden. Eşiyle  geçirdiği her güzel yıl için ne kadar şanslı olduğunu hiç durmadan bugüne dek tekrar eden ve bugün onu herşeyden çok özlediğini bildiğim bu harika insan yaşadığı hayatın ve tüm insanlığın belki de her zaman en güzel taraflarını görebilmeyi bilmiş örnek biri.

Hayatımıza çok insan girer; kimisi belki girdikleri gibi çıkarken gerçek dostlar bir ömür boyu yanımızda kalır . Ruth gibileri ise bize kötülüğün ağır bastığı bu dünyada hala daha iyinin de varolduğunu hatırlatırlar...