4 Temmuz 2016 Pazartesi


                           

                            İÇİMDEKİ GERÇEK İNANÇ




Küçük bir kız çocuğu iken her gece yatağıma girmeden evvel annem bana sakın dua etmeyi unutma diye tembihlerdi.
Aslında dindar bir ailede büyümedim . Annem babam dinle yakından uzaktan ilgileri olmayan insanlardı. Bizim için yahudiliğin dini kısmı sadece en temel gelenekleri üstün körü yerine getirmekten ibaretti. Rosh Hashana, Pesah ve Yom Kipur dışındaki bayramlar çoğu zaman yanımızdan geçip giderken bu bayramları neredeyse hatırlamazdık bile.
Aslında belkide Gola'da . Müslüman bir ülkede yaşayan bir Yahudinin geçirdiği doğal sürecin bir parçasıydı bu.  Yavaş yavaş kimliğini unutmak.  Nasıl ki 1930'larda çıkan " Vatandaş Türkçe konuş " yasası ile o güne kadar TürkYahudilerinin ana dili olan Ladino'nun benim dönemime gelindiğinde unutulmaya yüz tutması gibi....
Ağbim Israel'deki eğitimini tamamlayıp  döndüğünde ilk Kiduş'umuzu yaptığımız güne dek Kiddush nasıl yapılır hiç görmemiştim  ( Kiddush, Shabat yemeğine başlamadan evvel  şarapla shabbat günün kutsandığı dua ) . Fakat bizim Shabat soframızın mizahı bir yönü vardı, bir taraftan Kiddush okunurken diğer taraftan  etli yemeğin yanında peynirli " Filikazlar " yani kızarmış börekler masada yan yana dururdu.  Sanırım biz fazlasıyla reformisttik ...( Ortodoks yahudilikte peynir ve etli ürünler birarada yenilmez ve aynı sofrada bulunmaz)
Aslında annemin kendine öz bir Tanrı inancı vardı . Bu dinle, kurallarla şekillenen bir inanç değildi. İnsanla kendi kişisel seçimi içinde şekillenen bir inançtı ve özgürdü.. Bu inancın önceliği iyiliği temel almaktı..Benim annem her gece bana dua etmeyi öğretti. Bu dua da herhangi bir kitaptan alıntı değildi  Sadece " Fakirler ve hastalar, ihtiyacı olanlar için mutlaka her gece dua et " derdi.
Çocuk halimle yatağıma gittiğimde ilk aklıma gelen şey o anda ellerini Tanrı'ya açarak yalvaran milyonlarca çocuktu. Bu yüzden her duaya başlağıdımda " Tanrım eğer bunca çocuğun duası arasında benim de sesimi duyuyorsan ben de senden bir iki şey rica edeceğim " derdim..
Tanrıyı, doğanın bu muhteşem kuvvetini insallaştırdığım için Tanrının bir anda bu kadar çocuğu nasıl dinleyebildiğini algılayamazdım..
Annem için, bizim için dini kuralları uygulamanın çok ötesi bir inanç vardı evimizde, o da ihtiyacı olana yardım etmekti.. Ağbim Israel'den gelir gelmez kendine bir iş açtığında annem ona şunu söylemişti; " Eğer Tanrı'nın bereketini istiyorsan kazandığın paradan bir kısım mutlaka bir fakir aileye ayıracaksın! ".  Böylece ağbim iki hasta çocuğu olan yaşlı bir bayana kazancından  her ay belli bir miktar parayı yardıma ayırmıştı.
Babamsa  ona elini açan hiç kimseyi reddetmemişti o güne dek. Oyle ki Şişli Hasat Yokuşu civarında gezen bir mahalle sarhoşu vardı. Ismini şimdi hatırlamıyorum, onu herkes tanırdı. Bu adam her zaman kör kütük sarhoştu ama zararsızdı. Babamı her gördüğünde "Ağbi ne olur der" babam da hiç reddetmezdi. Bir defasında " Bak bu kez gerçekten üzerimde para yok " diyeceği tutmuş babamın.. Sarhoş " Ağbi ne kadar istiyorsun ben sana vereyim" diye ısrarlara başlamış !! .. ( Bu arada alkolik birine para yetiştirmek ne kadar sevap o da ayrı bir tartışma konusu tabii )
Ben bu şekilde dini duygular yerine vicdanın aşılandığı bir ortamda büyüdüm.
Sinagoga hiç gitmezmiydik, giderdik. Her Rosh Hashana'da Shofari ( Shofar, Yahudilerde özellikle Rosh Hashana ve Yom Kippour gibi bayram ve özel günlerde çalınan ve genelde keçinin boynuzundan yapılan bir boru ) duymak isterdim. Bu boynuzdan çıkan kırık ses bana Tanrıya olan bir haykırışı hatırlatırdı . Aynı şekilde her Kippour 12 yaşımdan beri yavaş yavaş tutmaya başladığım orucun çıkışına yakın  son bir iki saati sinagog'ta geçirmeyi severdim.
Bir güce inanmak insanı genelde  rahatlatır değil mi?
Küçük bir çocuğun anne babası vardır.  Onlar onun için  Tanrısal bir güce eş değerdirler. Her şeye muktedir, onu her durumdan kurtaracak ve hiç yanlız ve savunmasız bırakmayacak bir kuvvettir ebeveynleri..
Büyüdüğümüzde kaybettiğimiz bu kuvvetin yerini o bilinmedik kutsal güç alır. Onsuz kendimizi savunmasız hisseder oluruz. Zor durumda sığınacak bir limandır Tanrı. Ona olan inancımız hayatın zorluklarını göğüslememize yardım eder çoğu kez.
Ben Tanrıyı ender olarak tapınaklarda aradım. Sinagoga zaman zaman gitmeyi sevsem de, kilise veya değişik tüm tapınaklara gerçekten saygı duysam da benim için Tanrı mevhumu dindar bir insanınkine göre çok farklı.

Ben  Tanrıyı yıllar evvel her gece gezdiğim kumsalda buldum.  Kendimi bu olağanüstü kuvvete en yakın hissettiğim zamanlar sadece doğanın bir parçası olduğum yerlerdeydi hep.

Tarih boyu insanlık Tanrı için en muhteşem eserleri adamak istemiş, Tevratta tüm ölçüleriyle kayıtlara geçen Beit Hamikdash' ın muhteşemliği, Vatikan'da San-Pietro Bazılıkasının ihtişamı insanlığın Tanrının gücünü yüceltmek ve ona olan inancın sonsuzluğunu ve büyüklüğünü ispatlamak adına inşaa edilmiş nice tapınaklardan iki tanesi sadece...
Kanımca tüm bu paha biçilmez yapılar Tanrının gerçek eserinin yanında sönük kalmakta..
Gözlerimi doğaya diktiğimde, uçsuz bucaksız denizin maviliğine , yemyeşil ormanların güzelliğine  baktığımda gerçek mabeti ben orada buluyorum.
Tanrı bizimle her yerde, ve özellikle bu yüce kuvvetin yarattığı eserin bir parçası olan bizim kendi benliğimizde Tanrı..
Içimizde var olan güç Tanrının bize verdiği güçtür . Bu yaradılışın bir parçası olan sonsuz kuvvettir.. Var gücüyle inanan insanların kendi beyinlerinde yarattıkları büyük bir enerjidir Tanrı...
İçindeki bu güce inanmak ve iyi bir insan olmak için sadece ve sadece vicdan sahibi olmak..
Yaratabileceğimiz en muhteşem hayat kendi vicdanımızın sesini duyduğumuz , insanı insan olarak hiç ayırmadan sevebildiğimiz hayattır.
Yahudilik, Hıristiyanlık ya da Müslümanlık belki insanları kendi içlerinde birer aile haline getirdi ama diğerlerini dışladı. Halbuki Tanrının  çocuklarını hiç ayırt etmeden sevebileceğini bir kez anlayabilseydik. Kısaca bir parçası olduğumuz doğanın içindeki değerimizin aslında eşit olduğunu hatırlayabilseydik.
Dini vecibeler yerine vicdanın en büyük mahkeme olduğunu hiç unutmasaydık.
İşte gerçek iman bu değil mi?


Batya R. Galanti

26 Haziran 2016 Pazar

   
                                                   ÇOCUKLUĞUM




Buyukada, Şehbal Sokak, Fırının karşısı....
Cocuklugumdaki yazlar aklıma özellikle kazınmış gibidirler..
Adada geçirdiğim her anın  benim için ayrı bir mutluluk olduğu bir gerçekti. 
Hele bazi anılar belki bir parça daha özel olabiliyor insan için. 
Özellikle de bir çocuk için...
O yazın ilk günü hiç aklımdan gitmez. Belki de benim için zorlu geçen bir öğrenim yılının ardından yeniden nefes almak gibimiydi o yaz..
Güneşin ilk ışıklarıyla uyandığımda kulağıma ilk çalınan ses martıların çığlıklarıydı.
Heyyyy adadayım!! Şişli'nin karanlık, puslu ve hüzünlü havasından çıkıp yeniden  bisikletime kavuştuğumu müjdeleyen martılar...ve yatağımdan büyük bir mutlulukla fırladığım anlar sanki dün gibi.
Annem sabah sabah  yazlık kıyafetleri yatagin uzerine yigmis dolapları duzenliyordu..
İlk iş kırmızı tahta ceyolarımı ( bunlar her yaz adadaki eczaneden satin aldigimiz tahtadan, ortopedik terliklerdi ) aradım. Adanın benim için neyi ifade ettiğini  sorsalardı şöyle 10 yaşlarımda iken öncelikle turuncu bisikletim Daniela sonra Ceyo terliklerim ve ardından her gün olmazsa olmaz olan deniz sefam aklıma gelirdi sanırım.
Üst üste giyilen kalın kıyafetler ve paltolara verilen ara ise ayrı bir zevkti.
Daha kahvaltımı bile etmeden aşağıya indim. Babamın bisikletimi çıkarıp çıkarmadığına baktım, Ikinci el bisiklet aşağıdaydı. Turuncu gövdesi, beyaz jantları vardı. Hafif paslanmaya başlayan jantlar umurumda bile değildi.  Babama ya da anneme bana yeni bir bisiklet neden almıyorsunuz dememiştim ben.  Elindekiyle mutlu olan bir çocuktum. Belki de birazıcık saftım.
Benim için önemli olan bisiklete binip gezebilmekti . Daha fazlası çok fazla umurumda değildi.
Beş buçuk yaşımdayken bisiklete binmeyi babam öğretmişti. Bir kaç gün içinde yardımcı tekerlekler olmadan bir iki düşüş arkasından olmuştu bu iş.
Çevik ve hareketli bir çocuk olmakla birlikte minyon sayılırdım.  Buna rağmen bisiklete binmeyi ilk öğrendiğim yazdan itibaren babamın kız bisikleti olan (!) Peugeot'suna göz dikmiştim . ( kız bisikleti idi nede olsa ! )   .
O işteyken ben her gün onun bisikletini alıyordum. Boyum daha o kadar küçüktü ki ancak ayakta binebiliyordum.  Ama inatla her gün belki biraz boy atmışsam bu kez otururken ayaklarim pedallere yetisebilir  diye kontrol ediyordum.. Taa ki bir sefer yere kütük gibi düşene dek.. 
Sonunda bir gun Dkucuk turuncu bisikletimin pabucu dama atılırken çoğu zaman Peugeot'ya binmeye başlamıştım, Arkamdan küçücük kıza bak kocaman bisiklete biniyor dediklerini hatırlarım..
Annemin arkadaşları böylece bana yeni bir isim takmışlardı; Erkek Marika ....
Aslında çok haklılardı, karakterimdeki tum masumiyete rağmen  tam bir tomboy'dum..
Çok ta suçum varmıydı bilmem . Annemin arkadaşlarının çocukları hep oğlandılar.  Ben de mecburen onlarla top oynuyor ve koşturuyordum. Hayatımdan şikayetçimiydim?  Yok hayır gayet memnundum.  Bazı ufak tefek kazalar dışında hersey yolundaydi .
Bir defasinda birinci katın merdivenlerinden sokağa yuvarlanmistim , bir kez kuzenlerimin arkalarindan koşarken beni kim çağırıyor acaba diye arkama bakayım derken hizla ağaca toslayıp basima aldigim darbeyle bayılmistim, çığrından çıkan atın nalları altında kalmistim bir yaz, ve ellerim dizlerim her tarafim kan revan icinde annem beni ilk yardima goturmustu, baska bir sefer aramızdaki yaramazlardan en küçüğünün yerde buldugu tasi bana dogru firlatmasi ile alnımı yarmasının ardindan bu kez basima pensler takilmasinin dışında hayatımdan gerçekten çok memnundum..
Beş kafadarın oluşturduğu bir çete gibiydik, o yaz birarada oldugum minik arkadaslarimiz ve ikia biz iyi çocuklar çetesiydik. Içimizde hiç kötülük yoktu.  Ne birbirimize karşı ne de başkalarına.
Her gün beraber gittiğimiz denizden dönerken  adanın çoğu yokuş olan yollarında eve dönüşün beni nasıl zorladığını anımsarım. Denizin ve güneşin ben de yarattığı yorgunluğun ardından bisikletimden inip itiştire itiştire eve dönüşlerim hep aklımda.
Nevruz yokuşunun tepesinde kuzenlerimle beraber tuttuğumuz evin girişindeki küçücük toprak parçasına bir şeyleri ekmeyi önerdiğim gün hepimizin bunu ne büyük mutlulukla karşılayıp evden getirdiğimiz küçük balta , kaşık ve bilimum aletlerle önce samandan ve çöplerden temizlediğimiz toprağı kazdığımız günlerde hepimiz 10 -11 yaşlarındaydık.. Ekmek için aklımıza gelen tek şey   fasülye, mercümek gibi baklagillerdi. Her gün suladığımız topraktan çıkan filizler deniz dönüşünde ilk kontrol ettiğimiz şeydi.. O filizler bizim için sanki bir başarıya imzaydı.. Minik bahçemiz kuru bir samandan yeşeren küçücük bir alana dönmüştü.
Bir deniz dönüşü giriş kapısını itekleyerek giren koyunun sıra sıra açan yapraklarımızı yediği güne dek  bu küçük yaratıcılık bizim için çok büyük bir mutluluk olmuştu.
Haftada bir gittiğimiz film aralarında elimize verilen harçlığa göre her birimizin satın aldığı birer şeyle filme tekrar geri girerken , birimiz tost, diğeri kola bir üçüncüsü çubuk krakeri herkesle paylaşirdı . Her bir ısırık veya bir  yudum kola bizi mutlu etmeye yetiyordu..
Erkek çocuklarıyla oynarken hayatımdan şikayet etmedim ama neyseki yanımda bir de kuzinim vardı.  O da bana kız çocuklarının  ayrı bir cadı olduklarını hatırlatırdı hep. Benden üç yaş küçüktü ama benden inatçı ve diretkendi. Kızdığı zaman  bana cimcik atarken son yumruğu konuşturan ben olurdum. Azarı da sonunda hep ben işitirdim.

12 yaşıma gelene dek erkek çocukları adada bisikletlerle polis çete oyunları oynadığım, top koşturduğum oyun arkadaşlarım oldu ..

Yıldırım Spor'da  partilere katılmaya başlayıp kızlı erkekli oluşturduğumuz ilk gruba dek..
Dansı çok seven benim kavalyem olmuştu bir çocuk . Daha o yaştan bir kıza nasıl hitap etmesi gerektiğini bilen bu küçük Don juanla bütün kış paylaştığım özel arkadaşlığın sonunda gruba yeni katılan kızlarla birlikte pabucumun dama atılmasıyla terkettiğim son partiye dek erkekler beni hep güldürmüştü. Hayatımda ilk kez yaşadığım duygusal bağ , ilk çocukluk aşkı ve ilk hayalkırıklığı bana erkeklerin sadece top oynamaya yaramadıklarını öğretmişti..

Çocukluğu geride bırakalı çok uzun yıllar oldu. Yaşanmış tüm güzellikleri de beraberinde. Ilk arkadaşlıklar, ilk ilişkiler ve hayal kırıklıklarıyla hayata ilk açılan  bir pencere olan bu dönem bize gelecekte yaşanacakların sadece küçük bir promosu gibi..


Batya R. Galanti








14 Haziran 2016 Salı


                                        GERÇEK BİR DOST


Aylardan sonra çalan telefonda eski bir dost ses duydum..Ruth...Son bir kaç yıldır zaman zaman yaptığımız telefon konuşmalarıyla süren eski bir dostluk bizimkisi..  İstanbul'dan Israele uzanan ve yirmi yıllık bir geçmişe dayanan gerçek bir  dostluk  ....
Bana hatırımı sordu, çocuklar iyi mi?  esin nasıl , herşey yolunda mı? her zamanki olumlu sıcak haliyle...onu son zamanlarda arayamadığım için çok üzgün olduğumu söyledim, çok şey olmuştu son bir yılda, bazen insan en sevdiği dostlarını bile  ihmal edebiliyor bu yüzden..
Ağır bir ingiliz aksanıyla konuştuğu ibranice ona hala zor gelirken neredeyse yarım asır yaşadığı bu ülkede bana kucak açan ilk insanlardan belki de en vefalısı....
Tekrar yıllar evveline gittim, onu tesadüfen tanıdığım 1996 yılına, sanırım Mayıs ayıydı...
O yıllarda İstanbul'da şehir içi turist rehberliği yapıyordum. Dünyanın farklı ülkelerinden gelen birbirinden değişik kültürde insanları tanımak fırsatı bulduğum bu meslek içinde çok renkli bir dünyayla karşılaşmak mümkündü..
İşte o gün de diğer günler gibi  sabah farklı otellerden toplanan turistler beni beklerlerken  otobüse bindim, her sabah olduğu gibi insanlara tek tek nereden geldiklerini sordum, bu şekilde hangi lisanlarda rehberlik yapmam gerektiğini anlamanın dışında müşteriyle ilk iletişimimi kurmuş oluyordum.
Otobüsün en ön koltuğunda oturan ortayaşlı çifte de nereli olduklarını sordum, bana ingiliz olduklarını söylediler. Herkesle tek tek konuştuktan sonra mikrofonu alarak ismimin Batya olduğunu ve gün boyunca kendilerine rehberlik yapacağımı söyledim. Bu arada otobüs Mısır Çarşısına gelmişti. Herkes otobüsten inerken otobüsün ön koltuğunda oturan güler yüzlü İngiliz bayan yanıma yaklaşarak bana , " Özür dilerim, isminizin Batya olduğunu söylediniz değil mi? diye sordu, Ben
" Evet! ", "Fakat bu bir yahudi ismi dedi".  Ben de doğrudur çünkü ben yahudiyim dedim. Benim ismim Ruth, biz aslında Israel'den geliyoruz dedi.. Ona gülümseyerek çok memnun olduğumu söylerken  çarşıya varmıştık bile..
O gün Ruth ve en az onun kadar sempatik koca göbekli uzun boylu eşi beni tanımaktan çok memnun görünüyorlardı.. Rumeli Hisarında çok sevdiği fotoğraf makinesiyle hisarin en tepesine çıkmayı tercih eden Ruth bizi aşağıda bırakırken  böyle şeyleri fazlalık olarak gören eşi İtzhak yanımda kalmıştı. Sigarası elinden hiç düşmeyen bu sevimli adam mavi gözleri boğazın karşı yakasına dalmış bir şekilde İngiltere'den Israel'e göç hikayelerinden bahsetti kısaca .  Alında çok sevdikleri İngiltere'yi bırakmalarının tek sebebinin içlerindeki Yahudi inancı olduğunu ve bu inancı en doğru şekilde yaşayacakları tek ülkenin Israel olduğunu düşündükleri için göç etmeye karar verdiklerini anlattı.
O günün sonunda Ruth'a sonbaharda Israel'e gitmeyi planladığımı söylediğimde bana adresini yazarken ısrarla bizi mutlaka ara demişti..
Hayatımda çok insan tanıdım. Çok sevdiğim halde geçmişe gömmek zorunda kaldığım , kalbimde özel yeri olan insanlar oldu fakat hayat kimi yerde bu insanları benden kopardı, kimisi vefaakar çıktı, kimisi kısa bir zaman sonra unuttu.  Ruth  bana hayatım boyunca insan olmanın, sadakatin , iyiliğin dürüstlüğün ve her durumda herşeye rağmen olumlu olabilmenin örneği bir dost oldu.
1996 yılında Israel'e geldiğimde tek başıma bir oda tuttum. Aslında hayatımda ilk kez bu kadar özgür, bu kadar rahattım bu dönemde.. Bazen insan kendiyle kalmak isteyecek kadar yorulur hayattan ve insanlardan.. O dönem Israel'deki akrabalarımın hiç biri beni pek arayıp sormadılar ( aslında bunu çok ta önemsemedim) , kimisiyle bir iki kez görüşmüşlüğüm olduysa da bir ideal uğruna çıktığım bu yolda yanlız olduğumu en başından biliyordum.
İşte bu dönem içinde  bir kişi beni  ilk günlerden arayıp sormuştu.
O kişi Ruthtu.
Sadece bir kaç saatlik  tanışıklığımızın ardından bana gösterdiği ilgi inanılmazdı.
Yıllarca koruduğumuz samimiyetin temelinde onun kişilinde bulduğum insana insan olarak verdiği değer vardı. Yeni geldiğim bu ülkede atıldığım macerada yanlız olmağımı hissettirmek için kendi adına gösterdiği çaba inanılmazdı.
Çok kez akşamüstleri buluşup bir cafe'de sohbet ettiğimizi hatırlarım.
Her fırsatta beni aramanın dışında bir çok Sabat yanlızsan bize gel daveti bu hayatta kendi için yaşamayan insanların da olduğunun bir örneği oldu Ruth..
 Sevgisini , ilgisini sözle ifade eden insanlar çok vardır fakat gerçek dostluk yapılanlarla ölçüldüğünde hayatımızda böyle kaç insan bulabileceğimiz ayrı bir gerçektir.
Haredi ( Dindar yahudiler ) kökenli bir aileden olan Ruth ve İtzhak  Israel'e geldiklerinde önce çocukları sonra kendileri seküler yaşamı tercih etmişler.
İngiletere'de maddi sorun yaşamayan aile burada da bir şirket kurmuş ve ilerlemeyi  başarmışlar. Ruth'un hayat felsefesi olmak istediğin gibi ol  ama başkalarına hep saygı duy.  Bu yüzden yeri geldiğinde domuz eti de yiyen bu insanlar kardeşlerini ve ailenin diğer bireylerini evlerinde ağırlamakta problem yaşamamak için kendi mutfaklarında kaşeruta ( yahudi kurallarına göre yemek yemek sistemine )  uymaya devam etmişler...
Onunla yıllar evvel bir cuma gittiğimiz  yaşlılar yurdunda teyzesini ziyaret etmiştik.
 Ruth işinden kalan vaktinde her cuma öğleden sonrasını teyzesine ayırmıştı.. O öğle yemeğinde hayatımda ilk kez Gefilte fish'in ( Ashkenaz yahudilerinin hazırladıkları bir balık yemeği ) tadına bakmak fırsatım olmuştu.. Her yemeği sorunsuz yiyen ben hayatımda ilk kez bu kadar tatlı bir balık yemek şansını yakalamıştım (!)

Evlendiğimin ertesi haftasında bana postaladığı iki küçük albümde beni kendi kamerasından, kendi gözünden gördüğü şekilde görüntülediği resimlerde bana olan içten dostluğunu yeniden ifade etmeyi bilmişti..

Doğum yaptığımdaysa  elinde çiçeklerle hastaneye ilk gelenler arasında yine o vardı..

Her yıl doğum günlerinde süslediği güzel kart postallarla sevindirdiği çocuklarım da Ruth'un ne kadar özel bir insan olduğunun farkındadırlar..

Ruth iki yıl evvel hayat arkadaşı İtzhak'ı kaybetti.. En iyi çocukluk arkadaşı ile birleştirdiği hayatı, aralarındaki tüm farklılıklara rağmen ömür boyu mutlulukla , herşeye rağmen büyük bir uyumla sürdürmeyi başarmış olan bu iki insan bana farklılığın mutluluk için bir engel teşkil etmediğinin ispatı oldu..

Ruth eşinin son yılında ona büyük bir özveriyle ve sevgiyle bakarken bana en kötü günde geçmişte yaşanılmış her şeyden insanın nasıl şükredebileceğinin örneği oldu yeniden. Eşiyle  geçirdiği her güzel yıl için ne kadar şanslı olduğunu hiç durmadan bugüne dek tekrar eden ve bugün onu herşeyden çok özlediğini bildiğim bu harika insan yaşadığı hayatın ve tüm insanlığın belki de her zaman en güzel taraflarını görebilmeyi bilmiş örnek biri.

Hayatımıza çok insan girer; kimisi belki girdikleri gibi çıkarken gerçek dostlar bir ömür boyu yanımızda kalır . Ruth gibileri ise bize kötülüğün ağır bastığı bu dünyada hala daha iyinin de varolduğunu hatırlatırlar...




31 Mayıs 2016 Salı

 03/06/2016


                                           
                                     EĞİTİMİN BAŞI SEVGİ


Bir haftadır geçmeyen nezlenin ardından oğlum  Salı akşamı birden ağır ağır nefes almaya başlayınca doktoruna götürdüm ve tabi her zamanki gibi buhar tedavisine başladık.. Okula gidemeyişinin ikinci gününde öğretmeni aradı " Gal nasıl ?,  Durumu anlattım.  Dün sabah öğretmeni bu kez sınıf arkadaşlarıyla beraber tekrar telefon açıp Gal'e " Bir an önce iyileş " mesajlarını ilettiler. Telefonu kapattıktan sonra oğlum bana  gülümseyerek " Anne hasta olmanın iyi bir tarafı var biliyormusun " dedi;  " Öğretmenin ve arkadaşların seni arayıp bu şekilde sevindiriyor...Peki seni de ararlarmıydı hasta olduğun zaman?

" 'Hayır oğlum beni aramazlardı!"...

Bizde  hasta olduğumuzda kimse aramazdı... Öyle bir gereksinim duyulmazdı. Çünkü eğitim ve öğretim anlayışı bugün burada şahit olduğum anlayıştan çok uzaktı. Hiç bir yönden mukayese kabul etmeyecek kadar değişikti.

Okulu sevmeyi çok istedim aslında.  Hayat boyu içimde, yüreğimin derinliklerinde bir yerlerde okul ve öğrenim sevdası olmasaydı belki daha ortaokulda iken okulu terketmiştim..

İlkokul sıralarından talihsiz başlayan okul maceram sonuna kadar ağır aksak gitti. Sebepleri zaman zaman kişisel de olsa Türkiye geneli açısından  öğrenim sürecinin çocuklar için neyi ifade ettiğine baktığımda, en azından benim dönemimde bu yoldan geçenlerin içinden bir çoğunun okula güle oynaya gitmediklerinden eminim..

Sevgiden, destekten ve özveriden uzak bir eğitim sistemi içinde yetişmiş olmak bence ben ve benden önceki nesillerden gelenler için çoğu zaman bir sorundu.

Oysaki bir toplumu ileri seviyelere götürmenin ilk şartlarından biri çocuklara doğru temeller üzerinden bir hayat yolu çizmek değil mi?

Peki bu temeller nedir?

Bence bir nesil yetiştirmenin ilk temel şartlarından en önemlisi " sevgi" dir.

Çocuklar çiçektir deyip  korku toplumu yaratanların sonradan acaba biz neden ilerlemedik diye sormaya hakları yoktur bence..

Türkiye'de insanlar ilk çocukluk yıllarından itibaren sindirilirler.  Bu en azından yirmi yıl evveline kadar böyleydi. Hoş bugünkü Erdoğan Hükümetiyle Türkiye'de bazı şeylerin daha iyiye gitmiş olacağını düşünmek komik olur sanırım.

Toplumun her alanında korku ve sindirmek hakimdi..

Bu en temel eğitim olan ilkokuldan başlayıp eğitimin tüm kademelerinde bu şekilde devam ederken, sistemin tümüne yansıyan şahsiyetsiz bir toplum yaratılır. Kişiliği gelişmemiş ezik insanlar. Hiyerarşik yapıya göre bir üste söz söylemeye hakkı olmayanlarla , müdür olunca kompleksli geçmişinin acısını kendi altındaki memurlardan çıkaranlardan oluşan bir toplum yaratılır..

Benim ilkokul öğretmenim her fırsatta çocukların tepesine şaplak atmaktan adeta haz alırdı .
Nedenini anlamadığım bir çok kez kafama var gücüyle vurduğunu hatırlarım. Bir kez kalemim yere düşmüştü arkamdaki çocuk ta nedense kalemime sahiplenme gereği duyarak yerden alıp vermemeye karar verince elinden çekip geri almak istemiştim . Birden saniyeler içinde bir kuvvet kulağımdan beni önüme doğru çevirdi.. Kulağım çok acırken ne olduğumu şaşırdığımı ve küçük düştüğümü hissettiğimi hatırlıyorum..

Ortaokulu ve liseyi Türkiye'nin en seçkin okullarından ikisinde okumuş olmama rağmen bir çok şey bu okullarda bile çok farklı değildi..

Ortam çocuğa ve insana dost olmaktan kanaatimce bir hayli uzakti.  Sahsım adına o soğuk hapishane izlenimi yaratan gri duvarların arkasında eğitmen olarak çalışan bir çok öğretmenden çok hayalkırıklığı yaşadım. Oncelikle insancıllık açısından..  ( Bu arada sevgiyle hatırladığım hocaların da olduğunu söylemeden geçmem mümkün değil...)

Dersleri mükemmel, performansları doksan yüz olan bir avuç arkadaşım ya da ortanın üzeri notlar  almayı başarıp sınıfı rahatlıkla geçen bir diğerleri belki karşı çıkarlar bu sözlerime.
 Fakat bir eğitmen bir sınıfa girdiği zaman sadece mükemmel ya da başarı oranı iyinin üstünde olan talebelerle performansını ölçemez..  Sorunlar yaşayan ya da kapasitelerinin altında başarı gösteren çocuklara yardım etmek bir öğretmenin ilk ödevlerinden biri olmalı ve olmalıydı her zaman.

Her sınıfta böyle çocuklar mevcuttur.  Eğer ileri bir toplumda yaşıyorsunuz tanık olacağınız şey  okulun ve öğretmenlerin böyle çocuklara yardım etmek için harcadıkları çabadır.. Çünkü her çocuğun içinde mutlaka bir cevher mevcuttur.  Türkiye'de ise bırakın zorlanan çocuklara destek olmayı öğretmenin öğrencilerle bir olup bir tekmeyi de kendisinin attığını şahsen bilirim.

Ortaokulumdaki  Psikolog Danışmanın okulun popüler kızlarıyla olan karşılıklı sempatisi dışında gerçek sorunlarla boğuşan ve yardıma ihtiyacı olan talebelere ne kadar yetiştiğinden emin değilim

Sevgi ve ihtimam bir çocuğu yoktan var edebilir oysa..

Topluma kazandıracağınız her insan bir ülkenin geleceğinin güvencesidir

Buna karşılık korkuya dayanan öğretim sistemi ezberci zihniyetle birleşince üretken bir toplum yaratmak nasıl mümkün?

Öğretmen korkusuyla bildiğini de unutan,  her sene tekrar tekrar önüne getirilen  şiirleri çok kez  anlamadan bağıra çağıra okuyan , Atatürk söylevlerini  hafız gibi ezberleyen öğrencilerin laikliğin ve modern Türkiye'nin aydınlık  geleceğinin teminatı olamadıkları bugün açıkça ortadadır.

Bir ülkeyi gerçekten kurtaracak olan çocuklar kişiliğini ve düşüncesini ortaya koymaktan çekinmeyen çocuklardır.  Böyle çocuklarsa demokratik ve liberal bir eğitim ortamı içinde yetişebilirler.

Disiplinin korku sınırlarını zorladığı,  tek tip insan modeli yetiştirmek için kalıpların dışına çıkmayan, model seçilen sistemin bir fabrikasyona döndüğü, eleştiri ve serbest düşüncenin her şekilde ket vurulduğu bir ülkede gelişmiş bir nesil yetiştirmek nasıl mümkün ?

Ya da bir diğer deyişle kendileri olmalarına izin verilmeyen çocukların ileride mutlu insanlar olmalarını beklemek ne mümkün?

Okulu bitirdikten sonra yaşadıkları travmaları atlatmak için yıllarını psikolojik tedavilerle geçirmek zorunda kalmayacak nesiller için, yüzleri gülen insanlar yaratmak için , düşündüğünü söyleyen, hayallerini gerçeğe çeviren bir toplum için eğitim demek " sevgi " demek olmalı herşeyden önce....

Sevgiyle kalın!!


Batya R. Galanti

23 Mayıs 2016 Pazartesi


                                            HERŞEYE RAĞMEN



Pencereden okulun bahçesinde oynayan üç çocuk gördüm.  Uç küçük yaramaz, diğer talebeler neredeydi,  neden tek başlarına avludaydılar bilmiyorum. Bu üç yaramaz olabildiğince bağırıyor,  oraya buraya koşuşturuyorlardı. Saat tam 10:00'u gösterdiğinde uzun ve kuvvetli bir siren çalmaya başladı ve çocuklar birden oldukları yerde kalakaldılar. Her biri dimdik duruyordu. Bedenleri güçlü ama başları eğikti...Sekiz ya da dokuz  yaşlarında olan bu çocuklar Ortadoğu'nun daha bahar ayları olmasına rağmen kızgın olan güneşinin altında oynarken doğdukları ülkenin gerçekleri ile büyüyorlardı.. geçmişle bugün arasında hiç bitmeyen  hüzünle günlük yaşamda hiç bir şey olmamışçasına devam eden bir hayatın olduğu bu ülkede .. Normal şartlarda susturmanın ve sakinleştirmenin mümkün olmadığı bu yaramazlar  kimsenin onlara bir uyarıda bulunmasına gerek olmadan saygı duruşuna geçmişlerdi ...

 O an 23 477 şehidin anısına iki dakika için hayat durdu.. Bir nefeste bu küçücük vatan toprağı için ölen gençler, terörün en beklenmedik anda aldığı canlar için iki dakika.... İnsan hayatının bir hiç değerinde olduğu Ortadoğunun kaderini paylaşmak böyle bir şey işte.. Yaşamak ve yaşatabilmek için savaşmak zorunda kalmak . Bu ülkenin kurulduğu ilk günden bugüne değişmeyen gerçeği...

Siren bitince çocuklar tekrardan oyunlarına devam ettiler . Hayatımız gibi her savaş sonu sarılan yaraların ardından yaşamın olduğu yerden devam etmesi gibi.. Bu ülkenin ayakta kalabilmesinin tek kuralı tüm acılara  rağmen dimdik ayakta durmaya devam etmek. Bu milletin asırlar boyu geçirdikleri karşısında hayati hala göğüsleyebilmesinin,  hala daha varolabilmesinin sırrı gibi.. Diğer yandan ölümün yaşamdan daha çok değer kazandığı bir bölgede varolmak hayatınızı kaderine terk edemeyecek kadar tehlikelerle kuşatabiliyor insan için..

Farklı coğrafyalarda yaşayanların neyi anlatmak istediğimi anlamaları eğer mümkün olsaydı bugünkü Israel gerçeklerine belki bir derece farklı bir noktadan bakmayı başarabilirlerdi..

Aslında Israel'de çocuk olmak bambaşka bir özgürlüktür  ama  bu özgürlük onlara  bu topraklarda bu vatanın varlığını sürdürebilmesi  için ödeyecekleri bedel üzerinden verilmiş bir şeydir .

1800'lerden bu yana  kurulan ilk moshavlarla geri dönmeye başladıkları bu topraklar yahudiler için yüzyıllar boyu arayıp bulamadıkları bir " özgürlüğe "  kaçıştı aslında, Tanah'ta Tanrı'nın onlara vaadettiği bu topraklardan başka hiç bir yerde bulamadıkları özgürlüğe....

Gerçek anlamda yaşam demek özgür olmak demek değil mi? ;  hayatını istediğin gibi yönetebilmek, korkmadan yaşamak hakkı, üreterek, gelişerek,  büyüyerek,  hep ileriye giderek... Bu yüzden her insan kendi yuvasında yaşamalı değil mi? Her ulusun, her milletin iyisiyle kötüsüyle kendine ait bir devleti olması gerektiği gibi.. Karşınızda size quenelle işareti yapanlara karşı duracak bir hükümetin olacağı, demokrasi adına sizi hedef alan kitlelere ses getirecek bir kuvvetin olduğu bir yerde yaşamak.. Sizin siz olarak görüldüğünüz ve kimliğimizin kaderinizi değiştirmediği gerçek bir yuva..

Israele gelen ilk göçmenler Ruslardı. Pogromlardan kaçan ilk göçmenler Rusya'da hiç bir zaman yapamamış oldukları işi yapmak için bu yarı çorak ülkeye geldiler, tarım yapmak, bu çorak toprakları işlemek için, özgür olmak için..

Toprağı işlemek özgürlüktür, bir yere ait olmaktır, o toprağın ürününü toplamak ve tüketmek ve yeniden ekmek, ürününüzü satmak ve sahip olmak, özgürlüğünüzü sonuna kadar yaşamak için size ait olanı işlemek.....Yahudiler uzun zaman ne Avrupa'da ne de Rusya'da toprak sahibi olamamışlardı çünkü yaşadıkları yerlere ait değillerdi..

1800'lerin sonunda Filistine geldiklerinde burada yaşayan sadece 250.000 kadar nüfus mevcuttu, Osmanlı idaresindeki bu yerler büyük oranda çöldü ve medeni tüm unsurlardan çok uzaktı o zamanlar kutsal topraklar.. İlk siyonist akımın göçmenleri Araplardan satın aldıkları topraklarda tarım yapmaya başladılar buralarda çiftlikler kurdular toprağı ektiler ve hayvancılığa başladılar...

Bu millet buraya yoktan var etmeye geldi.

Filistin diye anılan bu yerlerde yaşayan yahudilere  Filistinliler dendi, bu topraklarda Filistinli Araplar,  Filistinli Hıristiyanlar ve yine Filistinli  Yahudiler vardı o zaman.. Kendi elleriyle topraklarını satan Araplar bir süre sonra Yahudilerin çiftliklerine saldırmaya başladılar, hayvanlarını çaldılar, yuva çocuklarını katlettiler ..Neden? O güne dek bu yerlerde bedevi hayatı süren bu insanlar kendi elleriyle sattıkları topraklarda birden yeşeren, ürün veren  bir vaha keşfettiler, bu adeta bir mucizeydi ..

Yahudiler bu topraklara geri dönmeye başladıkları günden itibaren Araplar için  o güne dek pek bir anlam taşımayan bu yerler,  ağızlarına bile  almadıkları Yerushalayım ( Kudüs ) ve tüm Israel toprakları birden  herşeyin ötesinde bir anlam kazandı..

Bu şekilde 1948'e gelene dek önce Osmanlı  daha sonra da İngiliz mandası yıllarında hiç bitmeyen Arap ayaklanmaları Yahudilerden de  çok Arapların kendi canlarına mal oldu.
Tarihin hiç bir safhasından ders çıkarmayı beceremeyen bu halk Israel Devletinin yanında kurulacak bir Filistin Devletine ise karşı çıktı, daha önce hiç sahip olmadıkları bir devleti ellerinin tersiyle geri çevirdiler; birlikten ve gerçek ulus olmak için gereken özelliklerden uzak olan Arap halkı daha iyi, daha insanca bir gelecek yolunda yapıcı adımlar atmak yerine savaşı tercih etti..

Ben  bahçede oynayan çocuklara baktım yeniden;  " Şehitleri Anma " günü için üzerilerinde her biri beyaz T-shirtleriyle okula gelen ufaklıklar içeriye girmişlerdi.

Bu ülkede çocuklar için ne kadar emek sarfedildiğini düşündüm, ve bu emeğin sonunda kimi çocuklar sadece 20 yasına geldiklerinde  gençliklerini, hayallerini ve sevdiklerini bırakarak ebediyete gidiyorlar..Onlara o güne dek verilen kucak dolusu sevgi, ihtimam bir anda anlamsızlaşıveriyor; bitmeyen bir savaşın arkasında kaybedilen her can bir hayatın sonsuza dek sönüşü , bir ailenin geriye dönülmez yıkımı....

Çocuklar bir toplumun geleceğidir; gelişmiş ülkelerde her çocuk bir hazine gibi görülür; her bir çocuğun mutluluğu ve başarısı için aile ve toplum elbirliği içinde çalışır. Devlet çocukların başarısı için elinden gelen desteği verir. Amaç önce mutlu ve daha sonra başarılı bir toplum yaratmaktır.

Israel'de çocuk son derece serbest bir ortam içinde yetiştirilir. Kararlı, ne istediğini bilen ve sözünü sakınmayan yırtık çocuklar.. Küçücük yaştan tüm serbestliğin ve her tür imkanın sunulduğu çocuklar , tüm bunlara rağmen çok küçük yaştan kendi kendilerine yetmeyi öğrenirler. Çalışan anne babaları onların omuzlarına daha ilkokul çağlarında yavaş yavaş bir çok sorumlulukları yüklemeye başlarlar..
15  16 yasına gelen gençlerse okuldan sonra belli işlerde  günde bir kaç saat çalışmaya başlarlar, Amaç anne babaya bağımlı olmadan yaşamak , istediklerini elde etmek için kendi ayaklarının üzerinde durmaya başlamak.. En orta gelirli çocuktan en zenginine bu kural değişmezdir. Burada çocuklar anne babaları gibi azimli ve çalışkandırlar.. Bitmeyen bu koşturmadan yorulmayan bu toplum arı gibi çalışır.. Yaz tatilinde küçükler yaz kamplarına giderken gençler tatillerini aylak aylak geçirmezler. Ilk yardım kuruluşu , hayvan barınakları ve bilimum toplumsal kurumlarda  gönüllü hizmet vermenin dışında hepsi yazın cep harçlığı için çalışır...

Israeli bu bölgedeki diğer toplumlardan ayıran en büyük nitelik te bu değil mi? Başarısındaki sır.. bu küçük ülkenin sadece son 10 yıl içinde kazandığı 7 Nobel ödülü, bu toplumun eğitime verdiği önem, insanların bitmek tükenmek bilmeyen azminin simgesi...

17 yasındaki kızım  gece gündüz sadece dersleri için, sınavları için didiniyor,  sınıfındaki tüm çocuklar gibi. Fakat bir yerlerde kimileri için bazı şeyler çok farklı...  Geçenlerde  TV'de Gazze'deki çocukları izledim. Ana okulu çocukları Gazze'de tiyatro sergiliyordu. Bu tiyatro bildiğimiz çocuk tiyatrosundan çok farklıydı. Bu tiyatroda üç dört yaşındaki çocuklar kafalarında kefiyeler ellerinde oyuncak bıçaklarla Yahudileri bıçaklıyorlardı. Yerlerde ölü taklidi yapan minicik kızlar ve oğlanlar... bebek yaşta insan katletmeyi öğreten büyüklerinin  onlara layık gördükleri gelecek umudu değil ölümü çağrıştırıyor daha çok..  Bu çocuklara gelecekte ne olacaksın diye soranlara onlar bir kerede " Shahid! " diye cevap veriyorlar..

Hamas Lideri  " Sizler hayatı kutsal sayıyorsunuz bizlerse ölümü!!" derken  Gazze'nin geleceğinin nasıl bir şekilde çizildiğini kısaca anlatıyor aslında..

" Yahudileri ve Hıristiyanları kendinize dost edinmeyin, onlar ancak birbirlerinin dostudur diye başlayan her vaaz bu insanların beyinlerindeki parlak geleceği yok etmektedir.

Sorun sadece toprak alıp toprak vermek olsaydı, sonunda mutlaka bu iki halk bir gün barışmak şansına sahip olabilirdi, fakat sorun bağnazlık ve eğitimsizlik, sorun körpe beyinlerin karanlıkta kalması, sorun hayata gözlerini açtıkları ilk günden  Gazze'de , Sana'da,  Bağdad'ta, Kahire'de doğan çocukların onların sorumluluklarını olgunlukla üstlenecek insanların ellerinde büyümemeleri;  işte bu yüzden barış için umut beslemek çok daha zor.

Israel'de aylardır devam eden, cafelerde, otobüslerde caddelerde insanları hedef alan bıçaklı saldırıların bir çoğunu yapanlar daha ergenlik çağındaki küçükler; Yerushalayım 'deki tramvay'da etrafına bir anda saldırmaya başlayan 12 yasındaki çocuk , yine Yerushalayım'de  şekerleme satın alan  çocuğu komaya sokanlar sadece 13 yasındaki körpecikler..

Elindeki bıçakla  başkalarına da saldırmak için koşmaya devam eden 13 yasındaki ufaklığın saflığını, çocukluğunu çalanlar kimler? Ölümlerinin arkasından " Onunla gurur duyuyorum " diye övünen anne babaların çocuklarına olan sevgileri onların  ölümlerini arzu edecek kadar mı ?

Ortadoğu, dünyanın geriye kalan tüm coğrafyalarından farklı bir yapıya sahip. Dünyanın hangi bölgesine bakarsanız bakın insanlık başkalarına timsal olacak örneklerle ortaya çıkar, Güney Amerika bile, Asya ülkeleri , Avrupa ve Kuzey Amerika icin söz söylemeye bile gerek yok.
Dünyada geriliğin ve barbarlığın en korkunç şekline  tanıklık eden tek yer Ortadoğu. Yüzyıllardır değişmeyen kavramlar, aydınlığa karşı olan direniş insanı ürpertiyor.

Beş yıl önce başlayan Arap baharı çok kısa zamanda büyük fırtınalar kopararak  kara kışa döneli bu bölge kana doymuyor..

İsveç Dışişleri Bakanı Margot Wallstrom  bundan iki ay kadar evvel , Avrupa'da yaşanan Mülteci sorununu hiç süpriz olmayacak bir şekilde Filistin-Israel sorununa bağladı..

14. yüzyılda kedileri imha eden Avrupayı sıçanlar basınca iyice yayılan veba salgınında yahudileri suçlu gösteren Avrupa'nın 21. yüzyıldaki Ortadoğu  Radikalizminin   yansımalarından Israeli sorumlu tutması çok şaşırtıcı değildir. Avrupa her sıkıştığında Israeli suçlarken ortadaki gerçek problemi göz ardı etmeye devam ediyor..

Bu arada akşam oldu, " Şehitler Günü"'yle birlikte her yıl olduğu gibi büyük hüzünle anılan çoğu genç insanın ardından Israel'de " Cumhuriyet Bayramı " başladı. Havai fişekler ve muhteşem gösterilerle birlikte ..  Yirmidört saat süren hüzün yerini coşkuya bıraktı. Dedim ya Israel böyle bir ülke hüzün ve sevincin birbirinin içinde varolduğu belki de tek yer...
Tüm yaşanılanlara rağmen hayata olan bağlılığın kimsenin tahmin edemeyeceği kadar güçlü olduğu bu halk hayatı göğüslemeye  ve sevmeye devam ediyor, yaşamak için, ileriye gitmek için  ve özgürlük için...


Batya R. Galanti.





4 Mayıs 2016 Çarşamba


                              SOYKIRIMIN BANA DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ




Israel'de Holocaust Haftası bu hafta....

Bu akşam her yıl olduğu gibi hüzünlü bir törenle başlayacak  ve yirmidört saatlik bir anma gününün ardından bütün hafta bu konu  gündemdeki yerini koruyacak; toplantılar, konuşmalar, dokümanterler ve filmler; okullarda çocuklara yaşananları anlatacaklar  Holocaust'un ardından sağ kalmayı başaran insanlardan geriye hala hayatta kalan son tanıklar...

Israel'de Shoah'nin bize kaybettirdiklerini andığımız şu günlerde İngiltere'de İşçi Partisi üyesi Ken Livingstone İngiliz siyasetinde ardı arkası kesilmeyen antisemitik çıkışlara bir yenisini ekledi..
Ken Livingstone'a göre " Hitler bir Siyonistti "!!. Bu sözler  yaşadığımız onca korkunç şeyin ardından geçen yıllar içinde  hiç bir şeyin asla değişmediğini sadece bir kez daha hatırlattı.

Yıl 2016, hala sokaktaki küçük insandan  dünya politikasına imza atan liderlere , ünlü gazetecilere kadar kimi zaman  belli belirsiz bir mesafeli duruştan bazen azılı düşmanlığa varan bu tanıdık duyguları taşıyan kitleler her yerde kendini göstermeye devam ediyor....

Israel'de, biz Yahudiler II. Dünya savaşında bir hiç uğruna kaybettiğimiz canları anarken dünyada kalan 7.4 milyar insanın  büyük bir bölümü ne 1939-45 yıllarında bir milletin yok edilişi hakkında  en ufak bir fikri olmadan ne de insanlığın yaşadıkça çevresine ve diğer tüm varlıklara ne kadar zarar vermeye devam ettiğinin bilincine varmadan günlük hayatına devam edecek...

Bundan  bir kaç yıl evvel Sainte-Pulcherie yıllarında bana en yakın arkadaşlarımdan biri Facebook sayfasında " Schindler'in Listesi"  filminin müziğini paylaşmıştı. Paylaşımının  üzerine ısrarla iliştirdiği banal duyguları beni istemeden şaşırtmıştı:  " Bu filmi seyrettiğim zaman bende en ufak bir etki yaratmadı, sadece müziğini sevdiğim için paylaşıyorum  derken arkasından  " bu arada bu melodi bana üniversite yıllarımdaki bir hocamın o zamanlar söylediği sözleri hatırlattı; bunlar Holywood'da bir kaç yılda bir  bu mezalimi anımsatan filmleri yapmadan duramazlar" .......

Bu arkadaşım Notre Dame de Sion'u bitirmiş ve sonunda avukat olmuş, sonuçta  eğitim görmüş biri... Çocukken okumuş insanların, iyi aile çocuklarının daha ılımlı daha az ırkçı, daha az antisemit olmaları gerektiği şeklinde bir yanılgıya kapılırdım.. Çocukça bir saflık işte!!

O gün arkadaşıma dün Yahudilere yapılanlardan ders almayan insanlığın yarın Almanya'da Türkleri yakabileceğini yazdığım zaman da tepkisizliğini korudu..

Onunla aynı gün uzun senelere dayanan arkadaşlığım  bu şekilde son buldu; sadece Yahudi olduğum için...

İnsanlık kendinden olmayana yapılanlara tepki vermedikçe ya da bir başka deyişle kendinden olmayanı sevmedikçe ne ırkçılık ne de savaşlar biter..

Bu yüzden binlerce yıldır savaşlar bitmiyor. Eğer bir kez yapılan bir hata insan için ders olsaydı uzun zaman önce yeryüzü bir cennet bahçesine dönebilirdi..

 Tevrat'ın Tekvin bölümünde  Kayin ve Hevel örneğine baktığımızda kötülüğün insanoğlunun ilk tohumlarıyla yere düştüğünü görürüz.  Tekvin'de yeryüzündeki ilk aile örneği Adam ve Hava'nın iki oğlundan Kayin kardeşi Heveli,  Tanrı tarafından daha çok kabul gördüğüne inandığı için kıskanarak öldürdüğü anlatılır.  Tevratta yazılanlar belki bir masal veya mitoloji de olabilir; fakat 3500 yıllık bu kitap bize herşeye rağmen kötülüğün ve kıskançlığın insanlık için ne kadar eski bir olgu olduğunu hatırlatmaya yetiyor.

Karşındakini kendin gibi seveceksin kuralı sadece kutsal kitaplarda kaldıkça ayırımcılık ve ırkçılığın her türü varolmaya devam edecek...

İnsan doğasının iyilikten çok kötülüğe meyilli olduğu tarihin her döneminde yaşanmış ve hala yaşanmaya devam eden olaylarla tescillidir.

İnsan ayrımcılığı en primitif şekliyle temel fiziksel özelliklerden başlayarak, kültürel, dini , ekonomik farklılıklar üzerinden kendine hep bir yol bulur..

Bencillik ve çıkarcılığın ırkçı yapısıyla birleştiği insan kendisinden görmediği her şeyi yok etmekte.. Bunda kimi aktif bir rol alırken kötülüklere ses çıkarmayan  çoğunluksa dünyadaki yıkıcı güce pasif bir onay vermektedir.

Bu yüzden üçüncü dünya ülkelerinde din, ırk, çıkar uğruna insanlar kitleler halinde katledilirken dünyanın ekonomik gücünü elinde tutan refah ülkelerinde yaşayan insanlar sabah kahvaltılarında  kahve ile kruasan yemeğe devam ediyorlar..

Bağdad'ta  patlayan bombada parçalanan bedenlerin haberi insanin yanından geçip gidiyor. 
Afrika'da , Ortadoğu'da ölenlerin başlarına biçilen değer basında üçüncü dördüncü haber kadardır .. Daash'in kuzey Irak'ta başlarını kesttiği Yezidiler ya da Şiiler ise kimin umurunda?
Günlük yaşamında en yakınındakinin acısına duyarsız kalan insanın uzak diyarlarda yaşanılan felaketlere tepki göstereceğine inanmak saflık olur sanırım.

Yıllar öncesinde Aushwitz'de  her gün binlerce insanın cansız bedenleri sistematik olarak yok edilirken kampın  bitişiğindeki Solahütte adı verdikleri rezidanslarında Nazi subayları aileleriyle hoş vakit geçiriyorlardı. Küçük nazi çocukları bacalardan çıkan ölüm kokusunu babalarının sevgi dolu kucaklarındayken solurken her saniyesi binlerce insanın dehşet dolu sonlarına tanıklık eden bu yerler onların en güzel anılarıyla bütünleşiyordu.

Sevgi ve caniliğin bu derece içiçe geçişi insanı dehşete düşürüyor.

Yaşamla ölümün, sevgiyle nefretin içiçe geçtiği bu denge içinde insanın geçirdiği tarih şeytanla meleğin kavgası gibi. İnsan yaşadıkça yok etmeye devam ediyor; bunun farklı olmasını hayal etmek bir çeşit ütopia gibi..

İnsan katlettikçe içindeki Tanrıyı bir kez ve bir kez daha yok ediyor...



Batya R. Galanti




26 Nisan 2016 Salı




                                     
                            YAHUDİ NEFRETİNİN YENİ YÜZÜ




1939-45 Yılları insanlık için en büyük trajedilerden birinin yaşandığı yıllar oldu..

Tüm dünya devletlerinin bir şekilde etkilendiği tarihin en acımasız savaşında 50 milyondan fazla insan ölürken Yahudiler bu savaşı (Avrupa'daki ) nüfuslarının neredeyse üçte ikisini kaybederek geride bıraktılar.

Tarih boyu kendilerinden görmedikleri Yahudileri çok kez sınır dışı etmiş, kitleler halinde yok etmiş olan Avrupa bu kez çok ileri boyutlarda bir katliamın sorumlusuydu .

Almanya'da doğup gelişen  aşırı  milliyetçi  akımların getirdiği sonuçlar ( sadece yahudiler için değil ) ırkçılığın insanlığın  düşünemeyeceği kadar yok edici bir etkiye sahip olduğunun ispatıydı.

Bu da 1945 sonrasını izleyen yıllarda Avrupa'nın  bir savaş sonrası psikolojisi geliştirmesine neden oldu.

Yaşanan korkunç yıkımdan, yitirilen hayatlardan , yıkıntılarından yeniden doğan Batı'da  ayırımcılık ilk kez utanç olarak görüldü.. Yahudilere karşı olan nefret  ilk kez ifade edilmesi ayıp bir kavram olarak algılanmaya başlandı..Yaşanılan ve  yaşatılan korkunç olayların  yarattığı bir çeşit korunma psikolojisiydi belki de bu.; demokratik, liberal ," hümanist " , yeni avrupanın çizdiği yeni imajın bir parçası olarak ta açıklanabilirdi bu tutum.

Her şey dıştan değişmiş gibi göründü..

Aslında sadece bazı şeylerin  üstü örtüldü, gerçek düşünceler ve duygulara kısmen ket vuruldu.

Ve Batı Yahudilere 20. Yüzyılın ortalarından sonra içinde barındırdığı tüm azınlıklarla birlikte eşit olanakları verdi. Yaşananlar (bir şekilde ) geçmişte kalırken Fransa, İngiltere başta olmak üzere onları her alanda kabul etti. Kültürel ve ekonomik açıdan baktığımızda, Yahudiler yaşadıkları bu ülkelerde entegre bir hayat sürdürmekteler ..

Ancak her şeye rağmen, II. Dünya Savaşının ardından geçen 70 yılda yavaş yavaş kendini belli etmeye başlayan bastırılmış bazı gerçekler tekrardan  yüzeye çıkmaktadır.

Sonunda, esasen  hiç bitmeyen husumet tarih açısından  kısa sayılacak bir zaman  sonra kendini farklı bir yöne kanalize ederek  adeta bir mutasyona uğradı..

Bu mutasyonuun adı Israel düşmanlığıdır..

2000 yıllık bir sürgün hayatının ardından yeniden canlanan umudun kaynağı olan Israel ...

Yahudilerin tek evi, yegane teminatı olan Israel...

1948 yılında doğan  Yahudi Devleti , dünyada BM'in onayıyla kurulan tek ülke olma unvanına sahipken meşruiyeti bugüne kadar tartışılan tek devlettir...

Kurulduğu topraklarda yaşadığı sancılı doğumun etkileri hala süren bu devletin geçirdiği tarihi gelişmeler , savaşlar, çatışmalar insanlık açısından bir nefret kaynağıdır.

Israel'in haritadaki yerini bilmeyen , hangi koşullarda kurulduğundan haberdar olmayan ,  bu topraklarda bu devletin varlığından evvel kimlerin ne şartlarda yaşadıklarını,  Filistin adıyla anılan bu yerlerde Israel öncesinde ve sonrasında gelişen olayları okumamış ,  Filistin adının gerçek kaynağının nerelere dayandığı hakkında gerçekten fikri olmayan.   Israel'in ne  büyüklükte bir devlet olduğunu çoğu zaman  bilmeyen milyonlar bu devleti kurulduğu tarihten beri Araplarla olan çatışmaları yüzünden hiç sevmedi.

Vatan sevgisi her yerde en kutsal duygulardan biri olarak kabul edilirken ; bir Fransızın , bir Türkün bir Amerikalının millet ve toprak sevgisi kutsal bir olgu olarak  görülürken Yahudilerin vatan özlemi olan Siyonizm,yani Yerushalayım (Kudüs) 'deki Sion dağına dönüş özlemini ifade eden  Siyonizm Irkçı bir kavram olarak kabul edildi... ( BM tarafından 1975'te alınan bu karar 1991 yılında fesedildi)

Artık yahudilerin neden sevilmemesi gerektiğinin yeni bir ispatıdır  Yahudi Devleti ...

Sıkça insanlar şöyle der günümüzde " Ben yahudilere değil Israel'e karşıyım. "

Yani Yahudilere karşı değilim fakat bir vatan sahibi olmalarını benimsemiyorum.

Antisiyonizmin ya da diğer bir değişle Israel karşıtlığının antisemitizm olmadığı , bu iki kavramın birbiriyle kesinlikle aynı şey olmadığı iddiaları ise çok yaygındır.

Peki Israel Devletini eleştirmek  antisemitizmidir?

Eğer her şey basit bir eleştiri  ise neden eleştirilmesin, her ülke, her millet gibi..

Fakat bir devleti eleştirmekle demonize etmek yani şeytanlaştırmak, delegitime etmek arasındaki fark büyüktür.

Son yıllarda gittikçe artan düzeyde Israel karstılığı İsrael'i total bir yanlızlığa itme çabası bu şeytanlaştırmanın sonucudur.

Birleşmiş Milletler Kurumu başta olmak üzere Dünya Medyasının Israel'e karşı açıkça gösterdikleri  düşmanca tutumları ,  yahudi karşıtı duyguları da doğrudan ya da dolaylı olarak körüklemektedir..
Yahudiler yetmiş yıl aradan sonra tekrardan kendilerini tehtid altında hissetmektedirler.. Çünkü Israele karşıtlık çoğaldıkça Avrupa'da Yahudiler gittikçe daha çok saldırının hedefi haline gelmekteler..Bu da basın tarafından yürütülen sistematik bir beyin yıkamasının neticesidir.

Evet dünya basını anti -Israel bir propagandanın başrol oyuncusudur.

Her gün savaş ve terör içinde yaşamak zorunda kalan bir halkı eleştirmek çok kolaydır.

Batı kendi huzurlu sınırları içinde çağdaş devletler arasında yaşarken Israel'in kurulduğu günden bu yana karşı karşıya kaldığı yıkıcı zihniyetle nasıl zorlu bir mücadele içinde olduğunu anlamakta hem zorlanıyor hem anlamaya istekli görünmüyor.

Oysaki Israelin doğduğu  günden beri verdiği savaş bir çıkar savaşı değil tamamen bir varolma savaşıdır.

Dünya'da,  dört tarafı kendisini yıkmak için sonuna kadar  savaşmaya yeminli  düşmanlarla yaşamak zorunda kalan tek devlettir Israel..

Ortadoğuda Barışı sağlamak  adına  toplanan neredeyse her Birleşmiş Milletler Kurulu toplantısı ise  Israel'i kınama kararıyla sona ermektedir.
Dünyanın  en ciddi kurumlarından biri olan bu Uluslararası Örgüt ( tüm batılı ülkeler tarafından da kabul edilen  bir terör örgütü olan ) Hamasi dolaylı yoldan da olsa desteklerken Ortadoğunun tek demokrasisi olan Israeli Arap-Israel antlaşmazlığının tek sorumlusu olarak göstermeye devam ederken bölgede yıllardır bitmeyen çatışmaların çözümünde yapıcı bir tutum sergilemekten uzaklaşmaktadır.

1945 yılında dünya barışını temin etmek ve uluslararası alanda ekonomik ve kültürel işbirliğine öncülük etmek  için kurulan BM Örgütünün 193 üyesiyle birlikte  beş daimi üyesi vardır.
Bu beş daimi üyenin bu kurulu kendi çıkarları çerçevesinde istedikleri gibi yönlendirmek şansına sahip oldukları herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Kendi çıkarlarına uyan veya ters düşen kararları yönlendirmek şansına sahip ABD, Fransa, Rusya, İngiltere ve Çin'in veto hakları bulunduğu şekilde nasıl da bu kurum demokratik ve adil olabilir öncelikle?

İnsan Haklarının yerlerde süründüğü, kadınların neredeyse hiç bir hakka sahip olmadığı, küçük kızların sünnet edildiği, hırsızlık ve cinsel taciz gibi suçlardan hüküm giyenlerin uzuvlarının kesildiği, her yıl yüzlerce insanın infaz edildiği  Körfez ülkeleri, Ortadoğu ülkeleri ve bilimum üçüncü dünya ülkeleri BM'lere sık sık sundukları önergelerle  Israeli eleştirmek ve kınamak şansına sahiptirler.

Son beş yılda 470.000 insanın katledildiği Suriye için hiç bir şey yapmayan BM Örgütü bu sürenin büyük bir bölümünü Israel karşıtı kararlar almakla geçirmiştir..
Rwanda'daki katliamlar, Çin'in Tibeti işgali, Darfur'da  2003-2010 yılları arasında öldürülen 400.000 insan, İran, Yemen. Irak gibi ülkelerde katledilen ya da  kaybolan insanlar , tecavüze uğrayan kadınlar BM için çok fazla ehemmiyet teşkil etmemekte olsa gerek ki 2015 yılında yayınlanan bir insan hakları raporunda BM 'in son dokuz yılda "tüm dünya ülkelerini "  toplam 55 kere kınarken  aynı süre içinde Israeli  61 kez kınamış olduğu açıklanmıştır.

BM'in yan kuruluşlarından biri olan ve 1948 Israel-Arap Savaşıyla  ortaya çıkan Filistin Mültecileri sorununa  ( ayrıca aynı dönemde Arap ülkelerinden sürülen yahudilere de yardımı öngörmüştür ) bir çözüm bulmak ve mütecilere yardım etmekle görevli olan UNWRA ise   Gazze'de Hamas'ın kendi amaçlarına hizmet eden bir örgüt haline gelmiştir. Bu şekilde BM sadece Israel'i her fırsatta kınayan bir örgüt olmanın dışında Hamas'a yani terör örgütüne destek vererek, terör destekçisi durumuna da düşmüştür.

2014'teki Gazze Savaşında  UNWRA binası yanından, Unwra'ya ait okuldan Hamas'ın Israel'deki sivilleri nasıl hedef aldığı  Israel tarafından çekilen görüntüler ve belgelerle açıkça ispatlanmıştı.
BM ise 2014'teki savaşta ölen 1500 sivilin tüm faturasını Israel'e çıkarmıştır.
Gazze'de insanların ikamet ettikleri yerlerde depolanan cephaneler,  hastanelerden Israel kuvvetlerini hedef alan ve yine buralarda saklanan  militanlar,  cephaneliğe dönüştürülen camiler, Unwra'nın ambulanslarıyla bir yerden diğerine aktarılan roketatarlar ve son olarak vurulacak yerleri önceden bildiren Israel'in uyarıları üzerine özellikle sivilleri tehtid ve silah zoruyla hedeflerde toplayan Hamasa'in  tüm işlediği insanlık suçları neredeyse konuşulmamıştır bile..

Ne BM ne de dünyanın belli başlı tüm medya kuruluşları Israel'in bu savaşta yaşadığı zorlukları,  sivil ölümleri minimuma indirmek için gösterdiği istisnai  gayreti anlamaya  hazır değildir.

Dünya medyası Israeli  her zamanki gibi yargısız infaza hazır bir köşede beklemektedir, adeta kedinin fareyi tutmak için beklediği gibi, nasıl olsa hiç bitmeyen bu savaş ve en adi taktikleri gözü kapalı uygulayanlar yeterince malzeme sağlamaktadır; dünyadaki  tüm sorunlara rağmen medya Israel'in suçlarına kenetlenmiş; her an bir askerin yanlış bir hareketi için pusuda bekleyenler ellerini ovuşturmaya devam etmektedirler.

Yanlış hareket eden her askerin Israel Askeri mahkemelerinde yargılanma konusu bu medya kuruluşları tarafından gündeme getirilmez çünkü tercih edilen haber  Israel Ordusunun acımasızlığıdır..

Gazze'de 12 yasındaki çocukların tatillerde yaz kamplarına gittiğini sanabilir Avrupalı saf bir vatandaş; basında hiç okumayacağı gerçekleri nasıl bilsin?
12 yasındaki çocuklar Gazze'de Hamasin terör eğitim kamplarına gönderilir, orada sistemli bir beyin yıkama ve komando eğitiminden sonra daha erişkinliğe ermeden  Israelli askerlere ve sivillere zarar vermek için saldırılarda kullanılırlar..
Aylardır Israel'de devam eden bıçak saldırıları da hiç durmadan yıkanan beyinlerin bir sonucudur.
Küçük çocukların şehit olmak için evden kaçtıklarını , yaşlı kadınları , 12-13 yasındaki çocukları bıçaklayacak kadar gözü dönmüşlüğü hangi basın anlatıyor Avrupa ya da ABD'de?

Gazze'ye her yıl yapılan milyonlarca dolarlık yardımın bir kısmının Hamasin azılı militanlarının cebine girerken kalanın teröre yatırılması ne BM'i  ne de dünya basınını ilgilendiriyor; gerçekleri yazmak nedense kimsenin işine gelmiyor..

2014'te yıkılan evlerin tekrardan inşaası Hamasin önceliklerinden değil, öncelik terör için ... şu anki hedef, önümüzdeki yakın bir zamanda Israele yeni saldırılar düzenlenmek için inşaa ettiği tünellerdir.

Bu tünellerde çalıştırılan küçük çocukların iş kazalarında sık sık ölmeleri ise yine dünyanın gündemine dogal olarak yansımiyor..

Ürettiği roketler için  harcadığı paralarla doyurabileceği, eğitebileceği çocuklar yerine aç, sefil ve kızgın bir nesil Hamas için  istediği kadar şehid mertebesine hazır militanlar demektir..

İnsanı hiç bir hakları verilmeyen Gazze insanı Hamas tarafından maşa olarak kullanılırken ölüm onlar için cennet ve hurilerle simgelenmiş..

Israelin varlığını kabul etmediği kuruluş bildirgesinde yazan Hamas ve bunu her fırsatta yineleyen liderleri....bu topraklardan 67 sınırlarına çekilene dek değil son bir tek yahudi kalmayacağı güne dek savaşmaya yeminli insanlar..

Dünya basını, aylardır süren bıçak saldırıları karşısında da Israel hakkında her zamanki olguyu oluşturmak için çalışmaya devam ediyor; bu olgu, Israeli hiç bir zaman saldırıya uğrayan değil hep saldıran taraf gibi göstermek çabasıdır.. Öldüren, katleden ,acımasız.....

The Guardian, France 24, BBC, Sky News gibi haber sitelerinin değişmeyen yayın taktikleri kitleleri kendi istedikleri gibi biçimlendirmek için  habere istedikleri şekli vermektir..
Örneğin 80 yasındaki Israelli kadını sırtından bıçaklamak üzere eğir yaralayan ve etrafına aynı bıçakla saldırmaya devam ederken  polis tarafından vurularak öldürülen Arap teröristi dünya basını ;  " Israel'de bugün  bir Arap daha öldürüldü...şeklinde bir başlıkla  geçmektedir..

2014 Gazze operasyonunun yolunu açan olaylarda da bu böyleydi;  Gazze şeridi sınırındaki Moshavlara,  yerleşim yerlerine gün gün atılan roketler neredeyse Avrupa basınında hiç yer almazken Israelin operasyonu tüm dünyayı ayağa kaldırdı..

Israeli Ortadoğuda develer ülkesi olarak tanıyanların  akıllarına Israel deyince  sadece Arap-Israel sorunu ve bölgedeki çatısmalar gelir.Insanlığa bu kadar çok katkıları olan bu küçücük devlet hakkında oysa bilmedikleri ne kadar çok gerçek vardır..

Acaba neden Israel Avrupa ya da ABD basınında Hi-Tech'teki başarıları, ilime ve bilime olan inanılmaz katkıları ile neredeyse hiç anılmaz.
Nasıl olur da  günlük hayatlarını kolaylaştıran bir çok şeyin altında  Israel Devletinin imzası olduğu bilinmez.

Bilgisayar ve iletişim alanında geliştirdikleri aletler ve programlar , kanser başta olmak üzere bir çok hastalığın tedavisinde kullanılan ilaçlar, emeray gibi tip makinelerindeki Israel adı kaç kişi tarafından bilinmektedir..

Yoksa Israel Devletini iyi  taraflarıyla anmak bu kadar mı zor?

Geçmişten bugüne  Yahudi düşmanı olanlar , kan iftiraları ve bilimum suçlamalarla onları bir yerden  diğerine sürenler bugün onları 2000 yıllık aradan sonra döndükleri  topraklarından da sürmek için  sevdalıdırlar..

Bu uğurda herşeyi yapmaya hazır olan 23 Arap ülkesinin arkasında yer alan BM ve dünya medyası savaşın propaganda tarafını üstlenmiştir..

Yahudi Devleti varoldukça bu savaş hiç bitmeyeceğe benzer...



Batya R. Galanti