22 Ağustos 2021 Pazar

Şehriban...



Şehriban adında bir kadın vardı..

Genç kızdım..İki haftada bir bizim evi temizlemeye gelirdi Şehriban... Ufak tefek bir kadındı bu. Başını usulen örterdi. Bu örtünüş, muhafazakar ya da zamanla ortaya çıkan politik bir duruşu temsil eden bir kapanış değildi. İstanbul'da kendine gelecek arayan diğerlerinden biri olarak sadece bulunduğu çevreye ters düşmemek adına uyulan gelenekler vardır ya, işte bu kadın da geçmişinden o günlere geldiği çevre şartlarının getirdiği bir geleneği yerine getiriyordu sadece. Şehriban klasik bir Anadolu kadınıydı. Yanık olan teni yaşına göre kırış kırış, hayatının her geçen senesi yüzünde bir çizgi bırakmış gibiydi. Sanki kızıla çalan çehresini örten örtüden çıkan simsiyah saçlarının altındaki minicik ama ışıl ışıl parlayan zeytin gözleriyle bana zaman zaman kızılderili kadınlarını anımsatırdı. Eğitimden, öğretimden son derece uzak geçmiş bir ömrün, kendi kendini yetiştirmek zorunda kalan bir çok halk insanının geçtiği zorlukların bir timsali gibiydi bu kadın. Tek sahip olduğu şey, içinde taşıdığı o içgüdüsel kuvvetti sanki. Kendi tırnaklarıyla yaşama tutunmak için elinden geleni yapıyordu.  Bildiğim, tanıdığım tüm insanlardan o kadar değişikti ki.    Konuşması, oturup kalkması, yemesi ...herşeyiyle değişikti.
Biz Şehriban'ı her haliyle çok severdik... Akıllı, açıkgöz ve insana yakın biriydi.. Daha önceki temizlikçi kadınlar gibi o da hiç durmadan sorunlarını anlatır dururdu. Kaç çocuğu olduğunu hatırlamıyorum. Küçücük yaşından beri tarlada çalışmış, sonraları geldiği şehirde de ilk günden beri zor işlerde geçmiş olan seneleri onu yaşından çok yıpratmıştı. Bir anlamda da yıpratılmış bir kadındı. Yaşının çok üstünde gösteriyordu.
Her öğle yemeği, yerlerde sürüne sürüne yaptığı temizliğe bir ara verdiğinde, oturduğu sofrada ona verdiğimiz sebzeden ya da etten çok o çok sevdiği ekmeğe yumulan bu kadın, çatalıyla aldığı sebzeden dilimlerin üzerine koyarken benim de iştahımı açardı. Hamur işlerine olan düşkünlükleriyle bildiğimiz klasik Türk kadınının o yuvarlak karnıyla birleşen büyük göğüsleri, küçücük boyuyla tezat teşkil ediyordu.  Giydiği şalvarı ve üzerine yine o bildiğimiz yünden hırkayla tamamladığı kılık kıyafetiyle, formda olmaktan uzak olan bedenine itina edemeyecek kadar meşgul ve yorgundu.
Kısaca karınlarını doyurmaktan başka çocuklarınının en temel ihtiyaçları için en zor işlerde çalışan milyonlardan sadece biriydi Şehriban.

Bu insanlar hala yeryüzündeki nüfusun sandığımızdan çok daha büyük bir bölümünü içeriyorlar.

Bir gün bana dedi ki; "Betül, sana kızımı getirsem ona biraz okumayı yazmayı öğretirmisin? "
" Herşeyiyle cin gibi bu çocuk, nesi var bilmiyorum, bir türlü okumayı öğrenemiyor. Ne olur sen bir ilgilen!"dedi. Olur demiştim. Getir, umarım yardımcı olabilirim!
Şehriban, çocuğunun öğrenebilmesi için savaş veriyordu. O da çocuğunun diğerleri gibi okula gitmesini, eğitim görmesini istiyordu.

Bir gün sözleştik, iş çıkışı kızını bir akşamüstü bize getirdi. Kızla benim küçücük odamda oturduğumu hatırlıyorum. Bir de huyum vardı çocukları çok sevdiğim için, önce biraz sohbet etmeden yapamazdım. Çocuk, annesinin el bebek gül bebek baktığı bir şeydi. Belli ki kendisine gösteremediği ilgiyi itinayı bu ufaklığa gösteriyordu. Tertemiz giydirilmiş, kahverengi dümdüz saçları taranmış, kırmızı bir bluzu bir de kocaman gözlükleri vardı. Kapkalın camların arkasından iri iri bakan bakışlarındaysa  şaşkın bir hal vardı. Biraz çekingen, biraz içine kapanık gibiydi.
Onunla harfleri gözden geçirmeye başladığımda, baktım çocuk sanki başka bir dünyada. Yazdığı harflerin kimi doğruydu, kimi yanlış kimiyse tersten çıkıyordu kaleminden. Ona biraz anlatmaya çalıştıysam da sanki doğru gitmeyen bir şeyler vardı.
Annesi haklıydı, çocukta bir sorun vardı ama ben ne olduğunu anlayamayacak kadar bilgisizdim bu konuda. Ona sadece sıkı sıkı sarılasım geliyordu. Çocuğu telkin etmek istiyordum. Belki psikolojik bir problemdir diyordum. Konuşmasıyla, verdiği cevaplar gayet akıllı olduğu belli olan bu küçük insan çaresizlik içinde gibiydi. Sonuçta ona bir kaç kez öğretmeye çalışmış ve tabi pek başaramamıştım. Annesi onu daha fazla getirmemişti artık.
Seneler sonra, disleksi problemi olan insanları öğrendiğimde aklıma Şehribanın o tatlı suratli, güzel kızı gelmişti. O çocuğun dislekt olduğunu sadece uzun seneler sonra anlamıştım. Çocuk ne aptaldı, ne de tembel. Sadece beyni  bir şeyleri yanlış tercüme ediyordu. Gördüğünü yazıya geçirmekte zorlanıyordu. Bugün artık dislekt ( ya da dizgraf )  insanlar sözlü olarak sınavdan geçerek  eğitim görebiliyorlar. Kimileriyse bilgisayar klavyesiyle bu işi çoktan aşmışlar. O küçük çocuksa, bundan otuz beş sene önce kim bilir nasıl bir gelecekle baş etmek zorunda kalmıştı?
Her insan aynı şartlarda doğmuyor dediğimde; işte bu da bir örnek..Fakirlik ve kimi doğuştan gelen genetik sorunlar kimi insanlar için daha zor bir başlangıç demek oluyor.
Kimse, çocuklarına gerekli olanakları tanıyan bir ailede dünyaya gelen bir çocuğun yokluk içinde büyüyen bir diğeriyle eşit şartlara sahip olduğunu iddia edemez. Sağlıklı ve doğuştan süper çalışan bir beyinle dünyaya gelen bir insanla, disleksi ya da öğrenme güçlüğü gibi problemlerle baş etmek zorunda olan bir insanla aynı şansa sahip olduğunu söyleyemez. 
Dünya eşitsizlikler üzerinde kurulu....


Batya R. GALANTI





19 Ağustos 2021 Perşembe

 


Karanlıkta kalan ülkelerin değişmeyen kaderi


1984 senesinde Sovyetler Birliği Orduları tarafından bombalanan bir Afgan köyünde yaşayan Şarbat Gula'nın ailesinden geriye sadece dört kardeş kalmıştı.  Aynı köyde yaşayan kimi diğerleri gibi, Şarbat Gula'nın ölen anne babasının ardından yetim kalan dört kardeş ve büyükanneleriyle birlikte dağlara kaçarken, vatanlarına dönmeleri için aradan uzun yıllar geçmesi gerekecekti. Ilk olarak Rusların ve yıllar sonra Amerikanın bu bölgedeki varlıklarıyla, bitmeyen savaşların sonunda ölenlerden geriye kalanların hayatı kolay kolay değişmeyecekti.

1970' lerden bugüne devam eden mülteci sorunu sadece 1970'ler, 80'ler ya da 2000'lerle sınırlı kalmadı...

1800'lerde İngilizlere karşı savaşanlar, 1980'lerde Rus uçaklarını düşürenler, 2000'lerde Amerikan askerine karşı koyan radikal gruplarla birlikte bu köylerde, şehirlerde, bu dağlarda yaşayan kadın ve çocuklar bir kamptan diğerine, açlıkla tokluk arası bir yaşam içinde, sadece hayatta kalabilmek için mücadele veren mültecilere dönüşmüşler bir yaşam boyu...

Hiç bitmeyen bir göçebe yaşam sürdüren insanların gözlerinde umut ışığı görmek ne kadar mümkün bilmiyorum..

1985 senesinde Amerikan National Geographic dergisi'nden bir fotoğrafçı Afganistan'dan Pakistan sınırına geçen mültecilerin yaşadıkları bir kampı ziyaret eder. Batı'da, kendi kültürlerinden, kendi coğrafyalarından çok farklı noktalardan, uzak diyarlardan getirilen savaş hikayelerinin, savaş fotoğraflarının çektiği ilgi bellidir. Uygar dünyada, yeryüzünün farklı yerlerinden gözlerinin önüne taşınan hikayelere, savaşların getirdiği yıkımlara, bir çeşit duyarlılık mevcuttu her zaman. Bu duyarlılık çoğu kez bir derginin kapağında canlanan bir çeşit sanatsal ilgi değerinde olsa da,  kimi insanlar için yine de bir yerde bir çeşit farkındalık ta yaratmıyor değildi.

1888 senesinden beri Amerika'da yayınlanan National Geographic dergisinin en ilgi çeken taraflarından biri de sanırım kapak resimleriydi.  Yaşanan dijital gelişmelerle birlikte bugün bir kaç adım daha ileride olan fotoğraf sanatının daha az profesyonel olduğu senelerden beri kapak resimlerinde canlanan değişik insan manzaralarını, doğal mekanların mükemmeliğe varan detaylarıyla, muazzam renk cümbüşüyle insanları buluşturan bu magazin dergisinin her sayısında ayrı bir sanatsal esere imza atılır gibiydi !!  Ve bugüne dek dergi bu özelliğini korumaya devam etmiştir.

1985'te Steve MacCurry adındaki Amerikalı fotoğrafçı. yine aynı derginin kapağında yer alacak olan çok ünlü bir fotoğrafı çekmek için yola çıkmıştı. Pakistan'da yaşayan Afgan mültecileri ziyaret ettiğinde, Sovyetler Birliğinin işgaliyle bu bölgede oluşan insanlık dramını elinden geldiğince dünyaya duyurmayı amaçlıyordu.

Buralarda bulunduğu günler içinde eminim çok fazla resim çekmiş, çok fazla insanın acısına tanıklık etmişti... Ancak tüm resimlerin içinden bir tanesi National Geographic dergisinin bugüne dek bir İcon'a dönüşen, en çarpıcı, en akılda kalan, en çok ses getiren resimlerden bir tanesi olmuştu.

Bu fotoğraftaki kız ziyaret ettiği mülteci kampında barınan çocuklardan sadece biriydi. Adı Şerbat Gula'ydı. Daha 13 yaşındaki bu kız çocuğu Pakistandaki kampta bir okula gidiyordu. Koyu renk saçlarını örten örtüsünün saklayamadığı tek şey yemyeşil gözlerindeki derin bakışlarıydı. Esmer teniyle müthiş bir tezat teşkil eden o yemyeşil gözleri dünyada tanıyacak milyonlar belki de milyarlar olacaktı...

O gözlerin sormak istediği çok fazla soru vardı mutlaka. Mesela resimlerini çeken yabancıya. Neydi onda kendisine karşı olan bu özel ilgiyi uyandıran şey diye sorabilirdi? Yaşadığı kaderin onun bu kadar ilgisini çekmesinin sebebi neydi? Karşındaki adam, hayatında belki hiç görmediği bir makineyle onun fotoğraflarını çekerken, çocuğun belki karnı yeterince doymamıştı bile.  Peki ölen anne babasının, kaybettiği yuvasının hesabını  kime soracaktı?

Deklanşöre hiç durmadan basan genç fotoğrafçı onun sadece adını öğrenmişti herhalde. Dünyaca ünlü derginin kapağındaysa sadece yüzü yayınlanacaktı. İsminin bilinmesinin çok fazla bir değeri yoktu sanırım. Ona hak görülen şartların kirliliğiyse yüzünden çıkmayan çamurdaydı. Yaşamak zorunda kaldığı şartları kendi seçmeyen bu genç kızın yeşil gözleri tüm dünyada, bu bölgedeki mültecilerin adına bir sembole dönüşürken Afgan halkının kaderinin bugüne dek değişmeyeceğini kaç kişi tahmin ediyordu?

Yaşadıkları topraklardaki zenginliklere rağmen sürünen insanların kaderini kimler belirliyordu?
Uluslararası dengeleri çizenlerin ellerinde şekillenen haritalarda doğan bu insanlar hiç bir dönem yaşadıkları toprakların sahibi olmadılar. Kendi kaderlerini belirleyemediler. En temel haklardan yoksun kaldılar.  Ve en kötüsü hep birilerinin ellerinden ölüme mahkum oldular

Şarbat Gula'yı seneler sonra arayıp bulan National Geographic muhabirinin yazdıklarına göre, 2017'de çocukluğundan beri ilk kez döndüğü ülkesinde Gula'ya Amerika'nın denetiminde kurulan Afgan Hükümetinin başı olan eski Cumhurbaşkanı tarafından kendisi ve çocuklarına bir ev verilmiş.

Ve bugün orta yaşa gelmiş olan bu kadın belki Taliban'ın yönetime el koymasıyla bir kez daha evini terk etmek zorunda kalanlar içindedir. Bir kez daha ölümden kaçmak için yollara düşenler arasında olmadığını nasıl bilebiliriz?

Geçtiğimiz gün arkalarından ateş açan Taliban'ın masum halka karşı yeniden kıyım yapmak için ne kadar bekleyeceklerini düşünüyoruz?

Dış devletlerden belli bir destek almadan bir ülkeyi yönetmelerinin mümkün olmadığını bilen bu terör örgütü insanlara duymak istedikleri olumlu mesajları vermeye çalışıyorlar. Ancak onların gerçek niyetlerinin ekranlara yansıyan kara türbanlının ağzından çıkanlardan çok daha karanlık olduğunu tahmin etmek zor değildir.

Afganistanı bir çırpıda terk eden Amerikan birliklerinin yerini alan terörist grupların ileride, Özbekistan ya da Türkmenistan'da da gücü ele geçirmeye teşebbüs etmeyeceklerini kim düşünebilir?

Amerika Ortadoğu'dan ve Kafkaslardan çekildiği bu günler bu bölgeye daha iyi günleri getirebilirdi eğer bu bölge insanları asırlardır karanlıkta bırakılmamış olsalardı!!!



Batya R. GALANTI

17 Ağustos 2021 Salı

Bir savaş çemberi

 


Yine Üniversite senelerimden ufacık bir anıyla başlayacağım. Geçenlerde vefaat etmiş olan dostum Tuna'yla birlikteydik bir öğleden sonra. Okuldan çıkmış yürüyorduk, Taksim'deki Cumhuriyet anıtının yakınında bir yerlerdeydik tam.. Bir an yanımıza genç bir adam yaklaşmıştı. Alıştığımız turist tipinin dışında bir adam bize ingilizce bir yer soruyordu. Kapkara saçları olan, gayet esmer bir adamdı bu. Türklerin giyim tarzını anımsatan bir kumaş pantalon, yine kahverengi tonlarında kumaş bir ceketi vardı. İstiklal caddesinde bir yeri sormuştu. Bir taraftan ona aradığı yerin neresi olduğunu anlatırken diğer yandan birlikte yanyana yürümeye devam ettiğimizi anımsıyorum. Bir kaç adım yürüdükten sonra merakıma dayanamayarak nereli olduğunu sormuştum.  Bana Afgan olduğunu söylediğinde çok ilginç gelmişti. İstanbul'u gezmeye gelen turistler hep Batılıydılar. Birden bire dünyanın en kuytu yerlerinden, ismini sadece savaşlarla andığımız bir ülkeden gelmiş bir insan vardı karşımda. Kimdi, ne yapardı? İstanbul'da ne yapıyordu?  Acaba savaştan mı kaçmıştı? Belki hayatına yeni bir sayfa açmak için, kendi kültürüne çok uzak olmayan bu ülkeyi seçmişti. Belki de kendisine uygun müslüman bir kadın bulup evlenip İstanbul'da yaşayacaktı. O an Afganistan dediği gibi ilk aklıma gelen soruyu düşünmeden soran ben ; "Mücahit "misin? derken, adam; " Sen nereden biliyorsun mücahitleri? " demişti.  Haberlerde duyuyordum mücahitleri..

Adam gayet güler yüzlü bir insandı. Bir kaç dakika sonra bizimle tanıştığına memnun olduğunu söyleyerek kendi yoluna gitmişti.

Hayatımda tanıdığım ilk ve son Afgan'dı o adam.

Bir yerlerde yeryüzünün tenha bir köşesinde, dünyanın en fakir ülkelerinden biri de Afganistandır. Dağlarda, tepelerde yaşayan, farklı mezheplerden kabileleri barındıran bir ülke de Afganistan.  Erkeklerin kafalarında türbanları, bacaklarına geçirdikleri şalvarları toza toprağa karışan, simsiyah sakallı insanların ülkesi..kadınlarıysa mavi çadırların içinde fenerler gibi gezerlerken, yüzleri kumaştan bir kafesin arkasında kalmışken, adeta insansı yaratıklara çevrilmiş gibidirler.... Yaşamla var olmak arası bir yerdeki canlılar sanki bunlar.

Ben çocukken savaş vardı oralarda.  Sovyetler Birliğine karşı savaşan mücahiddin ya da mücahitler. Kısaca yine Cihad'dan gelen bir savaşçının adı Mücahiddin. Bu dağları kendi kontrolleri altına almaya çalışan Hıristiyan bir ulusa karşı Cihat yapan Afganlardı bunlar. Ellerinde Ruslardan gasp ettikleri silahlarla savaşan dağ insanları olan Mücahitler.

Ruslar Afganlara karşı 1979-88 arası savaştılar. Amerika'ya karşı, Ortadoğuyla Uzakdoğuyu birbirine bağlayan bu stratejik bölgeyi kontrol etmek isteyen Sovyetler Birliği buralarda boşu boşuna maddi ve manevi kayıplar verecekti o senelerde.

Buralara düşündüklerinden daha iyi hakim olan bu dağ insanlarına karşı Rusların boşa çektikleri kürekti bu. Dağlarda Rusları kolayca avlayan Mücahiddin'ler vur kaç taktikleriyle gerilla savaşı vermeyi biliyorlardı. Buraları avuçlarının içi gibi tanıyanlar Rusları fare gibi avliyabiliyorlardı. 1987'ye gelindiğindeyse  Amerikan malı, omuzdan atılan uçaksavar füzelerle düşürdükleri Rus uçaklarının ardı arkası kesilmiyordu.

Bu savaşın yükü, Sovyetlerin dağılma sebeplerinden biri olana dek buraları bırakmalarının zamanının geldiğini anlamayacaklardı. Verdikleri kayıplar, girdikleri sonu gelmeyen savaşın ekonomik bedelini yıllarca çekecek olan Rusların buraları terketmesinin önünü açacak kişi ileride Nobel Barış ödülüne layik görülen Mikael Gorbachev'di.

Rusların buraları terk etmesinden sonra ne oldu peki? Barış ve huzur mu geldi bu dağlara? Ya da Demokrasi?

Geçen yıllarla güneyde yaşayan Peştunlar arasından çıkan, Suudi desteğiyle kurulan medreselerde eğitim görmüş, radikal sünni felsefeyle öne çıkan Taliban, Afganistan'da gittikçe ilerledi. 1994'ten sonra  ülkeye olan hakimiyetlerini arttıran ve 1996'da tüm ülkenin yönetimini eline geçiren bu terör grubu 2001'deki Amerikan işgali başlayacağı güne Afganistan'da dek son derece katı bir şeriat rejimi kurdu.

Ülke insanına göz açtırmayan. Özellikle kadınları iyiden iyiye köleleştiren, acımasız bir radikalizm uygulayan, yolsuzluklarla, fakirlikten kurtulamayan insanların açlıktan öldüğü bir Afganistanı yöneten Talibanla, sahip olduğu tüm doğal kaynaklara rağmen dış teşebbüslerin bu ülkeye yatırım yapmayı göze alamamasına sebep olan anarşi ortamı, sonuçta yeniden başlayan savaşlarla devam eden kaotik bir yer burası..

11 Eylül 2001'de İkiz Kulelere yapılan saldırılar, bu saldırıları  üstlenen Al-Kaidanın Lideri Usama Bin Laden'i Afganistan'daki dağlarda sakladıklarını bilen Amerika'ya buralara girip, bu stratejik bölgeyi kuşatma altına almak için yeterli bir gerekçe olarak fırsat sağlamıştı.

Amerika sözde teröre karşı savaşarak bir yandan Afganistan'a demokrasi ve huzuru getirecekti. Yirmi yıl sonra Amerika dediklerinden hiç birini yapmayı başaramamış olarak bu bölgeyi bırakmak kararı almıştır.

Bu kararın arkasından geçen kısacık bir zamanda, Taliban Kabil'i bir kez daha ele geçirmiştir.

Amerika tarafından desteklenen Cumhurbaşkanı Asraf Ghanı'nin bir valiz dolusu parayla kaçtığı lüks sarayın toplantı odasından dünyaya yansıyan görüntüler içler acısıdır.

Bir tarafta yokluk içinde yaşayan sefil bir halk, diğer yanda şatafatlı eşyalarla döşeli bir saray vardır.

Ve şimdi kaçan Cumhurbaşkanının koltuğuna yerleşmiş olan eşkiyalar, ellerinde tuttukları makineli tüfekler, başlarında peygamberlerinin türbanıyla çektirdikleri resimde Batılı güçleri devirdik pozu vermişlerdir tüm dünyaya.

Yirmi sene evvel onlara yaşattıklarını unutmamış olan halk bir an önce ülkeyi terketmek için panik halinde kaçmaya çalışıyorlardı geçtiğimiz gün..

Ekranlara yansıyan görüntüler insanın ağzını açık bırakacak kadar inanılmazdılar...

Son Amerikan personeli dahil, Amerikalı asker ve diplomatlara destek veren kimi Afganları taşıyan kargo uçağının kanatlarına asılan zavallı insanlar vardı.  Ne kadar büyük bir çaresizlik ve korku yaşıyor olabilirler bu insanlar? Uçağın kanatlarından düşenlere şahitlik etmekse inanılacak gibi değildi!! Bu merhametsiz teröristlerden kaçan sivillere, ellerinde çocuklarla koşan kadınlara, silahsız erkeklere dogrulan silahlardan çıkan kurşunlar aynı dakikalarda kaç masumu hedef almıştı acaba?

Taliban sözde ülkeye huzur ve barış getireceklerinin sözünü vermiş.

Onların getirecekleri barışın ilk işaretleri ekranlardaydı.

İlginç olansa uçağa asılanlarla, uçağın yanında koşanlar hep erkektiler. Bu erkeklerin kadınları, kız kardeşleri, anneleri neredeler? Çocukları yok mu?

Galiba olay şu; Taliban  kendilerine karşı olduklarını bildikleri erkekleri oldukları yerde vuruyorlar ve kadınların ırzlarına geçip, onları kendilerine alıyorlar. Yani erkekler onları bekleyen  kesin infazdan kaçıyorlar.

Geçen akşam bir Isveçlinin 2020'de Afganistan'a yaptığı özel bir geziyi izledim. Amacı bu ülkedeki durumu yakından görüntülemek olan genç adamın çekimleri bir hayli ilginçti.  Oralarda yanlız kalmış kadınları gördüm. Kocaları ölmüş, öldürülmüş, yedi sekiz çocukla dağlardaki dört duvar evlerin içinde, neredeyse hiç eşyaları olmadığı halde, boydan boya serilmiş halıların üzerinde kucaklarında bir bebek,  yan yana oturan çaresiz çocuklarla, korku içinde, yokluk içinde yaşayan Afgan kadınları.

İşte bu masum çocukları, normal bir hayat adına alıp, Suudi Arabistan ya da Pakistan tarafından açılan medreselerde yine Pakistan'da eğitime gönderiyorlar. Sözde bu çocukları himaye altına alan eller onlara yemek ve su veren, onlara bakanlar, onlar için para yatıranlar, bu çocukları eğittikleri medreselerde onlardan yeni mücahitler, yeni radikaller, yeni talibanlar yaratıyorlar.

O masum bakışlı,  güzel çocuklar sözümona savaştan, kurşunlardan uzaklara götürülüp beyinleri senelerce yıkanıldıktan sonra tekrardan Afganistan'daki dağlarda şehirlerde savaşmaya geri dönüyorlar. Bazen dış güçlere, bazen kendi halklarına karşı. Hiç tükenmeyen savaşlara.... 

Ve bu savaş çemberi bu şekilde hiç bir zaman kırılamaz.


Batya R. Galanti

12 Ağustos 2021 Perşembe

Elimiz kolumuz bağlı ne olacağını bilmeden sadece kurallara riayet etmeye devam ediyoruz çoğumuz..

Dördüncü dalga ve bitmeyen salgın


Ortaçağ'da büyük pandemiler yaşandığını okumuştuk...Karanlık çağlar da yaşanan hastalıklar vardı; milyonlarca insana bulaşmış ve bir o kadarını öldürmüş salgınlar.. Azap içinde ölüme terkedilenlerin yaşadıkları, dünya klasiklerinin satırlarında canlanırken, okuyucaları o dönemlerin karamsarlıklarıyla buluşturan edebiyat tarihine konu olan Ortaçağ serüveni sadece yazılarda, kayıtlarda kalacak kadar bizden uzakta olan şeyler sanılıyordu daha düne kadar.  Alt yapının mevcut olmadığı XİV. yüzyıl Londrası'nda, Manchester ya da Brüksel'deki karanlık  sokakları aydınlatan fenerlerin altında sabahlayan evsizlerin kaçta kaçı koleradan ya da veba'dan ölmüşlerdi ?  1200'lerin 1300'lerin Avrupası'nda yaşamak istemezdim derdik hep.   O dönemde yaşamamış olduğumuza sevinen biz, koca binaların göklere uzandığı devasa yerleşim yerlerinin kalbinde, kozmopolit bir dünyanın gölgesindekiler, akıllı şehirlerin kalabalığında gezerken ellerinde tuttukları küçücük cihazlar sayesinde, istedikleri her kişiyle iletişim içinde olan, günlük yaşamlarını uzaktan yürütebilen milyarlar, bir çok rutin işleri  makinelere bırakmış olan modern hayat o karanlık devirden ne kadar uzak gibi oysa....

Şanslı bir nesil olduğumuzu iddia ediyorduk. Geçmişte yaşanmış bir sürü aptal savaşları biz  yaşamamış  olduğumuz için. (  Hoş, Ortadoğu'da tam olarak öyle değilse de! ).  Daha medeni bir dünyaya gözlerimizi açmış olduğumuz için şükredip durduk düne kadar..

Uzayan  hayat, yepyeni teknolojik gelişmelerle bambaşka  boyutlardaki yaşam kalitesiyle birlikte kolera ve veba'yı çoktan tarihin karanlık sayfalarına gömmüştük. Kocaman hastaneler inşaa etmişlerdi uzun zaman önce. Bugün bir çok hastalık tedavi edilebilirken,  bu yüzyılın daha ilk senelerine dek bambaşka şeyler vadediyordu insanlık.  

Dünya hala daha bambaşka dönemleri yaşıyor gibi olsa da,  geçen seneye kadar pandeminin ne olduğunu bilmeyen çok fazla çocuk bugün bambaşka bir yaşamın içinde geziyorlar. Yüzlerinde taşıdıkları maskeleri eskiden daha çok doktorların suratlarında görmeye alışıktılar bir çoğu. Geçen seneye kadar biz rüya görüyorduk. Ne Kara Veba, ne de Büyük Açlık....Biz teknolojinin zaferine şahit bir nesildik. Çığır açılan bir devrin ilk şahitleriyiz bizler.. 

Holywood filmlerinin bir örneğinin,  bilim kurgu masallarının ilk tanıkları olmaya devam etsek ne yazar artık?!

Elimiz kolumuz bağlı ne olacağını bilmeden sadece kurallara riayet etmeye devam ediyoruz çoğumuz.. 21. yüzyılda sonunda bir pandeminin kurbanı olan insanlık...Tam bitti bitecek galiba demeye kalmadan bizi teslim alan bir başka virüsle 202'i de arkada bırakacağa benziyoruz. Zaten demişlerdi değil mi?

Korona'yla başladık.. ve o viros durmadan mutasyonlara uğramaya devam etti. Artık bir buçuk sene sonra karşımızda mücadele ettiğimiz salgının başrol oyuncusu Covid değil Delta. Yapışma oranı kat kat yüksek..  Alınan tedbirler sonuç vermezse bir kez daha bizleri kapatacaklar. Arada etrafımızda hiç olmadığı kadar çok hasta insan var.  Bir kaç ay evvel Korona'dan başarıyla çıkan ilk ülke ilan edildiğimizde artık hasta sayısı sıfırlanmıştı!!

Yeni Hükümetimiz ülkeyi  kapatmak istemiyor. Salgını ekonomiyi sarsmadan durdurmak için ne yaptılar peki?

Deltanın ülkede ilk görüldüğü günlerde hemen tedbirler alacaklarına, 100.000 kişinin biraraya geldiği Gay Parade düzenlendi. Binlerce genç birbirleriyle kucak kucağa dans ettiler, sokaklarda dudak dudağa resimlerle boy boy poz verdiler.

Binlerce insan salgına rağmen, Delta'ya rağmen yurt dışına çıkmaya devam etti. Devlet Havaalanında kontrolleri gerektiği gibi uygulamadı.

Düne kadar maskelerini takmayanlara ( ve bu son dalgada insanlar eskisi kadar maske takmıyorlar!! ) ceza vermediler. Kapalı yerlerde toplanan kalabalıklara da hiç bir kısıntı getirilmedi, toplantılar aynı şekilde devam ettiler...

Yeni yeni, Yeşil Kart uygulamasına yeniden başlanıyor. Bir çok yere ancak aşısı olanlar bu kartı taşıyan ya da Korona testi yaptırmış olanlar girebilecekler...

Bir gündeki hasta sayısı 6500'e yaklaştığında, ilk defa dün acil kararlar alındı. Hastanelere ekstra takviye yapılıyor. Doktor, hemşire ve yatak sayısı artırılıyor... Yani bize denilen şu;  "Politik hesaplarımız yüzünden bugüne dek karar almadık, şimdikten sonra da her gün insanlar ölmeden ülkeyi kapatmaya gitmeyeceğiz, bunun için de hastaneleri hazırlıyoruz!".

Israel'de haftalar içinde ağır hasta sayısı tek tek sayılardan onlara ve yüzlere ( 421)  çıktı.  Ve önümüzdeki bir kaç haftada bu sayının binlere çıkması bekleniyor.

60 yaş üstü için hızlandırılan aşı kampanyası  dördüncü dalgayı bir an önce yavaşlatmak için başlatıldı. FDİ'in onayını bile beklemeden yapılan aşılar  altı ay evvel yaptırdığımız aşının düşen etkisini kuvvetlendirmek ve kandaki antikorları arttırmayı amaçlıyor. Eğer aşılar ve son tedbirler belli bir olumlu etki yaratmazsa, Eylül ayında yeniden kapanacağımızı söylüyorlar.

Her ne kadar bu durumda tekrar ve takrar aşı olmak fikri pek hoşumuza gitmese de! Geldiğimiz noktada bize söylenilenleri hayatın devam etmesi için yerine getiriyoruz... Kimileriyse teorilerle meşguller. Bir çok şey anlatıyorlar. Israel'de hala bir milyon kişi aşı olmamak için direniyor. Bu insanlar bu pandeminin bitmemesinin nedenidirler. Sonunda bunlar gibiler yüzünden daha çok kişi ölebilir!! 

Kimi insanlar insan hayatıyla değil demokratik haklarla daha meşguller!!

Sanırım insanlık zorlu bir sınavdan geçiyor. Bu salgında tüm ülkeler belli zorluklar yaşarken, zengin ülkeler sonuçta güçlü ekonomileriyle yaşanan krizi yine de atlatacaklardır.  Her zamanki gibi fakir ülkeler daha fakirleşecekler ve yine buralarda daha da fazla açlık olacak.

Zengin ülkelerin bir araya gelip yeterli aşı üreterek tüm dünyanın aşılanmasını sağlamaları gerekiyor.

Değişen iklim, ortaya çıkan virüsler ve kendini tanrı zanneden küçük adamın çaresizce verdiği savaş.


Batya R. GALANTI






 

11 Ağustos 2021 Çarşamba

 Ne yesek ya da yemesek!!


Et yemek kötü diyenler var. Sakına et yemeyin, Kolesterol yapar, damarları tıkar....et kanserojen maddeler içerir. çok et yerseniz ölürsünüz!!!!  Sağlıklı yaşam için en iyisi vejetaryen olmak diyenler var..

Bir başka bilene sorarsanız, insanın doğadaki diğer hayvanlardan hiç bir farkı yoktur.  ( Gerçi bütün hayvanlar karnivor değiller değil mi? ) İnsanın,  gereksinimi olduğu proteinleri alabilmesi için et yemesi şarttır derler.  Din kitaplarına bakarsanız, yine et yemenizin mübah olduğunu söylerler.

Hayatta neyi yeyip neyi yememiz konusunda hep bir ikilem vardır. Sorduğunuz kişiye göre, konunun uzmanı olduklarını iddia eden farklı görüşte doktorlara göre bir çok fikir bulunduğuna göre, doğru olan nedir? Et yemeden de vücudumuz için gerekli olan proteini farklı yollardan almamız mümkün müdür?  Eğer mümkünse etin yerini tam olarak ne alır?

Ya süt ürünleri için ne demeli? Eskiden kesin bildiğimiz bir şey vardı!!  Bir insanın yeterli kalsyum ihtiyacını karşılayan en önemli besinler süt ürünlerinden alınanlardır diye bilirdik hepimiz..

Bir zaman geçti, bir sürü fikir daha çıktı ortaya. Neden insan inek sütü içsin? diyenlerle başlayan. Süt ürünlerinin ihtiyacımız olan kalsyumu bize vermesi şöyle dursun, vücudumuzda olan kalsyumu da atmamıza neden olduklarını iddia eden profesörler var.

Gün geçtikçe daha fazla insan süt ürünlerine karşı olumsuz şeyler söylüyorlar.

Süt ürünlerinin geçirdikleri üretim işlemi içinde uğradıkları değişimle birlikte içlerine katılan koruyucu maddelerle bu besin kaynağının yarardan çok zarar verdiklerini anlatan doktorları da dinledim.

Kimi profesörler sütün ve peynirin insanın düşmanı olduklarını söylerken, özellikle büyüme çağındaki çocuklar, yaşlı insanlar ve menopoz devrini yaşayan kadınlar  kalsyumu nasıl tüketecekler peki? Bu konuda yeşil sebzeler ve tahin vs gibi besin kaynakları söylenildiği gibi yeterlimidirler?   Yoksa insanlar şişelerde satılan vitaminleri mi kullansınlar? Bazılarına sorarsanız, bunlar da sadece ticaret için üretilen şeyler.

Bugün bilgi paylaşımı çok büyük,  Eskiden okuduğumuz belli kaynaklardan bize ulaşan bilgiler bugün katkat arttı. Ve görüşlerde de aynı oranda bir çeşitlilik oluştu. Eskiden neredeyse tek bir ağızdan duyulan iddialar yerine bugün bilinenleri büyük ölçüde çürüten karşı iddialar hiç durmadan önümüze taşınırken neye inanacağımızı bilemeyeceğimiz bir bilgi karmaşası yaratıyorlar bizde.  Kafamızda ciddi bilgilerin yanında bir de her önüne gelenin konuştuğu, yazdığı şeyler var. .İnsanların beyinlerini bulandıran bir bilgi salatası da var..

Bana kalırsa neyin zararlı neyin zararsız olduğunda karar vermek ne kadar zor görünse de tek bir şeyin yanlış olmadığını biliyorum. ( hepimiz biliyoruz aslında )

Süpermarketlere girdiğimizde raflara dizilmiş olarak, en güzel ambalajlarda bize sunulan çoğu endüstriel ürünlerin büyük bir bölümü insanların sofralarından, ağızlarından, midelerinden  uzak durması gereken şeyler.  İçlerinde neler ihtiva ettiklerine baktığınızda en ufak bir şey anlamadığınız bir sürü kimyasallarla dolu olan bu ürünleri yemek istemesekte, süpermarketten aldığımız en masum ürünlerin bile sandığımız kadar doğal olmadıklarını bilmiyoruz bile. Sadece un, maya, su ve biraz da tuzdan yapıldığını zannettiğimiz  ekmeğin içinde bile hiç bir şey anlamadığımız E' yle başlayan bir numaralar ( katkılar ) konulduğunu görüyoruz. Her satılan ürünün üzerinde Sağlık Bakanlığının mecbur ettiği bu kayıtların olması hiç bir şeyi değiştirmiyor. Bildiğimiz tek gerçek bu çağda kimsenin evde ekmek hazırlamak için zamanı olmadığıdır. İçindekiler kısmını da çoğu insanın okumadan alışveriş sepetini doldururken, satın alınan şeylerin büyük bir kısmı ultra-endüstriyel ürünlerdir.

Korona başladığından beri sık sık ailece girdiğimiz marketlerde çocuklarımın ellerinin nasıl da saçmasapan şeylere gittiklerini görüyorum. Sıkıntıdan, kapanmışlıktan, yanlızlığın getirdiklerinden kaçmaya çalışan gençlerin, eğlencelik arayanların,  raflardan  onlara göz kırpan, cazip ambalajlara giden ellere yapışanları üretenlerin bizim için yeniledikleri pek bir şey yok. Yüksek miktarlarda şeker ve tuz ve bir sürü tatlandırıcılar.

Bir çoğu suni tatlar ve renklerle önümüze getirilen bu sözde besinler insan sağlığını tehtid ediyorlar. Ve çoğu zaman bunları düşünecek vakti olmayanların hızlı yaşam temposu içindeki insanların boşvermişlikle birleşen yeni çağın, tüm bunlara rağmen gittikçe uzadığı yaşamla birleşik bir  yapaylıkla rahatszlıklarla yaşayanların doldurduğu dünyanın geldiği 21. yüzyılın değişik cilveleri bunlar.

Danielle vejetaryen olduğu için her defasında sözde etin yerini tutacak bin bir tane gereksiz seçeneklere gider eşimin elleri de. Sözde hamburgerler, sözde kebaplar.. Herşey gerçekten sözde!! Lafta kebap..Soya'dan üretilmiş, lezzetli olması için, insanı tatmin etmesi için içlerine bir sürü tanımadığımız, bilmediğimiz maddeler katılmış, doğallıktan son derece uzak besinler bunlar. Bir insanın böyle şeyler tüketmesinin sağlıklı olacağını düşünmek, et yerine bunları tüketmeye kalkmak anlaşılır değildir. Tadlarına baktığınızda anlıyorsunuz neden bahsettiğimi!!!

En kötüsü de rafları dolduran ve çocuklar için üretilen ıvır zıvırlar.. Patates cipsler, bir sürü mısır ve soyadan yapılmış çerezler, şekerler çikolatalar ve tüm bunlarla önümüze sürülen bir tüketim furyası

Herşeyden biraz yemek en iyisi derim hep. İnsan kendini mutlu etmek için olmayacak ıvır zıvırlardan da bazen yiyor. Ancak çoğu zaman günümüz gençleri için marketlerin büyük bir bölümünü kuşatmış olan endüstriyel ürünler doğal sebze ve meyvelerin yerini aldılar. Arada bir yenen bir şey olmaktan çok  endutriyel olan büyük ölçüde organik besinlerle yer değiştirdi. Öyle ki evde hazırlanan şeylerin tadları onları tatmin etmez oldu. Çünkü gençler sosisli sandwich'lerde, hamburgerlerden, dışarıdan aldıkları pizza'lardan damaklarına gelen ekstrem bir uyarıya alıştırıldılar. Bu tatlar dilimizdeki, damağımızdaki sinir uçlarını çok daha kuvvetli bir şekilde uyarıyorlar. Çocuklar doğal olan tadları sevmiyorlar çünkü bu tadlar aynı etkiyi yaratmıyorlar...

Hayat değişiyor.. Tüketim mantalitesi bir deliliğe dönüşürken, zaman zaman sağlıklı beslenmeden konuşan doktorları duysakta, bize verilen büyük mesaj farklı. Her tarafımızı saran reklam panoları, radyo, televizyon ve internet çoğu zaman sağlığımızı düşünerek hazırlanmıyorlar. Büyük tablodaki gerçekler üzücüdür.

Paranın arkasında ilk etapta çıkarlar arkasında dönen bir döngünün içinde sömürülen bireyleriz bizler. Kimse kimsenin sağlıklı yaşaması için hareket etmiyor. İlk düşündükleri şey nasıl daha çok satış yapabilecekleridir...

O yüzden et mi yeksek, süt mü içsek.. Bu tartışmalara verilen cevaplar da hep farklı olacak. Gerçekler tam açıklıklarıyla ortaya konulmayacaklar.

Şekeri bari az yiyin diyeceğim ben. En kötüsü galiba o!!!

Sonuçta tek bir çözüm görüyorum ben; o da çok fazla ultra-endüstriyel şeyleri evimize sokmamak gibi!! 


Batya R. GALANTI






8 Ağustos 2021 Pazar

Kuzeyimizde artan gerilim

 Kuzeyimizde artan gerilim


Dün roketlere rağmen insanların kuzeye gezilerini iptal etmemelerini söylediler. Hizbullah'ın verdiği gözdağına rağmen, demir kubbenin altısını havada yakaladığı, üç roketin Lübnan tarafında düştüğü gerisinin Israel'de açık alanlara isabet ettiğini bildiğimiz saldırının şimdilik sadece bir meydan okuyuş olduğu biliniyor.

Bu arada Israel televizyonlarına yansıyan görüntülerde Lübnan tarafında yaşayan Dürzüler, Israel sınırına yakın bir yerleşim biriminde ellerine geçirdikleri bir Hizbullah teröristini yakalayıp dövmeye başlamışlar. Dürzüler iki taraf arasındaki çekişmenin içine çekilmeyi reddediyorlar.

Hizbullah'ın bir taktik olarak Dürzü köylerini Israel'i vurmak için çıkış noktası olarak seçmeleri mutlaka tesadüf değildir.

Dürzüler, Araplara göre bulundukları toprağa daha bağlı bir millettir.  Bu şekilde Israel'deki Dürzüler İDF'te  askerlik yapan, bu topraklara ihanet etmeyen bir azınlık grupturlar. Israel'de devlet makamında  ve orduda yüksek makamlara gelen bu insanlar bulundukları bölgede uzlaşma içinde yaşayamayı tercih eden bir halktır.  Çekişmelerde tarafsız kalmayı seçseler de öncelikle yaşadıkları ülkenin bayrağına saygı duyarlar.

2006'daki II. Lübnan Savaşından bugünlere kadar Kuzey'deki sınırlarımız sessiz ve sakin bir hayata alışmıştı. Şu son dönem başlayan kimi roket saldırılarına kadar. Sanki Hizbullah Israeli gerilere götürmeye çalışıyor. Eski bir dönemi yeniden yaşamaya başlar gibi Kuzey sınırımızdaki kibutzlar ve Moşavlar. Kuş seslerinin yerini yeniden roketlerin ıslıkları alacağı endişesi var. 

Ve Israel Hükümeti Hizbullah'a buna izin vermeyeceğiz mesajı vermiş sözde..

Bir bakıma Güney'deki hayatın Gazze'den atılan roketlerle değişmesini anımsatan  bir durumla karşı karşıyayız.

Israel'in kuzeyi 1970'lerde Katyuşya roketleriyle  yaşamak zorunda kalmıştı.

1982'de Filistinli gerillaların konuşlandıkları kamplardan Israel'e saldırılarını durdurmak ve buralarda yaşamı normale döndürebilmek için Güney Lübnan'ı işgal eden Israel'e karşı kurulan Hizbullah Örgütünün tehtidiyle de yaşamak zorunda kaldı insanlar. 2000 yılında Güney Lübnan'dan çıktığı halde 2006'da yeni bir savaşa kadar Hizbullah kuzeyimizde sakin bir hayata izin vermedi.

2006'daki Lübnan Savaşı her ne kadar Israel açısından başarılı bir şekilde yönetilememiş ve fazlasıyla hatalar yapılmış bir savaş olduysa da herşeye rağmen 15 yıldan fazla süren bir sessizliği getirmiştir buralara.

Ancak 2005'tan bugünlere Hizbullah İran tarafından desteklenip kendini yenilemeye devam etti. Suriye'de Essad güçlerinin yanında on senedir savaşan on bin savaşçısı komando olarak iyice tecrübelenirlerken, Örgüt 100.000'den fazla roket, tanklar dronlar ve kimi uzak menzilli füzelerle dünyanın en donanımlı militan gücü haline gelmiştir.

İran'ın maşası olan, Lübnan'da devlet içinde bir devlete dönen bu radikal İslamist grubun tek amacı İran'ın desteğiyle Yahudi Devletini yıkmaktır.

Lübnan siyasetinde  geçen senelerle gücünü gittikçe artıran bu Şii Örgüt'ün en büyük amaçlarından biri de bu ülkede batının varlığına son vermektir.

Nasrallah dün yeniden Israel'i tehdit ederken,  atılan roketlere gereği gibi verilmeyen cevap Israel'deki yeni hükümetin zayıflığı olarak algılanmaktadır. Bu bölgede sizi zayıf olarak algıladıklarında ise karşısınızda çok daha fazla sorunla karşılaşabilirsiniz.

Koalisyon Hükümetinin içindeki radikal sol ve İslami Ra'am Partisiyle güvenlik sorunları karşısında kararlı adımlar atmakta zorlanırken düşmanımıza nasıl bir mesaj verdiğimiz belli değildir.

Hizbullah  için,  bu tip çekimser duruşlar, kararsızlıklar, ayrılıklar ve içindeki İslamcı partinin yapacağı tehtidlerle her an dağılabilecek gibi duran bir Hükümetle, Israel'e karşı yeni yeni saldiri denemelerine girişmeleri daha da olası görünüyor!!


Batya R. GALANTI

6 Ağustos 2021 Cuma

19 roketle başlayan bir günün arkasından neler bekliyoruz acaba?

19 roketle başlayan bir gün


Dün geceki yazımın üzerine yeni bir sabaha uyandık Israel'de. Yeni yeni ve yeniden gergin haberlerle. Yaşadığımız bölgenin adresini yanlışlıkla unutmayacağımızı hatırlatan komşularımızın sabah keyfi adına kuzeye attıkları yeni roketlerle.

Demir Kubbenin varlığının yeterince güvence verdiği insanların  herşeye rağmen bir kez daha endişeye sebep olan bu son durumu nasıl karşıladıklarını bilmiyorum.

Israel'in en güzel, en sakin yerlerinden biri olan Kuzey sınırındaki Moshavlar, Kibutzlar savaşı, barut kokusunu son senelerde unutmuş gibiydiler. En son 2006'daki II. Lübnan Savaşı'nda hedef olan bu bölgede yaşayan Israelliler, Araplar ve Dürzüler ve Çerkezler var. Herkesin kendi köyü, kasabası ve yeri var. Yazın sıcak olan bu yerler kışın nispeten daha yağışlı ve serindir.  Çiftlikler, ekili tarım alanları, üzüm bağları yla, hayatını sakin geçirmek isteyen, şehirden, merkezin gürültüsünden kaçan kişilerin en baş tercihlerinden biridir Kuzey Israel. Israel'in en güzel manzaralarını resmedebileceğiniz bir köşedir buraları...

Normal insanlar genelde ne ararlar hayatta? Geçim, sükunet ve huzur. 

Ta ki sabah kalktığınızda kuzey sınırında bir terör örgütü sizi sakın uykunuzdan uyandırana dek...Tüm güzellikleri çirkinlikle değiştirene dek. Çocukların, kadınların yüreğine korku tohumlarını eken alarmları yeniden çalıştıran roketleri üzerinize attıkları anlara dek herşey yolunda gibidir...

Hayatlarını başkalarının karabasanı olmakla kazanan karanlık güçlerin beslendiği seydir savaş!!

Birileri,  değierlerinin ürettiği silahları kullanmalı tabii...  Bu insanlar bunun için idealdirler,

Hayatları çevrelerindeki ve uzaklarındaki herşeyi kontrol etmek üzerine kurulan kötü insanlar var bir yerlerde. Bir dinin karanlık yüzüyle kendilerini eşleştiren, önce kendi kadınlarına ve  çocuklarına ve sonra  zayıf gördükleri tüm farklı gruplara hakim olarak  adım adım daha da ötelerine saldırarak, savaşarak, ele geçirilmiş yerlerden başka topraklara sıçrayan ve yayılan mikrop gibidirler bunlar. Hastalık gibiler bu radikal gruplar!!!!!!!!

Sabah parlayan güneşin altında, yeşeren çimlere, açan güzel çiçeklere nispet, huzurusuzluktan beslenen birileri kuzeyden üzerimize roketler atmışlar bu sabah,  Tam 19 roket!!

Evet ama şimdilik niyetleri savaş değil deniyor..

Savaşı simdilik istemiyorlarmış.  Bir süre daha bekleyecekler, büyük patronları doğru zamanda yeşil ışık yakınca savaşı başlatacaklar. Ama şimdilik rahatsızlık ve huzursuzluk yaratmaktalar... Ve arada güneyde olduğu gibi, kuzeydeki insanlara yeni bir hayat empoze edecekler gibi,  bu uğursuzlar..


Batya R. GALANTI