29 Temmuz 2021 Perşembe

Bizi diğerimizden ne kadar farklı zannetsekte benzediğimiz taraflarımız bir o kadar çoktur.

 Aynı kültürde yaşayan kimi farklı benzerler ve bizler!


Genç kızken esmer, kısa boylu, sevdiğim samimi bir  arkadaşım vardı.. Birlikte girip çıktığımız grubumuzdan, 14 yaşımdan beri tanıdığım kimi arkadaşlarımdan biriydi.

Bu çocuk biraz sıra dışıydı.. Yazın ortasında herkes şortla dolaşırken o asker postallarıyla gezerdi.. Bir ağustos gününün kavurucu sıcağında kulübün trapezinden neredeyse kışlık kıyafetle denize atladığını hatırlarım. Ne kadar tuhaflık,  ne kadar acayiplik varsa ondaydı. Ha bir de Elvis Presley gibi favorileri vardı,. O zamanlar İTÜ'de Kimya Mühendiği okuyordu bu çocuk ve sınıfından bir arkadaşıyla ayrılmaz bir ikili olmuşlardı. Arkadaşım Yahudi ve onun en samimi dostu ise Ankaralı müslüman bir aileden çocuğuydu.. Arkadaşı da çok efendi bir gençti.. Hatırlıyorum tam iki kafadar olmuşlardı.

Bir gün o arkadaşım üniversite'deki dostunun Ankara'daki ailesinin evinde misafir olmuştu. Bize sonradan misafirliğini anlatıyordu gülerek... Hiç bir şeyi de saklamazdı.. O dostunun yanında, evlerinde annesi babasıyla ilk tanışma merasimini gülerek anlatırken dalga geçiyor, arkadaşı da ona kızmıyordu,  onunla beraber gülüyordu..

Çocuklar eve geldiklerinde annesi bizimkini kapıda çok sıcak çok sevecen bir tavırla karşılamış. Ve tabi bir o kadar da saygılı imiş. Hoş geldiklerini söylerken kapının ağzından içerisini işaret ederek ; "Buyrun efendim demiş. Arkadaşımsa  rahat bir tarzda,  ( hem genç olmanın verdiği tavrı, hem tanıdığım kişiliğinin rahatlığı, hem bizlerden onlara hafiften değişen karşılama şekillerindeki farlılıklar ) aceleyle hemen girerken, kadın takrar, " Şöyle buyrun efendim!" dediginde o zaten çoktan buyurmuş bile.. çocuğun annesi karşısındaki iskemleye iliştikten hemen sonra gülümserken! Bu defa oturduğu yerden  yine Hoş geldiniz! demiş.. Arkadaşıma daha önce söylenen hoşgeldinizin bir tekrarından gülesi gelmiş. Zaten hiç bir şeyi ciddiye almazdı ya!! Kadınsa çok kibar; " Nasılsınız?" Çocuk, teşekkür ederim iyiyim.. Kadın gülümsüyor..... Bir iki dakika sonra bir kez daha ; "Eeee daha nasılsınız?"..  İki dakika önce iyiydim, şimdi nasıl olayım?!! diyor bizimki kendi kendine,,  Gülecek, gülemiyor herşeye rağmen ayıp olur diye.. Kadın kalkmış, içeriden kolonyayı getirmiş.. Bazen en olmadık durumlarda saçmalamanız tutar ya. Çocuğa tutmuş bir kriz. Arkadaşım avucunu açarken digeri kolonyayı koyarken son bir kez daha hoş gelmiş!!  olmuş..

Bu seremoni ne kadar sürmüş bilmem . ( Bu tip alışkanlıklar Türk ailelerinde de bir yerden diğerine, bölgeden bölgeye, kişiden kişiye değişiklikler gösteriyordur  )

Misafir kabul edilirken devam eden bu tür giriş merasimleri sanırım Türk toplumunda, insanların aralarındaki mesafeyi kırmakta yaşadıkları zorluktan kaynaklanıyor olabilir.  Bu da kısmen tutuculuğa varan toplumsal bir çekingenliğin sonucu olan bir alışkanlık olabilir diye düşünüyorum.  İlk anda hemen rahatlayamayan, serbest bırakılamayan davranışların fazla denetiminden gelen törenselliğe dönüşmüş jestler, konuşmaları gibi..... Ve Türkiye'de elit kesimde bu daha da fazla var gibiydi. Kendilerini kontrole, denetlemeye  çalıştıkça daha da çekimserlikle samimiyet karışımı olan adet haline gelmiş kimi durumlar..

Bir gün Hilton Hotel'inin lobisinde birisiyle bir randevum vardı..Bekliyorum.. kürk mantolu kadınlar ve takım elbiseli erkekler gelmişlerdi.. Bense buluşmak için randevulaştığım kişinin gecikmesiyle sıkıntıdan etrafımı seyretmekle meşguldüm. ( Bugünkü akıllı telefonlar olmayınca sıkıldığinızda o zaman daha fazla etrafınızla ilgilenmek zorunda kalırdınız.  Bugün yanınızda arkadaşınız olduğu halde etrafınız yerine elinidekiyle uğraşamaya başlarken kendinize dönüyorsunuz...) 

Neyse, kürklü bayanlar, şık giyinmiş erkekler birbirlerini buldular hemen lobide.. Bilmem kim bey nasılsınız efendim..diye başlayan merasim yine aynı.. Ben yaşadığım toplumdaki bu tip davranışları peki tanımıyormuydum?. Sanırım bizde biraz daha az resmiyet vardı. Aradaki ufak tefek değişiklikler bile dikkatimizi çekebiliyor.

Her milletin..her toplumun kendi kuralları vardır.. Herşey alışkanlıktır.. Alıştınız mı tuhaf gelmez işte!!

Eşim bana Sina çölünde,  Israel-Mısır sınırındaki askerleri anlatmıştı..  Sınırda nöbet beklerken karşıda Mısırlı askerler olurmuş.. Onlar da böyleydi der.. Karşıdan durup gülümserdik birbirimize..İki dakikada bir  Ahlaaan derlermiş.. Arapça merhaba .. Her bir tur atışında asker, olduğu nokataya geri döndüğünde yeniden verdiği selamında bir kez daha "Ahlan!!" 

Ahlan ve sahlan!

Bu  bölge insanı..aynı din, benzer alışkanlıklar, kimileri değişik sansalar da..kültür yapısı..tarzlar..saygı kriterleri benzeşiyor..

Son bir senedir. arabada alcogel bulunur oldu hep.. Gal'le ne zaman bir yerlere gidip geri dönsek, arabaya biner binmez alcogel'i uzatarak avucunu aç diyorum.. Ve aklıma arkadaşımın anlattığı  o kibar bayan, ve  hep Türk insanının gelen misafire kolonyayı uzatmak alışkanlıkları geliyor.. ( Eskiden olan bu alışkanlık bugün hala var mı bilmiyorum) Ve işte o zaman durup Gal'e gülerek ben de, Türkçe;  "Hoşgeldin!" diyorum..  İlk dediğimde tabi oğlum anlamamıştı.. Ona Türkiye'deki o eski alışkanlığı anlatmıştım.

.............................

Biz Yahudilerin , Pesah'ta Dulce Blanco diye bir tatlı hazırlamak geleneğimiz vardı..


Dulce blanco, beyaz tatlı demektir...

Fakirliğin, imkansızlıkların olduğu eski devirlerden kalma bir alışkanlıktı bu sanırım....çikolataların, pahalı tatlıların yerini alan bir şey olduğunu tahmin etdiyorum ! Sadece şeker, su ve biraz da limon kabuğu rendesi karışımının uzun süre kısık ateşte çevrilmesiyle hazırlanan bir şekerdi bu!

Eskiden çok yapılırdı. Hani insan kültüründen, davranış farklılıklarından konu açılmışken anlatıyorum bunu da!! Beyaz tatlı, bayram'da Yahudi evine gelen misafirlere, tatlı bir bayram  için sunulan bir şeydi..

Genelde gümüş ya da kristal bir servis tabağının içine yerleştirilmiş yine gümüş kaşıklarla birlikte, yanında birer bardak soğuk suyla birlikte verilirdi.. 

Bir arkadaşımın bununla ilgili komik bir hikayesi vardı..

Pesah'ta onlara gelen Müslüman bir arkadaşına getirmiş annesi, dulce blanco.. Kız tepside konulmuş olan diğer kaşıkları farketmediğinden, bütün kaseyi kendisi için zannederek,  gümüş kaşıkla  çanağı da birlikte alarak tatlıyı kaşıklamaya başlamış.. bir kaşık iki kaşık.. üç..dört!!!.... Arkadaşım kız kendini salak zannedecek diye susuyor.  Arkadaşı bir süre yemeğe devam ettiği şekerden bulanan midesi yüzünden sonunda dayanamayarak: " Kusuruma bakmayan, çok güzel ama ben bitiremeyeceğim!"dediğinde çanaktaki saf şekerden ne kadarını tüketmeyi başarmıştı bilmiyorum! :)

İşte gereğinden mesafe ve kibarlığın zararları bunlar.. Biri yer biri susar.. kız neredeyse kusar (!) hahaha

Zavallı kan şekeri kaça çıkmıştı acaba?!!

............................

Dulce Blanco'dan laf açmışken, annemin ilk evlendiği yıllar, Ortaköy'deki evinde üst katında Rum bir aile otururmuş..

Annem onları bana çok anlatmıştır..  İleriki yıllarda ülkeyi terkedecek azınlıklardan birileriydi onlar da..

Her pazar onların baş misafiriydim der..

Kiliseden döndüklerinde kurdukları masanın güzelliğini anlatamam sana!!!.  Bembeyaz örtünün üzerindeki porselen tabaklarla  kristal bardaklar ve çeşit çeşit kahvaltılıklar...Her kilise dönüşü, her defasında zengin bir bayram sofrası gibiydi pazar kahvaltıları.....

Ve işte bizim dulce blanco'dan onlar da yaparlarmış. Kahvaltı sonrasında kahvenin yanında sunarlarmış.

Acaba kim kimden almıştı bu geleneği, bizler mi onlardan onlar mı bizden?

Farkeder mi? Bilmem.... Sadece onların her Pazar kilise dönüşü verdikleri dulce blanco'yu biz Pesah'ta yerdik. Onların her Pazar kilise dönüşü kurulan sofraları bizde Şabat masasiyle yer değiştirirken, Noel Ayini çıkışındaki  bayram yemeklerinde odaklanan aile toplantılarının yerini bizde Rosh Ha Shana ziyafetleri alırdı.  Esasen dinlenilen müzikler, aileye verilen değer ve insan ilişkilerinin sıcaklığı birbirinden pek farklı değildi. Birinin alt komşusu diğerinin yanındakiyle birlikte,  uzun seneler aynı memleket içinde oluşmuş geleneklerle birbirinden yeterince etkilenmiş insanlar aynı şehirde ayni mekanlarda ikamet ediyorlardı..

Bizi diğerimizden ne kadar farklı zannetsekte benzediğimiz taraflarımız bir o kadar çoktur.


Batya R. Galanti

27 Temmuz 2021 Salı

Şu an için Israel'de FDA'in onayı çıkmadan 60 yaş üzerine bir an önce aşılara başlamak için onay verseler de bunun için yeterli aşı hala elde yok.

Bir kez daha Korona yakınlarımızda dolaşmaya başladı.


Israel yeni bir dalgayla karşı karşıya..

Başbakan Bennett'in  Korona'yla ilgili ilk adımlarına baktığımda onun açık ve net açıklamalarına kanmış kararlılığından emin olmuştum. Verdiği komutlarda ne yaptığını bilen biri izlenimi vardı bende. Ancak çok geçmeden işler sarpa sardı. Fazla bir süre geçmeden kararlılıklar en büyük kararsızlıklarla yer değiştirdi. Çünkü konuşmakla yapmak arasındaki farklar ortaya çıkmaya başladı. 2020'de Koronayı nasıl yeneriz diye bir kitap yayınlayan Naftali Bennett, teoride her zaman herşeyin daha kolay yürüdüğünü bir kez daha kanıtlarken geçen seneyi mumla aramaktan korkar olduk bir anda!!

Geçen yıl Corona ilk yayılmaya başladığı gibi Netanyahu zaman kaybetmeden Israel Havaalanını bütün uçuşlara kapattığında, Koreli turistlerle bu konuda problem yaşanmış ve Israel havaalınını kapattığı için suçlanmıştı.  Fakat çok geçmeden Israel'in bu kararını diğer ülkeler de tatbik etmişlerdi.

Ve Netahyahu aşıları herkesten evvel ülkeye getirtip nüfusun büyük bir bölümünü çok kısa bir zamanda aşılayabilmişlerdi.

Şimdilik bugünkü Hükümet konuşmaktan başka bir şey yapmazken. Corona'nın yeni ve daha yapışkan bir variant'i olan Delta'nın bile bile ülkeye sokulmasına engel olamadılar. Ülkeyi giriş çıkışlara büyük oranda kapatıp, sağlığına kavuşmuş olan Israel nüfusunu kısmen izole etmek yerine Israel havaalanından her gün dünyanın farklı yerlerine binlerce turistin girip çıkmasına izin verdiler. Havaalanında doğru dürüst testler ve kontroller yapmadan giren çıkan insanlar  yeni variantları serbestçe sokarlarken şu an 8 milyonluk ülkede her gün katlanarak yayılan virüs'ü durdurmek için tam olarak hiç bir tedbir alınmıyor. Bir hafta evveline kadar günde 800 cıvarlarında olan pozitif vaka sayısı kısa bir zaman içinde 2000'i geçti. Son günlerde 80 ağır hasta sayısı bir anda 100 kusurlara çıktı.

Bir buçuk sene aradan sonra tekrar tekrar kapanmaya gitmenin ülke ekonomisini nasıl çökertebileceğini tahmin etmek zor değilsede kimi başka tedbirler alınabilir. Ve daha sıkı bir gözetim söz konusu olabilir.

Bu son dalgaya rağmen insanlar artık doğru dürüst maske bile takmak istemiyorlar. Gençler ne pandemiye ne de bunun getirdiği sonuçları önemsiyorlar. Onları bir derece anlamak mümkünse de insanların aymazlıkları yüzünden bağışıklık sistemleri zayıf olan ve belli bir yaşın üzerindekiler bir kez daha tehlike altındalar.

Şu an için Israel'de FDA'in onayı çıkmadan 60 yaş üzerine bir an önce aşılara başlamak için onay verseler de bunun için yeterli aşı hala elde yok. Depolarda bekleyen bir miktar aşıdan başka geçen gün 200.000 yeni Pfızer aşısı getirtilmiş.

Bu aşılar yeni bir madde içermiyorlar. Sadece altı ay sonra vücutta iyice azalan antikorları desteklemek için aynı aşıdan verilmesi planlanan bir doz bu. Sonuçta bir taraftan kendinizi korumak isterken diğer taraftan yeniden ve yeniden vücudunuza sokulan bu maddenin gelecekte nasıl etkileri olacağını bilmedğiniz için girdiğiniz ikilem de ayrı problem.

Çok kalabalıklaşan dünya nüfusunu kaldırmakta zorlanan doğanın zayıfları elemesi gibi bir şeymidir bu yaşadığımız bilmiyorum.

Şimdilik Israel'de hayat tamamen normal bir seyirde devam ederken, hızla yayılan Deltaya rağmen önümüzdeki Eylül ayında okullar normal şekilde açılıp çocuklar okula her gün, ve hep birlikte öğrenim görecekleri bir seneye hazırlanıyorlar. Bu hızla yayılan virüsün önümüzdeki bir kaç hafta içinde her yeni gün yaklaşık 11.000 yeni hasta demek olacakken normal hayata devam etmeyi düşünmek nasıl mümkün bilmiyorum.

Şimdilik, kızımın çalıştığı yerde birlikte ders verdiği bir genç çocuk bir hastanın yanında bulunduğu için kendisini bir hafta karantinaya sokması gerektiği haberini almış, eğer bu genç çocuğun yaptığı test pozitif çıkarsa bu kez kızıma haber gelecek.. Bir kez daha Korona yakınlarımızda dolaşmaya başladı. 


Batya R. GALANTI

Gazetecilikte algı oyunları

Her gün gazetelerde, internet sitelerinde, televizyon ve radyolarda karşımıza bin bir çeşit haber çıkar. Bu haberlerin büyük bir bölümü iç haberlerdir. Politik, sosyal, ekonomik olayları içerirler. Bir diğerleri de uluslararası haberlerdir. Çoğu günler okuduklarımız bir gün önce bildiklerimizin bir devamıdır. Yakın olaylardır. Hatta cok kez belli bir monotoni bile içerebilirler. Politikalar, günlük yaşanan şeylerin büyük bir bölümü bir günden diğerine genelde çok dramatik bir değişiklik göstermezler.

Bir de sabah gerekli yayın organlarını açtığınızda karşınıza çıkan kimi başka haberler daha vardır. Ülkenizin bir köşesinde, ya da dünyanın hiç bilmediğiniz yerlerinde yaşayan insanları taşırlar bu haberler  size. Okuyucuyu yeterli derecede ilgilendirecek ilginç olaylar olabilir bunlar. Bazen de yaşanan çok kişisel  dramalar öyle bir boyut taşıyabilirler ki sadece kişisel bir olay olmaktan çıkıp toplumsal bir sansasyona dönüşürler.

Yeterli derecede ilgi uyandıracak herşey haber olabilir.

Ve satır aralarına karışan haberler de vardır. Bir yerlerde bir işçinin bir inşaat alanındaki kazada ölümü gibi. Kulağımızın yanından geçiveren haberlerdir bunlar çoğu zaman. Gündelik. Çok fazla üzerinde durmadığımız bir çok diğer kaza haberlerinden biri gibi. Hiç tanımadığımız insanların dramatik ölümleri satır aralarında kalarak kaybolurlar. Tanımadığımız, ismini,  simasını bilmediğimiz bir adam, bir kadın hatta bazen bir çocuk... Bu tip haberler devamlı güncellenir. Kayıtsızlıktan çok, sizinle ilgili olmayan şeyler üzerinde çok fazla durmama eyilimiminizdendir bu. Bağlantınız olmadığı zaman insani içgüdüleriniz size kendi yolunuzda devam etme emri verir. Sadece tanıdığımız şeylere karşı biraz daha hassasiyet göstermek eğilimindeyizdir biz insanlar.

Örneğin dramatik bir kaza haberi, bir resim bile olmadan paylaşıldığında neredeyse hiç bir tepki vermezsiniz..aynı haber genç bir çocuğun resmi iliştirilerek yayınlandığında; "Aaaa yazık çok gençmiş!"diye bir tepkiyle bir adım olayın dramatik yönüne yaklaşırsınız.

Aynı haber daha fazla detayla seyirciye ya da okuyucuya ulaştığında seyirci kendini biraz daha olayla bütünleşmiş bulmaya başlar. Arada, yaşanmış bir hikaye çıkar ortaya, bahsedilen  acıyla haberdeki insana bir adım daha fazla yaklaşırsınız. Ve o insanın ölümü sizi daha çok etkiler.  Bu durumda onlara empati göstermemiz çok daha doğal bir hale gelir. Hikayesini bildikçe bizden biriymiş gibi hissettiğimiz kişilerin yaşamlarına daha yakın bir noktadan bakmaya başlıyoruz.

Halbuki hakkında en ufak bir bilgimiz olmadığı çok fazla insan, her gün, her an en dramatik şekilde sonlarla karşılaşırken biz hayatımıza doğal olarak hiç bir şey olmamış gibi devam ediyoruz.

Dün Israel'de çok ünlü  bir muhabir-gazeteci ani şekilde hayatını kaybetti. İnsanlar her gün, akşam haberlerinde görmeye alışkın oldukları bu şahsın birden bire olan ölümünden büyük üzüntü duydular. Kimse o kişiyi yakından tanımasa da, her gün ekranda görmeğe alışkın oldukları bir insanı yakından tanıyormuş gibi ölümünden etkilendiler.

İnsanlar dünyanın bir köşesinde olan dramatik toplumsal olaylara da bu şekilde empati gösterebiliyorlar. Güney Amerika'daki mültecilerin sefilliğini her gün yansıtan televizyoncuların amaçları da budur.  Sonuçta ABD sınırında yaşadıkları dramayla kendilerini özdeşleştiren insanlar Amerika'ya karşı tepki duymaya başlıyorlar.

Dünyanın neredeyse en büyük sorununa dönen Filistin Problemi de aynıdır. Afrika'da, Çin'de, Ortadoğu'da yaşanan dramalardan bahsetmeyen televizyonun en fazla konuştuğu, adeta global bir soruna dönüştürülmüş olan Filistin sorununda, insanların yaşadıkları dramada, doğrularıyla, yanlışları ya da eksikleriyle gösterilenler insanların beyinlerinde bir halkla bütünleşmeye varan bir duygusal yakınlık kurulmaktadır. Devleterin siyasi duruşlarını düşünmeden, haber ajanslarının politik çizgilerinin olayları nasıl çizdikleriyle fazla uğraşmadan ekrana yansıyan dramayı görürler. Ekranda kucağ

ında kanlar içindeki küçücük bir çocuğunu taşıyan bir babanın dramına kim kayıtsız kalabilir? Filistin sorunu ekranları en çok meşgul eden uluslararası çekişmelerden biri. Hatta belki de en başında gelendir. İnsanlara bu sorunun getirdiği dramanın oyuncularıyla ilgili ne kadar çok hikaye taşırsanız toplumsal tepki bir o kadar büyür. Bir tarafa karşı olan merhamet diğer tarafa olan nefreti de aynı oranda büyütür.

Taraf olmayan kişilerde olayları dilediği gibi yorumlama lüksü varken, yaşanan dramanın boyutlarını kavramak için çok uzun bir hikayenin en başından en sonuna tüm detayları bilmek gereklidir. Her görülen şeyin altında yatan gerçeklerin gözümüzün resimde ilk algıladıklarımızdan ibaret olmadığını anlatmaksa kolay değildir. Kimseye, istemedikleri bir şeyi zorla anlatmanız da mümkün değildir.

Objektifleri kendi diledikleri gibi kullanma gücüne, imkanına  sahip olan medya kurumları insanların bilinçlerinde hangi etkiyi yaratmak istiyorlarsa onu inşa edebildiklerini çok iyi biliyorlar.

Kısacası, biz insanların çok basit bir şekilde işleyen beynimiz vardır. Çok fazla düşünmeyiz. Primitif algılarımız herşeyin önünde gelir, İlk neyi benimsersek ona inanırız. Bize verilen ve ilk bildiğimiz ilk doğru da budur. Bir şeye nasıl inandılrildiysak fikrimizi değiştirmemiz neredeyse imkansızdır


Batya R. GALANTI 


26 Temmuz 2021 Pazartesi

Insanların olimpiyata, spora yakışacak şekilde, tüm politik fikirlerden kendilerini arındırmış olarak gelmelerini beklerdim..

Olimpiyat minderine yetişemeyen barış!


Geçtiğimiz sene Covid-19 yüzünden ertelemek zorunda kalınan en büyük, en önemli Uluslararası müsabakalardan olan Olimpiyatların açılış töreni vardı 23 Temmuz'da!

2020'de virüsün tüm dünyayı sardığı, herkesin evlere kapandığı zaman ilk etapta Eurovision daha sonra da Olimpiyatlar ( Olimpiyat tarihinde belki de  ilk kez ) ertelenmişti.

2021'de, yani geçtiğimiz aylarda, bu defa Olimpiyatlar için umutlar daha fazlaydı. Aşılar sonrası ilk zamanlar bir çok ülkede pandeminin yavaşlayacağı izlenimi vardı. Japonlar herşeyin planlandığı gibi gideceğinden neredeyse emindiler.  Fakat 2019'da Çin'de başlayan salgının kolay kolay yakamızı bırakmayacağı çoktan belli oldu. Büyük tartışmaların ardından, bu kez tarihte ilk kez seyircisiz Olimpiyatları izlemek zorunda kalmış bulunuyor bütün dünya.

Bunca harcamadan sonra Japonya turizminde büyük bir patlama yapacak olan turistleri karşılamak için hazırlıklarını tamamladktan sonra,  yapılan tüm masrafları karşılayacak ve ülkenin tanıtımına katkıda bulunacak olan koca bir seyirci kitlesine, milyonlarca turiste kapılarını kapatmak zor bir karar olmalı. Kocaman bir şölen, muhteşem bir açılış  yerine sonunda  seyircilerin yokluğuyla olayın tüm güzelliği bir anda sönmüş gibiydi. Stadyumda geçit yapan sporcuların kameralara verdikleri selamlara karşılık binlerce boş koltuk onları gerisin geriye selamlar gibiydi.

Üç gündür başlayan müsabakalarda yine belli ülkelerin bayrakları gururla dalgalanırırken, bu ülkelerin spora verdikleri önem ve yatırımları sayesinde madalyaların çoğunu toparlamalarına alışık olduğumuz yeni bir olimpiyatı daha yaşıyoruz. Ancak hangi ülkeden gelmiş olurlarsa olsunlar ve basarıları ne olursa olsun bu boyutlarda bir yarış içinde yer alan tüm sporcular şüphesiz saygıyı hakkediyorlar.

Ben her ülkenin sporcularına aynı derecede şans dilerken, Japonya'da karşı karşıya gelen sporcuların bazılarıysa gerçek bir sportmen gibi, centilmence  davranamayabildiklerini gösteriyorlar. 206 ülkeden 11.000 sporcunun katıldığı bu uluslararası podyumda,  insanların spora yakışacak şekilde, tüm politik fikirlerden kendilerini arındırmış olarak gelmelerini beklerdim..

Ancak kimi moral değerler,  insanca fikir ya da davranışlar her toplum ya da her birey için aynı standartlarda, aynı ölçülerde olmayabiliyor.

Geçtiğimiz gün  Cezayirli Judocu Israelli sporcu Tohar Butbul'la karşı karşıya gelmemek için müsabakadan çekilmişti. Ertesi gün Sudanlı sporcu da aynı şeyi yaparak, Sudan'ın Israelle imzaladığı barış antlaşmasının hiç bir değeri olmadığını kanıtladı.

Körfez Ülkelerinden Arap Emirlikleri ve Bahreyn'in Israelle imzalamış olduğu "Abraham Accords" (İbrahim Antlaşması) sonrası, Israelle uzun senelere dayanan düşmanlığına son veren Sudan da geçen Ocak ayında, barış sürecine katılarak Israelle antlaşma imzalamıştı.

Arap ülkeleriyle yapılan barışın meyvelerini toplumsal anlamda beklemek şu an için boşa ümitlenmektir.

Çünkü İbrahim antlaşmasını yapanlar bu ülkelerin yöneticileridir, halkları değil. Genelde politika ayrı  insanların kişisel dostlukları ayrı denirse de burada durum farklıdır. Çünkü demokratik yollardan seçilmemiş yöneticilerin Israelle yaptıkları barış antlaşmasının halkları nazarında bir hükmü yoktur. Arap Ülkelerindeki Şeyhlerin, Trump'la biraraya gelerek kendi kişisel çıkarları çerçevesinde kabul ettikleri barış sadece bu ülkelerdeki dikta rejimlerini ellerinde tutan kişileri ilgilendiriyor. Bu şeyhlerin hüküm sürdükleri ülkelerin kabile üyelerini İbrahim Sözleşmesi ilgilendirmez. Hele Sudan'da açlıktan nefesi kokan halkı güdümünde tutan bir diktatörün kiminle barış yaptığı halkı niye bağlasın ki?

Yüzyıllardır nefret ettikleri Yahudiyi şimdi niye sevsinler? Filistinli kardeşlerine karşı olan tarafla neden el sıkışmak istesinler?  Senelerdir dinledikleri nefret masallarını şimdi birden niye unutsunlar?

Sadece Israelliler Bahreyn'e gezmeye gidebilirler. Israelliler mantıkla düşünen taraf olarak düşmanlıktan değil barıştan daha karlı çıkabileceklerini farkedebilirler. Şimdilik buraya gelen Arap turistler görmedim. Aynı Araplar Japonya'da Israelli Judocularla aynı midere çıkmamak için kaybetmeyi tercih edecek kadar nefret dolular. Kısacası gerçek bir barış için sanırım daha çok zaman beklemek gerekiyor.


Batya R. GALANTI





25 Temmuz 2021 Pazar

Sorun ne Brit'teydi, ne de başka bir şeyde; sorun Gal'in farklı işleyen beyninin içindeki karmaşada.

 Gal ne kadar ağlamıştı!!

 

Gal'in Brit'ini hatırlıyorum. Kolay sayılmayacak bir doğumun arkasından geçen sayılı günlerde, dünyaya yeni gelen bu minik evladın daha birinci haftasında çükünü (!) kesmemiz gerekiyordu. (Kısacası oğlum sünnet olacaktı)

Brit zamanı geldiğinde, o büyük seremoni için hazırlıklar vardı. ( Yahudiler'de, erkeklerin penislerinin ucundaki deri parçasını kesmek geleneği ) Çocuk doğmadan hiç bir hazırlık yapılmaz bizde. Herşey yolunda gidip doğum sağlıkla gerçekleştikten sonra bebek için gerekli olan herşey, ısmarlandığı yerden eve getirilir. Ve Brit için daha önceden bulunan salon yine doğum sonrası kapatılır.

Brit Mila. Tanrı'yla Avraam  arasında yapılmış antlaşmanın uygulamalarından biridir ( Yahudi inanışına göre tabi ) . Brit  kelimesi,  antlaşma demek, Mila ya da Milah ise söz demektir. Tanrı'nın Avraam'la olan konuşmasının ardından, Yahudiler'e, onları tüm halklar arasından seçtiğini söylemiş ( Bu manevi bir antlaşmadır) Bu antlaşmaya göre geçen söz, Yahudi çocuklarının sekizinci gün sünnet edilmesi geleneğidir. Brit mila bugüne dek hala en dinsiz, en seküler, en modern Yahudiler dahil olmak üzere devam ettirilen bir gelenektir.

Kısacası, içimde hala çıkmamış bir bebek daha varmış gibi bir karnım olduğu o doğum sonrası günlerdi. Büyük bir salonda yapılacak tören için eşim koştururken ben evde gereken şeyleri tamamlamakla meşguldüm. Tabi böylesi bir uygulamanın ( brit'in )  ardından çocuğun sağsalim bir şekilde yola devam etmesi için  duyduğunuz doğal bir endişe de oluyor. Brit yüzünden sakat kalan çocuklar genelde pek fazla duymadıysam da, daha bu kadar küçük bir bebeğin bedeninin en hassas yerinden bir parçasının kesilmesi. bunun onun canını nasıl yakabileceği korkusu bile her anneyi o an için endişelendirir.

Hastaneden eve geldiğimden beri bir dakika oturmadığım koşturmalarımın arasında eşim Brit için gerekli olan hazırlıklarla ilgilenmişti.

Genç kızlığımda annemin kimi doğum sonrası hikayelerini dinlerdim. Ya da yeni evli arkadaşlarımın, doğum sonrası kadınlarının nasıl şımartildıkları aklıma gelir gülerdim.

Türkiye'de ne nazlı kadınlar vardı diye düşünürdüm.  Zaten Türkiye'de ya hayatın ardından a tamamen helak olan bir kesim vardı ya da kraliçeler, prensesler misali şımartılanlar. İkisinin arası pek yoktu. Bizimkiler arasından sık sık tanıdığım kadınlarsa günlerce yataktan çıkmayan, daha sonra da yardımcıların, anneler ve kayınvalidelerin arkalarından koşturdukları lohusa kadınlardı.

Ne komik. Halbuki doğum, hatta sezaryen sonrası bile  en iyi şey harekettir. Abartmadan tabi ki. Bense eve geldiğimde, hiç bir şey olmamış gibi işlerimin başına geri dönmüştüm. Evde beni bekleyen bir çocuğum daha vardı. Ve Israel'de hizmetçi yoktu.  Öyle bir arayışım varmıydı peki. Daha neler? Ben kendimle rahattım. Ne yardımcı ne bir şey. Kendi kendinizin patronu olmak herşeye değerdir. Özgürlüğünüzün vazgeçilmez bir değeri vardır. Kimsenin yardımına ihtiyacınız olmadan hareket edebilmek gibisi varmıdır?.

Ameliyatlı bile olsanız! Zaten ameliyatın getirdiği şeylerden toparlanmanın ilk şartı da harekettir.

Sadece sezaryen değil, bugün hangi ameliyattan çıkarsanız çıkın, büyük ihtimalle daha sizi ilk saatlerden yataktan çıkartıp ayağa dikecekler ve yürümeye başla diyeceklerdir.

Annemin babamdan doğum sonrası almadığı çiçekler için hala ağlaması güldürür beni bazen. Çiçek getirmeyi unutmuş babam. Daha iyi ya alerji yapsaydı o çiçekler derim hep. 

Bense eve geldiğimde bu ev çok tozlanmış deyip yerleri silmeye başlamıştım :)))

Ve yine Brit'e dönersem..

Gal'in ne kadar özel bir çocuk olduğunu bugün daha o günlerden hatırlıyorum.

Kocaman salonun en sonunda, sahnenin tam orta yerinde kurulmuş kocaman bir kral koltuğuna eşim yerleşmişti. Aslında, ailenin büyüklerinden birine verilir bu görev bizde. Ya annenin ya da babanın babasıdır bu . Ancak eşimin babası hayatta değildi. Benim babamsa yeterince rahatsızdı. Ve Israel,  omuzlarına koyduğu tallit'le oturduğu koltukta bembeyaz bir yastığın üzerine yatırılan minicik Gali tutarken küçücük bebek kaderinin farkında değildi. Simsiyah saçları, kıpkırmızı yüzüyle yeterince sessiz ve yorgun gibiydi. Geçirdiği sarsıntılı dünyaya geliş macerası sonrası gözlerini adeta zor açıyordu. Kafasıysa hep bir yana doğru düşüyor gibiydi.  Ancak ben bunları çok fazla görmemeye çalışıyordum sanki.

Ve o ufak tefek adam geldi, koca sakallı, sitsitleri gömleğinden sarkan Mohel.. Hafta içi Bank Discount't a çalışırmış.  Aileden biri tanıyordu, yine banka'da çalışanların  bebeklerini hep o sünnet etmiş.

Adam rüzgar gibi girmişti içeri. Eşimin kucağında yatan küçük ördeği, o kaba elleri kavrarken, bebek bezini açtığından  koyduğu pudralar ve yaptığı kısacık hazırlıktan saniyeler sonra küçük bir çığlık duyduğumu hatırlıyorum. 

Ve tülbenti şaraba batıran Rav, çocuğun ağzına koydu. Bebek bir an önce uyuşup, acıyı hissetmesin diye..Ve ben isminin Gal  İshai olduğunu söyledim. Ve Rav çükü kaşla göz arası  kestikten sonra o yeri aynı hızla merhemlerle  pudralarla pudralayıp sarıp sarmalamıştı bile... 

Bir hafta boyunca ne yapmamıuz gerektiğini de tembihlemiş, her gün süreceğimiz kremler ve nasıl yıkanması gerektiğini söyleyip bize gelip kontrol edeceği günleri de hızla açıkladıktan sonra  geldiği gibi, Gal'i bizi ve salondakileri arkada bırakarak çabucak çıkıp gitmişti bile... ve Gal'i o anlarda ne şarap ne hiç bir şey teskin etmiyordu.. Çocuk ağlamaya devam ederken endişelerim gittikçe artıyordu. Diğer bebekler gibi değildi. Hiç durmadan ağlarken onu susturamıyordum. İçimi  korku kaplamıştı. Ya adam bir yanlışlık yapmışsa. Niye bu kadar ağlıyordu bu çocuk?!!

Gal, daha sonraları da hep ağladı. Hiç susmadı. Brit bitti. Gal ağladı. Bir yaşına geldiğinde çok sevimliydi ama hala ağlıyordu..  Üç dört yaşlarındayken sadece ağlamıyor artık odasını savaş alanına çevirip bir de dövünüyordu.

Britinden geçen yıllar çok uzun. Gal iki ay sonraki doğum gününü beklerken, özel bir şeyler bekliyoruş diyor bizden . Ama o özelin onun için ne olduğunu da hala bilmiyor.

Dün akşam bu sefer bir kararsızlığına ağladı. Yaz kampı yerine bir kaç gündür babasıyla işe gidiyor. Bu kez karasızlığa girmiş. İşe mi gitsem yoksa evde mi kalsam. Ve o yine ağlıyor!! Gece salonda gidip gelirken sinir harbi içinde. Gal niye ağlıyorsun?

Babası; "Ne yapacağını bilmiyor!!"

"Bak dedim, ben çok karasızlığa düştüğümde, iki kağıt alır, birine evet diğerine hayır yazar, kağıtları katlar ve gözlerim kapalı içlerinden birini seçerdim. Şansıma ne çıkarsa onu yapardım. İstersen şen de öyle yap! " dedim  O an birden durup bana gülümsedi.  Bu sabah saat beşte babasıyla işe gitti.

Sorun ne Brit'teydi, ne de başka bir şeyde sorun Gal'in farklı işleyen beyninin içindeki karmaşada


Batya R. GALANTI














 Roger Waters, Ben & Jerry's, BDS, Filistin hakları....ve yalanlar ve nefret

1979 yılında 11 yaşında bir çocuktum. Büyükada'da çarşının sonunda oturduğumuz evin balkonunda, kuzenimin amcası Beto'nun sokaktan geçen çocuklara bağırdığını hatırlarım. "Hey Chicho!! " diyen Beto aslında Hey Teacher demek istiyordu. Biz, kuzenlerimle "Another Brick in the Wall" şarkısını bağıra çağıra dinlerken bir taraftan da sözlerini bildiğimiz kadarıyla tekrarlarken, Beto'nun da bu sözleri kendince tekrarlamasıydı, "He Chicho!" ( Beto, kuzenimin Down Synrome'lu amcasıydı)
Çocukluğumda, Pop Müzik çok dinlerdim. Rock müziğiyse çoğu zaman kimi liste başı şarkılarla aklıma girenlerden ibaretti. Bunlardan biri de Pink Floyd'un, " Another Brick in the wall"şarkısıydı.. Bugüne dek popülaritesini koruyan bu şarkı, efsaneleşmiş bir rock grubu olan Pink Floyd'un sanırım en çok tanınan şarkılarının başında gelir hala. Bugün 77 yaşında olan bass sanatçısı ve grubun solo'su olan Roger Waters tarafından, katı ve tacizci eğitimi protesto eden sözleriyle öne çıkan, milyonların ağızlarından senelerce düşmeyecek dizeleri yazdığında ne kadar büyük bir başarıya imza attığının tahminimce farkındaydı.
Ben ya da benim gibi milyonlarca genç ya da çocuksa müziğin evrenselliğinde buluştuğumuzda düşündüğümüz tek şey, ruhumuzun derinliklerine işleyen bu tip melodileri yaratan insanların dünyayı nasıl da daha güzel, daha yaşanası bir yere çevirdikleriydi.
O inanılmaz yetenekteki beyinlerin, ruh halleriyle birlikte notaları dizelere çeviren dehaların en temel amaçları insanları mutlu etmektir mutlaka.
Sanat genelde iyi bir şey olmalıdır. (?!)
Sene 2013'e geldiğimizde Roger Waters dünyadaki popülerliğini korumaya devam ediyordu. 2010'da çıktığı "The Wall Live " turunun son duraklarından birindeydi sanırım. Belçika'daki konserden basına yansıyan görüntüler inanılır gibi değillerdi. Binlerce hayranıyla bir kez daha buluşan Rogers onu dinlemeye gelen kitlelerin üzerinde sallanan devasa büyüklükte bir balon asmıştı stadyumun tam orta yerine. Bu balon, üzerinde Magen David çizilmiş bir domuzdu. Bir süre sonra seyirciler bu domuzu patlatarak yok edeceklerdi.
Rogers yaklaşık 2005'ten bugünlere adeta kendini Filistin sorununa adarken müziğin evrenselliğinde haksızlığa karşı tavır aldığını iddia ediyor.
Evrensel değerleri daha olumlu yollarda kullanmak çok daha etkili olsa da bunun farkında olmayanlar var. Barış için olumlu şeyler demek, mesela, birlikte ortak şeyler yapmak olabilir.
Konserlerinde Yahudi dininin sembollerini domuzdan balonlara çizip patlatmak sadece nefret yaymaktan başka bir şey değildir. Bir tarafı savunduğunuzu iddia ederken diğer tarafın değerlerini kirletmekle belli bir amaca hizmet ettiğinizi iddia edemezsiniz.
Roger Waters'ın uluslararası platformda, Israel'de konser verecek şarkıcıları tehtidlere varan engelleme girişimleri, Amerikan polisinin, Israel tarafından zencileri öldürmek için özel eğitimden geçirildikleri hikayeleri uydurmaya varması bu insanın barışçıl amaçlı bir aktivist olduğuna inanmakta zorluyor kişiyi. . Komplo teorileri üretip yayan bir zihnin amaçlarının olumlu olduğunu kimse iddia edemez. Ayrıca Hamas'a verdiği destekle birlikte antisemitik tüm tavırlarına söyleyecek fazla bir şey kalmıyor.
Karşılıklı dialogu teşvik etmenin yaratacağı olumlu ortamlar barışa gerçekten hizmet etmenin esas yoludur. Buna karşılık Avrupa'da gittikçe güçlenen BDS'i destekleyen kurumlar ve kişiler Israel'i her gün farklı yönlerden hedef almaya devam ediyorlar.
Eğer hatırlatmam gerekirse BDS (Boycott, Divestment, Sanctions), 2000'li yıllarda yavaş yavaş fikirsel olarak oluşmaya başlayan bir hareketti. Omar Bargouti tarafından Amerika'da 2005 yılında kurulmuş olan BDS Israel'in Apartheid bir ülke olduğunu ve bu ülkede yaşayan Müslüman Arap azınlığın tüm hakları geri verilene kadar, Gazze ve Batı Şeria özgürlüğüne kavuşup 1948'de Israelí terk etmek zorunda kalan Filistinli mültecilerin tümü, ( bir sonraki nesiller de dahil olmak üzere ) Filistin'e dönecekleri güne dek Israel'e barışçıl (?) yollardan baskı uygulayarak gereken hedefe ulaşmayı amaç edindiğini iddia ediyor.
Avrupa'da son senelerde gittikçe daha etkili bir propaganda gücüne sahip olsa da, özellikle Amerika'da bir çok eyalette BDS'ín antisemitik kimliğine karşı anti-boykot yasalar çıkarılarak, Israel'i boykot eden firmalara karşı yaptırımlar uygulamak üzere savaşılmaya devam edilmektedir.
Son bir haftadır Israel'de uzun senelerdir satılmakta olan Ben & Jerry's Dondurma firması bir buçuk sene içinde tamamlanacak kontratı sonrasında artık Batı Şeria'daki Yahudi yerleşim yerlerindeki satışlarını durduracaklarını açıklayarak Israel'de büyük bir sansasyon yaratmıştır.
1978 yılında Ben Cohen ve Jerry Greenfield adlarında iki Yahudi tarafından kurulan 2000 yılındaysa ünlü İngiliz şirket Unilever tarafından satın alınan Ben & Jerry's in bu kararı Israelli Cumhurbaşkanı tarafından kınanırken, Cumhurbaşkanı Herzog; " Israel Ekonomisini hedef alan bu tip kararlar Israel'e ve Israellilere ekonomik olarak zarar vermek amacıyla uygulanan bir ekonomik terördür. Bunun barışçıl bir yönü yoktur ve Israel bu tip hareketlere karşı elinden geleni yapmaya çalışacaktır "diye konuştu.
Israel'i barış masasına oturmaya zorlamak amacını güttüğünü iddia edenlerin kurduğu bu kurumun yöneticilerinin ağızlarından direk çıkan sözlerse esas amaçlarının ne olduğunu ele vermiştir. Bir değil, defalarca, Omar Bargouti, " Filistinín bir karış toprağında dahi bir Yahudi Devletinin varlığını kabul etmediğimiz açıktır. Tek bir Filistinli bile Israel'in varlığını kabul etmeye hazır değildir.." sözleri eminim sadece Israel basınında yer almıştı. Diğerlerinin bu sözlere yer vermek işlerine gelmemiştir çünkü BDS' in barışçıl bir boykot hareketi olduğunu iddia eden iki yüzlü Avrupa bu örgütün gerçek amacını göstermemeyi tercih ederler.
Buna karşılık geçen gün Israel Televizyonunda Hamis Abulafia'yı izlerken bu bölgede barış için bambaşka bir yol olduğunu bir kez daha anımsadım. Barışa giden çok farklı bir yol bu.
Arap asıllı Hamis Abulafia, Yafo'da Israel'in en tanınmış fırın'ın sahibiydi. Kısa bir zaman önce hayata veda eden bu çok değerli insanla yapılan son röportajlardan birini yayınladılar.
Abulafia, çocukluğundaki Yafo'da Yahudilerle Müslümanların içiçe olan komşuluklarını, birlikte geçen hayatlarını anlattı. Bugün Yafo'nun en zengin ailelerinden olan Abulafia ailesinin en belirgin özelliklerinden biri, Yahudi ve Araplardan meydana gelen, birlikte ortak yaşamı destekleyen hareketlere imzalarını atan, bu konuda çok fazla girişimleri olan insanlar olmaları.
Barışı getirecek kişiler de bu tip insanlar olacaklar. Birlikte yaşamayı öğretmek için gönüllü hareket edenler, birlikte müzik yapmak, spor ve turnualarla, ortak yaşamı desteklemekle, ortak aktivitelerle beraber barış içinde yaşamayı öğrenmekle mümkündür.
BDS gibi hareketler Israel'in ekonomisine zarar vererek hiç bir yere varamazlar.
Geçmişte, ünlü Israelli içecek firması; Soda Stream'ı hedef alıp sonunda Batı Şeria'daki fabrikalarını kapatmasına neden olan Batılı Aktivistlerin tek ulaştıkları sonuç neydi biliyormusunuz? Bu bölgede, Araplar ve Yahudilere aynı iş yerinde çalışma imkanı veren, istihdam sağlayan bir kuruluşun kapatılmasına neden olmaktı. Bu şekilde 500 Filistinli işçi kendilerini işsiz bulurken, Soda Stream Beer Sheva'da yeni bir fabrika'da yeni işçilerle kaldığı yerden yoluna devam etti.
Bu günlerde aynı şey Ben & Jerry's için konuşuluyor. Ve şimdiden bu fabrikada çalışan Arap işçiler sıkıntıya girerlerken, BDS'ın sabotajlarının öncelikle bu bölgede istihdam edilen Arap işçilere zarar getireceğini biliyorlar.
Hiç bir şey kötülükle güzelleştirilemez. Baştan zarar vermek amacı güden bir hareketin içinde olanlar, barış için doğru yol olduğuna inandıklarını söyleyenler bir tarafa yardım etmek amacında olduklarını iddia etseler de onları motive eden gerçek şey diğer taraf için besledikleri nefrettir.
Batya R. GALANTI


Kendi yazılarıma kişisel bir bakış


İlk yazı yazmaya başlamam hani tuttuğum günlüklerle olmuştu diye anlatmıştım. Annemin günlüğünü ilk buluşumla başlayan bir maceraydı bu.  Onun yazılarını okuduğumda, bu yazılar benim için bir yazarın ellerinden çıkmış gibi görünmüşlerdi gözüme. Bana adeta ilham kaynağına dönüşen bir defter. bir hazineydi bu günlük.  Onun kurduğu cümlelerde, anlatımı ve satırlarında beni içine çeken kisacık bir hayat hikayesiydi.  Yarı yolda kalmış bu defteri tamamlamamış olduğuna yeterince üzülmüşüm o zaman.   

Ve kısaca beni son derece etkilemiş olan bu günlüğü okumamın arkasından gidip renkli bir kapağı olan o alelade defteri satın almıştım ben de.  Yazmak istiyordum..Kendi hikayemi.. İlginç olup olmadığının önemi olmadan  Sadece kendim için yazacaktım!  Sanatsal bir eser yaratmak iddiam olmadan.  Amacım sadece duygularımı, anlatamadıklarımı, söyleyemediklerimi satırlara dökmekti. İhtiyacım olan tek şey içimdekileri bir şekilde bir yerlere kanalize etmekti.

Kendi yaptıklarıma hiç bir zaman çok güvenmediğimden mi bilmem. Yeteniğin var, dediklerinde bugüne dek hala kuşkuyla karşıladığım bir söz bu.  Yazdıklarımın ne derece iyi, ne derece orta budala olduklarını bilemiyorum. 

Yetenek nedir ? Neye göre? Kime göre karşılaştırılabilir bu? 

Bana kitap yazmanın zamanı gelmedi mi diyenler oluyor. 

Kitabı nerede ve kime basacağım? Kim okuyacak peki?

Bugün yeteneği olan  o kadar çok insan var ki!  Yazı denemeleri olan insanlar yığınla. Kitap yazanlar da bir o kadar var!! Her yerdeler. Ben ne ilk ne de sonum. Gazetecilik okumadıkları halde bir çok konuya hakim  çok insan var internette. Sosyal medyada, orada burada eskiden hiç olmadığı kadar insanlar yazılar yazıyorlar.  İnternette blog açıp yazanlar, çizenler... Hangileri gerçek yazar?  Bilmiyorum

Hangileri diğerlerinden bir adım ötede?

İlk zamanlar her yazdığımı sosyal medyada paylaşıyordum. Ve çok okuyan oluyordu. . Sosyal medyaya ara verdiğim bir dönem oldu. Kısacık bir dönem. Arkasından tekrar girdiğimde paylaşımlarıma girenler büyük ölçüde azaldı.

Bunun sebepleri sosyal medya'da farklı yerleri seçenler oldu denebilir. Yani Facebook'u bırakanlar çok oldu. Instagram kullananlar çoğunlukta.  Sosyal medya'dan tamamen uzaklaşanlar da çok..Ve bir diğer taraftan yeterince paylaşım var, İnsanların herşeyi okumaya ne sabırları ne de zamanları var. Ve de çok uzun yazıları kimse okumayı tercih etmiyor. Mesela geçen gün, BDS'le ilgili bir yazı yazdım.  Israel'i hedef alan BDS'ín bize verdiği zararı anlatmak için,  yazıya  Roger Waters'tan girdim.  Onu ilk tanıdığım muhteşem şarkısıyla anlattım.    Yazımda  müziğin evrenselliğiyle, sanatın insanları nasıl buluşturduğu fikriyle çıktım yola. Ve bu adamın şarkısının bende yarattığı olumlu duyguları anlatmak istedim ilk önce. Daha sonra, aynı müzisyenin zamanla  Israel'e karşı yürüttüğü düşmanca propagandaya gelene dek lafımı çok fazla uzattığımı farkettim. Müziğin bende yarattığı etkiyi anlatırken,,,, Bu insanı bıktırabilicekken  konu da iki ana fikre bölünmüş gibiydi.  Yani yazmak istediğim, müziğin bendeki etkisimiydı yoksa BDS'ín uyguladığı propagandanın Israel'e karşı vermek istediği zararı mı belli değildi sanki?  Yazıyı bir kaç defa okurken, kimi yerlerde düzeltmelere başladım. Her defasında bir iki yerden gereksiz uzatmaları çıkardım. Tekrarlayan sözlerle kurulmuş cümleleri düzelttim. Ve sanırım yazı bu şekilde biraz daha iyi oldu.

Aynı şekilde zaman zaman eski yazılarıma döndüğümde de benzer hataları farkedip düzeltebiliyorum.  Bir yazı gereksiz uzatmalarla daha az okunacaktır mutlaka. Buna çok dikkat etmek gerekiyor.

Ve sosyal medyada, direk blogdan kapalı bir paylaşım yaptığımda yazı kimsenin dikkatini çekmiyor. Kimse kolay kolay klikleyip girmiyor. Yazı çoğu zaman olduğu yerde dokunulmadan kalıyor.  Buna karşılık yazıyı açık paylaştığımda daha çok okuyan oluyor.

Bunlar benim gözlemlemelerim. Konuyu doğru seçmekten,  doğru bir başlık bulmaya ve lafı gereksiz uzatmamaya kadar giden çok fazla noktalara dikkat etmek gerekiyor kısaca.

Sonuçta bu blogda yazdığım yüzlerce karalamadan bir gün seçilebilecekler içinden, kimi ana başlıklar altında bir ya da iki küçük kitap basılabilir mi bunu bilmiyorum.  Belki bir gün, bu sonsuz bilgi denizinin içinde kaybolmuş  bu mütevazi blogta  yazdıklarımı daha çok okuyan olur...


Batya R. GALANTI